Kütübü Sitte

MERYEM (ALEYHÂ'S-SELAM) SÛRESİ

 

ـ1ـ عن المغيرة بن شعبة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمَّا قَدِمْتُ نَجْرَانَ سَألُونِى وَقَالُوا إنَّكُمْ تَقْرَءُونَ: يَا أُخْتَ هرُونَ؛ وَمُوسى قَبْلَ عِيسَى بِكَذَا وَكَذَا. فَلَمَّا قَدِمْتُ عَلَى رسول اللّهِ # سَألْتُهُ عَنْ ذلِكَ. فَقَالَ: إنَّهُمْ كانُوا يَتَسمَّوْنَ بأنْبِيَائِهِمْ وَالصَّالِحِينَ قَبْلَهُمْ[. أخرجه  مسلم والترمذى .

 

1. (702)- Mugîre İbnu Şu'be (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, Necrân'a gelince bana sordular: "Sizler şu âyeti okuyorsunuz: "Ey  Harun'un kızkardeşi: Baban kötü bir kimse değildi..." (Meryem 28). Halbuki, Hz. Musa, Hz. İsa (aleyhimâ'sselam)'dan yüzlerce yıl önce yaşamıştır. (Nasıl olur da Hz. İsa'nın annesi olan Hz. Meryem, Hz. Musa'nın erkek kardeşi olan Hz. Hârun'un kızkardeşi olur?)" Ben Medine'ye Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın yanına gelince, bu meseleyi ona sordum, şu cevapta bulundular: "Onlar, kendilerinden önce  yaşamış olan peygamberlerinin ve sâlih kişilerin isimleriyle isimleniyorlardı." [Müslim, Adâb 9, (2135); Tirmizî, Tefsir, Meryem, (3154).][1]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Alimlerimiz büyük çoğunluğuyla, bu hadise dayanarak, peygamberlerin isimlerinin çocuklara verilebileceği görüşüne varmışlardır. Nitekim Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) de, oğluna İbrahim adını koymuştur. Ashab arasında da pek çok kimse daha önceki peygamberlerin isimlerini taşıyorlardı. Bazı  âlimler, meleklerin ismini çocuklara koymanın câiz olduğunu söylemiştir. İmam Malik gibi Cibril ve Yâsin isimlerinin verilmesini mekrûh addeden de olmuştur.

İsimle ilgili geniş açıklamayı ilgili  bahiste yaptık, oraya bakılsın (113-120) hadisler.

2- Hadiste geçen Necrân yer ismidir. Bu ismi taşıyan birden fazla yer mevcuttur: en-Nihâye'nin verdiği bilgiye göre Hicâz'la Şam ve Yemen arasında bir yerin adıdır. Yemen'de, Bahreyn'de, Dımeşk yakınlarında da Necrân adını taşıyan yerlerin bulunduğu belirtilir.

Necran ahâlisi Hıristiyandır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın sağlığında Medine'ye gönderdikleri bir heyetle Müslümanlarla sulh anlaşması yapmışlardır.

Bura ahâlisi Hıristiyan olduğu için Hz. Mugire'ye, Hz. Meryem'in Hz. Hârun'un kızkardeşi olamayacağını söyleyerek, "Kur'ân'da geçen "Ey Hârun'un kızkardeşi" tâbirine itirazî soru sorarlar. Rivâyetin Tirmizî'deki  metninde şu ziyâde var: Hz. Mugire İbnu Şu'be der ki: "Ben bu soruya nasıl cevap vereceğimi bilemedim, dönüp durumu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e  haber verdim..."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Onlar kendilerinden önceki peygamberlerinin ve sâlihlerin adlarını koyarlardı" buyurarak, Hz. Meryem'in Hârun isminde bir kardeşi olduğunu haber veriyor. Yani, âyetteki: "Ey Hârun'un kızkardeşi" tabirinde geçen Hârun, Hz. Musâ (aleyhisselam)'nın kardeşi olan, fesâhatiyle meşhur Hârun (aleyhisselam) değildir.

Bazı âlimler Kur'an'ın bu tabirinden hareketle, Hz. Meryem'in, Hz. Musa'nın kardeşi olan Hz. Harun'un neslinden olduğu kanaatine varmışlardır. Bu kanaatte olanlara göre, aradaki bu kan bağı sebebiyle Hz. Meryem'in cedd-i emced'i olan Hz. Hârun (aleyhisselam)'a nisbet edilerek "Hârun'un kızkardeşi" diye isimlendirilmesi câizdir. Çünkü, Arap örfünde, bir Temimli'ye, "Ey Temim'in kardeşi", Mudarlı'ya da "Ey Mudar'ın kardeşi" denmesi câizdir.

Hatta, bu hitabı yorumlayanlar arasında şöyle diyen de olmuştur: "Harun ismindeki bu zat belki de açıktan fısk işleyen birisi idi, bu sebeple Hz. Meryem'i ona nisbet ettiler."

