ـ1ـ عن أبى الدرداء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ حَفِظَ
عَشْرَ آيَاتٍ مِنْ أوَّلِ؛
وروى من آخرِ سورةِ الكَهْفِ عُصِمَ مِنْ فِتْنَةِ الْمَسِيحِ الدَّجَّالِ[.
أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى، وعنده: ثَثَ آياتٍ مِنْ سُورَةِ الْكَهْفِ،
وصححه .
1. (693)-
Ebu'd-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdu ki: "Kim Kehf sûresinin başından -bir rivayette; sonundan- on âyet
ezberlerse Mesih Deccâl'in şerinden emin olur." [Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin
257, (809); Ebu Dâvud, Melâhim 14, (4323); Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 6,
(2888).]
AÇIKLAMA:
Fazileti hususunda sahih rivayet vârid olan
sûrelerden biri Kehf sûresidir. Bu sureyi geceleyin okurken Üseyd İbnu
Hudayr (radıyallahu anh)'ın atının ürkmüş olduğunu, atını teskin için
kalktığı vakit gökten, içerisinde kandiller bulunan şemsiye şeklinde bir
cismin indiğini görmüş bulunduğunu, ertesi gün Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a gördüklerini anlatınca: "O sekine idi, kandil şeklinde
gördüklerin de melâike, senin tilavetini dinlemek için gelmişlerdi..." diye
açıkladığını, daha önce (427-428 numaralı hadisler) görmüştük. Ancak
rivayetin birinde tilavet edilen sûrenin Bakara sûresi olduğu zikredilir.
İbnu Hacer, hâdisenin taaddüd edebileceğine ve
hatta iki sûrenin de okunmuş olabileceğine hükmederek rivayetleri te'lif
eder.
Bu sûrenin, okuyanı Deccal fitnesinden
koruyacağı meselesine gelince; âlimler "bu surede bir kısım acib meseleler
olduğunu, bunu anlayarak, düşünerek kavrayarak okuyanların Deccal'a karşı
intibaha gelip, fitnesine düşmekten kendilerini koruyacağını" beyan
etmişlerdir. Kurtubî ve Nevevi böyle söylemekte müttefiktirler. 5009.
hadiste açıklanacağı üzere Deccal -insanları daha çok korku ve sefahetle
iğfal ederek İslâm dininden uzaklaştırmaya çalışacak ahir zaman eşhasından
biridir- getireceği anti-İslâm prensipleri din yerine ikâmeye çalışarak
uluhiyetini ilân edecektir.
Kehf sûresi ilk âyetlerinde vahdaniyeti,
dünya imtihanı, yeryüzü nimetlerinin imtihan olduğunu hatırlatarak,
Allah'tan başkasına tapanlara uymamak için, dünya nimetlerini terkederek
mağaraya kaçan "genç"lerin hikayesine geçiyor.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu sure
ile Deccal arasında kurmuş bulunduğu irtibattan şu irşâdı anlıyoruz:
Âhirzaman, Deccal'i öncelikle gençler üzerinde durup, onları iğfal etmeye
çalışacak ve silah olarak da bilhassa dünyanın süsünü (kadın, para, mevki
vs.) kullanacaktır. Dini için bunları tepip, Allah'ın rızasını üstün tutan,
icabında mağaraya girme manasında dünya sefâhetinden kaçabilen, irâdî olarak
mahrumiyeti tercih edebilen gençler kendilerini bu fitneden
kurtarabileceklerdir (Allahu a'lem).
ـ2ـ وعن ابن المسيب قال: ]الْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ: هِىَ قولُ الْعَبْدِ:
اللّهُ أكْبَرُ، وسُبْحَانَ اللّهِ وَالْحَمْدُللّهِ، وََ إلَهَ إَّ اللّهُ،
وََ حَوْلَ وََ قُوَّةَ إَّ بِاللّهِ[ أخرجه مالك .
2.(694)-
İbnu'l-Müseyyeb diyor ki: "Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Ama bâki
kalaak faydalı işler, sevap olarak da, emel olarak da Rabbinin katında daha
hayırlıdır" (Kehf, 46) âyetinde geçen "bâki kalacak faydalı işler", kulun
sarfedeceği "Allahu ekber", "Sübhanallah", "Elhamdulillah" "Lailahe
İllallah", "Lâhavle velâ kuvvete illa billâh" sözlerdir." [Muvatta, Kur'ân
22, (1, 210).]
AÇIKLAMA:
Bu âyette geçen el-Bâkiyâtu's-Sâlihat'tan Rabb
Teâla'nın kasdı hususunda hepsi de birbirini tamamlayıcı farklı görüşler
ileri sürülmüştür.
1- İbnu'l-Müseyyeb, yukarıda görüldüğü gibi,
"Cenab-ı Hakk'ın ma'rifetinde istiğraka götüren kelimeler..." demiştir.
2- "Beş vakit namazdır" diyen olmuştur.
3- "Her çeşit tatlı söz..." denmiştir.
4- "Allah'ın ma'rifet, muhabbet ve hizmetine
götüren her çeşit söz ve fiildir. Halkın ahvaliyle meşguliyete götüren fiil
ve sözlerin hiçbiri buraya girmez" denmiştir.
ـ3ـ وعن سعيد بن جبير قال: ]قُلتُ بنِ عبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: إنَّ
نَوْفاً الْبَكَّالِىَّ يزعُمُ أنَّ مُوسى بَنى إسرَائىلَ لَيسَ بِمُوسَى
صَاحِبِ الخضْرِ. فقالَ: كَذَبَ عَدُوُّا
اللّهِ، سَمِعْتُ أُبىَّ بن كَعبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يقُولُ: سَمِعْتُ
رَسُولَ اللّهِ # يقولُ: قَامَ مُوسَى عَلَيْهِ السّمُ خَطيباً في بَنِى
إسْرَائيلَ. فَسُئِلَ أىُّ النَّاسُ أعْلَمُ؟ فقَالَ أنا. فَعَتَبَ اللّهُ
عَلَيْهِ إذْ لَمْ يَرُدَّ الْعِلْمَ إلَيْهِ فأوْحَى اللّهُ إلَيْهِ أنَّ
عَبْداً مِنْ عِبَادِى بِمَجْمَعِ الْبَحْرَينِ هُوَ أعْلَمُ مِنْكَ. فَقَالَ:
أيْ رَبِّى: وَكَيْفَ لِى بِهِ؟ فَقِىلَ لَهُ: احْمِلْ حُوتاً في مِكْتَلٍ
فَحَيْثُ تَفْقِدُ الحُوتَ فَهُوَ ثمَّ. فَانْطَلَقَ وَانْطَلَقْ مَعَهُ
فَتَاهُ يُوشَعُ بنُ نُونٍ يَمْشِيَانِ حَتَّى أتياَ الصَّخْرَةَ. فَرَقَدَ
مُوسى وَفَتَاهُ واضْطَرَبَ الحُوتُ في الْمِكْتَل حتَّى خَرَجَ فَسَقَطَ في
البَحْرِ وَأمْسكَ اللّهُ عَنْهُ جِرْيَةَ الْمَاءِ حَتَّى كانَ مثْلَ
الطَّاقِ، فكَانَ لِلْحُوتِ سَرَباً، وَلِمُوسَى وفَتَاهُ عجباً. فَانْطَلَقَا
بَقِيَّةَ يَوْمِهِمَا وَلَيْلَتِهِمَا وَنَسَى صَاحِبُ مُوسَى أنْ يُخْبِرَهُ.
