ÜÇÜNCÜ BAB
İMÂN VE İSLÂM'A GİREN MÜTEFERRİK
HADÎSLER
ـ1ـ عن أبى هريرة رضى
اللّهُ عنهُ قال: قال رسولَ اللّهِ #: ]مِثلُ المؤمِنِ مثلُ الزرعِ تَزَالُ
الريحُ تُميلُهُ، وَ يزالُ المؤمنُ يصيبُهُ البء، ومثلُ المنافق كشجرةِ اَرْزِ
تهتزُّ حتَّى تستحصدَ[. أخرجه البخارى والترمذى.ا‘رز »بسكون الراء« شجر الصنوبر
.
1. (49)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki:
"Mü'min, mütemadiyen rüzgarın eğici tesirine
mâruz bir bitkiye benzer. Mü'min, devamlı belalarla başbaşadır. Münâfığın
misali de çam ağacıdır. Kesilip kaldırılıncaya kadar hiç ırgalanmaz."
AÇIKLAMA:
Burada mü'min, mütemadiyen esen rüzgarın
önünde, sağa sola eğilerek kırılmadan dik kalan canlı bir bitkiye
benzetiliyor. Aynî'nin kaydına göre mâna şudur: Mü'min Allah'a inanmıştır,
hastalık, sağlık, lütuf, musibet gibi hayatın çok çeşitli esintileri onun
ana istikametini bozmaz, kulluk vasfını, imanını sarsmaz. Lütuflara mazhar
olsa şükreder, müsibetlere mazhar olsa sabreder ve hatta müsibetlerin
kazandıracağı ecri düşünerek Rabbine şükür de eder. Kâfir veya münâfık ise
böyle değildir. Allah, onu müsîbetlerle denemek istemez. Ona sıhhat ve dünya
işlerinde kolaylık, başarı verir, tâ ki âhireti iyice zorlaşsın. Allah,
helâk olmasını dilediği zaman ağır bir ağacın devrilmesi gibi devirir.
Şiddetce, elemce çok daha fazla bir azabı tadarak ölür.
ـ2ـ وعن ابنِ عمرَ رضىَ
اللّهُ عنهُمَا قال: قالَ رسُولَ اللّهِ #: ]مثلُ المؤمنِ كمثلِ شجرةٍ خضراءَ
يسقط ورَقُها وَ يَتَحَابُّ. فقال القومُ: هِىَ شجرةُ كذا هىَ شجرةُ كذا،
فأردتُ أن أقولَ هى النخلةُ فاستحييتُ. فقالَ هى: النخلةُ[. أخرجه الشيخان .
2. (50)-
İbnu Ömer (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurmuştu:
"Mü'min, yaprağını hiç dökmeyen yeşil bir
ağaca benzer." Halk falanca ağaç,
fişmekânca ağaç diye tahminde bulundular, (fakat isabet ettiremediler). Ben,
"Bu, hurma ağacıdır" demek istedim, ancak (yaşım küçük olduğu için) utandım.
Sonra Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Bu hurma ağacıdır"
diyerek açıkladı."
ـ3ـ وعن النواس بنِ
سَمعانَ رَضِىَ اللّهُ عنهُ قال: قال رسُولُ اللّهِ #: ]إنَّ اللّهَ تعالى ضربَ
مثً صراطاً مستقيماً على كَتفَىِ الصراطِ دَارَانِ. وفي رواية سُورانِ لهما
أبوابٌ مفتَّحةٌ، على ا‘بوابِ ستورٌ، وداعٍ يدعوا عَلَى رأسِ الصراطِ، وداعٍ
يدعو فوقه واللّهُ يدعوُ إلى دارِ السَّمِ ويَهدِى من يشَاءُ إلى صراطٍ
مستقيمٍ. فا‘بوابُ التِى على كَتِفَىِ الصراطِ حدُودُ اللّهِ تعالى فَ يقعُ
أحدٌ في حدودِ اللّهِ تعالى حتَّى يكشفَ السترَ، والذِى يدعُو منْ فوقِهِ واعظُ
ربِهِ[. أخرجه الترمذى، وفسرهُ رَزينٌ في حديثٍ رواهُ عنِ ابنِ مسعودِ رضىَ
اللّهُ عنه: أنَّ الصراطَ هوَ ا“سْمُ، وأنَّ ا‘بوابَ مَحارِمُ اللّهِ تعالى،
والستورُ حدودُ اللّهِ، والداعى على رَأسِ الصراطِ هو القرآنُ، والداعى فوقَهُ
واعظُ اللّهِ تعالى في قلبِ كلِّ مؤمنٍ .