En doğru  te'vil, şüphesiz Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan  kaydedilen açıklamadır.[2]

 

ـ2ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: قَرَأ سولُ اللّه #: وَأنْذِرْهُمْ

يَوْمَ الْحَسْرَةِ، وَقَالَ: يُؤْتَى بِالْمَوْتِ كَأنّهُ كَبْشٌ أمْلَحُ حَتَّى يُوقَفَ عَلَى السُّرورِ بَيْنَ الْجَنَّةِ والنَّارِ. فَيُقَالُ: يَا أهْلَ الجَنَّةِ فَيَشْرَئِبُّونَ، وَيُقَالُ: يَا أهْلَ النَّارِ فَيَشْرَئِبُّونَ. فَيُقَالُ هَلْ تَعْرِفُونَ هذَا؟ فَيَقُولُونَ: نَعَمْ، هَذَا الْمَوْتُ فَيُضْجَعُ وَيُذبَحُ، فَلَوَْ أنَّ اللّه قَضَى ‘هْلِ الْجَنَّةِ بِالْحَيَاةِ وَالْبَقَاءِ لَمَاتُوا فَرَحاً. وَلَوَْ أنَّ اللّهَ قَضَى ‘هْلِ النَّارِ بِالْحَيَاةِ وَالْبَقَاءِ لَمَاتُوا تَرَحاً[. أخرجه الترمذى وصححه.»ا‘مْلَحُ« الذى بياضه أكثر من سواده، وقيل: هو النقىُّ البياض.وقوله: »فَيَشْرَئِبُونَ« أي يرفعون رؤسهم لينظروا إليه. »وَالتَّرحُ« ضدّ الفرح، وهو الحزن .

 

2. (703)- Ebu Said (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) okudu: "Ey Muhammed! Hâlâ gaflet içinde bulunanları ve hâlâ inanmayanları, onları işin bitmiş olacağı o hasret günü ile uyar" (Meryem 39). Sonra dedi ki: "(Kıyâmet günü) ölüm alaca bir koç suretinde getirilir. Cennetle cehennem arasında yer alan  sur  üzerinde durdurulur. Önce:

"- Ey cennet ahalisi!"  diye bağırılır, onlar başlarını kaldırırlar. Sonra:

"- Ey cehennem ahâlisi!" diye bağırılır, onlar da başlarını kaldırırlar. Sonra sorulur:

"- Bunu tanıdınız mı, nedir bu?" Hepsi birden:

"- Evet tanıdık, derler. Bu ölümdür"

Koç yatırılır ve kesilir. Eğer, Allah cennet ahâlisi için hayâta hükmetmemiş olsaydı, neşeyle ölürlerdi. Cehennem ahalisi için de Allah hayata, bekaya hükmetmemiş olsaydı onlar da  üzülerek ölürlerdi." [Tirmizî, Tefsir, Meryem (3155), Tirmizî hadisin sahih olduğunu söylemiştir. Bu hadis biraz farklı şekilde de rivayet edilmiştir. (Buhârî, Tefsîr, Meryem 2; Müslim, Sıfatu'n-Nâr; Tirmizî, Cennet 20, (2561).][3]

 

AÇIKLAMA:

 

Kurtubî'ye göre, hadiste ölümün koç şeklinde  getirilip kesilme teşbihiyle, Hz. İbrahim (aleyhisselam)'in oğlu İsmail'e koçun fidye kılınması gibi, koçla insanlara da fidye  hasıl olduğuna bir işaretde bulunulmuş olmaktadır. Yine Kurtubi'ye göre koçun, alacalı, yâni siyahbeyaz olması, cennetlikleri de, cehennemlikleri de temsil etmesi sebebiyledir. Yani her iki taraftaki ahali için ölüm kaldırılmıştır, ebediyet başlamıştır.

Ölümün öldürülmesi meselesini ifade için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın başvurduğu latif teşbih, yani bir koç olarak herkesin gözünün önünde ölümün  kesilmesi teşbihi hususunda âlimler farklı yorumlar yapmışlardır.

İbni'l-Arabî şunları söyler: "Bu hadis akla muhâlif olduğu için anlaşılması zorluk arzetmiştir. Çünkü ölüm, cevher değil, ârazdır. Ârazın cisme  dönüşmesi (inkılabı) mümkün değildir, öyle ise onun kesilmesi mümkün değildir. Bu sebeple bazı âlimler bu hadisin sahih olmadığını ileri sürdüler. Bazıları da sıhhatini kabul edip, te'vil ettiler. Dediler ki: Bu bir temsildir, gerçek bir kesme söz konusu değildir. Bazıları da: Bilâkis, hakikatine uygun bir kesme mevzubahistir, kesilen şey ölümü üzerine alandır. Onu herkes  tanır, çünkü ruhlarını kabzetme işini üzerine almıştı, demiştir.