فَلَمَّا أصْبَحَ مُوسى عليهِ السّمُ. قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَداءَنَا لَقَدْ
لَقِينَا مِنْ سَفَرِنَا هَذَا نَصَباً. قَالَ وَلَمْ يَنْصَبْ حَتَّى جَاوَزَ
الْمَكَانَ الَّذِى أمِرَ بِِهِ. قالَ أرَأيْتَ إذْ أَوَيْنَا إلى الصَّخْرَةِ؟
فَإنِّى نَسِيتُ الحُوتَ، وَمَا أنْسَانِىهُ إَّ الشَّيْطَانُ أنْ أذْكُرَهُ
وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ في الْبَحْرِ عَجباً. قاَلَ مُوسى: ذلِكَ مَا كُنَّا
نَبْغى فارْتَدَّا عَلى آثَارِهِمَا قَصَصاً. قالَ: يَقُصَّانِ آثَارَهُمَا
حَتَّى أتَيَا الصَّخْرَةَ، فَرأى رَجًُ مُسَجًّى عَلَيْهِ ثُوْبٌ فَسَلَّمَ
عَلَيْهِ مُوسى عَليهِ السّمُ. فقَالَ لَهُ الْخِضْرُ عليهِ السّمُ: وَأنَّى
بِأرْضِكَ السّمُ؟ فقَالَ: أنَا مُوسى. قالَ: موسى بَنى إسرَائِىلَ؟ قالَ:
نَعَمْ. قالَ: إنَّكَ عَلَى عِلْمٍ مِنْ عِلْمِ اللّهِ تَعالَى عَلَّمَكَهُ
اللّهُ
تعالى َ أعْلَمُهُ، وَأنَا عَلَى عِلْمٍ مِنْ عِلْمِ اللّهِ تعالَى عَلّمَنِيهِ
َ تَعْلمُهُ. قاَلَ مُوسى: هلْ أتَّبِعُكَ عَلَى أنْ تُعَلّمَنِى مِمَّا
عُلّمْتَ رُشْداً، قَالَ إنَّكَ لَنْ تَسْتَطِيعَ مَعِىَ صَبْراً، وَكَيْفَ
تَصْبِرُ عَلَى مَالَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً؟. قالَ سَتَجِدُنِى إنْ شَاءَ
اللّهُ صَابِراً وََ أعْصِى لَكَ أمْراً. قالَ لَهُ الْخِضْرُ: فأنِ
اتبَعْتَنِى فََ تَسْألْنِى عَنْ شَئٍ حَتَّى أحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً.
قالَ نَعَمْ: فَانْطَلَقَ الْخِضْرُ وَمُوسَى يَمْشِيَانِ عَلَى سَاحِلِ
الْبَحْرِ فَمَرَّتْ بِهِما سَفِينَةٌ فَكَلّمُوهُمْ أنْ يَحْمِلُوهُما
فَعَرفُوا الْخِضْرَ فَحَملُوهُمْ بِغَيْرِ نَوْلٍ فَعَمَدَ الْخِضْرُ إلى
لَوْحٍ مِنْ ألْوَاحِ السَّفِينَةِ فَنَزَعَهُ. فَقَالَ لَهُ مُوسَى: قَوْمٌ
حَمَلُونَا بِغَيْرِ نَوْلٍ عَمَدْتَ إلى سَفينَتِهِمْ فَخَرَقْتَها لِتُغْرِقَ
أهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئاً إمْراً. قَالَ ألَمْ أقُلْ إنَّكَ لَنْ
تَسْتَطيعَ مَعِىَ صَبْراً؟ قَالَ َ تُؤاخِذْنِى بِمَا نَسِيتُ وََ تُرْهِقْنِى
مِنْ أمْرِى عُسْراً. ثُمَّ خَرَجَا مِنَ السَّفِينَةِ فَبَيْنَمَا هُمَا
يَمْشِيَانِ عَلَى السّاحِلِ إذَا غَُمٌ يَلْعَبُ مَعَ الْغلمَانِ فأخَذَ
الْخِضْرُ عليْهِ السَّمُ بِرَأسِهِ فاقْتَلَعَهُ بِيَدِهِ فَقَتَلَهُ. فَقالَ
لَهُ مُوسى عَليهِ السّمُ: أقْتَلْتَ نَفْساً زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ؟
لَقَدْ جِئْتَ شَيْئاً نُكْراً. قَالَ ألَمْ أقُلْ لَكَ إنَّكَ لَنْ
تَسْتَطِيعَ مِعىَ صَبْراً؟ قَالَ: وهذِهِ أشَدُّ مِن ا‘ولى. قالَ: إنْ
سَألتُكَ عَنْ شئٍ بَعْدَهَا فََ تُصَاحِبْنِى قَدْ بَلغْتَ مِنْ لَدُنِّى
عُذراً. فانْطَلَقَا حتَّى إذَا أتَيَا أهْلَ قَرْيةِ اسْتَطْعَمَا أهْلَهَا
فَأبَواهُ أنْ يُضَيِّفُوهُما فَوَجَدا فِيهَا جَدَاراً يُرِيدُ أنْ يَنْقَضَّ؛
يقُولُ مَائِلٌ. فَقَالَ الخِضْرُ عَلَيهِ السّمُ بِيَدِهِ هكَذَا فأقامهُ.
قالَ لَهُ مُوسى عَليهِ السّمُ: قَوْمٌ أتَيْنَاهُمْ فَلَمْ يُضَيِّفُونَا
وَلَمْ يُطْعِمُونَا لَوْ شِئْتَ تَّخَذْتَ عَلَيْهِ أجْراً. قَالَ هذَا
فِرَاقُ بَيْنِى وَبَيْنَكَ.
سَأنَبِّئُكَ بِتَأوِيلِ مَالَمْ تَستَطِعْ عَليهِ صَبْراً. قالََ رسولُ اللّه
#: رَحِمَ اللّهُ مُوسى لَوَدِدْتُ أنَّهُ كَانَ صَبَرَ حَتَّى يُقَصَّ
عَلَيْنَا مِنْ أخْبَارِهِمَا. وَقَالَ #: كانتِ ا‘ولى منْ مُوسى نَسياناً.
