Buraya kadar belli bâzı hadiselerin ışığında,
münafıkların arkası kesilmeden devam eden hasmâne faaliyetlerini görmüş
olduk. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in bunlar karşısındaki
davranışı, diğer gruplara karşı olan davranışlarından bir hayli farklıdır.
Meselâ: Mekke hayatında müşriklere karşı son derece sabretmiş,
Müslümanların her çeşit mukâbele taleblerine şiddetle karşı koyarak sabrı,
sabredemiyenlere hicret etmeyi tavsiye etmiş iken, Medine hayatından sonra,
gelişen yeni şartlara uygun olarak taktik ve tabye değiştirerek, gerek
müşrikler ve gerekse Yahudiler karşısında enerjik ve aktif bir siyaset
takip etmiştir. Bazen sabretti ise de, çoğu kere tavır takındı. Hasmâne olan
her bir ciddi harekete karşılık verdi. Yıkıcı faaliyetleri ileri götüren
fertleri tenkil etti. Hülâsa burada mukâbele-i bilmisil siyasetini esâs
ittihaz etti.
Fakat bütün bunlara rağmen, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in Müslümanlar safında yer almış olan münâfıklar karşısındaki
tutumu, bunların faaliyeti, Yahudi ve müşriklerin faaliyetinden daha az
yıkıcı ve zararlı olmamasına, hatta münafıklar müşriklerden daha da fenâ
telakki edilmiş olmasına rağmen, aşırı bir müsâmaha ile ifade edilebilir.
Biz bu müsâmaha politikasını birkaç noktada
hülâsa edeceğiz:
1-
Serbestiyet, 2- Özürlerini kabul, 3- İhtiyât, 4-
Psikolojik baskı, 5- Kendi aralarında bir araya gelmelerini önlemek.
Şimdi bunları izah edelim.
1- Serbestiyet:
Münâfıklar, mü'min olduklarını ilân etmeleri sebebiyle, zâhirde Müslüman
kabul ediliyorlardı. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara karşı,
herhangi bir Müslümana nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranıyordu. Onlar
cemiyet içerisinde serbestti ve Müslümanların sahip oldukları bütün ictimâî
haklardan istisnâ ve tahdid olmaksızın istifâde ediyorlardı. Cemâatle
kılınan bütün namazlara, askerî seferlere iştirak ediyorlar, ganimetten eşit
şekilde paylarını alıyorlardı vs..
Hatta öyle geliyor ki Hz.Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), onlara karşı fiilî bir baskı ve takip sistemi de
kurmamıştı. Yıkıcı faaliyetleriyle ilgili bir şikâyet vâki olmadıkça onların
hissedecekleri kontrol, teftiş, tâkip, muâheze diye bir şey vâki değildi.
Şikâyet vâki olunca veyâ fiillerine bizzat şâhid olunca, o vakit bunu
küçümseyip geçiştirmiyor, gereken tahkikatı yapıyor, sorguya çekiyordu.
Suçlarını bazan te'vilî olarak itiraf ediyorlar, çoğu kere de inkâr
ediyorlardı. Gerek inkârlarını reddetmek, gerekse fiillerini ve içinde
bulundukları hâllerini kınamak için, sık sık haklarında vahiy geliyordu.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), gerek
şahsî tahkikatı, gerekse vahiy yoluyla haklarında vaki olan ihbâr sonunda
sübut bulan cürümlerinden dolayı onları tecziye cihetine gitmekten ziyâde
tevbe etmeye, af dilemeye dâvet ediyordu. Meselâ; Abdullâh İbnu Übey'in
"Medine'ye varınca en şerefli ve en kuvvetli olanımız, en hakir ve zayıf
olanı muhakkak çıkaracaktır" dediğini, inkârdan sonra gelen vahiy böyle
söylemiş olduğunu te'yid edince, özür dilemesi için teşvik edilirse de,
berikisi buna yanaşmaz.
2- Özürlerini kabul:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, tövbeye gelme davetine icabet
ederler veya herhangi bir faaliyete katılmama hususunda bir bahane ileri
sürecek olurlarsa, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) özürlerini derhâl
kabul ederek affediyor, haklarında Allah'tan da af talebediyordu.
Şikâyet hâlinde, ithâm edildikleri fiili
yapmadıklarına, söyledikleri ileri sürülen sözü söylemediklerine dair yemin
ederek, reddederler ve o sırda bir vahiyle tekzib de edilmezlerse, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir hikmete mebnî, mâsumiyetlerini kabûl
ediyor, şikâyetçileri de azarlıyordu.
Bu cümleden olarak, Tebük seferine çıkarken,
sefere katılmayıp Medine'de kalma hususunda özür beyan eden 80 kadar
münâfığın özrünü kabul etti. Halbuki aynı şekilde özür beyan eden Benû
Gifâr'dan bir grubun özrünü reddetti. Kezâ Tebük seferinden döndükten sonra,
sefere katılmayan münâfıklardan, huzuruna çıkarak özür beyanıyla af
dileyenleri affettiği halde, aynı suçtan dolayı af dileyen üç samimî
Müslümanı affetmedi. Bu üç Müslümana verilen cezâ o kadar şiddetli idi ki,
Âyet-i Kerime'nin ifadesiyle: "Arz bütün genişliğine rağmen onlara dar
gelmiş, vicdanları onları sıktıkça sıkmıştı" (Tevbe, 118).
Haklarında uygulanan bu müsâmaha siyaseti, o
kadar umumi ve gündelik idi ki münâfıklar, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'i saflıkla tavsif ederek alaya almaya başladılar. Şöyle
diyorlardı: "Gerçekten Muhammed, sâdece bir kulaktan ibarettir. Kendisine
kim ne söylerse hemen tasdik eder." Onlar hakkında Allah (c.c.): "İki
yüzlülerin içinde "O, her şeye kulak kesiliyor"derler. De ki: "O, sizin için
bir hayır kulağıdır. Allah'a inanır, mü'minlere inanır, içinizden imân
edenler için bir rahmettir O. Allah'ın resûlünü incitenlere can yakıcı azab
vardır" (Tevbe, 61) buyurur. İbnu Kesir, onların bu sözle kasteddikleri
şeyi şöyle açıklar: "Kim bizden kendisine söz ederse ona inanır, sonra biz
kendisine varır, yemin ederek bu söyleneni inkâr ederiz. Bu sefer de bizim
söylediklerimize inanır."
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in,
onların şefi durumunda olan Abdullah İbnu Übey'e karşı davranışı,
münâfıklar hususunda takip edilen siyaseti kavramada en iyi ve iknâ edici
bir örnektir ve mânidardır:
Rivâyetler, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in bazı meselelerde kendisiyle istişâre edip, fikrini aldığını, en
ciddi işlerde bile, şefaatci olarak araya girdiği vakit reddetmediğini
göstermektedir. Müslümanlara karşı işlediği çok açık komplo ve desiselere
rağmen, hemen hemen her seferinde affa maruz kalmıştır. Daha önce de
zikrettiğimiz Benû Müstalik seferinde hadise üzerine, öldürülmesi için
sâdece bir kısım Müslümanlardan öte, bizzât oğlu Abdullah Hz. Peygamber'e
başvurarak kendi elleriyle babasını öldürme izni taleb eder. Hz.
Peygamber'in cevâbı şöyledir ve son derece mânidardır: "Hayır, biz onlara
karşı dâima hayırhâh olacağız. O bizimle olduğu müddetçe, bizden sâdece
hüsn-i kabul ve iyi muamele görecektir."
İfk hadisesinin ilk âmil ve birinci derecede
muharriki olmasına rağmen, kendisine hadd-i kazf uygulandığına dâir
rivayetlerde bir sarâhata rastlayamıyoruz. Halbuki hadisede suçlu görülen
diğerleri, cezâlandırılmışlardır.
3- İhtiyat:
Yukarıda anlatılan bütün müsâmaha, af ve hoşgörüsüne rağmen Hz. Peygamber,
münâfıklara karşı ihtiyâtı elden bırakmamıştır. Onların daha ciddi, telâfisi
kabil olmayacak herhangi bir eyleme geçmemeleri için, son derece dikkatli
olmuştur. Şefleri bulunan Abdullah İbnu Übey'i ehemmiyeti büyük olan her bir
askerî seferde, adamlarına komutan olarak yanında beraber bulundururdu. Bu
davranışına Tebük Seferini bir istisna sayabiliriz. Abdullah katılmak
istemeyince, Hz. Peygamer illâ da katılması için ısrâr etmedi. Bunun da
sebebi şüphesiz, Medine'nin civarında yer alan bütün kabilelerin o zamana
kadar İslâmlaşmış olmasıdır: Bu durumda Abdullâh İbnu Übey, hiç bir şey
yapamazdı. Mamâfih Hz. Ali'yi yine de Medine'de bırakmayı ihmâl etmedi.
4- Psikolojik baskı:
Hz. Peygamber, münâfıkları cemiyet içerisinde serbest bırakmakla berâber,
bir kısım davranışlarıyla onlar üzerinde mütemâdi bir korku ve bunun
neticesi olarak da psikolojik bir baskı husule getiriyordu. Bu cümleden
olarak, gerek Hz. Peygamber şahsen ve gerekse hemen hemen herbir ciddi
eylemlerinden sonra gelen vahiyler, onların menfi davranışlarını yüzlerine
vuruyor, inkâr etmelerine mecâl bırakmıyordu. Meselâ; bir seferinde onlardan
bir grubun bir araya gelip, aralarında fiskos yaptılarını gören Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) yanlarına gelerek: "Siz şu maksatla
biraraya geldiniz, şunları şunları söylediniz, kalkın Allah'tan af dileyin.
Sizin için ben de af diliyorum" der. Onların hiç kımıldamadıklarını görünce,
talebini üç kere tekrarlar. En sonunda herbirini teker teker ismen çağırmak
suretiyle yerlerinden kaldırmak zorunda kalır. Bir başka seferinde onların
bir araya gelip konuştuklarını gören Hz. Peygamber, bir Müslümanı
yollayarak: "Git, onlara de ki: "Siz şunları şunları konuştunuz..." der ve
emir yerine getirilir.
Hülâsa Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
bu siyasetinin neticesi olarak, hilelerini Allah Hz. Peygamber'e haber
verecek diye, mütemâdi bir korku içerisinde idiler. Âyet-i Kerime bu mühim
hususa şöyle yer verir: "Münâfıklar, kalplerinde olanı kendilerine açıkca
haber verecek bir surenin tepelerine indirilmesinden daima endişe ederler.
De ki: Siz maskaralık yapadurun. Allah kaçınageldiğiniz şeyi (zaten) meydana
çıkarandır" (Tevbe, 64). Yine Kur'ân-ı Kerim: Askerler arasında, herhangi
bir sebeple çıkan bir gürültüyü bile, endi aleyhlerine zannedecek kadar
devamlı bir korku içerisinde olduklarını haber verir (Münâfıkûn, 4). Ki
bütün bunlar Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, onlara karşı takib
ettiği psikolojik baskı siyâsetinin başarısını ifade eder.
5- Kendi aralarında bir araya gelmelerini
önlemek: Hz. Peygamber'in,
münâfıklara karşı tâkip ettiği siyasetin bütün gayesi, hedefi, maksadı
-kanaatimizce- bunların ayrı bir cemaat halinde İslâm cemiyetinden kopmasını
önlemeye yöneliktir. Onlara gösterilen müsamaha, af, ihsân, iltifat vs..
gizlemeye çalıştıkları daleverelerini, inkâr ettikleri bölücü faaliyetlerini
yüzlerine vurmak suretiyle, korku ve psikolojik baskı altında tutulmaları,
hep bu hedefin gerçekleşmesi içindi.
Bu maksadla Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in gösderdiği diğer bir gayret, onların gerek câmide, gerekse
hususi evlerde Müslümanlardan ayrı olarak bir araya gelmelerini önlemekti.
Hususi ictimâlar, onların müşterek bazı fikirler geliştirerek, bir nevi
efkâr-ı umumiye tekvin etmelerine ve bu oluşturulan efkâr etrafında
cemaatleşip teşkilâtlanarak, bir kısım düzenli, plânlı, hesaplı eylemlere
girişmelerine sebep olabilirdi. Ayrıca onların bu kopuşu, İslâm'ın daha yeni
girdiği davranışlarda henüz cahiliye devri teâmül ve değerlerinin hâkim
olduğu Arap cemiyetinde kan, menfaat, ittifak vs. bağlarla bağlı bulunan pek
çok Müslümanı da, onlar safına çekebilir, böylece İslâm'ı zayıf
düşürebilirdi.
İşte bu ve benzeri mülahazalarla Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm), onların biraraya gelmelerine meydan vermedi. Bir
seferinde mescidde bir grup münafığın, birbirine kapanmış olarak bir araya
toplanıp, aralarında alçak sesle fiskos yaptıklarını görünce Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), onların mescidden derhâl çıkarılmaları için
yanındakilere emreder. Bunun üzerine tekme, tokat, yerlerde sürüyerek
Müslümanlar, onları dışarı atarlar. Bir başka sefer Süveylim isminde bir
Yahudinin evinde toplanarak Tebük Seferi'ne katılmak isteyenlere mâni olmaya
çalışan bir grup münâfığın üzerine Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
Talha'nın başkanlığında bir ekip yollayarak evi yakmalarını emreder. Emir
derhal infaz edilir.