Mâzirî der ki: "Bizce ölüm diğer ârazlar gibi bir ârazdır. Mutezile'ye göre, ölüm mâna değildir, aksine onun mânası hayatın yokluğudur. Ancak bu mülâhaza şu âyet mucibince hatalıdır: "Allah hayatı da ölümü de yaratmıştır" (Mülk 2). Şu halde âyet, ölümün mahluk olduğunu kesinlikle ifade ediyor. Kaydettiğimiz iki görüşe göre ise onun koç olması da, cisim olması da mümkün olmaz, bundan maksad bir teşbih ve temsildir." Mâzirî devamla der ki: "Allah bu cismi yaratır, sonra kesilir, sonra bunu bir temsil yapar, çünkü ölüm artık âhiret ehline ârız olmaz."

Kurtubî, et-Tezkire'de şunu söyler: "Ölüm, mânadır. Mânalar cevhere dönüşemez, Allah amellerin sevabından (onları temsil eden) eşhâs yaratır. Ölüm de böyledir, (ona bedel) ölüm diye isimlendireceği bir koç yaratır ve hem cennetliklerin hem de cehennemliklerin kalplerine, ölümün kesilişini her iki tarafta da ebedî olacaklarına dair delil olarak atar."

Şöyle diyen de olmuştur: "Allah'ın arazlardan cesedler inşa edip, bunları arazlar için madde kılmasına bir mani yoktur. Nitekim, Müslim'de geldiği üzere, hadiste, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Bakara ve Âl-i İmran surelerinin, iki bulut olarak geleceklerini beyan buyurmuştur.  Hadislerde bu çeşit açıklamalar mevcuttur."[4]

 

ـ3ـ وعن قتادة في قوله تعالى: ]وَرَفَعْنَاهُ مَكاناً عليّاً. قال: قالَ أنَسٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ إنَّ النَّبىَّ # قَالَ: لَمَّا عُرِجَ بِى رَأيْتُ إدْرِيسَ في السَّمَاءِ الرَّابِعَةِ[. أخرجه الترمذى .

 

3. (704)- Katâde (merhum), şu âyet hakkında: "Onu yüce bir yere yükselttik" (Meryem 57). Hz. Enes (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan şu rivayeti yaptığını belirtir: "Ben Mirac'ta iken dödüncü kat semâda Hz. İdris (aleyhi'sselam)'i gördüm." [Tirmizî, Tefsir, Meryem, (3156).][5]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. İdris (aleyhisselam)'le alakalı olarak Meryem suresinde: "Kitap'ta İdris'i de an. Çünkü o, çok sâdık bir peygamberdi. Biz onu pek yüce bir yere yükselttik"  buyurulur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu âyeti açıklama zımnında: "Ben Miraç'ta iken dördüncü kat semâda Hz. İdris'i gördüm" buyuruyor.

Hz. İdris (aleyhisselam)'in diğer peygamberler arasında mümtaz bir yeri vardır. Rivayetlere göre, kendisine 30 sahifelik kitap gelmiştir. Bu beşerin medenî  terakkisinde mühim bir merhale teşkil eder: Kendisinden önce insanlar hayvan postu giyerken, ilk defa elbise dikerek mamul elbise giymiştir. Bu sebeple terzilik sanatının pîri kabul edilir. Yazının ilk defa onun tarafından kullanıldığına dair rivayetler de mevcuttur. İslâmî an'ane, yıldız ve hesap ilmini de onunla başlatır (Aleyhisselam).

Ayrıca Hz. İdris'in, aynen Hz. İsa gibi dünyevî cesedleriyle yaşamakta olduğuna da inanılır. Bunun hayat tabakası hakkında Bediüzzaman şu açıklamayı yapar:

"Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa (aleyhisselam)'nın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levâzımâtından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata  girerek nuranî bir  letâfet kesbeder. Adetâ beden-i misalî letâfetine ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleri ile semâvatta bulunurlar..."[6]

 

ـ4ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسولُ اللّه # لِجِبْرِيلَ: مَا يَمْنَعُكَ أنْ تَزُورَنَا أكْثَر مِمَّا تَزُورَنَا فَنَزلتْ: وَمَا نَتَنَزَّلُ إّ بِأمْرِ رَبِّكَ اŒية[. أخرجه البخارى والترمذى .

 

4. (705)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Cibril (aleyhisselam)'e: "Bana, niye hâlen yapmakta olduğundan daha fazla ziyarette bulunmuyorsun?" diye sormuştu, şu âyet indi: "Cebrail Muhammed'e şöyle dedi: "Biz ancak Rabbinin buyruğuyla ineriz, geçmişimizi, geleceğimizi ve ikisinin arasındakileri bilmek O'na mahsustur.  Rabbin  unutkan değildir"  (Meryem 64). [Buhârî, Tefsir, Meryem 2, Bed'ü'l-Halk 6, Tevhid 28; Tirmizî, Tefsir, Meryem, (3157).][7]

 

AÇIKLAMA:

 

Bir rivayet Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın, Cebrail ile daha çok görüşme arzusu içerisinde bulunduğunu ve bu arzusunu da Hz. Cebrail'e açtığını bildiriyor. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu talebi üzerine gelen vahiy gösteriyor ki, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in risâlet hayatına giren her mes'ele Cenâb-ı Hakk'ın tanzim ve takdiriyle cereyan etmekte, O'nun hikmetinin iktizasına göre, nübüvvet hayatının vukuatı husul bulmaktadır. Bunda ne Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in arzusu, ne diğer haricî sebepler müessir değillerdir. Risâletle ilgili her bir mesele hem öndeki âhiret hayatına, hem geçmişteki dünya hayatına baktığı için, bunlara müteallik meseleler ancak, bunların sâhibi Allah tarafından bilinebilir, bildirilebilir, ilmi sınırlı beşerin tedbiriyle yürüyemez.