قالَ: فَجَاءَ عُصْفُورٌ حَتَّى وَقَعَ عَلَى حَرْفِ السفِينَةِ ثُمَّ نَقرَ في
البَحْرِ فقَالَ لَهُ الْخِضْرُ مَا نَقَصَ عِلْمِى وَعِلْمُكَ وعِلْمُ
الخَئِقِ مِنْ عِلْمِ اللّهِ تعالى إَّ مِثْلَ مَا نَقَصَ هذَا الْعُصْفُورُ
مِنْ الْبَحْر[. أخرجه الشيخان والترمذى.»الْمِكْتَلُ« بكسر الميم: الزنبيل
الكبير. »وَجِريَةُ الماءِ« بالكسر حالة الجريان، »والسَّرَبُ« بالتحريك:
المسلك في خفية. »وَالنَّوْلُ« ا‘جِر والجعل .
3. (695)-
Said İbnu Cübeyr anlatıyor:
"İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a dedim ki:
"Nevf el-Bekkâlî, İsra-iloğullarının peygamberi olan Hz. Musa
(aleyhisselam), Hızır'ın arkadaşı olan Mûsa olmadığını zannediyor."
Bana şu cevabı verdi: "Allah'ın düşmanı yalan
söylüyor. Ben Übeyy İbnu Ka'b (radıyallahu anh)'ı dinledim.Demişti ki: "Ben
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan işittim, şunu anlattı:
"Musa (aleyhisselam) Benî İsrail'e hutbe irâd
etmek üzere ayağa kalktı. Kendisine, "insanların en bilgini kimdir?" diye
soruldu. O: "Benim" diye cevap verdi. Cenab-ı Hak, "Allahu a'lem (yani en
iyi bilen Allah'tır)" demediği için Musa'yı azarladı. Ve: "İki denizin
birleştiği yerde bulunan bir kulum senden daha âlimdir" diye ona vahyetti.
Hz. Musa (aleyhisselam):
"- Ey Rabbim ben onu nasıl bulabilirim?" diye
sordu. Kendisine:
"- Bir zenbile bir balık koy, onu sırtına al.
Balığı nerede yitirirsen o zat oradadır" dendi.
Dendiği gibi yaparak yola çıktı. Kendisiyle
beraber, hizmetçisi olan Yuşa İbnu Nûn da yola çıktı. Beraberce yürüyerek
bir kayanın yanına geldiler. Hz. Musa ve hizmetçisi dinlenmek üzere orada
yattılar. Balık kımıldayarak zenbilden çıkıp denize kaydı. Allah ondan
suyun akıntısını tuttu. Öyle ki su kemer gibi oldu. Balık için bir kanal
meydana gelmişti. Hz. Mûsa (aleyhisselam) ve hizmetçisi (balık için olduğunu
bilmeksizin) bu manzaraya şaşırdılar. Günlerinin geri kalan kısmı ile o gece
boyu da yürüdüler. Musa'nın arkadaşı ona, balığın gitmesini haber vermeyi
unutmuştu. Sabah olunca Hz. Mûsa (aleyhisselam) hizmetcisine: "Hele sabah
kahvaltımızı getir. Biz bu yolculukta yorulduk" dedi. Ama emrolunduğu yere
gelinceye kadar yorulmamıştı. Hizmetçi:
"- Hani bir kayanın yanına gelmiş yatmıştık
ya! Ben balığı orada unuttum. Onu hatırlatmayı, bana mutlaka şeytan
unutturdu. Balık denize şaşılacak şekilde sıvışıp gitmişti" dedi.
Mûsa (aleyhisselam): "Bizim aradığımız
orasıydı" dedi ve hemen izlerinin üzerine geri döndüler.
İzlerini takiben yürüyerek kayaya kadar
geldiler. Mûsa (aleyhisselam) orada örtüsüne bürünmüş bir adam gördü ve ona
selâm verdi. Hızır aleyhisselâm ona:
"- Senin bu yerinde selâm ne gezer!"
"- Ben Mûsa'yım."
"- Benû İsrail'in Mûsa'sı mı?"
"- Evet."
"- Sen, Allah'ın sana öğrettiği bir ilmi
bilmektesin ki ben onu bilmem. Ben de Allah'ın bana öğrettiği bir ilmi
bilmekteyim ki, onu da sen bilemezsin."
"- Allah'ın sana öğrettiği hakkı bana öğretmen
şartıyla sana uymamı kabul eder misin?"
"- Sen benimle beraber olmak sabrını
gösteremezsin. Mahiyet ve hikmetini bilmediğin şeye nasıl sabredeceksin ki?"
"- İnşaalleh sen beni çok sabırlı bulacaksın.
Hem ben senin hiç bir emrine karşı gelmeyeceğim."
"- Öyleyse gel. Ancak, mâdem bana tâbi
olacaksın, ben sana haber vermedikçe bana hiç bir şey sormayacaksın!" dedi.
Hz. Mûsa (aleyhisselam):
"Tamam!" dedi.
Hz. Mûsa ve Hz. Hızır (aleyhisselam) beraberce
gittiler. Deniz kıyısında yürüyorlardı. Bir gemiye rastladılar. Kendilerini
gemiye almalarını söylediler. Gemi sahipleri Hızır (aleyhisselam)'ı
tanıdılar. Ve ücret istemeksizin onları gemiye aldılar.
Hızır (aleyhisselam), gidip, geminin
tahtalarından birini deldi. Hz. Mûsa (aleyhisselam) ona:
"- Bak, bunlar bizi bedava gemilerine aldılar,
sen gidip gemilerini deldin, adamları boğacakın. Hiç de yakışık olmayan bir
iş yaptın!" dedi.
Hızır:
"- Ben sana, "benimle bulunmaya sabredemezsin"
demedim mi?" dedi.
Hz. Mûsa:
- “Unuttuğum şey sebebiyle beni sigaya çekme.
Bu iş sebebiyle bana zorluk çıkarma!” ricasında bulundu.
Sonra bunlar gemiden indiler. Sahil boyu
yürürken, çocuklarla oynayan bir yavrucak gördüler. Hızır (aleyhisselam)
yavrucağı yakaladığı gibi eliyle başını kopararak çocuğu öldürdü. Mûsa
(aleyhisselam):
- “Masum bir çocuğu kısas hakkın olmaksızın
niye öldürdün. Bu çok yadırganacak bir iş!” dedi.
- “Ben sana demedim mi, sen benim
beraberliğime sabredemezsin!" diye Hızır (aleyhisselam), Musa'ya çıkıştı.
Hz. Musa:
- Ama bu birinciden de şiddetli idi" dedi ve
ilâve etti: "Bundan sonra sana bir şey sorarsam, beni arkadaş etme,
nazarımda bu hususta haklı sayılacaksın" dedi.
Yola devam ettiler. Bir köye geldiler. Halktan
yiyecek birşeyler istediler. Ama kimse onları ağırlamadı. Köyde yıkılmak
üzere olan bir duvara rastladılar. Hızır (aleyhisselam) eliyle şöyle
göstererek: "Eğilmiş" diyordu. Onu doğrulttu. Hz. Mûsa (aleyhisselam) ona:
- “Bir cemaat ki, kendilerine geliyoruz, bize
ilgi gösterip, ağırlamıyorlar, yiyecek vermiyorlar. Sen onlara bedava iş
yapıyorsun, dilesen ücret alabilirdin!" dedi.