Kezâ Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
Tebük seferinde iken, münâfıklar tarafından inşâ edilmiş olan meşhur
Mescid-i Dırâr'ın yıktırılması aynı gayeye mâtuf idi: "Onların burada
toplanarak müşterek bir efkâr-ı umumiye tekvin etmelerine mâni olmak."
Nitekim Taberî, buranın inşâ gayesini: "İbâdet etme bahanesiyle orada
toplanabilmek, hakikat-ı hâlde ise, orada müzâkerede bulunmak, şikâyetlerini
birbirine ulaştırmaktı" diye tavsif eder.
Kur'ân-ı Kerim de bu inşaattan gâyenin, netice
itibâriyle "nifak" ve "Müslümanlara zarar vermek" olduğunu Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e haber vermiştir (Tevbe, 108-110). Bu konuda Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ciddiyetini ve müsâmaha tanımaz
tutumunu, Mescid-i Dırâr'ın yıkılması için verdiği emrin sertliğinde görmek
mümkündür: "Gidin bu mescidi yıkın. İnşaatta kullanılan taş, toprak ne varsa
parça parça edin, odun, kereste ne varsa yakın." Bu emirde inşaat
malzemesine gösterilen reaksiyon aslında maddeye değil, bu maddeyi
şekillendiren menfi, yıkıcı gâyeye mâtuftu. Zira kendi aralarında başka
sûrette toplanıp cemaatleşemeyen münafıklar ibâdet ve dindarlık gibi masum
ve matlub bir bahâne ile toplanarak nifaklarını teşkilatlandırmak gayesiyle
bu mescidi, yâni Mescid-i Dırâr'ı inşâ etmişlerdi. İşte Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) bu menfur gayeye karşı idi.
Hüseyin Heykel, Mecsid-i Dırar'ın yıktırılması
ile noktalanan, münâfıklara karşı takib edilen siyasetteki sertleşmeyi şöyle
izah eder: "Tebük seferinden sonra İslâm Medine'den dışarı çıkmıştı. Yâni,
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in kontrolünün dışına çıkmıştı. Bu
andan itibâren Müslümanlar arasında cereyan edecek şeyleri bizzât tâkip ve
murâkebe etmek artık Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) için mümkün
değildi. Eğer tenkil etmeyecek olursa, münâfıklar eskiye nazaran, çok daha
tehlikeli olabilirlerdi. Bu sebeple Tebük seferinden sonra onlara karşı daha
şiddetli davrandı."
İslâm'ın kazandığı güce paralel olarak -diğer
guruplara karşı olduğu gibi- onlara karşı takip edilen siyasette de
sertleşme inkâr edilemez. Nitekim, Abdullâh İbnu Übey'in cenâze namazını
kıldırması hadisesinden sonra, gelen vahy bundan böyle münâfıkların cenâze
namazlarına katılmayı, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e
yasaklamıştır (Kur' ân, Tevbe, 84) ve Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
de artık hiç bir münâfığın cenazesine katılmamıştır. Bizzat vahy-i İlâhî ile
değişen bu davranış, kanaatimizce münâfıkların hâsıl edeceği zararın
mâhiyetinden çok, Müslümanların ulaştıkları siyâsî güce göre tesbit
edilmiştir.
Netice:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
neticede münâfıklara karşı takip ettiği bu müsâmaha ve ihtiyât esasına
dayanan siyasetin meyvelerini topladı. Müsâmaha ve yumuşak davranışı
sâyesinde münâfıkların Müslümanları terkederek Mekkeli müşrikler safına
geçmek gibi ciddî bir eylemde bulunmalarını önleyerek, İslâm cemaatinin
vahdetini korudu. İhtiyâtıyla da onların bir efkâr-ı umumiye tekvin ederek
onun etrafında teşkilatlanmalarını önledi.
Şu hâlde, böylece, zamanla geliştirilme imkânı
bulamayan ham ve ibtidâî düşüncelere dayanan bidayetteki muhalefetleri
içerisinde mahsur bırakılan münâfık cephesinin, şefleri olan Abdullah İbnu
Übey'in ölümünden sonra kendiliğinden son bulup dağılması ve tamamen
İslâmlaşarak eriyip gitmesi kadar tabii bir şey olamazdı. Ve gerçekten de
öyle olmuştur. Reislerinin vefâtından sonra bir münâfık problemi
kalmamıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in şu âyeti ile mevzumuza son
veriyorum:
"Allah'ın Resûlünde sizin için en iyi örnek
vardır" (Ahzâb; 21).
ـ12ـ وعن النعمان بن
بشير رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كُنْتُ عِنْدَ مِنْبَرِ النَّبِىِّ #
فَقَالَ رَجُلٌ: ما أبَالِى أنْ َ أعْمَلَ عَمًَ بَعْدَ ا“سَْمِ إَّ أنْ أسْقَى
الحَاجَّ وَقَالَ أخَرُ: مَا أبَالِى أنْ َ أعْمَلَ عَمًَ بَعْدَ ا“سْمِ إَّ
أنْ أعَمِّرُ الْمَسْجِدَ الحَراَمَ. وَقَالَ آخَرُ: الجِهَادُ في سَبِيلِ
اللّهِ أفْضَلُ مِمَّا قُلْتُمْ. فَزَجَرَهُمْ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
وَقَالَ: َ تَرْفَعُوا أصْوَاتَكُمْ عِنْدَ مِنْبَرِ رسولِ اللّهِ # وَهُوَ
يَوْمُ الجُمُعَةِ، وَلكِنْ إذَا صَلّيْتُ الجُمْعَةَ دَخَلْتُ
فاسْتَفْتَيْتُهُ فِيمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ، فأنْزَلَ اللّهُ تعالَى:
أجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الحاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجدِ الحَراَمِ كَمَنْ آمَنَ
بِاللّهِ وَالْيَوْمِ اŒخِر وَجَاهَدَ في سَبِيلِ اللّهِ اŒية[. أخرجه مسلم .
12. (642)-
en-Nu'mân İbnu Beşir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın minberinin yanında idim. Bir adam:
- "Ben Müslüman olduktan sonra başka bir
amelde bulunmamış olmama kıymet vermem, ancak hacılara su dağıtmam hariç"
dedi. Bir diğeri:
- "Ben de Müslüman olduktan sonra başka bir iş
yapmamış olmama ehemmiyet vermem, ancak Mescid-i Haram'ı imâr edip bakımını
yapmam hâriç" dedi. Bir üçüncüsü de:
- "Allah yolunda cihad, söylediklerinizden
daha üstün bir ameldir" dedi.
Hz. Ömer (radıyallahu anh) onlara müdahale
ederek konuşmalarını menetti ve: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
minberinin yanında sesinizi yükseltmeyin, bugün cumadır. Namazı kılınca ben
huzura girer, ihtilâf ettiğiniz hususu sorarım" dedi. Arkadan Cenâb-ı Hakk
şu âyeti indirdi:
"Hacca gelenlere su vermeyi, Mescid-i Haram'ı
onarmayı Allah'a ve ahiret gününe inananla, Allah yolunda cihâd edenle bir
mi tuttunuz? Allah katında bir olmazlar, Allah zulmeden milleti doğru yola
eriştirmez. İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla
cihad eden kimselere Allah katında en büyük dereceler vardır. İşte
kurtulanlar onlardır" (Tevbe:
9/19-20).
AÇIKLAMA:
Rivayette, Ashabtan bir kısmının en hayırlı
amel hususunda ihtilafa düştükleri gözükmektedir. İleri sürülen fikirlere
göre en hayırlı amel:
* Hacılara su vermektir.
* Kâbe'yi tamir etmektir.
* Allah yolunda cihad etmektir.
Bu ihtilâf üzerine nâzil olan âyet-i kerime,
Allah yolunda cihâdın diğer iki amelden hayırlı olduğunu te'yid etmiştir.
Ayet-i kerime imânı için hicret etmenin de
münakaşada ileri sürülen diğer iki amelden üstün olduğunu belirtmektedir.
Hadiste yer alan Hz. Ömer (radıyallahu
anh)'in: "Bugün cumadır..." diye yapmış olduğu müdâhale, cuma, bayram gibi
cemaatin bulunduğu zamanlarda mescidde rahatsız edici gürültü yapmanın
mekruh oluduğunu ifade eder.
ـ13ـ وعن عدى بن حاتم
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]أتَيْتُ النبىَّ # وَفي عُنُقِى صَلِيبٌ مِنْ
ذَهَبٍ. فقَالَ يَاعَدِىُّ: اطْرَحْ عَنْكَ هذَا الْوثنَ، وَسَمِعْتُهُ
يَقْرَأ: اتخذُوا أحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أرْبَاباً مِنْ دُونِ اللّهِ.
قالَ إنَّهُمْ لَمْ يَكُونُوا يَعْبُدُونَهُمْ وَلكِنَّهُمْ كانُوا إذَا
أحَلُّوا لَهُمْ شَيْئاً اسْتَحَلُّوهُ، وَإذَا حَرَّمُوا عَلَيْهِمْ شَيْئاً
حَرَّمُوهُ[. أخرجه الترمذى .
13. (643)-
Adiy İbnu Hâtim (radıyallahu anh) anlatıyor: "Boynumda altundan yapılmış bir
haç olduğu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldim. Bana: "Ey
Adiy boynundan şu putu çıkar, at!" dedi ve arkadan şu âyeti okuduğunu
hissettim:
"Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını,
papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rableri olarak kabul ettiler. Oysa tek
ilâhtan başkasına kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Ondan başka ilâh
yoktur. Allah, koştukları eşlerden münezzehtir." (Tevbe, 31).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) devamla:
"Aslında onlar, bunlara (ruhbanlarına) tapınmadılar, ancak bunlar (Allah'ın
haram ettiği bir şeyi) kendileri için helâl kılınca hemen helâl
addediverdiler, (Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi de) kendilerine haram
edince hemen haram addediverdiler."
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki hadis, ehl-i kitab'a son derece
ciddi bir tavsifde bulunan bir âyet-i kerimeyi açıklamaktadır: Din
adamlarını Rab yerine koymak.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) burada Rab
yerine konma hadisesi'nin, onlara tapınma, yani -putperest müşriklerin
yaptığı gibi- Allah'a ait sıfatlar izafe edip onları ilâh addedip, onlar
için ibadetler yapma şeklinde olmadığını belirtiyor. Nitekim günümüzde de
ehl-i kitaba böyle bir ithamda bulunmak biraz zorcadır, böyle bir ithamı
reddetmede fazla zorluk çekmezler.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) bir
başka davranışı da şirk olarak ifade etmektedir: Allah adına, Allah'a rağmen
hüküm koymak. Daha açık ifadeyle Allah'ın helâl dediği şeye haram demek,
haram dediği şeye helâl demek. Yani Allah'ın ahkâmını değiştirmek.
İşte bu çeşit küfür, ehl-i kitab'ın din
adamlarında mevcuttur. Kitapları zaman içinde tahrif edilmiştir. Gelişen
hayat şartlarına Kitap'taki hükümler cevap veremez hâle gelmiştir. Tıpkı
serpilip gelişen bir insanın çocukluk elbisesinin ona yetersiz kalması,
daralması gibi. Gerekli genişliğin sağlanabilmesi için kilise geniş
yetkilerle mücehhez kılınmıştır. Bu yetkiler kullanılırken, çok
suistimaller olmuş, haramlar helâl, helaller haram kılınmıştır. En bâriz
misaller faiz, içki ve domuz etiyle ilgili olanlardır. Aslında Tevrat'ta
bunlar haramdır. Ancak Yahudiler bunları Yahudi olmayanlar hakkında helâl
addetmişlerdir, Hıristiyanlar kendilerine de helâl addetmişlerdir.
Kitâb-ı Mukaddes'in bir âyeti şöyle: "(Ezelî
ve ebedî olan) Rab, Hârun ile konuştu ve ona: "...sen ve seninle beraber
oğulların ne şarap ve ne de sarhoş edici bir içki içmeyeceksiniz..."
(Levililer X, 8-9). Aynı Tevrat, içkinin bir sömürü silahı olarak Yahudi
olmayanlara karşı kullanılmasını emreder: "İçkiyi helâl olmak üzere olana ve
şarabı canında acılık bulunanlara verin. İçsin ve fakirliğini unutsun
(Süleyman'ın Meselesi XXXI, 6-7). "Onlar kızınca içki ziyafetlerini ben
yapacağım. Ve meserretle coşsunlar ve ebedî uykuya dalsınlar da uyanmasınlar
diye onları sarhoş edeceğim. Onları kuzular gibi, ergeçlerle koçlar gibi
boğazlanmağa indireceğim" (Yeremza LI, 39-40). "Ve reislerini ve hikmetli
adamlarını, valilerini ve kaymakamlarını ve yiğitlerini sarhoş edeceğim. Ve
ebedî uykuya dalacaklar da uyanmıyacaklar" (Yeremya LI, 57).
