Hayâ, lügat olarak, ayıplanan bir şeyin
korkusuyla insanda hâsıl olan değişme ve inkisâr mânasına gelir. Mamafih,
herhangi bir sebeple bir şeyin mücerred terkine de hayâ dendiği olmuştur.
Aslında terk, hayâ değil, hayânın gerektirdiği şeylerden biridir. Râğıb:
"Nefsin kendini kabih şeyi yapmaktan tutmasıdır" diye tarif edip açıklar:
"Hayâ insana has bir duygudur. Bununla her istediğini yapmaktan kendini
alıkoyarak hayvandan ayrılır. İffet ve hayırdan mürekkeptir. Bu sebeple hayâ
sahibi çok şecaatli olamaz. Nadir şecaat sahipleri utangaçtır."
Hayâyı, "nefsin, mekruh addedilen şeyi işlemek
korkusuyla kendisini tutmasıdır" diye tarif edenler de olmuştur. Burada
işlenmesinden korkulan mekruh dinî bir mekruh olabilir, aklî bir mekruh
olabilir, örfî bir mekruh olabilir. Dinî mekruhu işleyene fâsık, aklî
mekruhu işleyene mecnun, örfî mekruhu işleyene ebleh denir.
Bazı âlimler hayâ, haram kılınan şeylerde ise
vâcib, mekruh şeylerde ise mendub, mübah şeylerde ise örfîdir demiştir.
Şeriatte, kötü ve çirkin olandan içtinab
etmeye, hak sahibinin hakkına riayetsizlikten men etmeye sevkeden ahlâka
denir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Hayânın tamamı hayırdır"
demekle, her çeşit çirkinlik, haksızlık ve kötülüklerden içtinâb ve
kaçınmanın hayır olduğunu belirtmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
hayânın İslâm dininde tuttuğu ehemmiyeti belirtmek için, onun "imandan bir
şube" olduğunu belirtmiştir. İnsanlık tarihindeki yerini de şöyle
belirtmiştir:
إنَّ
مِمَّا اَدْرَكَ النَّاسُ مِنْ كََمِ النُّبُوَّةِ اُولَى: إذَا لَمْ تَسْتَح
فَاصْنَعْ مَا شِئْتَ
"İnsanlığın ilk nübüvvetten aldığı öğüt
şudur: "Eğer hayân yoksa git dilediğini yap."
Hayâ duygusu fıtrî mi mukteseb mi?
Bu hususu açıklama sadedinde İbnu Hacer, "Hayâ
imandan bir şubedir" hadisine atıf yaparak bir sual sorar ve sonra cevabını
verir:
"- Eğer: "Hayâ fıtrattan gelen (garîzî) bir
huydur, nasıl olur da imanın bir şubesi olur?" dersen, cevaben deriz ki:
“- Hayâ bazan garîzî yani fıtrî ve
yaratılıştan, bazan da tahallukîdir, yani irade ile kazanılır. Ancak
şeriatın isteğine uygun olarak kullanılması iktisâba, bilgiye ve niyete
muhtaçtır. Böylece hayânın niyet ve gayretle kullanılması, taate sevkedici,
masiyet işlemekten menedici olması, onu imandan bir parça kılar. Hiçbir
zaman: "Hayâ vardır, hak söylemekten veya hayır işlemekten mani olur"
denemez. Zîra böylesi bir hayâ anlayışı şer'î değildir."
Ebu'l-Abbâs Kurtubî de şöyle der: "Mükteseb
(yani irade ile kazanılan) hayâ, Şâri'in imandan bir şube kıldığı hayâdır.
İşte kişinin mükellef olduğu hayâ da bu hayâdır, garîzî olanı değil. Ancak
kimde garîzî hayâ mevcut ise bu, mükteseb olan hayâya yardımcı olur. Şu da
var ki, mükteseb olan da insan tabiatına işleyerek garîzî hayâ hükmüne de
geçebilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her iki çeşidi de nefsinde
cemetmişti: Garîzî hayâda bâkire kızdan daha ziyade ilerde, mükteseb hayâda
da zirvede idi."