Hızır (aleyhisselam), Hz. Musa'ya:- "Artık
birbirimizden ayrılma zamanı geldi. Şimdi sana sabredemediğin şeylerin
te'vilini haber vereceğim" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ara
ilâve etti:
"- Allah Mûsa'ya rahmet buyursun. Keşke, Hz.
Hızır'la beraberliğe sabretseydi de macerâlarını bize nakletseydi, bunu
ne kadar isterdim!"
Râvi devam ediyor: Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdular ki: "Birinci (soru)su Musa'nın bir unutması idi. Bir
serçe gelerek geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hz.
Hızır bunu göstererek Hz. Mûsa'ya, "Bak, dedi. Benim ve senin ilmin ve diğer
mahlukatın ilmi, Allah'ın ilminden, şu kuşun denizden eksilttiği kadar
eksiltir." [Buhârî, Tefsir, Kehf 2, 3, 4, İlm 16, 19, 44, İcâre 7, Şurût 12,
Bed'u'l-Halk 11, Enbiyâ 27, Tevhid 31; Müslim,Fedâil 170, (2380); Tirmizî,
Tefsir, Kehf, (3148); Ebû Davud, Sünnet 17, (4705, 4706, 4707).]
AÇIKLAMA:
1- Nevf el-Bikâli (Bekkâli okuyanı da
olmuştur) Tabiin'den bir kimsedir. Babasının adı Fedâle'dir. Bekâl
kabilesindendir. Kâ'bu'l-Ahbar'ın hanımının çocuğu veya kardeşinin çocuğu
olduğu da söylenmiştir. Sadûk, yani yaptığı rivayetler yazılabilen bir
zâttır.
İbnu Abbâs'ın "Allah'ın düşmanı" demesi
öfkelenmiş olmasından ileri gelir, değilse bu zâtın merdud ve metrûk
olduğunu ifade etmez.
2- Bir rivayette, oturduğu kuru otların
yeşerivermesi sebebiyle yeşil veya yeşil ot manalarına gelen hızr
kelimesinden ismini aldığı belirtilen Hızır (aleyhisselam), Kur'an-ı
Kerim'de zatından bahsedilmesine rağmen ismen zikredilmez. İsmi hadislerde
geçer, yukarıdaki hadiste olduğu gibi. Ancak Kur'ân-ı Kerim'de Kehf
suresinde Hz. Mûsa ile olan mâcerasına uzunca yer verilir (60-82. ayetler),
tam iki sayfa tutar. İbnu Hacer, el-İsâbe fi-Temyîzi's-Sahâbe adlı kitabında
Hızır (aleyhisselam)'ın hayatına 23 sayfalık yer ayırır. Çeşitli yönleriyle
ilgili rivayetleri, bilgileri derceder, münakaşa eder.
Teferruata girmeden şu kadarını söyleyeceğiz:
"Hızır (aleyhisselam), başta nesebi olmak üzere peygamberliği, sahâbeliği,
hayatı, ölüp ölmediği... gibi bir çok meselesi münakaşa edilen bir zâttır.
Her devirde Hızır'ı gördüğünü, dinlediğini söyleyenler, kendisinden
rivayette bulunanlar olmuştur. Peygamberliği hususunda çoklukla âlimler,
yukarıda kaydedilen kıssada Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Mûsa'ya:
"Hızır senden daha âlimdir" şeklindeki
tanıtmasından hareketle, "Hızır bir peygamberdir, aksi takdirde veli kulun
peygamberden üstün olduğu ifade edilmiş olur ki, bu caiz değildir"
demişlerdir.
"Hazret-i Hızır aleyhisselam hayatta mıdır?
Hayatta ise niçin bazı ulema hayatını kabul etmiyorlar?" şeklindeki bir
soruya Bediüzzaman şöyle cevap vermiştir:
"Elcevap: Hayattatır, fakat merâtib-i hayat
beştir. O, ikinci mertebededir. Bu sebepten bâzı ulema hayatından şüphe
etmişlerdir.
Birinci Tabaka-i Hayat: Bizim hayatımızdır ki,
çok kayıtlarla mukayyeddir.
İkinci Tabaka-i Hayat: Hazret-i Hızır ve İlyâs
aleyhimâsselamın hayatlarıdır ki, bir derece serbesttir. Yani bir vakitte
pek çok yerlerde bulunabilirler. Bizim gibi beşeriyet levâzımatıyla daimi
mukayyed değillerdir. Bazan isktedikleri vakit bizim gibi yerler, içerler;
fakat bizim gibi mecbur değillerdir. Tevatür derecesinde ehl-i şuhud ve
keşif olan evliyanın Hazret-i Hızır ile mâcerâları, bu tabaka-i hayatı
tenvir ve isbât eder. Hatta makamat-ı velâyette bir makam vardır ki,
"Makam-ı Hızır" tabir edilir. O makama gelen bir veli, Hızır'dan ders alır
ve Hızır ile görüşür. Fakat bazen o makam sahibi, yanlış olarak, aynı-ı
Hızır telakki olunur."
3- Hz. Musa-Hızır kıssası, buradaki metinde
eksiktir. Kur'an-ı Kerim kıssayı biraz daha devam ettirerek Hz. Musa
(aleyhisselam)'nın sormaktan kendini alamadığı hadiselerin sebeplerini
Hızır'ın ağzından açıklar:
"Gemi, denizde çalışan birkaç yoksula aitti.
Onu kusurlamak istedim ki, arkalarında her (sağlam) gemiyi zorla almakta
olan bir hükümdar vardı.
Oğlana gelince: Onun anası da babası da iman
etmiş kimselerdi. Bunun için onları bir azgınlık ve kâfirlik bürümesinden
endişe ettik de istedik ki onların Rabbi bunun yerine kendilerine
temizlikçe daha hayırlısını, merhametçe daha yakınını versin.
Duvara gelince: Bu, o şehirde iki yetim
oğlancığındı. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları iyi bir
adamdı. Binâen-aleyh Rabbin diledi ki ikisi de rüşdlerine ersinler,
definelerini çıkarsınlar. (Bu) Rabbinden bir merhametti: Ben bunları kendi
re'yimle yapmadım. İşte üzerlerine sabredemediğin şeylerin iç yüzü" (Kehf,
79-82).
4- Hz. Musa (aleyhisselam)'nın sabır gücünü
aşan üç vak'adan biri olan oğlan çocuğunun öldürülmesi hadisesi dikkat
çekicidir. Alimler mâkûl bir izahını yapmaya çalışmışlardır. Elmalılı'nın
açıklamalarından bilistifâde aşağıdaki kısa açıklamayı sunuyoruz:
"Zahiren bizce de "kötü bir şey" olan bu
öldürme vak'asının sebebini Hızır (aleyhisselam), arkadaşlığının sonunda Hz.
Musa'ya şöyle açıklar.
"Oğlana gelince, onun anababası inanmış
kimselerdi. Çocuğun onları azdırmasından ve inkâra sürüklemesinden
korkmuştuk. Rablerinin o çocuktan daha temiz ve onlara daha çok merhamet
eden birini vermesini istedik."