Hadis'te Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
mühim bir ders daha vermektedir: Halk, din adamlarını murâkebe etmelidir.
Yani onların lâubaliliğe düşerek dinin ruhuna uymayan fetva vermeleri
hâlinde halk hemen kabul edivermemelidir. Esâsen İslâm dininin haram ve
helâlleri açıktır. Kur'an, sahih sünnet ve ümmetin icmâı ile sabit ve
herkesce bilinen (müsellem) şeyler haline gelmiştir. "Müslümanım" diyen bir
kimsenin, asgari bu kadar şeyi bilmesi gerekir. Öyle ise bu "haram" ve
"helal" olan şeylerin aksini iddia eden fikirler kimden gelirse gelsin her
mü'minin tereddüt etmeden reddetmesi gerekir.
Makam veya otorite veya şaşaalı ünvan sahibi
kimselerden geldi diye yanlış fetvaları olduğu gibi benimseyivermek son
derece tehlikeli bir davranıştır ve yukarıda kaydedilen âyet ve hadisin
ifadesiyle "şirk"tir, ruhbanları putlaştırmaktır. Daha canlı bir misâl
vermek gerekirse, âyet, hadis ve icma ile haramlığı kesin olan içki, domuz
eti ve açıksaçıklık mevzuunda günümüz Müslümanları çok ciddi bir imtihan
vermektedir. "Başörtüsü İslâm'da yoktur" şeklinde günün birinde üst
makamlardan gelebilecek bir fetvayı "falanca makam söyledi, öyle ise
doğrudur" diye benimsemek âyet ve hadisin beyan ettiği şirke düşmek
olacaktır. Böyle bir kapı açıldı mı arkası gelir: Yeni bir moda fikrin
estiği her defasında bir haram helâl addedilir, veya bir helâl haram
addedilir ve İslâm dini de tıpkı, Hıristiyanlık ve Yahudilikte olduğu gibi
beşerîleştirilir ve tahrif edilir.
İslâm'ın koyduğu umumî prensipler bu tahrife
mânidir, gerçek imân sahibi hiç kimseyi herhangi bir mugâlata aldatamaz.
Kur'an'da sarih olarak muhkem âyetlerle tesbit
edilmiş olan tesettür, namaz, oruç, zekât, iman kardeşliği gibi farzlar,
veya domuz eti, içki, faiz, kumar, put gibi haramlar hususunda hiç bir
mü'min fetva verecek makam aramamalı, bu meselelerde Kur'an'dan gelenin
aksine verilen fetvaları, fetva veren makamı ve şahısları dinlememelidir.
Fetva, ayette sahih hadisle olmayan meseleler
için sorulabilir.
ـ14ـ وعن زيد بن وهب
قال: ]مَرَرْتُ بِالرَّبَذَةِ فَإذَا بِأبِى ذَرٍّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ
فَقُلْتُ: مَا أنْزَلَكَ مَنْزِلَكَ هذَا؟ قَالَ: كُنْتُ بِالشَّامِ
فَاخْتَلَفْتُ أنَا وَمُعَاويَةُ في هذِهِ اŒية وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ
الذَّهَبَ والْفِضَّةَ وََ يُنْفِقُونَهَا في سَبِيلِ اللّهِ. فقَالَ
مُعَاويَةُ نَزَلتْ في أهْلِ الْكِتَابِ؛ فقُلتُ: نَزَلتْ فِينا وَفِيهِمْ.
فَكَانَ بَيْنِى وَبَيْنَهُ كََمٌ في ذلِكَ. فَكَتَبَ إلى عُثْمَانَ رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ يَشْكُونِى؛ فَكَتَبَ إلىَّ عُثْمَانُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنْ
أقْدَمَ الْمَدِينَةَ فَقَدِمْتُهَا فَكَثُرَ النَّاسُ عَلَىَّ حَتَّى
كَأنَّهُمْ لَمْ يَرَوْنِى قَبْلَ ذلِكَ. فَذَكَرْتُ ذلِكَ لِعُثْمَانَ
فَقَالَ: إنْ شِئْتَ تَنَحَّيْتَ فَكُنْتَ قَرِيباً فَذَاكَ الَّذِى أنْزَلَنِى
هذَا المَنْزِلَ، وَلَوْ أمَّرُوا عَلَىَّ عَبْداً حَبَشِيّاً لَسَمِعْتُ
وَأطَعْتُ[. أخرجه البخارى .
14. (644)-
Tabiinden Zeyd İbnu Vehb anlatıyor: "Rebeze'ye uğramıştım. Orada Ebu Zerr
(radıyallahu anh)'i gördüm. Kendisine: "Seni buraya getiren sebep nedir?"
diye sordum. Şöyle açıkladı: "Şam'daydım. Bir âyet hakkında Muâviye
(radıyallahu anh) ile ihtilâfa düştük. Ayet şu: "Ey iman edenler! Hahamlar
ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler. Allah yolundan
alıkoyarlar. Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can
yakıcı bir azabı müjdele. Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün,
alınları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak. "Bu, kendiniz için
biriktirdiğinizdir, biriktirdiğinizi tadın" denecek" (Tevbe, 34-35). Muâviye
(radıyallahu anh): "Bu âyet ehli kitap hakkına inmiştir" dedi. Ben ise: "Hem
bizim, hem de onlar hakkında indi" dedim. Bu mesele üzerinde aramızda
ihtilâf çıktı. Halife Hz. Osman (radıyallahu anh)'a yazarak beni şikayet
etti. Hz. Osman bana yazarak Medine'ye gelmemi emretti. Bunun üzerine
Medine'ye geldim. Halk, sanki daha önce beni hiç görmemiş gibi, çoklukla
etrafımı sardı. Durumu Osman (radıyallahu anh)'a açtım. Bana: "İstersen
buraya yakın bir yere git" dedi. İşte beni buraya getiren gerçek sebep
budur. Benim üzerime Habeşli siyahî bir köleyi âmir tayin etseler mutlaka
dinler, itaat ederim."
AÇIKLAMA:
Ebu Zerr Gıfârî (radıyallahu anh) Ashab
içerisinde müstesna bir durum arzeder. Gerçek mânâda zahid, dünyaya hiç
kıymet vermeyen bir zâttır. Onun hayatı ibretli sahnelerle doludur.
Yukarıdaki hadis, onun hayatından mühim sahneleri aksettirmektedir.
Şam'daki ikameti sırasında, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın hayat tarzının esas alınması yolunda konuşmalar
yapıyor, "Allah yolunda bir fayda temin etmeyen veya bir borçluya verilmek
üzere vaadedilmiş bulunmayan tek dinarın, tek dirhemin evde gecelememesi"
gerektiğinde ısrar ediyor, buna uymayanların yukarıda kaydedilen ayetin
tehdidi altına düştüklerini söylüyordu. Bu fikirlerinde başta Şam Valisi
bulunan Hz. Muâviye olmak üzere bir kısım emirlerle ihtilâfa düşmüştü.
Fikirlerinde samimi ve musırdı. Rivayetlerin ifadesiyle "Allah yolunda,"
kınayanların kınamasından korkmuyordu. Onun bu ihtilalci fikirleri halk
arasında taraftar bulmuş, her yerde konuşulur olmuştu. Askerlerden bile ona
meyledenler vardı.
Yukarıdaki rivayette de görüldüğü üzere en
büyük ihtilâfı Hz. Muâviye ile idi. Onu müsriflikle, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın sünnetinden ayrılmakla itham ediyordu. Hz.
Muâviye durumu Halife'ye, Hz. Osman (radıyallahu anh)'a bildirdi. Hz. Osman
bir fitneye sebep olacak korkusu ile Ebû Zerr hazretlerini Medine'ye
çağırdı.
Ancak ne var ki, Ebu Zerr'in Medine'ye gelmesi
meseleyi halletmemiştir. Yukarıdaki rivayette de ifâde edildiği üzere halk
kendisine merakla karışık müstesna bir ilgi göstermeye başlar. Taberi'nin
ifadesiyle: "Etrafını çoklukla sarıp Şam'dan dönüş sebebini sormaya
başlarlar. Hz. Osman (radıyallahu anh), Medine'de, halk arasında fitneye
sebep olacak diye edişeye düşer, tıpkı Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'nin
aynı korkuyu Şam halkı hakkında duydugu gibi." İbnu Battal'ın kaydına göre,
Medine'de halkın aşırı bir ilgi göstererek Medine'ye geliş sebebi, Hz.
Muâviye ile aralarında cereyan eden ihtilafların mahiyeti üzerine durmadan
soru yöneltmeleri, bizzat Ebu Zerr hazretlerini de (radıyallahu anh) Hz.
Osman (radıyallahu anh)'dan itâb görme endişesine sevkeder. Bu düşünce ile
Hz. Osman'a çıkıp halkın fazla alakasından, sanki kendisini ilk defa
görüyorlarmışcasına taaccüble, merakla karşılamalarından duyduğu
rahatsızlığı ifade eder. Bunun üzerine Hz. Osman (radıyallahu anh) kedisine:
"Şâyet bir fitne çıkmasından korkuyorsan Medine'ye yakın bir başka yere
yerleş, orada kal" der.
Bu tavsiye üzerine Hz. Ebu Zerr (radıyallahu
anh) Rebeze'ye gider. Burası Medine'ye üç merhale uzaklıkta bir köydür. Hz.
Ömer burayı hazine develerinin otlağı olarak kullanmıştır.
Bazı kitaplarımızda Ebu Zerr hazretlerinin
Hz. Osman tarafından "sürgün" edildiği ifade edilir. Ancak meseleyle ilgili
rivayetlerin hepsini birden değerlendirince bunu, gerçek manada bir
"sürgün" kabul etmek zordur. Kendi rızası ile bir gidiş olma ihtimali daha
kuvvetli gözüküyor.
Alimler bu rivayetten birçok hüküm
çıkarmıştır. Bazılarını, ehemmiyetine binaen kaydedeceğiz:
1-
Ebu Zerr ve Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'nin ittifak ettikleri üzere,
âyet-i kerimenin Ehl-i Kitap hakkında inmesi, küffarın da şeriatın fürûuna
muhatap olduklarını, ona göre hesâba çekileceklerini ifade eder.
2-
Devlet başkanları âlimlere mülâyim davranmalıdır. Çünkü Hz. Muâviye, Ebu
Zerr hazretlerini reddederken kaba davranmamış, Hz. Osman'a yazmış, o da,
Ebu Zerr gibi düşünmediği halde sert davranmamıştır.
3-
Devlete karşı gelmek ve tefrika çıkarmaktan kaçınmalıdır. Ulu'l-emr'e itaat
etmelidir.
4-
İçtihadî meselelerde ihtilaf caizdir.
5-
Emr-i bi'lma'ruf'da şiddete başvurulabilir, vatandan ayırmayı gerektirse
bile.
6-
Mefsedeti defetmek maslahatı celbetmeye takdim edilir. (Yani, zararı önlemek
kâr elde etmekten daha mühimdir). Zira Ebû Zerr'in, ilmini neşretmesi için
Medine'de kalması büyük bir maslahattır. Buna rağmen Hz. Osman (radıyallahu
anh) korktuğu fitneyi önlemek için, Rebeze'ye gitmesini tercih etti. Çünkü
kalsaydı görüşlerindeki şiddet sebebiyle fitne çıkabilecekti.
7-
Umdetu'l-Kâri'de Aynî şu hükme de yer verir: "Bu hadiste, fikrî konularda
ihtilâfın câiz olduğuna dair delil var. Zira görüldüğü üzere Hz. Osman ve
sahabeden mevcut olanlar Ebu Zerr'i şahsi görüşünde reddetmediler. Hiç kimse
Ebu Zerr'e: "Senin böyle inanman caiz değildir" dememiştir. Çünkü Ebu Zerr
görüşlerinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerine
dayanıyor, sünnetten şâhid getiriyordu. Sözgelimi bu hadislerden biri şu
idi: "Benim Uhud dağı kadar altınım olsa üç dinar dışında kalan hepsini
infak ederdim.." Ebû Hüreyre ile ihtilafında delil getirdiği bir hadis de
şu idi: "Kim altın ve gümüş biriktirirse onunla dağlanacaktır." Bu
anlaşmazlık, ilimde ihtilâfın kıyamete kadar devam edeceğine bir delildir.
İhtilaf ancak icma ile ortadan kalkar..."
Zamanımızda solcu fikirlere bulaşanlar,
sermaye düşmanlığına Ebu Zerr'i örnek vererek İslâm'ın da zenginlere, ferdî
zenginliğe karşı olduğunu söylemektedirler. Burada hataya düşülmektedir.