Örfen hayâ edip utanılacak bir kısım
meselelerin sorulması veya açıklanması hususunda dinimiz hayâ aramaz. Bir
başka ifadeyle hayâ gerekçesiyle o çeşit meselelere temas edilmemesini,
ihmâl edilmesini hoş karşılamaz ve buna hayâ demez. Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), yeri geldiği zaman, o çeşit mevzulara şu âyeti
okuyarak çekinmeden girmiştir:
وَاللّهُ َ يَسْتَحْيىِ مِنَ الْحَقِّ
"Allah gerçeği söylemekten çekinmez" (Ahzâb 53).
Ashâb da, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'tan öğrendikleri bu metoda uyarak, gerek Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e ve gerekse birbirlerine, hacâletâver meseleleri
sormaktan çekinmemişler, aynı âyeti okuyarak söze başlayıp meselelerini
sormuşlardır. Bu davranış dolayısıyla kimse kimseyi ayıplamamış, o çeşit
meseleler, tedkik, tahlil, ta'lim ve taallüm dışı bırakılmamıştır.
Nevevî der ki: "(Hakkı öğrenme meselesinde
hayâ etmek, dinin taleb ettiği) hakikî hayâ değildir. Zîra hayânın tamamı
hayırdır, hayâ hayırdan başka bir şey getirmez. Dini ilgilendiren ve fakat
utandırıcı meselelerde sualden vazgeçmek hayır değil, şerdir. Öyle ise şer
getiren şey nasıl hayâ olur?"
Bediüzzaman, hatırımıza gelebilecek bir soruyu
cevaplar: Allah'a karşı edeb nasıl olabilir?
"SUAL: Her şeyi bilen ve gören, hiçbir şey
O'ndan gizlenmeyen ALLÂMÜ'L GUYUB'a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacalet
olan hâletler, O'ndan gizlenmez. Edebin bir nev'i tesettürdür. Mucib-i
istikrah hâlâtı setretmektir. ALLÂMÜ'L GUYUB'a karşı tesettür olamaz?
ELCEVAP: Evvelâ: Sani-i Zülcelâl, nasıl ki
kemal-i ehemmiyetle san'atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri
perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle
nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibâdını sâir zîşuurlara
güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin
ve Lâtif ve Hakim gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edeb
oluyor.
İşte Sünnet-i Seniyye'deki edeb, O Sâni-i
Zülcelâl'in esmâlarının hudutları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini
takınmaktır.
Saniyen: Nasıl ki bir tabib, doktorluk
noktasında bir nâmahremin en mahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona
gösterilir. Hilâf-ı edeb denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder
denilir. Fakat o tabib, reculiyet unvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca
sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesini, edeb fetva vermez. Ve
o cihette ona göstermek, hayâsızlıktır. Öyle de: Sâni-i Zülcelâl'in çok
esmâsı var. Herbir ismin ayrı bir cilvesi var. Meselâ: Gaffâr ismi,
günahların vücudunu ve Settâr ismi, kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri
gibi; Cemil ismi de, çirkinliği görmek istemez. Latif, Kerim, Hakim, Rahim
gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkin
vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmayı cemâliye
ve kemâliye ise melâike ve ruhanî ve cin ve insin nazarında güzelliklerini
mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-i edebleriyle göstermek isterler.
İşte Sünnet-i Seniyye'deki âdâb, bu ulvî
âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numûneleridir."
ـ1ـ عن ابن مسعود رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّه #: اسْتَحْيُوا
مِنْ اللّهِ حَق الحَيَاءِ. قُلْنَا إنَّا نَسْتَحِى مِنَ اللّهِ يا رَسُولَ
اللّهِ وَالْحَمْدُللّهِ. قَالَ: لَيْسَ ذلِكَ ولكِنْ اسْتِحْيَاءَ مِنَ اللّهِ
حَقَّ الحَيَاءِ أنْ تَحْفَظَ الرَّأسَ وَمَا وَعَى، وَالْبَطْنَ وَمَا حَوَى
وَتَذْكُرَ المَوْتَ وَالْبِلى، وَمَنْ أرَادَ اŒخِرَةَ تَرَكَ زِينَةَ
الحَيَاةَ الدُّنْيَا، وَآثَرَ اŒخِرَةَ عَلى ا‘ولى،
فَمَنْ فَعَلَ ذلِكَ فَقَدِ اسْتَحْيَا مِنَ اللّهِ حَقَّ الْحََيَاءِ[. أخرجه
الترمذى.والمراد »بما وعى الرَّأسُ« السمع والبصر واللسان. و»بما حَوى
الْبَطْنُ« المأكول والمشروب. والمراد: الحث على طلب الحل من الرزق، واستعمال
هذه الجوارح في مرضاة اللّه تعالى .