Risâletin mahiyet ve mekanizmasını Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e öğretici mahiyette,  yukarıdakine benzeyen vahiylere, bilhassa risâlet hayatının bidâyetinde sıkca rastlanır. Müzzemmil, Abese, Müddessir sureleri bu açıdan da değerlendirilebilir.[8]

 

ـ5ـ وعن أم مبشر ا‘نصارية رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالت: ]سَمِعْتُ رسولَ اللّه # يقول: َ يَدْخُلُ النَّارَ إنْ شَاءَ اللّهُ تعالَى مِنْ أصْحَابِ الشَّجَرَة أحَدٌ. فقَالتْ حَفْصَةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: بَلَى يَا رَسولَ اللّهِ فَانْتَرَهَا. فَقالَتْ: وَإنْ مِنْكُمْ إَّ وَارِدُهَا.

فقَالَ رسولُ اللّهِ #: قَدْ قَالَ اللّهُ: ثُمَّ نُنَجّى الَّذِينَ اتَّقُوا اŒية[. أخرجه مسلم .

 

5. (706)- Ümmü Mübeşşir el-Ensâriyye (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı dinledim şöyle buyurmuştu:"

(Hudeybiye biatına katılan) ashâbu'şşecere'den hiç kimse inşaallah cehenneme girmeyecektir."

Bunun üzerine Hafsa (radıyallahu anhâ) validemiz: "Hayır ey Allah'ın Resulü!" dediyse de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu azarladı.

Bunun üzerine Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ) şu âyeti okudu: "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin, yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür" (Meryem 71).

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ona şu cevabı verdi: "Allah şöyle de buyurmaktadır: "Sora biz, Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarır, zâlimleri de orada diz üstü çökmüş olarak bırakırız" (Meryem 72). [Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 163, (2496).][9]

 

ـ6ـ وعن السدى قال: سألتُ مُرَّةَ الْهَمَدَانِّى عَنْ قولِهِ تعالى: ]وَإنْ مِنْكُمْ إَّ وَارِدُهَا. فَحَدَّثَنِى عن ابنِ مَسْعودٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. أنَّ النَّبىَّ # قالَ: يَرِدُ النَّاسُ النَّارَ ثُمَّ يَصْدُرُونَ عَنْهَا بِأَعْمَالِهِمْ. فَأوَّلُهُمْ: كَلَمْحِ الْبَرْقِ، ثُمَّ كالرِّيح، ثُمَّ كَحُضْرِ الْفَرَسِ، ثُمَّ كالرَّاكِبِ المُسْرِعِ، ثُمَّ كَشَدِّ الرَّجُلِ، ثُمَّ كَمَشْيِهِ[. أخرجه الترمذى.»الحضْرُ« بضم الحاء المهملة وسكون الضاد المعجمة: العدْوُ. »وَالشَّدُّ« أيضاً العدو .

 

6. (707)- Süddî anlatıyor: "Mürre el-Hemedânî'ye, "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur" (Meryem 71) âyetinden sordum. Bunun üzerine bana İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet ettiği şu hadisi rivayet etti: "İnsanlar  ateşe girerler, sonra  amellerine göre ondan çıkarlar: Onların  ilk grubu şimşek hızıyla çıkar, ikinci grub rüzgâr gibi çıkar. Sonra at sür'atiyle, at binicisi süratiyle, sonra yaya koşusuyla, en sonra da  yaya  yürüyüşüyle çıkar." [Tirmizî, Tefsir, Meryem (3158).][10]

 

AÇIKLAMA:

 

Âyette geçen vürud'la ne kastedildiği alimler tarafından münâkaşa edilmiştir. Uğramak diye tercüme ettiğimiz bu kelime bazılarınca "girmek" demektir. Nitekim bu mânayı te'yid eden merfu bir rivayeti Hz. Câbir (radıyallahu anh) nakletmektedir. Buna göre Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Vürud, dühul (girme) demektir. İyi ve kötü hiç kimse istisna edilmeden herkes cehenneme girecektir. Ancak mü'minlere serin ve selâmetli olacaktır" buyurmuştur.

Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) da şu açıklamayı yapmıştır: "Âyet, "cehenneme girerler" mânasını taşır. Ancak herkes, ameline göre oradan çabuk (veya geç) çıkar."