Evet Ebu Zerr, Ashab'tandır, hem de büyüklerinden. Ve Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) Ashab'ın hepsinin doğru yolda olduğunu söylemiştir,
bu da doğrudur. Ancak gözden kaçan bir husus var: Hz. Muâviye de Ashab'tan,
Hz. Osman da, Ebu Hüreyre (radıyallahu anhüm ecmaîn) de. Hz. Osman devrinde
hayatta olan ve Ebu Zerr'e katılmayan büyük çoğunluk niye görmemezlikten
geliniyor. İslâm'ın bir başka düsturu da ihtilâflı hususlarda çoğunluğun
iltizam edilmesini emreder. Öyle ise ümmet-i Muhammed'e sırat-ı müstakim
olacak geniş cadde Hz.Osman ve hizbinin yoludur. Ebu Zerr hazretlerinin
görüşü ferdî kalmaktadır, cadde-i kübra olamamaktadır. Her isteyen o ferdî,
o dar yolda gidebilir , kimse İslâm adına o yolda gideni itham edemez, mâni
olamaz. Ama o yolu beğenip tercih edenler de öbür yolu, çoğunluğun yolunu
itham edemez, buna hakkı yoktur. Ve ümmet ferdî patikalara değil, büyük
çoğunluğun cadde-i kübrasına sevkedilir. Dinimiz zekat, sadaka gibi emirler
yerine getirildiği takdirde servete karşı değildir.
ـ15ـ وعن ابن عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما. ]وَقَالَ لَهُ أعْرَابِىٌّ: أخْبِرْنِى عَنْ قَوْلِهِ عَزَّ
وَجَلَّ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وََالْفِضَّةَ وََ يُنْفِقُونَهَا
فِي سَبيلِ اللّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ ألِيمٍ. قَالَ ابنُ عُمَرَ: مَنْ
كَنَزَهَا وََلَمْ يُؤَدِّ زَكَاتَهَا وَيلٌ لَهُ، هَذَا كَانَ قَبْلَ أنْ
تَنزِلَ الزَّكاةُ، فَلَمَّا نَزلتْ جَعَلَهَا اللّهُ طُهراً لِ‘مْوَالِ[.
أخرجه البخارى ومالك .
15. (645)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Bir bedevi kendisine: "Bana şu âyet hakkında açıklamada bulun, dedi ve
âyeti okudu: "Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can
yakıcı bir azabı müjdele" (Tevbe: 9/35). İbnu Ömer şu cevabı verdi:"
- Kim onu biriktirir ve zekatını vermezse vay
haline! Bu âyet zekât emri gelmezden önceye aittir. Zekât emri gelince,
Allah zekâtı mallar için bir temizlik kıldı."
AÇIKLAMA:
Görüldüğü üzere yüce sahabi Abdullah İbnu Ömer
(radıyallahu anhümâ) servet biriktirme mevzuunda, Hz. Ebu Zerr gibi
düşünmüyor, zekâtı verildi mi, servet helâldir, caizdir. Müteakip rivayet de
bunu tasrih edecektir.
ـ16ـ وعنده: ]سُئِلَ
ابنُ عُمَرَ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما عَنِ الْكَنْزِ مَا هُوَ؟ فقَالَ: هُوَ
الْمَالُ الَّذِى َ تُؤَدّىَ زَكاتُهُ[ .
16. (646)-
Muvatta'da şöyle denmiştir: "İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ)'e "(Azaba sebep
olacak) hazine nedir?" diye sorulunca: "Zekatı verilmeyen maldır" diye cevap
verdi."
ـ17ـ وعن ثوبانَ رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قال: ]لَمَّا نَزلَتْ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ
وَالْفِضَّةَ وََ يُنْفِقُونَهَا في سَبيلِ اللّهِ. كُنَّا مَعَ رسولِ اللّهِ #
في بَعْضِ أسْفَارِهِ. فقَالَ بَعْضُ أصْحَابِهِ: نَزَلتْ في الذَّهَبِ
وَالْفِضَّةِ، وَلَوْ عَلِمْْنَا أىُّ الْمَالِ خَيْرٌ اتَّخَذْنَاهُ؟ فقَالَ
رسولُ اللّه #: أفْضَلُهُ لِسَانٌ ذَاكِرٌ، وَقَلْبٌ شَاكِرٌ، وَزَوْجَةٌ
صَالِحَةٌ تُعينُ الْمُؤمِنَ عَلَى إيمَانِهِ[. أخرجه الترمذى .
17. (647)-
Sevbân (radıyallahu anh) anlatıyor: "Altın ve
gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir azabı
müjdele" âyeti nazil olduğu zaman biz, Hz. Peygamber'le bir seferde
bulunuyorduk. Ashabından bâzısı: "Ayet altın ve gümüş hakkında indi, hangi
malın daha hayırlı olduğunu keşke bilseydik?" dedi. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) şu cevabı verdi: "(Sahip olunan şeylerin en efdali:
Zikreden bir dil, şükreden bir kalb, kocasının imanına yardımcı olan sâliha
bir zevcedir."
AÇIKLAMA:
Bu rivayet, zekatı verilmiş de olsa -kişi
için- servetten daha kıymetli şeylere dikkat çekiyor. Zikre alışan dil,
şükür vazifesini yerine getiren kalb, kocasının dinî hayatının inkişâfına
yardımcı olan kadın. Burada servet tezlil edilmiyor, fakat sayılan üç şey
tebcil ediliyor.
ـ18ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لَمَّا نزلت هذِهِ اŒيةُ كَبُرَ ذلِكَ عَلَى
المُسْلِمِينَ. فقَالَ عُمرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: أنَا أفَرِّجُ عَنْكُمْ.
فَقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ: إنَّهُ كَبُرَ عَلَى أصْحَابِكَ هذِهِ اŒية.
فقَالَ: إنَّ اللّه تعالى لَمْ يفرض الزَّكَاةَ إَّ لِيَطيبَ بِهَا مَا بَقِىَ
مِنْ أمْوَالِكُمْ، وَإنَّمَا فَرَضَ المَواريثَ، وَذَكَرَ كَلِمَةً لِتَكُونَ
لِمَنْ بَعْدََكُمْ. فَكَبَّرَ عُمَرُ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ، ثُمَّ قَالَ لَهُ:
أَ أخْبرُكَ بِخَبَرِ مَا يَكْنُزُ المَرءُ؟ المَرْأةُ الصَّالِحَةُ، إذَا
نَظَرَ إلَيْهَا سَرَّتْهُ، وَإذَا أمَرَهَا أطَاعَتْهُ، وَإذَا غَابَ عَنْهَا
حَفِظَتْهُ[. أخرجه أبو داود .
18. (648)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor:
"Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir
azabı müjdele" âyeti nâzil olduğu zaman, Müslümanlar bundan fazlaca
kaygulandılar. Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Ben sizin üzüntünüzü
gidereceğim, haydi gelin" dedi ve gidip Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e müracaat ederek: "Ey Allah'ın Resûlü, dedi bu ayet ashabını çok
kaygılandırdı." Hz. Peygamber : "Allah zekâtı, malınızda bâki kalan
kirliliği temizlemek için farz kıldı. Nitekim, sizden sonrakilere kalması
için de mirası farz kıldı" buyurdu.
İbnu Abbas devam etti: (Resulullah'ın bu
açıklaması üzerine) Hz. Ömer (radıyallahu anh) sevincinden (Allahu ekber)
dedi. Peygamberimiz (aleyhissalâtu vesselâm) açıklamasına devamla, Hz. Ömer
(radıyallahu anh)'e: "Kişinin kendi lehine biriktirdiği şeyin ne olduğunu
sana haber vereyim mi? Bu, saliha bir kadındır. Yani nazar ettiği zaman
kendini hoşnud kılacak, emrettiği zaman itaat edecek, evinden uzaklaştığı
zaman (malını ve namusunu) koruyacak olan kadın."
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydettiğimiz son beş hadis hep
"Altun ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarfetmeyenlere can yakıcı bir
azabı müjdele" meâlindeki âyetle ilgili. Son İbnu Abbâs rivayetinde olduğu
üzere, bu rivayetler, çoğunluk itibariyle, âyet indiği zaman Ashab arasında
ciddi bir korku, bir endişe ve kaygı meydana geldiğini göstermektedirler.
Korku, âyetin zahirinden çıkan mutlak bir mal biriktirme yasağıdır.
Gerçekten âyet bunu kastediyorsa herkeste fıtrî olan ve fiilen yaşanmakta
olan "mal biriktirme vak'ası" nasıl bertaraf edilebilecek, bu ilahî emir
nasıl yerine getirilebilecekti? Ashab-ı Kiram (radıyallahu anhüm ecmain)'ı
kaygıya, üzüntüye sevkeden bu idi.
Hz. Ömer'in müracaatı üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kaygının yersiz olduğunu açıklamıştır. İkna etmek
için bir başka âyete atıf yapıyor: "Mallarının bir kısmını, kendilerini
temizleyip arıtacak sadaka olarak al.." (Tevbe: 9/103) ve diyor ki:
"Allah zekatı, zekatı verildikten sonra geri kalan malınızı temiz ve helâl
kılmak için farz kılmıştır." Şu halde yukarıdaki ayette yasaklanan husus
malın biriktirilmesi değil, zekâtının verilmemesidir. Yani zekatı verilmeden
biriktirilen mal, yasaklanan "kenz" (hazine) olmaktadır.
Zekatı verilmekle, mala karışmış olan
fukaranın hakkı, veya işlenen günahla bulaşan Allah'ın hakkı bertaraf
edilmiş, mal temizlenmiş olmaktadır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
muhatabları ikna hususunda mirası misal verir: "Mal biriktirmek yasak olsa
miras farz kılınır mıydı?" der. Miras emri olduğuna göre yani birikmiş malın
mal sahibinin ölümünden sonra nasıl taksim edileceği beyan edildiğine göre,
mal biriktirmek yasaklanmış olamaz. Keza, hadiste Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm): "Zekat vermek emredildiğine göre mal biriktirmek yasak olamaz,
çünkü zekat, birikmiş maldan verilmesi gereken bir borçtur" manasında delil
getirmektedir.
Hadis'in son kısmı daha ilgi çekicidir, herkes
"mal biriktirmek" deyince altın, gümüş gibi servetleri anlarken -ki bu
durum bir önceki hadiste daha bariz olarak gözükmektedir- Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) daha başka zenginliklere dikkat çekiyor: "Çok
hayırlı "kenz" hayırlı bir kadındır, zikreden dildir, şükreden kalptir,
ahlâktır, ameldir, ihlastır vs."
Kenz "hazine" demek olunca Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın dikkat çektiği altın, gümüş dışındaki,
külfetsiz, zahmetsiz, eksilmeksizin hazinelerin işletilmeleri de
düşünülecek, yönelinecek bir husus olmalıdır.
ـ19ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال: ]َ يَسْتَأذِنُكَ الَّذِينَ يُوْمِنُونَ باللّهِ وَالْيَوْمِ
اŒخِرِ. نَسخَتْهَا الَّتِى في النُّورِ: إنَّمَا الْمُؤمِنُونَ الَّذِينَ
آمَنُوا بِاللّهِ وَرَسُولِهِ. إلى قولِه: غَفُورٌ رَحِيمٌ[. أخرجه أبو داود .
19. (649)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Allah'a ve âhiret gününe
inananlar mallarıyla, canlarıyla savaşmak istediklerinden ötürü geri kalmak
için senden izin istemezler.." (Tevbe: 9/44) âyeti, Nur suresindeki şu
âyetle neshedilmiştir: "Doğrusu Allah'a ve Peygamberine inanan mü'minler,
Peygamberle beraber bir işe karar vermek için toplandıklarında ondan izin
almaksızın gitmezler. Ey Muhammed! Senden izin isteyenler, işte onlar,
Allah'a ve Peygamerine inananlardır. Bâzı işleri için senden izin
isterlerse, içlerinden dilediğine izin ver, Allah'tan, onların
bağışlanmalarını dile. Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder" (Nur:
24/62).
AÇIKLAMA:
Yukarıda kaydedilen âyetlerin nasihmensuh olma
durumları müfessirler arasında münakaşa edilmiştir. İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)' tan kaydedilen yukarıdaki rivayete göre Nur suresinin 62. ayeti,
Tevbe suresinin 44. âyetini neshetmiştir. Hattâ bu nesih keyfiyetini
anlamak için, Tevbe suresinin 43. ayetini de bilmemiz gerekmektedir, çünkü
şârihlerin açıklamasına göre nesh o âyetten itibâren başlamaktadır: "Allah
seni affetsin, doğrular sana belli olup, yalancıları bilmeden önce, niçin
onlara izin verdin?"
Bu âyetin, Tebük Savaşı'na katılmamak için
mâzeret uydurarak izin isteyenlere Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
ilâhî bir işaret olmadığı halde şahsî ictihadına dayanarak izin vermesi
üzerine nazil olduğu belirtilir. Âyette bir itâb vardır, ancak, itâbın
"Allah seni affetsin" diye affla başlamış olması, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın gönlünün hoş edilmesine yöneliktir. Ancak bazı müfessirler,
geri kalmak isteyenlere izin vermekten yasaklayan bu âyetlerin, Nur
suresinin yukarıda meâlini kaydettiğimiz 62. ayetiyle neshedilerek
dilediğine izin verebileceğinin taraf-ı İlâhîden bildirildiğini belirtirler.
Abdurrezzak, Amr İbnu Meymûn'un şu
açıklamasını kaydetmiştir: Reshulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın herhangi
bir emir gelmeden icra ettiği iki fiili vardır:
1-
Münâfıklara (savaşa katılmama hususunda verdiği) izni, 2- Bedir
esirlerinden fidye alması. Bunlar üzerine şu âyet indi:
"Allah seni affetsin... niçin onlara izin
verdin" (Tevbe: 9/43).