1. (1669)-
İbnu Mes'ud (radıyallâhu anh) anlatıyor:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah'tan hakkıyla hayâ edin!"
buyurdular. Biz: "Ey Allah'ın Resûlü, elhamdülillah, biz Allah'tan hayâ
ediyoruz" dedik. Ancak O, şu açıklamayı yaptı: "Söylemek istediğim bu (sizin
anladığınız hayâ) değil. Allah'tan hakkıyla hayâ etmek, başı ve onun
taşıdıklarını, batnı ve onun ihtivâ ettiklerini muhâfaza etmen, ölümü ve
toprakta çürümeyi hatırlamandır. Kim âhireti dilerse dünya hayatının
zinetini terketmeli, âhireti bu hayata tercih etmelidir. Kim bu
söylenenleri yerine getirirse, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur."
[Tirmizî, Kıyâmet 25, (2460).]
AÇIKLAMA:
Bu hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Allah'tan hakkıyla hayâ etmek" diye farklı bir mefhumdan söz
etmektedir. Farklı diyoruz. Çünkü, halkın mutad hayâ anlayışını kabul
etmeyerek, hakkıyla hayâyı yeni baştan târif ediyor. Buna göre, kişi
dinleyip, görüp öğrendiğinden, yiyip içtiğine kadar her şeyin Allah'ın
rızasına uygun olmasına dikkat etmelidir, gerçek hayâ budur. Zîra başın
taşıdıklarından göz, kulak, lisan gibi maddî ve zâhirî; hâfıza, hayâl,
tefekkür gibi ruhî ve görünmez duygu ve hasseler kastedilmektedir. Keza
batnın ihtiva ettiklerinden murad da mide, ferc, kalb, el ve ayaklar gibi
batın ve batna bağlı her şeydir. Bu uzuvların ilgili olduğu bütün fiiller
buraya dahildir. Şu halde insan bütün organlarını helâlde kullanmadıkça
hakikî hayâya eremez.
Beyzâvî der ki: "Allah'tan hakkıyla hayâ,
sizin zannettiğiniz şey değildir. Bilakis o, kişinin nefsini bütün
organlarıyla Allah'ın razı olmayacağı fiil ve sözlerden korumasıdır."
Süfyan İbnu Uyeyne de şöyle demiştir: Haya
takvanın en hafif mertebesidir. Kul hayâ etmedikçe Allah’tan korkmaz. Ehl-i
takvânın takvâya, hayâdan başka girdiği bir kapı var mıdır?"
Hadîsle ilgili olarak Tîbî de şunu
söylemiştir: “Burada baş, her çeşit kötü ahlâkın kab ve zarfı kılınmış;
ağız, göz, kulak ve bunlara bağlı olan diğer manevî duyguların hepsi
kastedilmiş ve bunların kötülüklerden korunması emredilmiştir.
Münâvî, hadiste geçen "ölümü ve toprakta
çürümeyi hatırla" ibaresiyle ilgili olarak şu açıklamayı kaydeder: "Kim
kemiklerinin çürüyeceğini, azalarının dağılacağını derhatır eder, aklına
getirirse; dünyevî, fani lezzetler nazarında kıymetini kaybeder ve âhireti
kazanmada gerekli olan şeyler ehemmiyet kazanır, Allah'a saygı ve sevgi ile
ibadet eder."
