Kütübü Sitte

HİCR SURESİ

 

ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. قال: ]كانَتِ امْرَأةٌ تُصَلِّى خَلفَ رسولِ اللّهِ # حَسْنَاءً مِنْ أحْسَنِ النَّاسِ. فَكَانَ بَعْضُ الْقَوْمِ يَتَقَدَّمُ حَتَّى يَكُونَ في الصَّفِّ ا‘وَّلِ لَئََّ يَرَاهَا، وَيَتَأخَّرُ بَعْضُهُمْ حَتَّى يَكُونَ في الصَّفِّ ا‘خيرِ حَتَّى يَرَاهَا. فإذَا رَكَعَ مِنْ تَحْتِ إبْطِهِ. فَأنْزَلَ اللّهُ: وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنْكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأخِرينَ[. أخرجه الترمذى والنسائى .

 

1. (671)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın arkasında çok güzel bir kadın namaz kılıyordu. Cemaatten bazıları onu görmemek için ön safa kaçıyor, (münafık ve câhil  takımından) bazıları da en arka safa  geliyor,  rükûya vardığı zaman koltuğunun altında ona bakıyordu. Bu durum üzerine Cenab-ı Hakk şu âyeti indirdi: "Andolsun, sizden  öne geçenleri de biz biliriz, geri kalanları da biz biliriz" (Hicr, 24). [Nesâî, İmamet (2, 118); Tirmizî, Tefsir, Hicr, (3122).][1]

 

AÇIKLAMA:

 

Ayette zikredilen "öne geçenler" ve "geri kalanlar"dan maksat nedir? Selef bu konuda farklı fikirler ileri sürmüştür. Şöyle ki: Bazıları "Önceden gelip helâk olan ümmetleri ve halen yaşayanları ve henüz yaratılmamış olmakla birlikte yaratılacak olanları", bazıları; "Önceden helâk olanlarıhelak olmayan sağları" bazıları; "Önce yaratılanları- sonra yaratılanları", bazıları; "Önceki ümmetleri Muhammed ümmetini"; bazıları; "Sizden hayırda önde gidenlerihayırda geri kalanları... biliriz" demektir" demişlerdir.

Yukarıdaki hadisin sıhhatinin sâbit olması hâlinde: "Sizden ön safta yer almaya çalışanlarla, kadın görmek için arka safta kalanları biliriz" manasının mevcut olduğunu söyleyen âlimler mevcuttur.

Ancak, belirtmemiz gerekir ki hadisin sıhhati, bazı râvileri  sebebiyle güven vermemekte, âlimler zaafına hükmetmektedirler.

Âyette yukarıda kaydedilen mânaların hepsinin kastedildiğini kabul etmek en muvafık yoldur. Günümüzde bile, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ön saf için vâdettiği sevabı elde etmek için erken davrananlarla birlikte -meselâ cuma günü- imam selâm verir vermez, işinin başına dönmek üzere caminin en gerilerinde oturup, sun'î darlıklara bile sebep olan musalliler var. Elbette Cenab-ı Hakk bunları bilmekte ve ön saflara teşvik için böyle bir ifadeye yer vererek önle arkanın nazarındaki farkını mü'minlere duyurmaktadır.[2]

 

ـ2ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رسول اللّه # قال: أتَّقُوا فِرَاسَةَ الْمُؤمِنِ فإنَّهُ يَنْظُرُ بِنُورِ اللّهِ تعَالى. ثُمَّ قَرَأ: إنَّ في ذلِكَ Œياتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ[. أخرجه الترمذى .

 

2. (672)- Ebu Saîd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Mü'minin ferasetinden kaçının, çünkü o Allahu Teâla'nın nuruyla bakar" buyurup sonra şu âyeti okudular: "Elbette bunda fikr u firâseti olanlar için ibretler vardır" (Hicr, 75). [Tirmizî, Tefsir, Hicr, (3125).][3]

 

AÇIKLAMA:

 

Dilimizde daha çok feraset olarak kullanılan kelimenin aslı firâset'dir. Firaset, Kâmus'un açıklamasına göre, "rey, zan ve idrâkde dikkat-ı nazar ederek musib olmaya" denir. Yani bir meseleyi doğru olarak değerlendirebilme kaabiliyeti, hükümde isabet etmek. Bu, iki şekilde cereyan etmektedir:

1- Hadisin zahirinde ifade edildiği üzere Allah tarafından veli kullarının kalbine konan nurla onların, bir nevi kerâmet olarak, insanların ahvâlini doğru olarak  sezmeleri, bilmeleridir. Bu ilâhî bir vergi, bir ilhâm olduğu için zahirî sebebi gösterilemez. Bazı hadislerde bu çeşit insanlara "muhaddis" denmiş ve bu ümmetten "muhaddis"lerin  çıkacağı belirtilmiştir. Bunun en güzel örneği Hz. Ömer'dir.