Vürûd'dan maksadın, "üzerinden geçme" olduğunu söyleyenler de olmuştur. Nitekim Ebû Hüreyre, Abdullah İbnu Mes'ud,  Katâde ve Kâ'bu'l-Ahbâr'dan bu mânayı teyid eder rivayetler gelmiştir.

Bazılarında şu ziyade mevcuttur:

"Sonra bir münâdi: "Ey cehennem sen kendi adamlarını tut, benimkileri bırak" diye nida eder. Böylece mü'minler daha bedenlerinin rutubeti kurumadan oradan çıkarlar."

Âyetin yorumuyla ilgili olarak gelen rivayetlerin en sahihi bu iki görüştür. Aslında bunlar arasında fark da yoktur. Çünkü "vürud"dan  girmeyi anlayan, geçmeyi de ifâde etmiş olur. Zira, sırat'ın yukarısından cehennemi geçen ona girmiş demektir. Ancak geçenlerin hepsi aynı vaziyette geçmez. Halleri, amel durumlarına göre farklılık arzeder. Amelce en üstün derecelere ulaşmış olanlar şimşek gibi sür'atli geçerler. Hayal sür'atiyle geçeceklerden bile söz edilebilir.

Nitekim bu yorumu te'yid eden bir rivayet Müslim'den gelmiştir. Hz. Hafsa (radıyallahu anhâ), Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın: "Hudeybiye'de bey'ata katılanlardan hiç kimse ateşe girmeyecektir" demesi üzerine, şu âyeti hatırlatmıştı: "Sizden cehenneme uğramayacak yoktur. Bu, Rabbinin yapmayı üzerine aldığı kesinleşmiş bir hükümdür" (Meryem 71). (Bu hadisi 706 numarada tam olarak kaydettik.)

Bu rivayet esas alınınca, "cehenneme uğrama (vürud) küffâra hastır" diyenlerin; "vürudun mânası cehenneme  yaklaşmaktır" diyenlerin; "bunun mânası cehenneme geriden nezâret etmektir" diyenlerin; "oraya vüruddan maksad, mü'mine dünyada gelen hummâdır (ateşli hastalık)" diyenlerin sözlerindeki zayıflık anlaşılır.

Öyle ise, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "İnsanlar ateşe girerler" sözüyle, "İnsanlar, altında cehennem bulunan sırat köprüsünün üzerinden geçerler, ateşi müşâhede ederler, ateşle yüz yüze  gelirler" demek istemiştir.

Türbüştî, "vürud" kelimesinin lügat olarak "suya gitmek" olduğunu, sonradan başka maksadla gitmeler için de kullanıldığını, âyette ise cehennem köprüsünü geçmek mânasına geldiğini belirtmiştir.

"Sonra amellerine göre ondan çıkarlar" tâbiri ateşten kurtulmayı ifade eder.

Tîbî der ki: "Sonra amellerine göre ondan çıkarlar" cümlesinde geçen "sonra" kelimesi, "Sonra biz, Allah'a karşı gelmekten sakınmış olanları kurtarırız..." (Meryem 72) âyetindeki sonra kelimesinin bir mislidir. Buradaki sıralama zaman yönünden sıralamayı değil, rütbe yönünden sıralamayı ifade eder. Âyette, Cenab-ı Hakk, insanların ateşe girişi ile müttakilerin ondan kurtuluşları arasındaki farkı beyan  etmiştir. Hadiste de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aynı şekilde insanların ateşe girişi ile oradan çıkışları arasındaki farkı beyân etmektedir. Zira, hadiste geçen sudur (çıkış) kelimesi, insiraf (dönüş) manasına gelir.

Aliyyu'l-Kârî, açıklamaları şöyle özetler: "Elhasıl, insanlar girmeye başladıkları andan itibaren cehennemin korkusundan, manzarasının müşâhedesinden, alev ve dumanının değmesinden, çengellerinin  takılmasından vs.'den sâlih amellerinin derecesine göre çok farklı sür'at ve ağırlıklarda kurtulup çıkarlar."

Hadis, ilk çıkanların şimşek sür'atinde  olacaklarını, sonra çok hızlı koşan at sür'atinde, normal giden insan sür'atinde yol alarak cehennemin üzerinden geçeceklerini ifade etmektedir.[11]

 

ـ7ـ وعن خباب بن ا‘رَتِّ قال: ]كُنْتُ قَيْناً في الجَاهِلِيَّةِ فََعَمِلْتُ لِلْعَاصِ ابنِ وَائِلِ السَّهْمِىِّ سَيْفاً فَجِئْتُ أتَقَاضَاهُ. فقَالَ: َ أُعْطِيكَ حَتَّى تَكْفُرَ بِمُحَمَّدٍ. فقُلتُ: َ أكْفُرُ حَتَّى يُمِيتَكَ

اللّه تعالى ثُمَّ تُبْعَثَ. قَالَ: وَإنِّى لَمَيِّتٌ ثُمَّ مَبْعُوثٌ؟ قُلْتُ: بَلََى. قَالَ: دَعْنِى حَتَّى أمُوتَ وَأبْعَثَ فَسَأُوتِى مَاً وََوَلداً فأقْضِيَكَ. فنزلَتْ: أفَرَأيْتَ الَّذِى كَفَرَ بِآيَاتِنَا وَقَالَ ‘وتَيَنَّ مَاً وَوَلداً اŒية[. أخرجه الشيخان والترمذى.»القين« الحدّاد .