Tîbî hadisin sonunda geçen: "Kim bu
söylenenleri yerine getirirse, Allah'tan hakkıyla hayâ etmiş olur"
cümlesiyle ilgili olarak der ki: "Bu sözle, bütün geçmiş kaydedilenlere
işaret edilmektedir. Kim bunlardan birini ihmâl ederse hayâ duyma
sorumluluğundan kurtulamaz. Bundan şu husus ortaya çıkmıştır: İnsanın
cibilleti ve baştan ayağa dahili ve hâricî uzuvlarıyla hilkati, kusur
madeni ve rüsvaylık mahallidir, bunu yegâne bilen de Allah Teâlâ'dır. Öyle
ise, hakikî hayâ, O'ndan utanmak ve yapıldığı takdirde ayıplanılacak
şeylerden kaçınmakla hâsıl olur. Bunun da aslı, esâsı, İslâm'a göre değeri
olmayan şeyleri yani mâlayâniyâtı terketmek, mânası, değeri, sevabı olan
şeylerle meşgul olmaktır. Kim bu söyleneni yerine getirirse Allah ona gerçek
hayâyı müyesser kılar.
Hayânın pekçok mertebesi vardır. En üst
mertebesi: Zâhiren ve bâtınen, içiyle dışıyla kişinin Allah'tan hayâ
etmesidir. İşte bu, kişiye müşâhede makamı kazandıracak olan murâkabe
makamıdır.
el-Mecmû'da Şeyh Ebu Hâmid'den şu
kaydedilmiştir: "Hasta veya sağlam herkes bu hadisi, dilinde pelesenk olacak
şekilde çokca zikretmesi lazımdır ve bilhassa hastalar!"
ـ2ـ وعن أبى سعيد الخدرى رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ رَسولُ اللّهِ #
أشَدَّ حَيَاءَ مِنَ العَذْرَاءِ في خِدْرِهَا)ـ1(، وَكَانَ إذَا رَأى شَيْئاً
يَكْرَهُهُ عَرَفْنَا ذلِكَ في وَجْهِهِ[. أخرجه الشيخان .
2. (1670)-
Ebû Saîdi'l-Hudrî (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) çadırdaki bâkire kızdan daha çok hayâ sahibi idi. Hoşlanmadığı bir
şey görmüşse biz bunu yüzünden hemen anlardık." [Buhârî, Edeb 77, Menâkıb
23; Müslim, Fedâilu'n-Nebi 67, (2320).]
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın fevkalâde bir hayâya sahip ______________)ـ1(
الخدر: ناحية في البيت يترك عليها ستر فتكون فيها الجارية البكر.
olduğunu anlatmaktadır. Bekâr kızın hayâsı ile
yapılan mukayese, onun şiddetini ifade içindir. Çünkü, normal olarak en
ziyade utanan kimseler bekâr kızlardır ve bunların da hususî örtünmelerinin
gerisinde veya çadırlarında içerisinde yalnız oldukları zamanda, yanlarına
bir yabancının girmesi durumunda duyacakları hayâ hâlidir. İşte Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayâsı bu haldeki bâkire kızın hayâsı ile
mukayese edilerek ondan daha şiddetli bir hayâya sahip olduğu
belirtilmiştir.
Şârihler, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'dan bu hayânın sudur mahallini "Hududullah'a girmeyen meselelerde"
diye belirtmeyi ihmâl etmezler. Hududun sübutunda kinâye tarzı yetmediği,
açıklık gerektiği için, hududla ilgili meselelerde açık konuşmaya hayâ mâni
olmamıştır. Nitekim Buhârî'de geçen zinâ itirafıyla ilgili bir vak'ada
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) mü'terife:
أنِكْتَهَا؟ َ تَكْنِى "Sen kadına
temas mı ettin? Kinâyesiz söyle!" demiştir.
ـ3ـ وعن زيد بن طلحة بن ركانة رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قالَ رسولُ اللّهِ #:
إنّ لِكُلِّ دِينٍ خُلُقاً، وَخُلُقُ ا“سَْمِ الحَيَاءُ[. أخرجه مالك .