2- Delile, tecrübeye, mukteseb ilme dayanarak, gözle görülen renk, şekil, fiil, söz, mizaç ve ahlâkî durumu değerlendirip insanların iç halini keşfetmek: Bu ikinci feraset, kâmil mü'mine has denemez. Bu bir san'attır, belki ilim dalıdır. Bu dalda te'lifat yapılmıştır. Hadiste kastedilen birinci kısma giren ferasettir.

Âlimler, hadiste geçen, "Allah'ın nuruyla bakar" sözünü, "Allah'ın nuruyla aydınlanmış kalb gözüyle bakar" şeklinde açıklamışlardır.

Şunu da belirtelim ki, hadiste geçen, "mü'min"i bâzı âlimlerimiz, "kâmil mânada mü'min" diye kayıtlamışlardır. Böyle olunca sıradan bir mü'min de değil, kâmil mânadaki bir mü'minde lütf-i ilâhî ile inkişâf edecek  bazı duygu ve sezgiler, muhâtabından zuhur eden söz ve fiilleri daha isabetle değerlendirme imkânı verecek, onun aldanmasını  önleyecektir. Bir hadiste, "Mü'minin karâbetinden..." yani "yakınlığından çekinin"  denmektedir ki, "feraseti veya sözündeki doğruluk ve isabetle ilme yakîn olan zann'ından" demektir.

Feraset, "İnsanların içindekine muttali olmaktır", "yakîn'in keşif yoluyla kavranmasıdır", "gayb'ın görülmesidir", "kalpte  parıldayan bir nurdur ki mânalar onunla kavranır" şeklinde tariflere kavuşturulmuştur.

Râğıb da şöyle açıklamıştır: "Feraset, insanın dış görünüşüne, eşkaline, rengine, sözlerine dayanarak ahlâkı, faziletleri, reziletleri hakkında istidlâl etmek, hüküm vermektir."

İslâm âlimleri ferâset yoluyla insanların ahlâk ve ahvalinin isabetle keşfedilebileceğine dair Kur'an-ı Kerim'den delil getirirler. Bunlardan biri, bizzat Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) tarafından yukarıda kaydedilen âyettir. Bir diğeri de: "... onları yüzlerinden tanırsın" (Bakara, 273) meâlindeki ayettir.

Bazı âlimler, kişide ferâsetin inkişâf etmesini, mânevî  havanın galebesine bağlamışlardır. Şehvet düşkünlüğü ve gafletle feraset elde  edilemeyeceğini söylerler: "Kim gözünü haramlara karşı kapar, nefsini şehvanî şeylerden uzak tutar, batınını murâkebe ve tefekkürle mâmur kılar, helâl yemeye alışırsa ferâseti gelişir, görüşlerinde hata etmez."

Bazı ârifler de firaset'i şöyle açıklamışlardır: Ruhlar melekut  âleminde dolaşır. Bu esnada gaybî mânaları seyrederler. Bilâhare hakkın esrârından bahsederken gözüyle görmüş bir kimsenin anlatış tarzıyla (kesin ifâdelerle) anlatırlar.

Ebû Osman el-Mağribî: "Ârif o kimsedir ki, envâru'l-ilm kendisini  aydınlatır, o da bu aydınlık altında gaybî acâibe bakar" demiştir.

Kitaplarımızda büyük zatların ferâset yoluyla keşfettikleri durumlarla ilgili örnekler var. Misâl vermeyeceğiz.

Münâvî yukarıdaki hadisi açıklarken şöyle kaydeder: " Hikâye, görmediğini inkâr edene kâr etmez."[4]

 

ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]السَّبْعُ المَثَانِى: الطِّوَالُ[. أخرجه النسائى .