 

7. (708)- Habbâb İbnu'l-Eret anlatıyor: "Cahiliye devrinde demirci idim. Âs İbnu Vâil es-Sehmi'ye bir kılıç yaptım. Ücretimi almaya gelmiştim.

- "Hayır, Muhammed'i inkâr etmedikçe vermeyeceğim" dedi. Kendisine:

- "Asla! Sen ölüp, Allah seni yeniden diriltinceye kadar ebediyyen onu inkâr etmeyeceğim" dedim.

- "Yani ben, öldükten sonra tekrar dirileceğim ha!" diye alaya aldı. Ben:

- "Bundan ne şüphe!" deyince:

- "Öyleyse bırak beni, öleyim de yeniden dirileyim. Bana bol mal ve evlât verilecek. O zaman sana olan borcumu eda ederim" dedi.

Bunun üzerine şu âyet indi: "Ey Muhammed! Ayetlerimizi inkâr eden ve: "Bana elbette mal ve çocuk verilecektir" diyeni gördün mü? O görülmeyeni mi biliyor,  yoksa Rahmân katından bir söz mü almıştır? Hayır söylediğini yazacağız ve onun azabını uzattıkça uzatacağız. Bahsettikleri şeyler bize kalacaktır. Kendisi bize  tek başına gelecektir" (Meryem 80). [Buhârî, Tefsir, Meryem 3, 4, 6, İcâre 15, Husûmât 10, Büyû 29; Müslim, Münafikûn 35, (2795); Tirmizî, Tefsir, (3161).][12]

 

AÇIKLAMA:

 

Habbâb İbnu'l-Eret'in yukarıdaki rivayeti, ilk Müslümanların müşriklerden maruz kaldıkları istihzâ ve işkencelere bir örnek teşkil eder. Rivayeti yapan Habbâb (radıyallahu anh) da bu işkencelere en ziyade mâruz kalan Müslümanlardan biridir.

Habbâb'ın diğerlerinden çok işkence çekmesi, onun Mekke'nin yerlisi olmayışından ileri gelir. Huzâî veya Temîmî oluşu hususunda ihtilaf edilmiştir. Arap asıllı bir köle olarak cahiliye devrinde Mekke'de satılmış idi. Efendisinin kim olduğu bile ihtilâflıdır.

Habbâb ilk Müslümanlardandır. Hattâ ilk altıdan altıncısı olduğu  belirtilir.

Mücâhid'in bir rivayetine göre İslam'ı ilk izhâr edenler şunlardır: Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), Hz. Ebû Bekir, Habbâb, Süheyb, Bilâl, Ammâr ve Sümeyye (radıyallahu anhüm ecmain).

Mücâhid, açıklamasına devamla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in amcası Ebû Talib, Hz. Ebû Bekir'in de kavmi tarafından himaye edildiğini belirttikten sonra diğerlerine müşriklerin demir zırhlar giydirerek güneşe  atmak suretiyle işkenceler yaptıklarını, güneş ve demirin harareti altında yaktıklarını belirtir.

Habbâb her şeye sabredip, müşriklere boyun eğmeyenlerdendir. Sırtına kızgın demirler koyup derisini ve etini yakmışlardır.

Habbâb şunu anlatır: Bir gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı üzerinde bürdesi, gölgede Kâbe'ye dayalı vaziyette gördük.

"- Bize yardım etmeyecek misin?" dedik. Hemen oturdu ve yüzü de kızarmış olarak şu cevabı verdi:

- "Sizden önce, öyleleri vardı ki, inancı sebebiyle yere çukur  açılır, sonra bir testere getirilip başının ortasına konulur, vücudu ikiye bölündüğü halde yine de dininden dönmezdi. Öyleleri  de vardı ki, dininden dönmesi için vücudu demir  taraklarla taranır, derisi, eti, kasları ne varsa taranır, yine de dininden dönmezlerdi. Sabredin, kasem olsun, Allah bu dini tamamlayacak hedefine ulaştıracaktır. Öyle ki, San'a'dan Hadramevt'e gitmek isteyen bir kimse Allah'tan başka hiç kimseden korkmaksızın emniyet içerisinde  gidecektir, koyunu için de sâdece kurttan korkacaktır. Ne var ki, siz acele ediyorsunuz!"