İbnu Cerir de tefsirinde "Allah ve âhiret
gününe inananlar mallarıyla, canlarıyla savaşmak istemeleri sebebiyle geri
kalmak için senden izin istemezler" (Tevbe, 44) mealindeki ayet hakkında
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın şu alçıklamasını kaydeder: "Bu ayet,
münafıkların, özürsüz olarak savaştan geri kalmak için izin taleb
etmeleriyle ilgilidir, bu taleblerini açıklamaktadır, (mü'minlerle ilgili
değildir). Cenab-ı Hakk şöyle buyurarak mü'minleri mâzur addetmiştir: "...
Bazı işleri için (mü'minler) senden izin isterlerse, içlerinden dilediğine
izin ver.." (Nur, 62).
Beyhakî, Sünen'inde İbnu Abbas (radıyallahu
anhümâ)'ın: "Allah ve âhiret gününe inananlar... geri kalmak için senden
izin istemezler" (Tevbe, 44) âyeti, Nur suresinde yer alan şu meâldeki
ayetle neshedilmiştir: "Doğrusu Allah'a ve Peygamberine inanan mü'minler,
Peygamberle beraber bir işe karar vermek için toplandıklarında ondan izin
almaksızın gitmezler... Allah şüphesiz bağışlar, merhamet eder" (Nur, 62).
Görüldüğü üzere bizzat İbnu Abbas'tan mezkur
âyetlerle ilgili olarak iki farklı rivayet kaydedilmiştir. Taberi'nin
kaydına göre âyetlerin müte-alliki farklıdır, Beyhakî'nin kaydına göre,
biri nasih, diğeri mensuhtur.
Her iki âyetin de muhkem olduğunu söyleyenler
âyetlerin arasını şöyle cemederler: "Mü'minler Allah'a tâat ve düşmanlarıyla
cihad hususunda ellerinden gelen gayreti göstermiyorlar, bundan geri kalmak
için izin istemiyorlardı. Kazara birine bir mâzeret ârız olsa o vakit geri
kalmak için izin istiyordu. İşte bu durumda, "... İçlerinden dilediğine izin
ver..." (Nur, 62) âyeti mucibince, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) izin
verip vermemekte muhayyerdi."
ـ20ـ وعن أبى مسعود
البدرى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنه قال: ]لَمَّا نزلتْ آيةُ الصَّدَقَةِ كُنَّا
نحَامِلُ عَلَى ظُهُرِنَا؛ فَجَاءَ رَجُلٌ فَتَصَدَّقَ بشَئٍ كَثيرٍ، فقَالُوا
مُراءٍ، فَجَاءَ رَجُلٌ فَتَصَدَّقَ بِصَاعٍ، فَقَالُوا إنَّ اللّهَ لَغَنِىٌّ
عَنْ صَاع هذَا. فَنزلتْ: الَّذِينَ يَلْمِزُونَ المُطَّوِّعِينَ مِنَ
الْمُؤمِنينَ في
الصَّدَقَاتِ
وَالَّذِينَ َ يَجِدُونَ إَّ جُهْدَهُمْ اŒية[. أخرجه الشيخان والنسائى .
20. (650)-
Ebu Mes'ud el-Bedrî (radıyallahu anh) anlatıyor: "Sadaka vermeyi emreden
âyet (Tevbe, 103) nâzil olduğu zaman biz (ücret mukabilinde) sırtlarımızda
yük taşıyor (bu yolla bir şeyler kazanıp ondan sadaka veriyor)duk. Bir adam
(Abdurrahman İbnu Avf) gelerek çok miktarda bağışta bulundu. (Münâfıklar
dedikodu yaparak onun hakkında, gösteriş yapıyor), mürâi dediler. Hemen şu
âyet nazil oldu:
"Sadaka vermekte gönülden davranan mü'minlere
dil uzatan ve ancak ellerinden geldiği kadar verebilenlerle alay eden
kimselere bu davranışlarının cezasını Allah verir. Onlara can yakıcı azab
vardır" (Tevbe, 79).
AÇIKLAMA:
Müminler, Tevbe suresinde gelen: "Mallarının
bir kısmını, kendilerini temizleyip arıtacak sadaka olarak al..." (103.
âyet) mealindeki ayetten başka Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın "Kim
bir sadakada bulunursa kıyamet günü o sâyede lehinde şehâdette
bulunacağım.", "Askerî bir sefer hazırlığındayım, bağışta bulunun" gibi,
Ashab'ı sadaka vermeye teşvik eden talebleri üzerine, herkes imânına göre
tasaddukta bulunur.
Rivayetlere göre, bu meyanda ibretli hadiseler
de cereyan eder:
Son derece siyah, bodur, çirkin biz zat
gelerek gösterşli bir deve hediye eder. Münafıklar birbirine kaşgöz işareti
yaparak: "Devesi kendisinden daha hayırlı" diyerek alay ederler. Bu söz
kulağına gelen Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) "Yalan söylüyorsun. O
senden de, devesinden de daha hayırlı" diye cevap verir.
Bir rivâyette, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın sadaka talebi üzerine herkesin birşeyler getirdiği, en sonunda
da (Ebu Heyseme el-Ensarî adında) fakir bir zatın bir sâ' miktarında hurma
getirerek: "Ey Allah'ın Resulü ben de bir sâ' hurma getiriyorum. Bunu bir
gece sabaha kadar su çekerek kazandım. Kazancım aslında iki sâ' idi. Bir
sâ'ını aileme bıraktım, birini de buraya getirdim" der. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kabul buyurarak, bunun toplanan hurma yığınının
içerisine serpilmesini emreder. Bâzı münafıklar adamla alay ederek: "Allah
ve Resulü senin bir sâ' hurmana muhtaç değil, senin bir sâ'ın ne işe yarar!"
derler.
En sonunda Abdurrahman İbnu Avf sekiz bin
dirhemlik malının yarısını bağışlar, yarısını kendine ayırır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) ona da: "bağışladığını da, kendine ayırdığını da
Allah mübârek etsin" duasında bulunur. Münâfıklar onun için kaşgöz
işaretleri yaparak "Vallahi Abdurrahman riyâkarlık yapıyor" derler.
İşte bunun üzerine gelen vahiy hem tek sâ'lık
hurma tasadduk eden miskin adamı, hem de dört bin dirhemlik büyük meblağ
tasadduk eden Abdurrahman İbnu Avf'ı (Allah her ikisinden de râzı olsun)
samimiyetleri hususunda tebrie ederek şu vahyi indirir: "Sadaka vermekte
gönülden davranan mü'minlere dil uzatan ve ancak ellerinden geldiği kadar
verebilenlerle alay eden kimselere bu davranışlarının cezasını Allah verir."
Ayetteki "ellerinden geldiği kadar
verebilenler" ifadesiyle fakirliği sebebiyle bir sâ' hurma verebilen
kimsenin kastedildiğini âlimler belirtmektedir.
Bir başka rivayette, riyâkarlıkla itham edilen
cömertler arasında yüz vask hurma bağışlayan Âsım İbnu Adiy (radıyallahu
anh)'in de bulunduğu belirtilir.
İmkânsızlığı sebebiyle çok az verebilen
kimselerden Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ne derece memnun kalıp
mütehassis olduğunu belirtmek için, Nesâî'de kaydedilen bir rivayeti aynen
aktarıyoruz: "Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki: "Tek bir dirhem hayırla yüz bin
dirhemin önüne geçti!" Yanındakiler, Ey Allah'ın Resûlü bu nasıl olur?
dediler.
- "Şöyle ki”, diyerek açıkladı: “Bir adam
vardır, sâdece iki dirheme sahiptir, ondan birini alır tasadduk eder. Bir
adam vardır pek çok malı mülkü vardır tasadduk eder. Bir adam vardır pek çok
malı mülkü vardır, servetinin yanına varır, yüz bin dirhemini alır ve
bağışlar. (İşte öbürü hayırda bunu geçer.)”
Demek ki, Allah yanında kazanılan kıymet
bağışlanan miktara bakmıyor, himmete, niyete, fedâkarlığa bakıyor.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bir sâ'lık hurmayı diğer hurma
yığınına "serptirmesi" de bize mânidar geldi. Sanki onunla teberrük
kastetmiştir.
ـ21ـ وعن ابن عمر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما قال: ]لَمَّا تُوفِّىَ عبدُاللّهِ بنُ أبىٍّ ابن سَلُولَ جَاءَ
ابْنُهُ إلى النبىِّ # فَسَألَهُ أنْ يُعْطِيَهُ قَمِيصَهُ يُكَفِّنُ فِيهِ
أبَاهُ فَأعْطَاهُ؛ ثُمَّ سَألَهُ أنْ يُصَلِّىَ عَلَىْهِ فَقَامَ # لِيُصَلِّى
عَلَيْهِ. فقَامَ عُمرُ فأخَذَ بِثَوْبِ النبىِّ #. فقَالَ يَا رسُولَ اللّهِ:
تُصَلِّىَ عَلَيْهِ وَقَدْ نَهَاكَ رَبُّكَ أنْ تُصَلِّى عَلَيْهِ؟ فَقَالَ
رسولُ اللّه # إنَّمَا خَيَّرَنِى اللّه تعالى فقَالَ: اِسْتَغْفِرْ لَهُمْ أوْ
َ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ إنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعِينَ مَرَّةً؛ وَسَأزِيدُ
عَلَى السَّبْعِينَ. قالَ إنَّهُ مُنَافِقٌ؛ فَصَلَّى عَلَيْهِ رسولُ اللّه #
فأنزَلَ اللّهٍ تعالى: وََ تُصَلِّ عَلَى أحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أبَداً وََ
تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ. إلى قوله: فَاسِقُونَ[. أخرجه الخمسة إ أبا داود.وزاد
الترمذى: فتَركَ الصََّةَ عَلَيْهِمْ .
21. (651)-
İbnu Ömer (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Abdullah İbnu Übey İbni Selül
öldüğü zaman oğlu (radıyallahu anh) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
huzur-i âlîlerine çıkıp, mübârek gömleklerini babasına kefen olarak
vermesini taleb etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) talebi kabul edip
verdi. Bunun üzerine, babasının cenâzı namazını kıldırıvermesini taleb etti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu talebi de kabul etti ve namaz
kıldırmak üzere kalktı. Ancak, Hz. Ömer (radıyallahu anh) kalkarak
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın elbisesinden tuttu ve: "Ey Allah'ın
Resulü, Rabbin seni, ona namaz kılmaktan men etmişken, sen nasıl ona namaz
kılarsın?" diye müdahale etti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah
beni muhayyer bırakmıştır, zira: "Onların ister bağışlanmasını dile, ister
dileme, birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen de Allah onları
bağışlamayacaktır" (Tevbe, 80) buyurmaktadır. Ben yetmişden de fazla
bağışlama talebinde bulunacağım" dedi. Hz. Ömer (radıyallahu anh): "Ama, o
münafıktır!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buna
rağmen onun ardından namaz kıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti inzâl
buyurdu: "Onlardan ölen hiç kimse için ebediyyen namaz kılmayacaksın,
mezarı başında da durmayacaksın. Çünkü onlar Allah ve Resûlüne inanmadılar,
fâsık olarak öldüler" (Tevbe, 84).
Hz. Ömer (radıyallahu anh) der ki: "Sonra o
gün Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a karşı izhar ettiğim cür'ete hayret
ettim. Allah ve Resulü daha iyi bilirler." (Bu son cümlenin İbnu Abbas'ın
sözü olma ihtimali de mevcuttur)
Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyâde var:
"Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu ayetten sonra münâfıkların cenâze
namazını kılmadı."
Not:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın münâfıkların liderine karşı bu
davranışındaki siyasî gayeyi anlayabilmek için 641 numaralı hadisle ilgili
olarak kaydettiğimiz makalenin görülmesi gerekir.
ـ22ـ وعن أبى هريرة
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]نَزَلتْ هذِهِ اŒية في أهْلِ قُبَاءَ: فِيهِ
رِجَالٌ يُحِبُّونَ أنْ يَتَطَهَّرُوا واللّهُ يُحبُّ الْمطَّهِّرِينَ. قالَ
كَانُوا يَسْتَنْجُونَ بِالْمَاءِ فَنَزَلتْ هذِهِ اŒية فيهمْ[. أخرجه أبو داود
والترمذى .
22. (652)-
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyr: "Şu âyet Kuba halkı hakkında
nâzil omuştur: (Meâlen): "Orada, arınmak isteyen insanlar vardır. Allah
arınmak isteyenleri sever" (Tevbe, 108).
AÇIKLAMA:
Kuba; Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
devrinde Medine'ye yakın bir köy idi. Günümüzde şehre birleşmiş ve bir
mahallesi olmuştur.
Katâde'den yapılan rivayete göre bu âyet
inince Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"- Allah sizi temizlik hususunda
medhetmektedir, bu ilâhî iltifata mazhariyetin sebebi nedir?" diye sorar.