3. (51)-
Nevvâs İbnu Sem'ân (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki:
"Allah, bize iki tarafında iki ev bulunan bir
doğru yolu misal veriyor. -Bir
rivayette iki ev değil "İki sur" denmiştir- Bu evlerin açık olan
kapıları vardır. Kapıların üzerine de perdeler çekilmiştir. Biri yolun
başında, biri de onun yukarısında durmuş iki dâvetçi (gelip geçenlere) şu
dâveti okuyorlar: "Allah cennete çağırır, dilediğini doğru yola eriştirir"
(Yunus, 10/25). Yolun iki yakasındaki kapılar ise Allah'ın hududu (yani
yasakları) dur. Hiç kimse perdeyi açmadan bu yasaklara düşmez. Kişinin
yukarısındaki davetçi, Rabbisinin vâiz'idir."
Rezîn, bu temsili, İbnu Mes'ûd tarafından
rivayet edilen bir hadisle açıklar: Doğru yol; "İslâm'dır, kapılar; Allah'ın
haramlarıdır, perdeler; Allah'ın hudududur (yasaklar); yolun başındaki
dâvetçi; Kur'ân-ı Kerîm'dir. Bunun yukarısındaki davetçi; her mü'minin
kalbinde yerleştirilmiş olan (bazan vicdan, bazan sağ duyu diye ifade
edilen) hakkâniyet duygusu -ki, buna bazı hadislerde lümme-i melekîye de
denmiştir- vâizullah'tır."
AÇIKLAMA:
Hz Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) birçok
yüce ve ince hakikatleri temsil ve teşbihlerle ifade etmekle hem
anlaşılmalarını kolaylaştırmış, hem de zihinlerde daha iyi yerleşmelerini
sağlayarak müessiriyetini artırmıştır. Burada, söylediğimize bir örnek
görmekteyiz. İbnu Abbas temsilde geçen hakikatları vuzuha kavuşturmuştur.
İbnu Abbas'tan kaydedilen bir diğer açıklamada
şöyle denir: "Bunların fevkinde yer alan bir dâvetçi, kul bu kapılardan
birini açmak istediği zaman şu ihtarı yapar: "Sakın onu açma, eğer açacak
olursan o (yasağa) girersin..."
ـ4ـ وعن أبى هريرة رضىَ
اللّهُ عنهُ قال: قال رسولُ اللّهِ #: ]بدأ ا“سمُ غريباً وسيعودُ غريباً كَما
بدأ فطوبَى للغرباءِ[. أخرجه مسلم .
4. (52)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) şöyle buyurdu:
"İslâm garib olarak başladı, tekrar başladığı
gibi garîb hâle dönecektir. Gariblere ne mutlu!"
AÇIKLAMA:
İmam Mâlik'ten yapılan rivayete göre, hadis,
Medine ile alâkalıdır, İslâm dininin orada garib olarak başladığını ve
tekrar oraya döneceğini ifade etmektedir. Kâdı Iyaz ise şöyle demiştir:
"Hadisin zâhiri umum ifade eder (yani Medine ile alakalı değildir), İslâm
münferid şahıslar arasında, azınlık olarak başladı, sonra intişar ederek
pekçok insan ona dahil oldu. Sonra tekrar azalacak. Öyle ki başlangıçtaki
gibi münferid şahıslar ve azınlık hâline dönecek.