Habbâb demirci idi, kılınç yapardı. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) zaman zaman kendisine uğrardı. Bu durum, hanımefendisine ihbâr edildi. Hanımefendisi, kızgın demiri alarak onunla başını  dağladı. Bu muameleyi Hz. Peygamber'e gidip şikâyet etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Rabbim Habbâb'a yardım et!" diye dua  buyurdu. Hanımefendisi derhal başından ah vah etmeye başladı, ızdırabından köpekler gibi havlıyordu. Kendisine: "Başına dağ vurdur!" dediler. Habbâb (radıyallahu anh) kızgın demirle elleriyle zâlimenin başını dağladı.

Habbâb İbnu'l-Eret, Bedir, Uhud başta olmak üzere bütün gazvelere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'le birlikte katıldı.

Hz. Ömer (radıyallahu anh), müşriklerin kendisine neler yaptığını sorunca Habbâb (radıyallahu anh) sırtını gösterir. Hz. Ömer bakınca  şöyle der: "Bugüne kadar böyle bir insan sırtı görmedim!" diye çığlık atar. Habbâb açıklar: "Yere ateş yakıldı. Üzerine beni yatırdılar. Ateşi söndüren sırtımdan eriyip akan yağlar olmuştur."

Habbâb İbnu'l-Eret, İslâm'ın ilk yıllarında çekilen ızdırapları anlatırken, "Öyle sıkıntılı günler yaşadık ki, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yasaklamasaydı ölmeyi tercih ederdik!" der.

Bir seferinde vücuduna, eski işkencelerin kalıntısı sebebiyle yedi yerden dağ vurdurur.

Hastalığı sırasında kendisine "geçmiş olsun" ziyaretine gelen bir grub sahabi: "Ne  mutlu sana, kardeşlerinle Kevser Havzı'nda buluşacaksın!" derler. Şu cevabı verir:

"- Bana geçmiş kardeşlerimi hatırlattınız. Onlar hizmetlerine, çektiklerine mukabil dünyada hiç bir şey görmediler. Biz ise, arkada kaldık, çok dünyalıklara mazhar  olduk. Bize bu gelenlerin, önceki hizmetlerimizin dünyada yenen, âhirete kalmayan ücreti olmasından korkuyoruz."

Bir gün, Habbab İbnu'l-Eret mescide uğrar, bir kenara sessiz sedasız oturur. Orada bulunan cemaat kendisine: Arkadaşların seni dinlemek için toplandılar, ya hadis rivayet et, ya da hayırlar emret!" derler. Şu cevabı verir:

"- Ne emredeyim onlara? Olur ki, kendi yapmadığım bir şeyi emrederim."

Habbâb İbnu'l-Eret, Kûfe'ye yerleşmiş  ve orada  yetmiş üç yaşında olduğu  halde ölmüştür. Ölüm  yılı hicri 37'dir. Habbâb'ın vefatına kadar herkes ölüsünü, evinin avlusuna, veya yakın bir yerine defnediyorlardı. İlk defa Habbâb, vasiyet ederek, cenazesini Kûfe'nin dışına gömdürür. Rivayete göre Hz. Ali (radıyallahu anh) Sıffin  dönüşü uğradığı Kûfe'nin giriş kısmında sağ kol üzerinde yedi aded kabir görür:

"- Bunlar da ne?" diye sorar. Kendisine açıklarlar:

"- Ey Mü'minlerin emiri! Sen Sıffin'e çıktıktan  az sonra Habbâb vefat etti. Kûfe'nin dışına defnini vasiyet etti. Halk , onun buraya gömülmeyi vasiyet ettiğini görünce, başkaları da ölülerini buraya defnetti."

Hz. Ali bunun üzerine şunları söyler:

"- Allah Habbâb'a rahmetini bol kılsın. Kendi arzusu ile Müslüman oldu, itaat ederek hicret etti. Mücâhid olarak yaşadı. Bedenî işkenceler çekti. Allah iyi amelde bulunanın ücretini zâyi etmeyecektir!"

Habbab'ın, Hz. Ali ile birlikte Sıffin'e ve Nehrevan'a katıldığı, namazını Hz. Ali'nin kıldırdığı da söylenmiştir. Hz. Ömer zamanında 19. senede öldüğü de söylenmiştir.[13]

 

ـ8ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: إذَا أحَبَّ اللّهُ عَبْداً نَادَى جِبْرِيلَ عَلَيْهِ السّمُ: إنِّى قَدْ أحْبَبْتُ فَُناً فأحَبُّهُ، فَيُنَادِى في السَّمَاءِ ثُمَّ تَنْزِلُ لَهُ الْمَحَبَّةُ في أهْلِ ا‘رْضِ. فذلِكَ قولِه تعالى: إنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمنُ وُدّاً. وقَالَ في الْبُغْضِ مِثْلَ ذلِكَ[. أخرجه الترمذى .