3. (1671)-
Zeyd İbnu Talha İbnu Rükâne (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Her bir dinin kendine has bir
ahlâkı vardır. İslâm'ın ahlâkı hayadır." [Muvatta, Hüsnü'l-Hulk 9, (2, 905);
İbnu Mâce, Zühd 17, (4181, 4182).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada her
dinin ehemmiyetiyle üzerinde durup mensuplarında öncelikle aradığı bir
seciyye olduğunu belirtmekte, İslâm'ın ısrarla üzerinde durduğu seciyyenin
hayâ olduğunu haber vermektedir. Yani İslâm'a kıvam veren seciyyesi,
güzellik katan mürüvveti hayâ olmaktadır.
Hayânın lügat olarak hayat kelimesinden
geldiğini belirten Zürkânî: "Kalb, Allah'a imanla hayat bulup canlanırsa,
onda hayâ da artar" der ve ilâve eder: "Görmez misin, utangaç kimse,
utandığı vakit terler. Onun teri, ruhta coşan hayânın hararetinden ileri
gelir. Hayânın coşmasından ruh feveran ederek cesedin ve bilhassa alnın
terlemesine sebep olur. Zîra hayânın hakimiyeti, yüz ve göğüsle tezâhür
eder. Bu da kişideki İslâm'ın kuvvetli olmasından ileri gelir. Zîra İslâm
nefsin teslimiyetidir. Din zaten nefsin boyun eğmesi ve inkiyâdıdır. İşte bu
sebeple hayâ İslâm'ın ahlâkı olmuştur. Müslüman âdeta, fıtrî bir şekilde
mütevazi ve hayâ sahibidir. Bu açıklamayı, Hakim Muhammed İbnu Ali
et-Tirmizî yapmıştır. Diğer bazı âlimler de şöyle demişlerdir: "Öteki din
mensuplarında hayâ dışında muayyen bir seciyyenin galebesi vardır.
Müslümanlar üzerinde ise galib olan hayâdır. Çünkü o, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın, tamamlamak üzere gönderildiği
mekârimu'l-ahlâk'ın mütemmimidir. İslâm dini, bütün dinlerin en şereflisi
olması haysiyetiyle, Cenab-ı Hakk, ahlâkın en yüce ve en eşrefini ona
vermiştir..."
ـ4ـ وعن أنس رضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال النَّبىُّ #: مَا كَانَ الْفُحْشُ
في شَئ إَّ شَانَهُ، وَمَا كَانَ الحَيَاءُ في شَئٍ إَّ زَانَهُ[. أخرجه
الترمذى .
4. (1672)-
Hz. Enes (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki: "Edebsizlik ve çirkin söz girdiği şeyi çirkinleştirir. Hayâ
ise girdiği şeyi güzelleştirir." [Tirmizî, Birr 47, (1975); İbnu Mâce, Zühd
17, (4185).]
AÇIKLAMA:
Edebsizlik diye tercüme ettiğimiz kelime
fuhş'dur. Fuhş, günah ve meâsiden çirkinliği fazla olanlara denmiştir. Söz
ve fiilden açık şekilde çirkin olanlar hep fuhş kelimesiyle ifade
edilmiştir. Zinâ da günahların en çirkini olması sebebiyle fuhş
kelimesiyle ifade edilmiştir.
Sadedinde olduğumuz hadisteki fuhştan çirkin
ve kaba sözlerin kastedildiği umumiyetle benimsenmiştir. Ancak, kaba ve sert
davranışın kastedildiği de söylenmiştir. Çünkü bu mânayı te'yiden bir başka
hadiste şöyle buyurulmuştur:
مَا كَانَ الرِّفْقُ فِى شَىْءٍ إَّ زَانَهُ وََ نُزِعَ مِنْ شَىْءٍ إَّ
شَانَهُ
"Bir şeye rıfk girdi mi onu güzelleştirir, bir
şeyden de çıkarıldı mı onu çirkinleştirir."
Tîbî,
hadisteki: "Hayâ bir şeye girerse onu güzelleştirir" ifadesindeki "şey'e"
kelimesinde mübâlağa kastı olduğunu söyler ve der ki: "Hayâ veya fuhş
cansızı güzelleştirir veya çirkinleştirebilirse, insanı nasıl güzelleştirip
çirkinleştirdiği anlaşılmalıdır! denmek istenmiştir."