Gariblere ne mutlu cümlesindeki gariblerle
sıkıntılara maruz kalan ilk muhacirler ve yine azınlığa düşmekle sıkıntı
çekecek olan son Müslümanlar kastedildiği söylenmiştir.
Hadisten yeis veren bu mâna çıkarıldığı gibi
aksi bir mâna da çıkarılmıştır, yani: Nasıl ki, bidayette İslâm, eşi
görülmemiş (garîb) bir tarzda fevkalâde bir inkişaf gösterdi ise, kıyamete
yakın öylesi bir inkişafa mazhar olacaktır.
Hadisten kesinlikle böyle bir mâna çıkaran
Elmalılı Hamdi Yazır merhum, Neml suresinin son âyetlerini tefsir ederken
yukarıdaki hadisi de zikrederek şu açıklamayı sunar: "Bu âyetin işaretine
nazaran İslâm'ın istikbali gece değil, gündüzdür. Sönük değil parlaktır.
Arasıra basan gece zulmetleri onu dinlendirip tekrar uyandırmak içindir. Bu
mâna maruf bir hadis-i şerif ile şöyle beyan buyurulmuştur:
"İslâm garib olarak başladı, tekrar başladığı
gibi garîb hâle dönecektir. Gariblere ne mutlu!"
Bu hadisteki "Seyeûdu" fiilini ekseri kimseler
"seyesîru" mânasına fi'li nakıs telakki ederek: "İslâm garip olarak başladı
(yahut zuhur etti) yine başladığı gibi garip olacak" diye yalnız İnzar
suretinde anlamış, bundan ise hep yeis, teammüm etmiştir. Halbuki Kamus'ta
gösterildiği üzere "Âde" fiili "Yebdeu-yeudu" de olduğu gibi; dönüp yeniden
başlamak mânâsına da gelir.
Bu hadis de böyledir. Yâni "İslâm garib olarak
başladı (veya zuhur etti) ileride yine başladığı gibi garip olarak tekrar
başlayacak (yahut yeniden zuhur edecek) ne mutlu o gariplere" demektir.
Hadisin âhirindeki Fetûba kelimesi onun, inzar için değil, tebşir için sevk
buyurulduğunu gösterir, gerçi bunda da ilk hale dönüp garip olmak inzarı yok
değil, lâkin dönmeyip yeniden başlaması tebşiri vardır. İşte "Fetûbâ lil
gurebâ" müjdesi de bunun içindir. Çünkü onlar sâbikun-i evvelûn gibidirler.
Binaenaleyh hadis de ye'si değil müjdeyi nâtıkdır.
Bir başka yerde milâdî on dördüncü asrın
Hıristiyan âlemi için reform ve uyanma hareketlerinin başlangıcı olması gibi
hicrî on dördüncü asrın da İslâm dünyası için yeni bir uyanış ve şahlanış
dönemi olacağı sezgisini ifade eden Elmalılı Hamdi Efendi merhumu te'yid
eden Kur'ân ve hadisten bazı başka naklî delîller bulmak bile mümkündür.
Mesela Sure-i Fetih'te şöyle buyrulur: "Bütün dinlerden üstün kılmak
üzere peygamberini, doğruluk rehberi Kur'ân ve hak din ile gönderen O'dur.
Şâhid olarak Allah yeter" (Feth, 48/28).
Ahmed İbnu Hanbel'in Müsned'inde gelen Nebevî
bir müjde de şöyle:
"Yeryüzünde mevcut topraktan veya yünden
yapılmış her eve Allah, mutlaka İslâm'ın mesajını sokacaktır. Bu, bir
kısmını aziz, bir kısmını da zelil kılacaktır. Allah'ın hidâyet nasib
ettikleri ona (İsteyerek) dâhil olup izzet bulacaklar, hidâyete ermeyenler
ise, zorla tâbi olarak zelil olacaklar."