Âyette geçen gulâm kelimesi, Arapça'da bülûğa
ermemiş çocuk, yâni sabi manasında kullanıldığı gibi, bülûğa ermiş delikanlı
manasına da kullanılır. Türkçemizde "oğlan" kelimesi de aşağı yukarı bu
mânadadır. "Oğlan çocuğu" demedikçe, bülûğa ermiş kimse de oğlan kelimesi
ile kastedilir.
Âyette geçen gulâm'ı her iki manada da anlayan
alimler mevcuttur. Ancak, "Cumhur" denen çoğunluk, âyetteki "gulâm"la
"bülûğa ermemiş çocuk"un kastedildiği görüşüne zâhib olmuştur.
Buradaki gulâm, bülûğa ermiş bir kimse olduğu
takdirde küfrü ve isyanı sebebiyle öldürülmüş olması problem çıkarmaz.
Ancak, ekseriyetin anladığı üzere, gulâm'dan murad, bülûğa ermemiş biri ise,
istikbalde işleyeceği cinâyet sebebiyle öldürülmüş olması şer'î ahkâm
bakımından son derece mahzurludur. Çünkü, çocuk, âmden öldürme cinayetinde
bulunsa bile, kendisine kısas yoluyla ölüm cezası vermek mümkün olmadığı
gibi, ilerde işleyeceği muhtemel ve muhayyel bir suç sebebiyle onu öldürmek
hiç mümkün değildir.
Bu vak'anın izahı özetle şöyle yapılır:
Şeriatın hakikati Allah'ın emridir. Hızır da, Hz. Mûsa'nın sorusu üzerine,
bunu kendiliğinden değil, Allah'ın emriyle yaptığını söylemiştir. Nitekim,
bu izah karşısında, ilm-i zâhire tâbi insanların temsilcisi durumunda olan
Hz. Mûsa ikna olduğu için sükût etmiş, itiraz etmemiştir.
Hz. Hızır (aleyhisselam) ise, "ilm-i ledün",
"ilm-i batın", "ilmü'lgayb" gibi değişik isimlerle ifade edilen, geçmiş ve
geleceğe şâmil bir ilme sâhiptir. Bu ilim, Hz. Musa gibi ilm-i zâhir ehlince
meçhuldür. Bu ilim kesble elde edilemez, mevhibe-i İlâhidir. Hızır
(aleyhisselam) bu ilme sâhiptir. Kıssada kaydedilen diğer vak'alar da Hz.
Hızır'ın hususiyetini göstermiştir.
Öyle ise, ilm-i zâhire sâhip, şeriat
tebliğcisi Hz. Mûsa nazarında çirkin addedilen bir amel, ilm-i bâtına sâhip
Hızır nazarında çirkin değildir. Üstelik, öldürmek vak'asını anlatan Hızır,
"ben" zamiri kullanmıyor, "biz" diyor. Yani şahsî bir tasarrufu değildir.
Yapılan izahın Hz. Musa'yı ikna etmiş olması da bu iki şeriatın aslında
birbirine muhâlif olmadığını ifade eder.
Pek çok hikmetler ve hükümler çıkarılmış olan
Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasıyla alâkalı teferruat için okuyucularımıza tefsir
kitaplarını ve bilhassa Elmalılı Hamdi Yazır merhumun âbidevî tefsirini
görmelerini tavsiye ederiz.
ـ4ـ وعن أبى الدرداء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّهِ #: كَانَ
الْكَنْزُ ذَهباً وَفِضّةً[. أخرجه الترمذى .
4. (696)-
Ebu'd-Derdâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), "duvarın altında onların bir hazinesi vardı" (Kehf, 82) âyetini
açıkladı ve: "O hazine altın ve gümüştendi" buyurdu. [Tirmizî, Tefsir,
(3153).]
ـ5ـ وعن زينب بنتِ جحش رَضِىَ اللّهُ عَنْها. ]أنَّ رسولَ اللّهِ # دَخَلَ
عَلَيْهَا فَزعاً يقولُ: َ إلَه إّ اللّهُ، وَيْلٌ لِلْعَرَبِ مِنْ شَرٍ قَدِ
اقْتَرَبَ. فُتِحَ الْيَوْمَ مِنْ رَدْمِ يَأجُوجَ وَمأجُوجَ مِثْلَ هذِهِ،
وَحَلَّقَ بِأصْبُعَيْهِ ا“بْهَامِ وَالَّتِى تَلِيها. فقُلْتُ يَا رسُولَ
اللّهِ: أنَهْلُكُ وَفِينا الصَّالِحُونَ؟ قَالَ نَعَمْ: إذَا كثُرَ الخُبْثُ[.
أخرجه الشيخان والترمذى.»الخُبْثُ« الفسق والفُجُور .
5. (697)-
Zeyneb Bintu Cahş (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bir gün korkulu bir vaziyette odaya girdi. Şöyle diyordu: "Lâ
ilâhe illallah, yaklaşan bir belâdan Arabın vay hâline. Bugün, Ye'cüc ve
Me'cüc'ün seddinden şöyle bir gedik açıldı." baş parmağı ile şehâdet
parmağını halka yaparak gösterdi. Ben:
- "Ey Allah'ın Resulü, yani içimizde sâlih
kimseler olduğu halde toptan helâk mı olacağız?" dedim.
- "Evet, dedi, fenalıklar artarsa öyle olur."
[Buharî, Enbiyâ 7, Menâkıb 20, Fiten 4, 28; Müslim, Fiten 1, (2880);
Tirmizî, Fiten 23, (2188).]
AÇIKLAMA:
Pek çok rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın anlatacağı muhtevaya göre yüz ifadesinin değiştiğini
belirtirler. Burada da onu görüyoruz. Arapları yakından ilgilendiren bir
fitneyi haber verecek olan Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) korku dolu
bir ifâde ile zevce-i pakleri Hz. Zeyneb (radıyallahu anhâ)'in yanlarına
girerler.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın haber
verdiği tehlike Ye'cüc ve Me'cüc'den gelecek tahribattır.
Nedir Ye'cüc Me'cüc? Kur'ân-ı Kerim'de iki
ayrı âyette ondan bahsedilir:
1- Kehf suresinde Zülkarneyn'in uğradığı
mazlum bir kavmin talebi üzerine Ye'cüc ve Me'cüc'e karşı Zülkarneyn'in sed
inşâ edivermesi (92-98. âyetler), Zülkarneyn seddi yaptıktan sonra şöyle
der: "İşte bu Rabbimin bir rahmetidir. Rabbimin tayin ettiği zaman gelince
onu yerle bir eder. Rabbimin verdiği söz gerçektir" dedi. Biz o gün onları
bırakırız, dalgalar halinde birbirlerine girerler. Sûra üflenince hepsini
bir araya toplarız" (Kehf, 98-99).
