ـ1ـ عن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما ]في قَوْلِهِ تَعالى َ تُحَرِّكْ بِهِ
لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ. قَالَ كانَ النَّبيُّ # يُعَالِجُ مِنَ
التَّنْزِيلِ شِدَّةً. فَكانَ يُحَرِّكُ بِهِ شَفَتَيْهِ فَنَزَلَ: َ تُحَرِّكْ
بِهِ لِسَانَكَ لِتَعْجَلَ بِهِ إنَّ علَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرآنَهُ. قَالَ:
جَمْعَهُ في صَدْرِكَ ثُمَّ تَقْرَؤُهُ. فَإذَا قَرَأنَاهُ فََاتَّبِعْ
قُرآنَهُ.
قالَ: فَاسْتَمِعْ وَانْصِتْ: ثُمَّ إنَّ عَلَيْنَا أنْ تَقْرَأهُ فَكَانَ #
إذَا أتَاهُ جِبْرِيلُ بَعْدَ ذلِكَ استَمَعَ: فَإذَا انْطَلقَ جِبْرِيلُ قَرَأ
النَّبِىُّ # كَمَا أقْرَأهُ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود .
1. (852)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "Ey Muhammed! Cebrail sana Kur'ân okurken,
unutmamak için acele edip onunla berâber söyleme (sadece dinle)" (Kıyâmet
16) meâlindeki âyet hakkında şu açıklamayı yaptı: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) vahiy geldiği zaman büyük bir şiddet (ve ağırlık) hissederdi.
Bunun tesiriyle dudaklarını kımıldatırdı. Bunun üzerine şu âyet indi. (meâlen):
"(Ey Muhammed, Cebrail sana Kur'an okurken acele edip onunla berâber söyleme
(sâdece dinle). Onu toplamak ve okutmak bize âittir" (Kıyamet 16).
İbnu Abbâs devamla der ki: "Ayette geçen
جمعه "onun toplanması" tâbirinden
murad "(yeni nâzil olan) âyetin Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
kalbinde toplanması, yerleşmesi, sonra da Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından okunmasıdır." "Biz vahyi okuduğumuz zaman, sen onun
kıraatine uy" (18. ayet) âyetinde de, "Dinle ve sus, sonra onu sana biz
okuturuz" denmektedir.
Bu vahiyden sonra, Cibrîl (aleyhisselam)
vahiyle gelince, sadece dinlerdi. Cibril gidince yeni gelen vahyi, kendisine
nasıl okunmuş ise, öylece okurdu." [Buharî, Tefsîr, Kıyâmet 1, 2, Bed'ü'l-Vahy
4, Fedailu'l-Kur'an 28, Tevhid 43; Müslim, Salât 147, (448); Tirmizî,
Tefsir, Kıyamet, (3326); Nesâî, Salât 37, (2, 149, 159).]
AÇIKLAMA:
1. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
peygamberlik kariyerinin bidâyetinde, risâlet vazifesini ilgilendiren
mesâili bilmiyordu. Bizzat Kur'ân-ı Kerim, (meâlen): "(Ey Muhammed)... Sen
Kitab nedir, iman nedir önceleri bilmezdin..." (Zuhruf 53) buyurmaktadır.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu eksiklikleri çeşitli vahiylerle
zaman içinde telâfi edilecektir. İşte, sadedinde olduğumuz âyet-i kerime
böyle bir durumu ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
bidâyette, vahyin mekanizmasını bilmemektedir. Bu sebeple bazı aceleci
davranışlara tevessül etmektedir.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın sadedinde
olduğumuz açıklamasına göre, âyet-i kerimede Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e yasaklanmış olan "dil oynatma" hâdisesinin sebebi, vahiyden
duyulan şiddettir. Yani, vahiy esnasında duymuş olduğu şiddet hâlinden bir
an önce kurtulmak için Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) -İbnu Hacer'in
yorumuyla- vahyi yakalamada acele ediyordu, ne kadar çabuk yakalarsa, o hal
o kadar çabuk zâil olacak ve böylece vahiy hâlinin verdiği meşakkatten bir
an önce kurtulacaktı.
Sadedinde olduğumuz İbnu Abbas rivayeti,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dil ve dudaklarını kımıldatmak
suretiyle izhar ettiği isti'câlin sebebini, duyduğu meşakkatten bir an önce
kurtulma arzusu ile izah ederse de, meseleyi başka sebeplerle izah eden
rivayetler de mevcuttur.
Bunlardan bir diğerine göre isti'câlin sebebi,
gelen vahyi unutma korkusudur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), iyice
bellemek, öğrenmek için acele edip, tekrar etmekte, dil ve dudaklarını
kımıldatmaktadır. İşte bu duruma âyet-i kerime müdâhele ederek: "(Ey
Muhammed! Cebrail sana Kur'ân okurken, unutmamak için) acele edip beraber
söyleme, (yalnız dinle)" diye emretmektedir.
