Münâfık kelimesi, Arapça'dan dilimize
geçmiştir. Bu geçiş sırasında diğer bazı kelimelerde olduğu gibi, aslî
manasını değiştirmemiştir. Münâfık kelimesi, kalbi ile kâfir olduğu halde
diliyle Müslüman gözüken kimseye ıtlâk olunur. Dilimizde bu manadan başka
bir de beşerî münasebetlerinde iki yüzlülük edenlere de münafık denmektedir.
Her hal ü kârda bizim için kelimenin semantik tahlili çok ehemmiyetli
değildir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
hicretle Medine'ye geldiği zaman orada başlıca üç grup insan vardı:
1-
Müslüman Araplar.
2-
Müşrik Araplar.
3-
Ehl-i Kitap olan Yahudiler ve çok az miktarda Hıristiyanlar.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
Medine'ye yerleşip oradaki Müslümanları siyasi bir teşkilata kavuşturarak,
devlet reisliği pozisyonunu fiilen kazanmasından itibaren, yeni bir grubun
daha, yavaş yavaş teşekkül ettiğini görüyoruz. Bu sonuncu grup münâfıklardır
ve esas konumuzu teşkil etmektedir.
Şu halde, burada dikkati çekeceğimiz ilk mühim
nokta, münâfıkların ortaya çıkmasına sebep olan asıl âmildir ki,
kaynaklarımızın ifadesinden bu âmilin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Medine'de kazandığı siyasî nüfuz ve kurduğu siyâsî hakimiyet
olduğunu anlıyoruz. Nitekim başta Buhârî ve Müslim olmak üzere, tarihî
kaynaklarımızın ittifakla belirttiklerine göre, dahilî kavgalardan yorgun ve
bitkin düşen Medineliler, aralarında anlaşarak Abdullah İbnu Übey İbni
Selûl'ü Medine'ye kral yapmaya karar vermişler, başına koyacakları altından
mâmül krâliyet tâcını kuyumculara sipariş bile etmişlerdi. Ancak,
Abdullah'ın tahta geçme hayalleri, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hicreti ile ebedî olarak suya düştü. Zira Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Medine'ye geline, Muhâcir ve Ensâr'dan bütün Müslümanlar O'nun
etrafında toplanmışlardı. İbnu Hişâm'ın tasrihine göre, Abdullah İbnu Übey,
Müslüman olan çevresinin kendini terkederek Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in yanında yer alması sonucu, yalnız kaldığını görünce istemiye
istemiye o da Müslüman oldu. Buhârî' nin bir rivayetinde, Abdullah İbnu
Übey ve adamlarının ihtidâsı Bedir harbinden sonra vukua gelmiştir.
Kaynaklarımızda bunların sayısı hakkında kesin
bir rakama rastlanmaz ise de, Uhud Harbi sırasında Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in 1000 kişilik ordusunun üçte birî, Abdullah İbnu
Übey'e tâbi olarak savaş meydanını terketmesi, Medine siyasî hayatında
ağırlıkları hakkında bir fikir verebilir ki, bu küçümsenmeyecek bir
durumdur.
Şüphesiz, münâfıkların hepsinin durumu aynı
değildi. Bunlardan bir kısmı liderlik pozisyonları ve oynadıkları faal
rolleriyle şöhret kazanmış olmasına rağmen, büyük ekseriyet akrabalık,
müttefiklik, mevlalık gibi çeşitli sebeplerle, körü körüne bunlara uyan
sıradan kimselerdi.
İçi ile dışı bir olmayan kimseler için,
kullanılan umumi manasıyla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) devrindeki
münâfıklar, sâdece Abdullah İbnu Übey tarafında toplanmış olan, Medine'nin
yerli Araplarının teşkil ettiği mâlum grup anlaşılmamalıdır. Münâfıkların
büyük kısmını bunlar teşkil etmekle berâber, Yahudiler ve bedeviler
arasında da münâfıklar mevcuttur. İbnu Hişâm, Yahudi münâfıkların (İslâm'ı
küçük düşürmek, Müslümanların moralini bozmak, müşriklerin ihtidâlarını
önlemek gayesiyle) sabahleyin Müslüman olup, ("biz bunu beğenmedik, iş
yokmuş" vs. diyerek) akşama tekrâr eski dinlerine rücu ettiklerini bildirir.
Bedevi; yâni göçebe hayatı yaşayan çöl Arapları arasındaki münâfıklardan da,
Kur'ân-ı Kerim söz etmektedir: "Çevrenizdeki bedevilerden birtakım
münâfıklar vardır ki, onlar nifak üzerinde idman yapmışlardır. Sen bunları
bilmezsin, onları biz biliriz..." (Tevbe, 101).
Her hâl ü kârda, hangi gruptan olursa olsun,
bütün münafıklar, hemen hemen aynı vasıfları taşımaktdır. Kur'ân'ın
ifadesiyle bunlar, "ağızlarıyla kalplerinde olmayanı söyleyen" (Âl-i İmrân
167), Müslümanlarla birlikte olunca mü'min olduklarını beyân edip
şeytanlarıyla başbaşa kalınca da, onlara: "Emin olun biz sizinle berâberiz,
biz (Müslümanlarla) alay edicileriz" (Bakara 14) diyen kimselerdir. Mekkeli
müşrikler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e muhâlefetlerini,
atalarından intikâl eden dinî ve kültürel değerleri sözkonusu ederek
yürüttükleri halde, bunlar daha ziyade kaybedilmiş siyasî nüfuzun özlemi ile
hareket ediyorlardı. Az sonra kaydedeceğimiz misallerden bu husus
anlaşılacaktır.