Şu cevabı verirler:
"- Biz, büyük ve küçük abdesti bozduktan
sonra su ile yıkarız."
Alimlerimiz: "Bu âyet temizliği ve nezâfeti
sevenlere ilahî bir övgüdür, temizlik hem beşerî bir mürüvvet hem de şer'î
bir vazifedir" demiştir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) büyük
abdest için çıkınca berâberinde su taşırdı. Ancak önce taşla istinca yapar,
sonra da su ile yıkardı. Dinimiz mak'adın yıkanmasını vâcib kılmamıştır,
ancak bulaşan pisliğin azaltılmasını vâcib kılmıştır. Vacib olan elbise ve
bedenin necâsetten temizlenmesidir. Mak'adın yıkanmasını vacib kılmayışı bir
rahmet, bir kolaylıktır. Zira her zaman her yerde su bulmak müşkil ve hattâ
imkânsız olabilir. Taş, pamuk, paçavra gibi şeylerle kaba pisliğin alınması
vecibenin yerine gelmesi için yeterli ise de yıkamayı ısrarla teşvik etmiş
ve bizzat âyet-i kerime ile Rabbimiz övmüştür. Efdâl olanı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın yaptığı gibi önce kaba pisliği almak, sonra da
yıkamaktır. Doğrudan yıkamak da dinin emrini yerine getirmek için
yeterlidir. Eski âlimlerimiz yazı malzemesi olarak hazırlanan kâğıtların
istinca için kullanılmasına fetva vermemişlerdir. Ancak, günümüzde bu
maksatla hazırlanmış olan ve esâsen yazı malzemesi olarak kullanılması da
mümkün olmayan hijyenik kâğıtların istincâda istimâli tecviz edilmiştir.
ـ23ـ وعن علي بن أبى
طالب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]سَمِعْتُ رَجًُ يَسْتَغْفِرُ ‘بَوَيْهِ
وَهُمَا مُشْرِكَانِ. فقُلْتُ: أتَسْتَغْفِرُ ‘بَوَيْكَ وَهُمَا مُشْرِكَانِ؟
فقَالَ: اِسْتَغْفَر أبْرَاهِيمُ ‘بِيهِ وَهُوَ مُشْرِكٌ. فَذَكَرتُ ذلِكَ
لِرَسُولِ اللّه # فَنَزَلتْ: مَا كَانَ لِلنَّبِىِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أنْ
يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ اŒية[. أخرجه الترمذى والنسائى .
23. (653)-
Ali İbnu Ebi Talib (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben, müşrik olan anne
babası için, Allah'tan af ve mağfiret dileyen birini gördüm. Kendisine: "Sen
müşrik olan anne baban için istiğfarda mı bulunuyorsun, (olur mu bu?)"
dedim. Adam bana: "(Niye olmasın, Kur'an-ı Kerim'de) Hz. İbrahim
(aleyhisselam) müşrik olan babası için istiğfar etmektedir" diye cevap
verdi.
Ben durumu Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a anlattım. Bunun üzerine şu mealdeki âyet indi: "Cehennemlik
oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için
mağfiret dilemek Peygambere ve müminlere yaraşmaz. İbrahim'in, babası için
mağfiret dilemesi, sâdece ona verdiği bir sözden ötürü idi. Allah'ın düşmanı
olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı..." (Tevbe: 9/113-114).
AÇIKLAMA:
Dinimiz insanları iman ve küfür açısından
taksim eder: İnanmayanlar ayrı bir millettir, inananlar da ayrı bir
millettir. Mü'minler iman bağıyla kardeştirler. Renk, dil, meslek, memleket
ayrılığı din kardeşliğine hiçbir zarar vermez. İman yönünden farklı olan
baba-evlat veya kardeşler arasında gerçek yakınlık yoktur. Kur'an-ı Kerim bu
meseleye sâdece Hz.İbrahim'le onun babası Âzer'in misalini vermez. Hz. Nuh
ile sapıklardan olan oğlunun örneği de çarpıcı bir misaldir. Hz. Nuh,
oğlunun da kurtulmasını taleb ettiği zaman Cenâb-ı Hakk: "Ey Nuh, o,
katiyyen senin âilenden değildir..." (Hud, 46) buyurmuştur. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) İslâm'a dâvet mektupları yazdığı zaman mektuplara
esselâmu aleyküm diye başlamazdı. Çünkü, selam bir duadır, muhâtab için
Allah'tan bir nevi rahmet taleb edilmektedir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu durumlardaki selamı şöyle idi: Esselâmu alâ meni't
tebea'lhüdâ.. yani " selam hidâyete tabi olanlara olsun."
Sadece mektuplarda değil, günlük karşılaşma
anlarında, gayr-ı müslimlerle selamlaşma adabı da farklıdır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Müslümanların selâm vermede acele etmemelerini,
onlar selam verince de: "Ve aleyküm" diyerek selamı almalarını emreder. Bu
"Sizin üzerinize de olsun" demektir.
Aynı düşünce ile, fıkıh kitaplarımız, gayr-i
müslimlerle karışık yaşanan yerlerde, dilenciler dilenirken, yanlışlıkla
rahmet duası yapmasın diye, evlerin dışarıdan bakınca anlaşılacak şekilde
farklı kılınması gereğinden bahsederler.
Hayatta olan gayr-ı müslimlerle beşerî
münâsebetler esnasında, gereğinde, yapılacak en iyi dua Allah'tan hidayet
talebidir.
Bu meselenin İslâmî âdabtaki ehemmiyetini
tebârüz ettirmek için şunu da kaydedelim: Hadis ve tefsir kitaplarımız,
yukarıda kaydettiğimiz, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı ve mü'minleri
müşrikler lehine istiğfardan meneden âyetin nüzul sebebi olarak bir başka
vak'adan daha bahseder: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın amcası Ebû
Tâlib, vefat ederken, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bütün ısrarına
rağmen kelime-i şehâdeti telâffuz etmez.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
ziyâdesiyle üzülür. Çünkü amcasının çok yardımını görmüş, en zor günlerde
himayesinden faydalanmıştır. Hatta bir bakıma, "İslâm onun himayesi ile
filizlenmiş, kök atmıştır" denebilir. Bunları düşünen Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "Allah beni yasaklayıncaya kadar affın için
yalvaracağım" diyerek istiğfarda ısrar etmek ister. İşte bunun üzerine
"Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar puta
tapanlar için mağfiret dilemek Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz..." âyeti
ile "(Ey Muhammed!) Sen sevdiğini doğru yola eriştiremezsin. Ama Allah
dilediğini doğru yola eriştirir..." meâlindeki âyet nâzil olur (Kasas, 56).
ـ24ـ وعن ابن شهاب قال: ]أخْبَرَنِى عبدُالرَّحْمنِ بنُ عَبدِاللّهِ بن كَعْبِ
ابنِ مَالكٍ أنَّ عبْدََاللّهِ بنَ كَعْبٍ وَكانَ قَائِدَ كَعْبٍ مِنْ بَنِيهِ
حِينَ عَمِىَ. قَالَ: وَكَانَ أعْلَمَ قَوْمِهِ وَأوْعَاهُمْ ‘حَادِيثِ
أصْحَابِ رسولِ اللّه # قالَ: سَمِعْتُ كَعْبَ بنَ مَالِكٍ يُحَدِّثُ حَدِيثَهُ
حِينَ تَخَلَّفَ عَنْ رسولِ اللّه # في غَزْوَةِ تَبُوكَ. قَالَ كَعْبٌ: إنِّى
لَمْ أتَخَلَّفْ عَنْ رسولِ اللّه # في غزْوةٍ غَزَاهَا قَطُّ إَّ في غَزْوَةِ
تَبُوكَ غَيْرَ أنَّى قَدْ تَخَلَّفْتُ في غَزْوَةِ بَدْرٍ وََلَمْ يُعَاتبْ
أحَداً تَخَلَّفَ عَنْهَا، إنَّمَا خَرَجَ رسولُ اللّه # وَالْمُسْلِمُونَ
يُرِيدُونَ عِيرَ قُرَيْشٍ حَتَّى جَمَعَ اللّهُ تعالَى بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ
عَدُوِّهِمْ عَلَى غَيْرِ مِيعَادٍ، وَلَقَدْ شَهدْتُ مَعَ رسول اللّه #
لَيْلَةَ الْعَقَبَةِ حِينَ تَوَاثَقْنَا عَلَى ا“سَْمِ، وَمَا أحِبُّ أنَّ لِى
بِهَا مَشْهَدَ بَدْرٍ، وَإنْ كَانَتْ بَدْرٌ أذْكَرَ في النَّاسِ مِنْهَا،
وَكانَ مِنْ خَبَرِِى حِينَ تَخَلَّفْتُ عَنْ تَبُوكَ أنّى لَمْ أكُنْ قَطُّ
أقْوَى وََ أيْسَرَ مِنِّى حِينَئذٍ، واللّهِ ما جَمَعتُ قبْلَهَا
رَاحِلَتَيْنِ قَطُّ حَتَّى جَمَعْتُهُمَا في تِلْكَ الْغَزْوَةِ، وَلَمْ
يَكُنْ رسولُ اللّهِ # يُرِيدُ غَزْوَةً إَّ وَرَّى بِغَيْرِهَا، حَتَّى
كَانَتْ تِلْكَ الْغَزْوَةُ فَغَزَاهَا رسولُ اللّهِ # في حَرٍّ شَدِيدٍ،
وَاسْتَقْبَلَ سَفَراً بَعِيداً وَمَفَاوِزَ، وَاسْتَقْبَلَ عَدُوّاً كَثِيراً
فَجََ لِلْمُسْلِمِينَ أمْرَهُمْ لِيَتَأهَّبُوا أُهْبَةَغَزْوِهِمْ
وَأخْبَرَهُمْ بِوَجْهِهِمُ الَّذِي يُرِيدُ، وَالْمُسْلِمُونَ مَعَ رَسُولِ
اللّهِ # كَثِيرٌ َ يَجْمَعُهُمْ كِتَابٌ حَافِظٌ: يريدُونَ بذلِكَ الديوانَ.
قالَ كعبٌ: فَقَلَّ رَجُلٌ يُرِيدُ أنْ يَتَغَيَّبَ إَّ ظَنَّ أنَّ ذلِكَ
سَيَخْفى مَا لَمْ يَنْزِلْ فِيهِ وَحْىٌ؛ وَكَانَ ذلِكَ حِينَ طَابَتِ
الثِّمَارُ وَالظَِّلُ فَأنَا إلَيْهَا أصْعَرُ، فَتَجَهَّزَ رسولُ اللّه #
وَالْمُسْلِموُنَ مَعَهُ، وَطَفِقْتُ أغْدُوا لِكَىْ أتَجَهَّزَ مَعَهُمْ
فأرْجِعُ ولَمْ أقْضِ شَيْئاً، وَأقُولُ في نفسى أنَا قََادِرٌ علَى ذلِكَ إنْ
أرَدْتُ؛ فَلَمْ يَزَلْ ذلِكَ يَتَمَادَى بِى حَتَّى اسْتَمَرَّ بِالنَّاسِ
الجدُّ. فأصْبَحَ رسولُ اللّهِ # غَادِياً وَالْمُسْلِمُونَ مَعَهُ وَلَمْ
أقْضِ مِنْ جِهازِى شَيْئاً، ثُمَّ غَدَوْتُ فَرَجَعْتُ وَلَمْ أقْضِ شَيْئاً؛
فَلَمْ يَزَلْ ذلِكَ يَتَمادى حَتَّى أسْرَعُوا وَتَفَارَطَ الْغزْوَ
فَهَمَمْتُ أنْ أرْتَحِلَ فأدْرِكَهُمْ؟ فَيَالَيْتَنِى كُنْتُ فَعَلْتُ؛ ثُمَّ
لَمْ يُقَدَّرْ لِى ذلِكَ. وَطَفِقْتُ إذَا خَرَجْتُ في النَّاسِ بَعْدَ خُروجِ
رَسُولِ اللّهِ # يُحْزِنُنِى أنْ َ أرَى لِى أسْوَةً إَّ رَجًُ مَغْمُوصاً
عَلَيْهِ في النِّفَاقِ أوْ رَجًُ مِمَّنْ عَذَرَ اللّهُ تعالى مِنْ
الضُّعَفَاءِ، وَلَمْ يَذْكُرْنِى رسُولُ اللّه # حَتَّى بَلَغَ تَبُوكَ
فَقَالَ وَهُوَ جَالِسٌ في الْقَوْمِ: مَا فَعَلَ كَعْبُ بنُ مَالِكٍ؟ فقَالَ
رَجُلٌ مِنْ بنِى سَلَمَةَ: يَا رَسُولَ اللّهِ حَبَسَهُ بُرْدَاهُ وَالنَّظَرُ
في عِطْفَيْهِ؛ فقَالَ لَهُ مُعَاذُ بنُ جَبَل بِئْسَمَا قُلْتَ. واللّهِ يَا
رَسُولَ اللّهِ مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ إَّ خَيْراً. فَسَكَتَ رَسُولُ اللّه #،
فَبَيْنَا هُوَ عَلَى ذلِكَ رَأى رَجًُ مُبْيَضّاً يَزُولُ بِهِ السَّرَابُ.