Âyet-i kerimenin bu tefsiri umumiyetle
benimsenmiştir. Türkçe meallere bakıldığı zaman mana böyle tesbit edilir.
Maalesef, bir kısım meallerde tefsirî mahiyette ilave edilen kelimeler
parantez içerisinde alınmadığı için, Arapça bilmeyen okuyucular tarafından,
sebebe müteallik açıklamalar vahyin aslından zannedilmektedir.
Rivayetlerde gelen üçüncü bir sebebe göre, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) vahye duyduğu muhabbet ve sevgiden dolayı
bir an önce kıraat arzu etmekte, vahiy sırasında gelenleri peyder pey
tilâvete geçip dil ve dudaklarını kımıldatmaktadır. Bu mânâda, sadedinde
olduğumuz âyet, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a vahyin kesilmesine
kadar teenni emretmiş olmaktadır.
Bu farklı yorumlar birbirini nakzeder
mahiyette olmadığı için şârihlerimiz: "Nüzûl sebebinin müteaddit olması
ihtimalden uzak değildir" demekle yetinirler.
Âyette "dilin kımıldatılması" mevzubahis
olduğu halde, hadiste "dudakların kımıldatılması"nın söz konusu olması mühim
bir farklılık sayılmamalı, zira konuşma kastedilince dil ve dudaklar beraber
kımıldarlar. Âyet-i kerime, dudakların da kımıldamasını tazammun eden "dil"i
mevzubahis ederken İbnu Abbas, hâricen görünen "dudakları" zikrederek aynı
şeyi ifade etmiş olmaktadırlar. Hattâ bazı rivayetlerde İbnu Abbas: "Ben
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kıpırdattığı gibi dudaklarımı
kıpırdatıyorum" demiş, fiilen göstermiştir. Ondan rivayet eden Said
İbnu'l-Müseyyeb de: "Dudaklarımı, İbnu Abbas'ta gördüğüm gibi ben de
kımıldatıyorum" diyerek kımıldatmış ve hadisi müselsel olarak rivayet
etmiştir.
Bu ayet, vahiy sırasında Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a ârız olan değişik halin mahiyetini
aydınlatmaktadır. Rivayetlerde tasrih edildiği üzere, vahiy geleceği an Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) çok farklı bir hâle girmektedir:
Dayanılması zor bir şiddet ve sıklek hissetmekte, en soğuk günlerde bile
terlemekte, üstünü örttürmekte, bayılmaya benzeyen farklı bir hâl izhâr
etmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, âyetlerle de te'yid
edilen bu hâlini, sara hastalığı ile yorumlayan müsteşrik ve ilimden ziyade
İslâm'a duyulan gayz ve kinin ifadesi olan bu saçmalıklara inanan yerli
zındıklara bu âyet demektedir ki: Vahiy sırasında gelen o hâlin, insanlara
şu veya bu sebeple gelen baygınlıkların hiçbirisiyle ilgisi yoktur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) o halde iken, tam bir şuur ve idrak
hâlindedir. Vahyedilmekte olan kelimât-ı âyetiyeyi kelime bekelime anında
idrak etmekte, anlamakta ve dilediği takdirde tekrâren telaffuz
edebilmektedir, hem de -şuur hâlinin daha müessir, daha kesâfetli ifâdesi
olan- acelecilikle.
Keza âyetten şu husus da anlaşılmaktadır:
Vahiy ruhta toptan bir doğuş şeklinde gelmemekte, kelime bekelime, cümle
becümle belli bir tertible sırayla gelmekte, her bir âyet ruhuna okunmakta
ve okunanlar nakşedilmektedir.
Âyet, keza, Cenab-ı Hakk'ın, vahiyde unutma,
iltibâs gibi menfi durumların olmayacağına dair ilahî garantisini
göstermektedir.
Âlimler, sadedinde olduğumuz âyet ve hadisten
bazı âdablar da istihraç etmişlerdir:
1- Muallim, anlattığı bir şeyi fiilen
gösterecek olsa bu müstehabtır.
2- Beyan, hitap vaktinden sonraya
bırakılabilir. Yani mesele mücmel olarak vazedildikten sonra açıklaması
yapılır. Hitap anında beyân, bazı zorluklara sebep olabilir.
Beyanın te'hiri meselesi âlimler arasında
faydalı münâkaşalara sebep olmuştur. Bazı hallerde beyanın te'hiri mahzurlu
olabilir. Bu durumda hemen açıklama yapılmalıdır. Hangi mesele te'hire
mütehammil, hangisi değil, bunun tayini şartlara bağlıdır. Kerhi, mücmel ve
müşterek olan delillerde beyânın gecikebileceğine kail olmuş tahsis, takyid
ve nesih gibi hususlara giren beyânın hitab vaktinde yapılması gerektiğini
söylemiştir.