2- Ye'cüc ve Me'cüc'le ilgili ikinci âyet
Enbiyâ suresinde geçer. Yukarıda kaydettiğimiz âyette temas edilen seddin
yıkılması hadisesi biraz daha tafsil edilir: "Ye'cüc ve Me'cüc'ün seddi
yıkıldığı zaman her dere ve tepeden boşanırlar" (Enbiya, 96).
Ayetlerin zahirinden anlaşılan şu:
Zülkarneyn'in yaptığı bir sedle tecâvüzü durdurulan bu kavim, kıyamete yakın
seddin yıkılmasıyla istilâ hareketine geçecektir.
Ye'cüc-Me'cüc hakkında dinî kaynaklara
eğildiğimiz zaman, hemen hemen hepsi de israiliyat menşe'li birbirini
tutmayan rivayetlerle karşılaşırız.
Ebu Hayyan: "Bunların aded ve eşkâli
hakkındaki sözlerin hiçbiri haber-i sahih değildir" demiştir.
Elmalılı merhum, tefsir kitaplarında gelen
rivayetlerden bir kısım nakiller yaptıktan sonra şunu söyler: "Velhâsıl
Ye'cüc ve Me'cüc, vaktiyle bir veya iki kavmin ism-i hassı olsa da doğrusu
lisan-ı İslâm'da müteâref olan mefhum şudur: "Aslı ve nesebi belirsiz olan
ve millet tanımaz bir halita-i beşer ki hurucları eşrât-ı saattendir. (Yani
aslı ve nesebi belli olmayan beşer karışımı bir güruh ki bunların ortaya
çıkmaları kıyamet alâmetidir)."
Kıyamete yakın Ye'cüc ve Me'cüc gürûhunun
çıkıp yeryüzünü harap edeceği meselesi semavî din mensuplarının müşterek
kültüründe yer alır. Esasen Ye'cüc Me'cüc kelimesinin Arapça olmadığı,
yabancı dillerden Arapça'ya girdiği bilinmektedir. Fransızca'da Gog et Magog
kelimeleri bunu karşılar. Tevrat'ın Hezekiel bölümünün 38-39. bâbları Ye'cüc
ve Me'cüc'ten bahseder. İncil'in Vahiy (Yuhanna'nın vahyi) Bölümünün 20.
bab, 7-8. âyeti şöyle der: "Ve bin yıl tamam olunca, şeytan zindanından
çözülecektir. Ve yerin dört köşesinde olan milletleri, Ye'cüc ve Me'cüc'ü
saptırmak ve onları cenk için bir araya toplamak üzere çıkacaktır. Onların
sayısı denizin kumu gibidir."
Ye'cüc ve Me'cüc bahsiyle ilgili bir
açıklamayı Bediüzzaman'dan kaydediyoruz:
"Alâmet-i kıyametten olan Ye'cüc ve Me'cüc ve
Sedd'e dair, bir risâlede bir derece tafsilen yazdığımdan ona havâle edip
şurada yalnız şunu deriz: "Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimâat-ı
beşeriyeyi zir ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çin'in yapılmasına sebebiyet
verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i
beşeriyeyi zir ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır. Bazı mülhidler
derler: "Bu kadar acaibi yapan ve yapacak tâifeler nerede?"
Elcevab: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde
pek çok kesretli bulunur. Mevsim değiştikçe memleketi fesada veren kesretli
o taifelerin hakikatları, mahdut bazı ferdlerde saklanıyor. Yine zaman
geldikçe, emr-i İlâhî ile o mahdut ferdlerden gayet kesretli aynı fesad yine
başlar. Güya onların hakikat-ı milliyetleri inceliyor, kopmuyor. Yine
mevsimi geldikçe zuhur ediyor. Aynen öyle de: Bir zaman dünyayı herc ü merc
eden o taifeler, izn-i ilahî ile mevsimi geldiği vakit aynı o tâife,
medeniyet-i beşeriyeyi herc ü merc edecekler. Fakat onların muharrikleri
başka bir surette tezâhür eder.
يعلم الغيت ا اللّه "Gaybı sadece
Allah bilir"
Not: Müteakip hadisin açıklamasında
kaydedeceğimiz Sedd-i Zülkarneyn'le ilgili açıklama bu bahsi tamamlayıcı
mahiyettedir.
ـ6ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رسولَ اللّهِ #: قالَ في
السَّدِّ يَحْفِرُونَهُ كُلَّ يَوْمٍ حَتَّى إذَا كادُوا يَخْرِقُونَهُ. قالَ
الَّذِى عَلَيْهِمُ: ارْجِعُوا فَستَخْرِقُونَهُ غداً فَيُعِيدُهُ اللّهُ تعالى
كَأشَدِّ ما كان، حتى إذَا بلَغَ مُدَّتُهم وأراد اللّهُ تعالى أنْ
يَبْعَثُهُمْ عَلى النَّاسِ. قالَ الَّذِى عَلَيْهِمْ ارْجِعُوا
فَستَخْرِقُونَهُ غداً إنْ شاَءَ اللّهُ واسْتَثنَى فيَرْجِعُونَ فَيَجِدُونَهُ
كَهَيْئتِهِ حِينَ تَرَكُوهُ فَيَحْفِرُونَهُ فَيَخْرُجُونَ على النَّاسِ
فَيَسْتَقُونَ الْمِيَاهَ وَتَفِرُّ النَّاسُ مِنْهُمْ فَيَرْمُونَ
بِسهَامِهِمْ إلى السَّماءِ فَتَرجِعُ مُخَضَّبَةً بالدِّمَاءِ فَيَقُولُونَ
قَهَرْنَا مَنْ في ا‘رْضِ وَعَلَوْنَا مَنْ في السَّماءِ فَيَبْعَثُ اللّهُ
تعالَى عَلَيْهِمْ نَغَفاً في أقْفَائهمْ فَيَهْلِكُونَ، وَالَّذِى نَفسُ
مُحمّدٍ بِيَدِهِ إنَّ دَوَابَّ ا‘رْضِ تَسْمَنُ وَتَبْطُرُ وَتَشْكُرُ شَكراً
مِنْ لُحُومِهِمْ[. أخرجه الترمذى.»النَّغَفَ« بالغين المعجمة: دود يكون في أنف
ا“بل والغنم. و»تَشْكَرُ« بسكون الشين المعجمة وفتح الكاف: أي تسمن وتمتلئ
ضروعها لبنا .
6. (698)-
Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), (Zülkarneyn'in inşa ettiği) sed hakkında buyurdular ki: "(Ye'cüc
ve Me'cüc) onu hergün oyuyorlar. Tam delecekleri sırada başlarında bulunan
reis: "Bırakın artık, delme işini yarın yaparsınız" der. (Onlar bırakıp
gidince) Allah, seddi, daha sağlam olacak şekilde eski hâline iâde eder.