فقَالَ رَسولُ اللّه #: كُنْ أبَا خَيْثَمَةَ. فَإذَا هُوَ أبُو خَيْثََمَةَ
ا‘نْصَارِىُّ، وَهُوَ الَّذِى تَصَدَّقَ بِصَاعٍ مِنْ تَمْرٍ حِينَ لَمَزَهُ
المُنَافِقُونَ. قَالَ كَعْبٌ: فَلَمَّا بَلَغَنِى أنَّ رسولَ اللّهِ # قَدْ
تَوَجَّهَ قَافًِ مِنْ تَبُوكَ حَضَرَنِى بَثِّى فَطَفِقْتُ أتَذَكَّرُ
الْكَذِبَ. وَأقُولُ: بِمَ أخْرُجُ مِنْ سَخَطِهِ غَداً؟ وَأسْتَعِينُ عَلَى
ذلِكَ بِكُلِّ ذِى رَأىٍ مِنْ أهْلِى.فَلَمَّا قِيلَ إنَّ رسولَ اللّه # قَدْ
أظَلَّ قَادِماً زَاحَ عَنِّى الْبَاطِلَ حَتَّى عَرَفْتُ أنِّى لَنْ أنْجُوَ
مِنْهُ بِشَئٍ أبداً. فأجْمَعْتُ صِدْقَهُ،
وَأصْبَحَ رسولُ اللّه # قادِماً، وَكَانَ إذَا قَدِمَ مِنْ سَفَرٍ بَدَأ
بِالْمَسْجِدِ فَرَكَعَ فِيهِ رَكْعَتَيْنِ ثُمَّ جَلَسَ للنَّاسِ، فَلمَّا
فَعَلَ ذلِكَ جَاءَهُ الْمُخَلّفُونَ فَطَفِقُوا يَعْتَذِرُونَ إلَيْهِ
وَيَحْلِفُونَ لَهُ، وَكانُوا بِضْعَةً وَثَمانِينَ رَجًُ. فَقَبلَ مِنْهُمْ
عََنِيَّهُمْ فَبَايَعَهُمْ وَاستَغْفَرَ لَهُمْ، وَوَكَلَ أمْرَهُمْ إلى
اللّهِ تعالى حتَّى جِئْتُ. فَلَمَّا سَلَّمْتُ تَبَسَّمَ تَبَسُّمَ
الْمُغْضَبِ. ثُمَّ قَالَ: تَعالَ؟ فَجِئْتُ حَتَّى جَلَستُ بَيْنَ يَدَيْهِ.
فَقَالَ: مَا خَلَّفَكَ؟ ألَمْ تَكُنْ قَدِ ابْتَعتَ ظَهْرَكَ؛ قُلتُ يَا
رسُولَ اللّهِ وَاللّهِ إنِّى لَوْ جَلَسْتُ عِنْدَ غَيْرِكَ مِنْ أهْلِ
الدُّنْيَا لَرَأيتُ أنِّى سَأخْرُجُ مِنْ سَخَطِهِ بِعُذْرٍ. لَقَدْ أعْطِيتُ
جَدًَ، وَلَكِنِّى وَاللّهِ لَقَدْ عَلِمْتُ لَئنْ حَدَّثْتُكَ الْيَوْمَ
حَدِيثَ كَذِبٍ تَرْضَى بهِ عَنِّى لَيُوشِكَنَّ اللّهُ تعالى أنْ يُسْخِطَكَ
عَلَىَّ، وَلَئنْ حَدَّثْتُكَ حدِيث صِدْقٍ تَجِدُ عَلَىَّ فِيهِ إنى ‘رْجُوا
عَفْوَ اللّهِ تعالى فِيهِ. واللّهِ مَا كَانَ لِى مِنْ عُذْرٍ. واللّهِ مَا
كُنْتُ قَطُّ أقْوَى وََ أيْسَرَ مِنِّى حِينَ تََخَلَّفْتُ عَنْكَ. فَقَالَ
رسولُ اللّه #: أمَّا هذَا فَقَدْ صَدَقَ فقُمْ حَتَّى يَقْضِىَ اللّهُ تعالى
فِيكَ؛ فقُمْتُ: وَثَارَ رِجَالٌ مِنْ بَنِى سَلَمةَ فاتَّبعُونِى. وقالُوا:
واللّهِ ما علمْنَاكَ أذْنبْتَ ذَنْباً قَبْلَ هذَا، لَقَدْ عَجَزْتَ أنْ َ
تَكُونَ اعْتَذَرْتَ إلى رسول اللّه # بِمَا اعْتَذَرَ إلَيْهِ
الْمُخَلَّفُونَ، فقَدْ كانَ كَافيكَ ذنْبَكَ اسْتِغْفَارُ رسولِ اللّهِ #
لَكَ؛ قَالَ فواللّهِ مَا زَالُوا يُؤنبوننِى حَتَّى أرَدْتُ أنْ أرْجِعُ إلى
رسولِ اللّهِ # فأكَذّبَ نَفْسِى. قالَ: ثُمَّ قُلْتُ هَلْ لَقِىَ مَعِى هذَا
أحدٌ؟
قالُوا: نَعَمْ. رَجَُنِ قَاَ مِثْلَ ما قُلْتَ، وَقِيلَ لَهُمَا مِثْلُ مَا
قِيلَ لَكَ؟ قُلتُ مَنْ هُمَا؟ قالُوا: مَرَارَةُ بنُ الرَّبِيعِ الْعَامِرىُّ،
وَهَلُ بنُ أمَيَّةَ الْوَاقِفِى. فذكُروا لِي رَجُلَيْنِ صَالِحَيْنِ قَدْ
شَهدا بَدْراً فيهِمَا اُسْوَةٌ. قالَ: فَمَضَيْتُ حِينَ ذكرُوهُما لِى، ونَهى
رسولُ اللّهِ # الْمُسْلِمِينَ عَنْ كََمِنَا أيُّهَا الثَّثَةَ مِنْ بَيْن
مَنْ تَخَلّفَ عَنْهُ، فَاجْتَنَبَنَا النَّاسُ، وَتَغَيَّرُوا لَنَا حَتَّى
تَنَكَّرَتْ لِى في نَفْسِى ا‘رّضُ فَمَا هِىَ بِا‘رْضِ الَّتِى أعْرِفُ.
فَلَبِثْنَا عَلَى ذلِكَ خَمْسِينَ لَيْلَةً. فَأمَّا صَاحِبَاىَ فاستََكَانَا
وَقَعَدَا في بُيُوتِهِمَا يَبْكِيَانِ. وأمَّا أنَا فَكُنتُ أشَبَّ الْقَوْمِ
وَأجلَدَهُمْ: فَكُنْتُ أخرُجُ وَأشْهَدُ الصََّةَ وَأطُوفُ في ا‘سْوَاقِ فََ
يُكَلِّمُنِى أحدٌ، وآنى رسول اللّهِ # فأسلّمُ عَلَيْهِ وَهُوَ في مَجْلِسِهِ
بَعْدَ الصََّةِ. فَأقولُ في نفسى هَلْ حَرَّكَ شَفتيه بردِّى السم أم ؟ ثُمَّ
أصَلِّى قرَيباً مِنْهُ وَأسارِقُهُ النَّظَر فإذَا أقْبلتُ عَلَى صََتِى
نَظَرَ إليَّ، وَإذَا الْتَفَتُّ نحْوَهُ أعْرَضَ عَنِّى حَتَّى إذَا طَالَ
عَلَيَّ ذلِكَ مِنْ جَفْوةِ الْمُسْلِمِينَ مَشَيتُ حَتَّى تَسَوَّرْتُ جِدَارَ
حَائِطِ أبى قَتَادَة، وَهُوَ ابنُ عَمِّى، وَأحبُّ النَّاسِ إلىَّ،
فَسَلَّمْتُ عَلَيْهِ؟ فَواللّهِ مَا ردَّ عَلى السََّمَ، فقُلتُ لهُ: يَا أبَا
قتَادَةَ أنْشُدُكَ بِاللّهِ! هَلْ تَعْلَمُ أنِى أحِبُّ اللّه ورسُولَهُ؟ قال
فَسَكَت فعُدْتُ فَنَاشَدْتُهُ فسَكَتَ، فعدتُ فَنَاشَدتُهُ. فَقَآلَ: اللّهُ
وَرَسُولُهُ أعْلمُ. فَفَاضَتْ عَيْنَاى وَولَّيتُ حَتَّى تَسَوَّرْتُ
الْجِدَارَ. فَبَيْنَا أنَا أمْشِى في سُوقِ الْمَدِينَةِ إذَا نَبْطِئُ مِنْ
نَبْط الشَّام مِمَّنْ قَدِمَ بِطَعامٍ يَبيعُهُ في الْمَدِينَةِ يَقُولُ:
مَنْ يدُلُّ عَلَى كَعْبِ بن مالِكٍ؟ قالَ: فطِفق النَّاسُ يُشِيرُونَ لَهُ
إلىَّ حتَّى جَاءَنِى فدفع إلَىَّ كِتَاباً مِنْ ملكِ غَسَّان، وَكُنْتُ
كاتِباً فقرأتُهُ؟ فإذا فيهِ: أمَّا بَعْدُ فإنَّهُ قَدْ بَلَغَنَا أنَّ
صَاحِبَكَ قَدْ جَفَاكَ وَلَمْ يَجْعَلْكَ اللّهُ
بِدَارِ هَوَانٍ وََ مَضْيَعَةٍ، فَالْحَقْ بِنَا نُوَاسِكَ. فقُلتُ حِينَ
قَرَأتُهُ: وَهذَا أيصاً مِنَ الْبَءِ؛ فَتَيَمَّمْتُ بِهِ التَّنُّورَ
فَسَجَرْتُهُ حَتَّى إذَا مَضَتْ أرْبَعُونَ مِنَ الْخَمْسِينَ وَاسْتَلْبَثَ
الْوَحْىُ فإذَا رسولُ اللّهِ # يَأتِينِى فَقَالَ: إنَّ رسول اللّه #
يَأمُرُكَ أنْ تَعْتَزلَ امْرَأَتَكَ. قالَ فقُلْتُ: أطَلِّقُهَا أمْ مَاذَا
أفْعَلُ؟ قالَ: َ. بَلْ اعْتَزِلهَا فََ تَقَرَّبنَّهَا. وَأرْسَلَ إلى
صَاحَبىَّ بِمِثْلِ ذلِكَ، قالَ فقُلتُ “مْرَأَتِى: الحَقِى بِأهْلِكِ فَكُونِى
عِنْدَهُمْ حتَّى يَقْضِىَ اللّهُ تَعَالى في هذَا ا‘مْر. وَجَاءَتِ امْرَأةُ
هَِلِ بْنِ اُمَيَّةَ رسولَ اللّهِ # فَقَالَتْ: يَا رَسُول اللّهِ إنَّ هَِلَ
بْنَ أمَيَّةَ شَيْخٌ ضَائِعٌ لَيْسَ لَهُ خَادِمٌ. فَهَلْ تَكْرَهُ أنْ
أخْدُمَهُ؟ قَالَ َ. وَلكِنْ َ يَقْرَبَنَّكِ. قَالَتْ: إنَّهُ وَاللّهِ مَا
بِهِ حَرَكَةٌ إلى شئِ، وَوَاللّهِ مَا زَالَ يَبْكِى مُنْذُ كَانَ مِنْ
أمْرِهِ مَا كَانَ إلى يَوْمِهِ هَذَا. فَقَالَ لى أهْلِى: لَوِ اسْتَأذَنْتَ
رسولَ اللّهِ # في امْرَأتِكَ؟ فَقَدْ أذِنَ ‘مْرأةِ هَِلٍ أنْ تَخْدُمهُ.
فَقُلتُ: َ أسْتَأذِنُهُ فِيهَا. وَمَا يُدْرِينِى مَا يَقُولُ؟ وَأنَا رَجُلٌ
شَابٌّ. فَلَبِثتُ بِذَلِكَ عَشْرَ ليَالٍ فَكَمُلَ لَنَا خَمْسُونَ لَيْلَةً
مِنْ حِينِ نَهى عَنْ كََمِنَا. فَصَلَّيتُ صََةَ الْفَجْرِ صَبَاحَ خَمْسِينَ
لَيْلَةً عَلَى ظَهْرِ بَيْتٍ مِنْ بُيُوتِنَا، فَبَيْنَا أنَا جَالِسٌ عَلََى
الحَالِ الَّتِى ذَكَرَ اللّهُ تَعَالى مِنَّا، قَدْ ضَاقَتْ عَلَىَّ نَفْسِى
وَضَاقَتْ عَلَىَّ ا‘رْضُ بِمَا رَحُبَتْ، سَمِعْتُ صَوْتَ صَارِخ أوْفَى عَلَى
جَبل ٍسَلْعٍ يَقُولُ بِأعْلَى صَوْتِهِ: يَا كَعْبُ بْنَ مَالِكٍ أبْشِرْ.