 

8. (709)- Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki: "Allah bir kulu sevdi mi, Cebrâil (aleyhisselam)'e şöyle seslenir: "Ben falanca kişiyi seviyorum, sen de sev!" Bunun üzerine semâda aynı şekilde nida edilir. Sonra, arz ehli arasına onun sevgisi indirilir. Bunu şu âyet ifade etmektedir: "İnanıp hayırlı iş işleyenleri Rahmân sevgili kılacaktır" (Meryem 96). "Allah bir kula buğzetti mi, Cibril (aleyhisselam)'e seslenir: Ben falancaya buğz ediyorum. Bu şekilde semâda nida edilir. Sonra, yeryüzüne onun hakkında buğz indirilir." [Tirmizî, Tefsir,  Meryem, (3160).][14]

 

AÇIKLAMA:

 

Ulemâ şöyle demiştir: "Allah'ın kulunu sevmesi demek, onun için hayır ve hidayet irâde etmesi, ona nimet vermesi ve rahmette bulunmasıdır. Allah'ın buğzu da, kulunu cezalandırmak istemesi, şekavetini irade etmesidir. Cebrail'in ve meleklerin sevgisi ise iki ihtimal üzeredir:

1- Onların kula istiğfarları (Cenab-ı Hakk'tan affedilmesini dilemeleri), övmeleri, duada bulunmaları;

2- Muhabbetleri, mahlukatta mevcut ve herkesce bilinen zâhirî sevgidir. Bu da kalbin bir şeye meyli ve ona kavuşmak için duyduğu iştiyâktır. Şu halde meleğin kula karşı bu çeşitten bir sevgisinin sebebi, Allah Teâla'ya mutî olması ve Allah tarafından sevilmesidir."

İbnu Hacer der ki: Bu hadisin bir vechinde, söz konusu sevginin sebebi ve bundan maksadın ne olduğu açıklanmaktadır.

Sevbân'ın rivayetinde geldiğine göre; kul, Allah'ın rızasını aramaya aralıksız devam eder de Allah sonunda şöyle buyurur: "Ey Cibril, falan kulum benim rızamı arıyor. Bilesin , ona benim rahmetim galebe çalmıştır." Cibril: "Allah'ın rahmeti falancanın üzerine olsun" der. Bunu Hamele-i Arş da söyler, aynı şeyi onların  etrafındakiler de söyler. Böylece halka halka söyleme sırası yedi semâ ehline kadar gelir, en sonunda o kimse için (rahmet) arza indirilir."

Bu hadise Hz. Aişe (radıyallahu anhâ)'nin yaptığı şu rivayet de destek olmaktadır: "...Kulum nafile ibadetlerle bana yaklaşmaya devam eder. Öyle ki ben onu severim de bir şey benden istese  hemen veririm, bana dua etse derhal icabet ederim. Ben yaptıklarım arasında en çok bu kimsenin vefatında tereddüde düşerim. Çünkü o kulum ölümü sevmez, ben de onu incitmeyi sevmem..."

Nevevî, insanların kalbindeki sevgi ile ilgili olarak şunları söyler: "Kişiyi insanların sevmesi ve ondan razı olması kalblerin ona meyletmesi ve ondan razı olmasıdır."

İbnu Kesîr, buradaki sevgiden, sâlih amel işleyen kimseler için, salih kimselerin kalbindeki sevgiyi anlar ve der ki: "Cenab-ı Hakk haber veriyor ki, Şeriat-ı Muhammediye'ye uyduğu için Allah'ın razı olacağı amelleri işleyen kimse için, sâlihlerin kalbine sevgi ve muhabbet ekecektir. Bu husus va'd-i İlahîye binâen kesin ve kaçınılmaz bir keyfiyettir."

Bu hadisten şu husus da anlaşılmaktadır: İnsanlar tarafından gerçekten sevilmek isteyen kimse, öncelikle Allah'ın rızasını aramalı, ona sevgili olmaya çalışmalıdır. Bunda muvaffak olan kimse, yüryüzünde gerçek sevgiye mazhar olur. Başka şekilde kazanılan sevgi, sevgi değil, belki  riyakârlıktır, sathidir, geçicidir. Mevki, makam, maddî imkânlar yoluyla kazanılan sevgi ve dostlukların riyâkarlık ve yapmacıklıktan ibâret olduğunu, "düşenin dostu olmaz" sözü  teyid eder. Halbuki Allah için birbirini sevenlerin sevgisini hiç bir  şey izâle edemez.

Bu sevginin  de yolu, yine Kur'an'ın ifadesiyle dindarlıktan geçer. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in sünnetine uymaktan geçer: "De ki: "Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder." (Âl-i İmrân 31).

Şunu da belirtelim ki, Allah'ın bir kul hakkında hayır ve hidayet irade etmesi ona nimet vermesi, rahmette bulunması demektir; buğzetmesi de cezalandırması, şekâvete uğratması demektir.

Rabbimiz! Hayrını diler, buğzundan rahmetine iltica ederiz![15]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/87.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/87-88.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/89.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/89-91.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/91.

[6] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/91.

[7] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/92.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/92.

[9] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/93.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/93-94.

[11] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/94-95.

[12] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/96.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/96-99.

[14] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/99.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/99-101.