Böylece günler geçer, kendilerine takdir edilen müddet dolar ve onların
insanlara musallat olmalarını Allah'ın arzu ettiği vakit gelir. O zaman
başlarındaki reis: "Haydi dönün, yarın inşaallah bunu deleceksiniz" der -ve
ilk defa inşaallah tabirini kullanır-."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla
der ki: "Dönüp giderler. Ertesi gün geldikleri vakit seddi ne halde
bırakmışlarsa öyle bulurlar ve (o günkü çalışma sonunda) delerler. Açılan
delikten insanların üzerine boşanırlar. (Önlerine çıkan) suları içip
kuruturlar. İnsanlar onlardan korkup kaçar.
Ye'cüc ve Me'cüc göğe bir ok atar. Bu ok kana
bulanmış olarak kendilerine geri döner. Şöyle derler: "Arzda olanları ezim
ezim ezdik, semâda olanları da alçaltıp alt ettik."
Allah onları enselerinden yakalayacak bir kurt
gönderir. Bu kurt onları toptan helâk edip, herbirini parçalanmış halde yere
serer."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sözünü
şöyle tamamladı: "Muhammed'in nefsini elinde tutan Zât'a kasem olsun,
yeryüzündeki bütün hayvanlar, onların etinden yiyerek canlanır, sütlenir ve
semirir." [Tirmizî, Tefsir, Kehf, (3151); İbnu Mâce, Fiten 33, (4080).]
AÇIKLAMA:
"Kur'ân-ı Kerîm'in Ye'cüc ve Me'cüc'le ilgili
bahsini tamamlayan ikinci bir bahis Sedd-i Zülkarneyn'dir. Aslında ikisi
beraberdir. Çünkü Ye'cüc ve Me'cüc'ün tahribatına karşı, Zülkarneyn bir sed
inşâ etmiştir.
Bu bahse yer veren Kur'ân-ı Kerim'deki ilgili
âyetler aynen şöyle:
"(Zülkarneyn) sonra yine bir yol tuttu.
Nihayet iki dağ arasına ulaştığı zaman onların önünde hemen hiçbir söz
anlamaz bir kavim buldu. Onlar dediler ki: "Zülkarneyn! Ye'cüc ve Me'cüc
(bu) yerde fesad çıkaran (kabile)lardır. Bizimle onların arasına bir sed
yapman üzerine sana bir vergi verelim mi?" Dedi ki: "Rabbimin beni içinde
bulundurduğu nimet (sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Haydin siz bana
(bedenî) kuvvetle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir mânia
yapayım. Bana demir kütleleri getirin." O, (karşılıklı iki dağın) iki yanı
tam denkleştiği vakit "üfleyin" dedi. Nihayet onu (demiri) bir ateş haline
koyduğu zamanda "Getirin bana, dedi, üstüne erimiş bakır dökeyim." Artık onu
aşmaya da güç yetiremediler, onu delmeye de muktedir olamadılar. "Bu dedi,
Rabbimden bir merhamettir. Fakat Rabbimin va'di gelince (kıyamet günü
yaklaşınca), O, bunu dümdüz yapar, Rabbimin va'di bir haktır" (Kehf, 92-98).
Zülkarneyn, görüldüğü üzere Kur'ân-ı Kerim'de
ismen zikredilen bir zattır. Peygamberliği hususunda serahet mevcut
değildir. Bu sebeple ulemâ da hakkında peygamber mi veli mi? diye ihtilâf
etmiştir. Ancak sedd'in inşaasıyla vazifeli müeyyed min indillah salih bir
zat olduğunda hepsi müttefiktir.
Zülkarneyn ismi, iki boynuzlu manasına gelir.
Tarihî şahsiyetlerden Büyük İskender (İskender-i Kebir), iki boynuz takılı
bir başlık giydiği, onun da hayatı boyunca Hindistan'a kadar uzanan bir çok
seferler yaptığı için Zülkarneyn'le ilgili Kur'ân'da gelen tavsifata kısmen
benzerlik arzetmesi sebebiyle, bazı müfessirler, Zülkarneyn'in İskender-i
Kebir olabileceğini söylemiştir. Bediüzzaman gibi bazıları bu görüşü
reddeder. Mevzuun geniş tahlilini Elmalılı Hamdi Yazır'ın kıymetli ve uzun
açıklamasına bırakarak bu mevzu üzerine Bediüzzaman merhumun tatminkâr ve
kısmen veciz bir izâhını aynen kaydediyoruz:
"İkinci Sualiniz: Sedd-i Zülkarneyn nerededir?
Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir.
Elcevap: (...) Ehl-i tahkikin beyanına göre,
hem Zülkarneyn ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi
"zü" kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i
Rûmî değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in
zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rûmî ise,
miladdan takriben üç yüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i
beşerî, muntazam surette üç bin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih
nazarı, Hazret-i İbrahim'in zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor. Ya
hurafevâri, ya münkirâne, ya gâyet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn'in
bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender'dir. Veyahut;
Ayat-ı Kur'âniye'nin zikrettiği hadisat-ı cüz'iyeler; küllî hadisatın uçları
olduğu cihetle...
Zülkarneyn olan İskender-i Kebir'in
nübüvvetkârane irşâdatiyle akvâm-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil
ve gaddarların garetlerine mani olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu
gibi, İskender-i Rûmî misillü müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar,
maddî cihetinde ve manevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım
enbiya ve bazı aktâb dahi mânevi ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in
arkasında gidip, iktida edip, mazlûmları zâlimlerden kurtaracak çarelerin
mühimlerinden olan dağlar ortalarında sedleri, sonra dağlar başlarında
kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat maddi kuvvetleriyle veyahud irşad ve
tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra şehirlerin etrafında surları ve
ortalarında kal'aları, tâ son olan kırk ikilik topları ve kal'a-i seyyar
gibi diritnavtları yapmışlar. Hatta rûy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç
günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i Çin'i Kur'ân lisaniyle Ye'cüc ve
Me'cüc'ün ve tâbir-i diğerle tarih lisanında Mançur ve Moğol denilen ve
âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve Himalaya dağlarının
arkasından çıkan ve şarkdan garba kadar harab eden akvam-ı vahşiye garetkâr
milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini durdurmak için
o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir sed yaptığı ve o
akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni olduğu gibi, Kafkas
dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvâm-ı Tatariye'nin
hücumunu durdurmak için Zülkarneynmisâl eski İran padişahlarının himmetiyle
sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakim umum nev-i
beşer ile konuştuğu için, zâhiren bir hadise-i cüz'iyeyi zikredip, umum o
hadiseye benzer hadisâtı ihtar ederek konuşuyor.
İşte bu nokta-i nazardandır ki, sedde ve
Ye'cüc ve Me'cüc'e dair rivayetler ve akvâl-i müfessirîn, ayrı ayrı gidiyor.