Mikdâd İbnu'l-Esved (radıyallahu anh)
tarafından yapılan bu rivayeti, Temîmu'd-Dârî (radıyallahu anh) tarafından
yapılan bir rivayet aynen te'yid eder:
"Bu din, gece ve gündüzün ulaştığı her yere
mutlaka ulaşacaktır. Allah, onun girmediği topraktan veya yünden yapılmış
(çadır) hiçbir ev bırakmayacaktır. Bu giriş, bir kısmını aziz, bir kısmını
da zelîl kılacaktır. Allah İslâm'a izzet, küfre de zillet verecektir."
Ye'se, "mâni-i her kemâl" diyen Bediüzzaman
Saîd Nursî de İslâm'ın müstakbel bir zaferine inananlardandır. O, bu
inancını muhtelif fırsatlarda kesin bir üslubla cezm ederek ifade eder:
Yakinim var ki istikbal semâvatı, zemin-i Asya
bâhem olur teslim yed-i beyza'yı İslâm'a der. Rüyada, selef-i sâlihin'den ve
geçmiş asırların temsilcilerinden müteşekkil münevver bir meclisin müjdesi
olarak aldığı şu tebşiratı da onun kesin kanaatının ifadesi olmaktadır:
"Evet, ümitvâr olunuz... Şu istikbal inkılâbatı içinde en yüksek gür sedâ
İslâm'ın sedası olacaktır!..."
Bediüzzaman'ın inandığı İslâmî kurtuluş
mevziî, mahallî bir zafer değil, bütün dünyayı kucaklayan bir İslâmî
galebedir. Buna giden yol ümidden, rahmet-i İlâhiyeye güvenden geçmektedir.
İçinde bulunduğumuz şartların menfî görünüşü, ye'se atmamalıdır. Semâvatı
bir anda bulutlarla doldurup, bir anda yağmur başlatan kudret, dilediği
takdirde her şeyi yapmaya kâdirdir. Bizim için esas olan O'nun rızasını
kazanmaya çalışmaktır. Zevahire kanıp, ümidi kaybetmemektir. Ümmeti, mâni-i
her kemal bildiği yeisten kurtarmayı hedefleyen ümit verici ifadelere, sıkca
yer veren Bediüzzaman: "İfrat ediyorsun, hayali hakikat gösteriyorsun, bizi
de teçhil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhir zamandır, gittikçe daha
fenâlaşacak?" diyenlere şu cevabı verir: "Neden dünya herkese terakkî
dünyası olsun da yalnız bizim için tedennî dünyası olsun! Öyle mi? İşte ben
de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla
konuşacağım.
Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın
arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur'un sözünü dinleyen bir nazar-ı hafiyy-i
gaybî ile bizi temâşâ eden Saidler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler,
Yusuflar, Ahmedler vesairler! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı
kaldırınız, "sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu
muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden
sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne
yapayım acele ettim, kışda geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda
geleceksiniz. Şimdi ekilen Nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz
hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki; mazi kıt'asına geçmek
için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız. O bahar hediyelerinden bir kaç
tanesini medresemin mezar taşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve
Horhor toprağının kapıcısı olan kal'anın başına takınız. Kapıcıya tenbih
edeceğiz, bizi çağırınız. Mezarımızdan "henîen leküm" sadasını
işiteceksiniz.
Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve
gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve
ayrılmış olan bu çocuklar varsınlar şu kitabın hakikatini hayâl tevehhüm
etsinler. Zirâ ben biliyorum ki, şu kitabın mesâili, hakikat olarak size
tahakkuk edecektir.
Ey muhatablarım! Ben çok bağırıyorum zirâ
Asr-ı Sâlis-i Aşrin, yâni on üçüncü asrın minaresinin başında durmuşum,
sûreten medenî ve dinde lâkayd ve fikren mazinin en derin derelerinde
olanları camiye daved ediyorum.
İşte ey iki âyâtın ruhu hükmünde olan,
İslâmiyet'i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin
kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; ta ki, hakikat-ı
İslâmiyeyi hakkıyla kâinât üzerinde temevvücsâz edecek olan nesl-i cedîd
gelsin!"