 

3. (673)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) demiştir ki: "Andolsun ki sana Seb'u'l-Mesâni'yi ve Kur'ân-ı Azim'i verdik" (Hicr, 87) âyetinde geçen es-Seb'u'l-Mesânî, uzun sûreler (tıvel)dir." [Nesaî, Salât 26, (2, 139).][5]

 

AÇIKLAMA:

 

es-Seb'u'l-Mesânî: es-Seb'u kelime olarak "yedi" demektir. Mesânî tekrar edilen demektir. Böyle olunca "yedi tekrâr edilen" demek olur.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Buhârî ve  Müslim'de gelen hadislerinde Fatiha suresini es-Seb'u'l-Mesânî diye tarif etmiştir. Çünkü yedi âyettir ve her namazda ve her rekatte okunması tekrar edilir.

Ancak yukarıdaki rivayette olduğu üzere, es-Seb'u'l-Mesânî ile tıvel denen uzun  surelerin kastedildiği de ifade edilmiştir.

es-Seb'u't-Tıvel; Bakara, Âl-i İmrân, Nisa, Mâide, En'âm, A'râf, Enfâl Tevbe sûreleridir.

Bazı alimler, Besmele ile fasledilmediği için Enfâl ile Tevbe'yi bir sure saymıştır. Enfâl tek başına alındığı  takdirde, âyet sayısı yönüyle, tıvel grubuna giremez.[6]

 

ـ4ـ وعنه  رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرآنَ عِضِينَ. قالَ: هُمْ أهْلُ الْكِتَاب: اليَهُودُ وَالنَّصَارى جزَّءُوهُ أجْزَاءً، آمَنُوا بِبَعْضٍ وَكَفَرُوا بِبَعْضٍ[

أخرجه البخارى .

 

4. (674)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "Kur'ân'ı parçalayanlara da..." (Hicr, 91) ayetini açıklamak üzere: "Onlar Ehl-i Kitap'tır, yani Yahudi ve Hıristiyanlar. Bunlar onu parçalara bölerek bazı kısımlarına inandılar, bazı kısımlarına inanmadılar" buyurmuştur. [Buhârî, Tefsir, Hicr 4, Menâkibu'l-Ensar 52.][7]

 

AÇIKLAMA:

 

Ayeti Kerime'de dikkat çekilen "parçalayanlar"dan maksad, Kur'an-ı Kerim'le alay etmek için bazılarının, "şu sûre benim", diğer bâzılarının "bu sûre benim" demeleridir.

Mücâhid, Kur'an'ı "okumak" manasında anlayarak Ehl-i Kitab'ın kendi okudukları  kitaplarını kısımlara bölüp, bazı kısımları kabul ederken diğer bazılarını  reddettiklerini söylemiştir.

Ayrıca âyetten, müşriklerin  Kur'ân'a "sihir", "şiir", "eskilerin efsânesi", "yalan sözler" nevinden attıkları iftiraların kastedildiği belirtilmiştir.[8]

 

ـ5ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]لَنَسْألَنَّهُمْ أجْمَعِينَ عَمَّا كَانُؤا يَعْمَلُونَ. قالَ عَنْ قَوْل َ إلهَ إَّ اللّه[. أخرجه الترمذى، وأخرجه البخارى ترجمة .

 

5. (675)- Hz. Enes (radıyallahu anh), "Rablerine andolsun ki hepsini yaptıklarından sorumlu tutacağız" (Hicr, 92-93) âyeti ile ilgili olarak: "Onlar ÔLailahe illallah' demekten sorumlu olacaklar" demiştir. [Tirmizî, Tefsir, Hicr, (3126); Buharî, hadisi bab başlığı olarak kaydetmiştir.][9]

 

AÇIKLAMA:

 

Âlimlerimizden bir kısmı: "Ayette geçen "hepsi"nden murad, mü'min ve kâfir bütün insanlardır" demiştir. Hz. Enes'ten yapılmış olan yukarıdaki âyetle ilgili açıklamaya göre, kâfirler de bu kelimeyi sarfetmekten sorumlu olmaktadırlar.

Öte yandan, bazı müfessirler, âyetin öncesini nazarı dikkate alarak: "Yaptıklarından, Kur'ân-ı Kerim'le istihza etmelerinden, onu kısımlara ayırıp şu sûre senin, şu sûre benim gibi istihzâî söz ve davranışlarından hesaba çekilecekler" diye anlamışlardır.[10]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/39.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/39-40.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/40.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/40-42.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/42.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/42.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/42.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/43.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/43.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/43.