Hem Kur'ân-ı Hakim, münâsebat-ı kelâmiye
cihetinde bir hadiseden uzak bir hadiseye intikal eder. Bu münâsebâtı
düşünmeyen zanneder ki, iki hadisenin zamanları birbirine yakındır. İşte
seddin harabiyetinden kıyâmetin kopmasını Kur'an'ın haber vermesi,
kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belk münâsebât-ı kelâmiye cihetinde iki
nükte içindir. Yâni; bu sed nasıl harab olacak, öyle de: Dünya harab
olacaktır. Hem nasıl ki fıtrî ve ilâhî sedler olan dağlar metindir, ancak
dünyanın harab olmasıyla hâk ile yeksan olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat
yapsa da çoğu sağlam kalır demektir. Evet Sedd-i Zülkarneyn'in
külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çin binler sene yaşadığı halde daha
meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sâhfesinde yazılan, mücessem,
mütehacir, mânidar târih-i kadimden uzun bir satır olarak okunuyor."
ـ7ـ وعن مصعب بن سعد قال: ]سَألْتُ أبِى عَنْ قَوْلِهِ تَعَالى: قُلْ هَلْ
نُنَبِّئُكُمْ بِا‘خْسَرِينَ أعْماً. أهُمْ الحَرُورِيَّةُ؟ قَالَ: َ. هُمُ
الْيَهُودُ والنَّصَارى. أمَّا الْيَهُودُ فَكَذَّبُوا مُحَمّداً #، وَأمَّا
النَّصَارى فَكذَّبُوا بِالجَنَّةِ، وَقَالُوا: َ طَعَامَ فِيهَا، وََ شَرابَ[.
»وَالحَرُورِيَّةُ« الَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللّهِ مِنْ بَعْدِ
مِيثَاقَهِ؛ وَكَانَ سَعْدٌ يُسَمِّيهِمُ الْفَاسِقِينَ. أخرجه البخارى .
7. (699)-
Mus'ab İbnu Sa'd anlatıyor: "Babama şu âyet hakkında sordum: "Ey Muhammed!
"Size amelce en çok zararlı olanları haber verelim mi?" de.." (Kehf, 103) ve
dedim ki: "Burada kastedilenler Harûrîler midir?" Bana:"
- Hayır, onlar Yahudiler ve Hıristiyanlar'dır.
Çünkü Yahudiler, Muhammed (aleyhissalâtu vesselâm)'i tekzib ettiler.
Hıristiyanlar ise cenneti tekzib ettiler ve: "Cennette ne yiyecek ne de
içecek vardır" dediler." [Buharî,Tefsir, Kehf 5.]
AÇIKLAMA:
Harûrî, Harurâ'ya mensup demektir. Burası
Kûfe'ye bağlı iki mil uzaklıkta bir köy adıdır. Haricîler ilk defa bu köyden
Hz. Ali (radıyallahu anh)'ye karşı isyân hareketini başlattılar. Bu sebeple
Hâricî manasına onlara Harûri denmiştir.
Müteâkip âyet, sorunun cevabını vererek en çok
zararda olanları açıklar: "Onlar Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı
inkâr edip de hayır namına bütün yapmış oldukları boşa gitmiş olanlardır ki,
biz kıyamet gününde onlar için hiç bir ölçü tutmayacağız.." (Kehf, 105).
ـ8ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. قال: ]قال رسولُ اللّه #: إنَّهُ
لَيَأتِى الرَّجُلُ الْعَظِيمُ السَّمِينُ يَوْمَ الْقِيامَةِ َ يَزِنُ عِنْدَ
اللّهِ تَعالى جَنَاحَ بَعُوضَةِ. وَقَالَ: اقْرَءُوا إنْ شِئْتُمْ: فََ
نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْناً[. أخرجه الشيخان .
8. (700)-
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) haber veriyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki: "Kıyamet günü, şişman, iri bir adam mizana getirilip
tartılır da, Allah indinde sinek kanadı kadar ağırlığı olmadığı görülür."
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilâve etti: "Dilerseniz şu âyeti okuyun:
"Bunlar, Rablerinin âyetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir.Bu yüzden
işleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü biz onlar için hiçbir tartıda
bulunmayacağız" (Kehf, 105). [Buharî, Tefsir, Kehf 6; Müslim, Kıyame 18,
(2785).]
AÇIKLAMA:
Bu hadisin bir başka vechinde, kıyamet günü
Allah indinde hiçbir değer taşımayacak olan adam: "Uzun boylu, iri, çok
yiyip, çok içen" diye tavsif edilir.
Bu hadisten şişmanlık hâlinin tasvip
edilmediği anlaşılabilir. Mamâfih bu konuya temâs eden daha sarih rivayetler
mevcuttur. Nitekim bir Buharî rivayetinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) kendisinden sonra gelecek şerir nesli tavsif ederken şu vasfa da
yer verir:
ويظهر فيهم السِّمن yani: "..Onlar
arasında şişmanlık da zuhur eder." İbnu Hacer şişmanlığın mezmum olduğunu,
çünkü şişmanların, herkesce bilindiği üzere, çoğunlukla anlayışca kıt,
ibadetce ağır olduklarını belirtir.
ـ9ـ وعن أبى سعد بن أبى فضالة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رسولَ
اللّهِ # يَقُولُ: إذَا جَمَعَ اللّهُ تَعَالى النَّاسَ لِيَوْمٍ َ رَيْبَ
فِيهِ يُنَادِى مُنَادٍ: مَنْ كانَ يُشْرِكُ بِاللّهِ تَعَالى في عَمَلٍ
عَمِلَهُ للّهِ أحَداً فَلْيَطْلُبْ ثَوَابَهُ مِنْهُ، فَإنَّ اللّهَ تعالَى
أغْنَى الشُّرَكاءِ عَنِ الشِّرْكِ[. أخرجه الترمذى .
9. (701),
Ebu Sa'd İbnu Fadâle (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı işittim şöyle demişti: "Allah geleceği kesin olan mahşer
gününde insanları topladığı zaman bir kimse şöyle bir duyuruda bulunur:
"Kim işlediği bir amelde Allah'a birini ortak koşmuş ise sevâbını ondan
istesin. Zirâ Allah, şirkin her çeşidine en müstağni olan Zât'tır."
[Tirmizî,Tefsir, Kehf, (3152).]
AÇIKLAMA:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada,
Cenâb-ı Hakk'ın kendi rızası düşünülerek yapılmayan amelleri kabul
etmeyeceğini açık bir üslupla bildirmektedir. Kişinin, Allah'ın rızasına
uymayan başka mülâhazaları esas alarak yaptığı amellerin hiçbiri makbul
olmayacaktır.
Yapılan hayır amellere katılan başka gayelere
şirk-i hafî (gizli şirk) denmektedir. Mü'minin gizli şirke karşı uyanık
olarak amellerini heba etmemesi gerekir: Gösteriş, menfaat, yaranma, korku
gibi duygular şirk-i hafîye götürebilir.
Tirmizî bu hadisi Kehf suresinin en son
âyetini açıklamak maksadıyle kaydetmiştir. Mezkûr ayette Rabb-i Kerîmimiz
şöyle irşad buyuruyor: "...Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amelde
bulunsun, Rabbine ibâdette hiç ortak koşmasın."
Şu halde Rabb'e kavuşmak için sâlih amel
yeterli değildir, bu amelin Allah rızası için yapılmış olması da şarttır.