قَالَ: فَخَرَرْتُ سَاجِداً وَعَلِمْتُ أنْ قَدْ جَاءَ فَرَجٌ، وَآذَنَ رسول
اللّه # النَّاسَ بَتَوْبَةِ اللّهِ
عَلَيْنَا حِينَ صَلَّى صََة الْفَجْرِِ. فَذَهَبَ النَّاسُ يُبَشِّرُونَنَا
فَذَهَبَ قِبَلَ صَاحَبىَّ مُبَشِّرُونَ، وَرَكَضَ إلىَّ رَجُلٌ فَرَساً وَسَعى
سَاعٍ مِنْ أسْلَمَ قِبَلِى فَأوْفَى عَلَى الْجَبَلِ فَكَانَ الصَّوْتُ
أسْرَعَ مِنَ الْفَرَسِ. فَلَمَّا جَاءَنِى الَّذِى سمِعْتُ صَوْتَهُ
يُبَشِّرُنِى نَزَعْتُ لَهُ ثَوْبَىَّ فَكَسَوْتُهُما إيَّاهُ بِبشَارَتِهِ،
وَاللّهِ مَا أمْلِكُ غيْرَهُمَا يَوْمَئذٍ. فاسْتَعَرْتُ ثَوْبيْنِ
فَلَبِسْتُهُمَا وَانْطَلَقَتُ أتَأمَّمُ رسول اللّه #. فَتَلَقَّانِى النَّاسُ
فَوَجَا فَوْجا يُهنَئَونَنِى بِالتَّوْبَةِ حَتَّى دَخَلْنَا الْمَسْجِدَ
فَإذَا رسول اللّهِ # حَوْلهُ النَّاسُ، فَقَامَ طَلْحَةُ ابْنُ عُبَيْدِ
اللّهِ رََضِىَ اللّهُ عَنْهُ يُهَرْوِلُ حَتَّى صَافَحْنِى وَهَنَّأنِى.
وَاللّهُ مَا قَامَ إلىَّ رجُلٌ مِنَ الْمُهَاجِرينَ غَيْرُهُ فَكَانَ كَعْبٌ َ
يَنْسَاهَا لِطَلْحَةَ قَالَ فَلمَّا سَلَّمْتُ عَلَى رسول اللّه # قَالَ
وَهُوَ يَبْرُقُ وَجْهُهُ مِنَ السُّرُورِ: أبْشرْ بِخَيْرِ يَوْمٍ مَرَّ
عَلَيْكَ مُنْذُ وَلَدَتْكَ أمُّكَ. قالَ: فَقُلْتُ أمِنْ عِنْدِكَ يَا رَسولَ
اللّه أمْ مِنْ عِنْدِ اللّهِ؟ قَالَ: بَلْ مِنْ عِنْدِاللّهِ تعالى: قَالَ:
وكَانَ رسول اللّه # إذَا سُرَّ اسْتَنَارَ وَجْهُه فَكأنَّهُ قِطْعَةُ قَمَرٍ.
قَالَ: وَكُنَّا نَعْرفُ ذَلِكَ. فَلَمَّا جَلَسْتُ بَيْنَ يَدَيْهِ قُلْتُ:
يَارسُولَ اللّهِ؟ إنَّ مِنْ تَوْبَتِى أنْ أنْخَلِعَ مِنْ مَالِى صَدَقَةً إلى
اللّه وإلى رسول اللّه قالَ أمْسِكْ عَلَيْكَ بَعْضَ مَالكَ فَهُوَ خَيْرٌ
لَكَ. فَقُلتُ: فَإنِّى أمْسِكُ سَهْمِى الَّذِى بِخَيْبَرَ. وَقُلتُ
يَارَسُولَ اللّهِ إنَّ اللّهَ تَعَالى إنَّمَا نَجَّانِى بِالصِّدْقِ، وَإنّ
مِنْ تَوْبَتِى أنْ َ أُحَدِّثَ إَّ صِدْقاً مَا بَقِيتُ. فَوَاللّهِ مَا
أعْلَمُ أَحَداً مِنْ الْمُسْلِمِينَ أبَْهُ اللّهُ تَعالى في صِدْقِ
الْحَدِيثِ مُنْذُ ذَكَرْتُ ذلِكَ لرسول اللّه # أحْسَنَ مِمَّا أبَْنِى،
واللّهِ مَا تَعَمَّدْتُ كِذْبَةً مُنْدُ قُلْتُ مَا قُلْتُ لرسولِ اللّهِ #،
وَإنِّى ‘رْجُو أنْ يَحْفَظَنِى اللّهُ تَعَالى فِيمَا بَقِىَ، فأنْزَلَ
اللّهُ تعالى: لَقَدْ تَابَ اللّهُ عَلَى النَّبِىِّ وَالْمُهَاجِرىنَ
وَا‘نْصَارِ حَتَّى بَلَغَ إنَّهُ بِهِمْ رَؤُفٌ رَحِيمٌ. وَعَلَى الثََّثَةِ
الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ ا‘رْضُ بِمَا رَحُبَتْ.
حَتَّى بَلَغَ اتَّقُوا اللّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ. قَالَ كَعْبُ:
وَاللّهِ مَا أنْعَمَ اللّهُ تَعَالى عَلَىَّ مِنْ نِعْمَةٍ قط بَعْدَ إذْ
هَدَانِى لِ“سَْمِ أعْظَمَ في نَفْسِى مِنْ صَدْقِى رسول اللّه # أنْ َ أكُونَ
كَذَبْتُهُ فَأهْلِكَ كَمَا هَلَكَ الَّذِينَ كَذَبُوا. إنَّ اللّهَ تَعالَى
قَالَ لِلَّذِينَ كَذَبُوا حِينَ أنْزِلَ الْوَحْىُ شَرَّ مَا قَالَ ‘حَدٍ،
قَالَ اللّهُ تعالَى: سَيَحْلِفُونَ بِاللّه لَكُمْ إذَا انْقَلَبْتُمْ
إلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْ فَأعْرِضُوا عَنْهُمْ إنَّهُمْ رِجْسٌ
وَمَأوَاهُمُ جَهَنَّمُ جَزَآءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ. يَحْلِفُونَ لَكُمْ
لِتَرْضَوْا عَنْهُمْ فَإنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فإنَّ اللّهَ يَرْضَى عَنْ
الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ. قالَ كَعْبٌ: كُنَّا خُلِّفْنَا أيُّهَا الثََّثَةَ
عَنْ أمْرِ أولئِكَ الَّذِينَ قَبِلَ مِنْهُمْ رسولُ اللّه # حِينَ حَلَفُوا
لَهُ فَبَايَعَهُمْ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ، وَأرْجَأَ رَسُولُ اللّهِ # أمْرَنَا
حَتَّى قَضَى اللّهُ تعالى فيهِ بِذلِكَ. قَالَ اللّهُ عزَّ وَجلّ: وَعَلَى
الثََّثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا، وَلَيْسَ الَّذِى ذَكَرَ مِمَّا خُلِّفْنَا
تَخَلُّفَنَا عَنْ الْغَزْوِ وَإنَّمَا هُوَ تَخْليفُهُ إيَّانَا وَإرْجَاؤُهُ
أمْرَنَا عَمَّنْ حَلَفَ لَهُ واعْتَذَرَ إلَيْهِ فَقَبِلَ مِنْهُ[. أخرجه
الخمسة.»الرَّاحِلةُ« الجمل والناقة القويان على ا‘حمال وا‘سفار.
»والتَّوْرِيةُ« إخفاء الشئ وإظهار غيره. »وَالمَفَاوِزُ« جمع مفازة، وهى
البريّة القفر. »وَجََ لِلنَّاسِ أمْرَهُمْ« أظهره »وَوَجَّهَهُمْ« جهتهم التى
يستقبلونها ومقصدهم. »والصَّعَرَُ« بمهملتين مفتوحتين الميل. »والتَهْجِيزُ«
المبادرة إلى الشئ في أول وقته. »وَاسْتَمَرَّ بِالنَّاسِ الْجِدُّ« أى تتابع
اجتهاد في السير.
»وَالتَّمَادِى« التغافل والتأخر. »وَتَفَارَطَ الْغَزْوَ« تباعد، وأشار به إلى
ما بينه وبينهم من المسافة. »وَطَفِقتُ« مثل جعلت. »وََا‘سْوَةُ« بضم الهمزة
وكسرها: الندوة. »وَالْمَغْمُوصُ« المشار إليه بالعيب. »ونَظَرَ فَُنٌ في
عطْفَيْهِ« إذَا أعجب بنفسه. »وَيَزُولُ بِهِ السَّرَابُ« أى يظهر شخصه خيا
فيه. »واللَّمْزُ« العيب »وَالقَافِلُ« الراجع من سفره إلى وطنه. »والْبَثُّ«
أشدُّ الحزن. »وَأظَلَّ قَادِما« إذَا دنا. »وَزَاحَ عَنِّى« زال. »وَأجْمَعْتُ
صِدْقَهُ« أى عزمت عليه. »وَالْمُخَلَّفُونَ« المتأخرون عن الغزو. »والبضْعُ«
ما بين الثث إلى التسع من العدد. »وَكَلَ سَرَائِرَهُمْ« ردّها إلى علم اللّه.
»وَالظَّهْرُ« هنا عبارة عما يركبه. »وَجِدَ« من الموجدة وهى: الغضب
»وَالتَّأنِيبُ« الممة والتوبيخ. »وَا“سْتِكَانَةُ« الخضوع. »وتَسَوَّرْتُ
الجِدَارَ« علوته. »المُضَيْعَةُ« مفعلة من الضياع وهو اطراح، ومثله الهوان.
»وَالْمُوَاسَاةُ« المشاركة والمساهمة في المعاش والرزق ونحوهما.
»وَاليَّيَمُّمُ« القصد. »وَاسْتَلْبَثَ« أبطأ. »والرَّحْبُ« السعة. »وأوْفَى«
أشرف. »وَسَلْعٌ« جبل في المدينة. »وَالرَّكْضُ« ضرب الراكب الفرس برجله ليسرع
العدو. »وَآذَنَ« أعلم. »وَأتَأمَّمُ« أقصد. »وَالْفَوْجُ« الجماعة من الناس.
»وَيَبْرُقُ وَجْهُهُ« إذا لمع وظهرت عليه أمارات السرور. »وَأنْخَلِعَ مِنْ
مَالِى« أى أخرج من جميعه. وسمى جيش تبوك جيش العسرة ‘ن الناس ندبوا إليه في
شدة الحر فعسر عليهم وكان وقت إدراك الثمار. »وَالرِّجْسُ« النجس.
»وَا“رْجَاءُ« التأخير .
24. (654)-
Muhammed İbnu Şihab ez-Zührî anlatıyor: "Bana Abdurrahman İbnu Abdillah İbni
Ka'b İbni Mâlik nakletti: Abdullah İbnu Ka'b -ki babası Ka'b gözlerini
kaybettiği zaman kardeşleri değil, kendisi babasına rehberlik etmişti- kavmi
içinde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabının hadislerini en iyi
bilen ve en iyi öğrenmiş olanıydı. Abdullah dedi ki: "Babam Ka'b İbnu
Malik'in, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Tebük seferine çıktığı zaman,
sefere katılmayışı ile ilgili hikâyeyi kendisinden dinledim. Şöyle
anlatmıştı: "Ben Tebük gazvesi hariç Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
çıkardığı gazvelerden hiçbirine katılmamazlık etmemiştim. Gerçi Bedir
gazvesine iştirak etmedim. Ancak buna katılmayanlardan kimseyi Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) kınamadı. O seferde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ve Müslümanlar savaşı değil, Kureyş'in kervanını ele geçirmeyi
düşünüyorlardı. Ne var ki Cenab-ı Hakk bunlarla düşmanı beklenmedik anda
karşı karşıya getirdi.
Ben Akabe gecesinde İslâm'la müşerref olup ilk
andlaşmayı yaptığımız esnada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la
beraberdim. Ben Akabe'de hazır bulunmayı Bedir'de hazır bulunmaya değişmem,
halk Bedir gazasını Akabe biatından daha çok ansa da.
Benim Tebük seferinden geri kalışımla ilgili
habere gelince, gerçekten ben hiçbir zaman, o sıradaki kadar güçlü ve zengin
olmamıştım. Allah'a kasemle söylüyorum, daha önce hiçbir zaman iki devem
olmamıştı. Ama o gazve sırasında iki tane binmeye mahsus devem vardı. Bir de
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) gazaya niyet etti mi mübhem ifadeler
kullanarak asıl hedefi belli etmezdi. Fakat bu gazvede öyle yapmadı. Çünkü
Tebük seferi çok sıcak bir mevsimde oluyordu. Uzak bir seferi ve tehlikeleri
göze almış, büyük bir düşmanı hedef edinmişti. Müslümanlar gazve
hazırlıklarını tam yapsınlar diye durumu bütün ciddiyetle açıklamış,
gidecekleri istikameti gizlemeksizin bildirmişti.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la sefere
katılacak Müslümanlar pek çoktu. Askerlerin künyelerini kayıt defreti
almıyordu. Kayıt defterinden maksat künyelerin yazıldığı divandı." Ka'b
(rivayetine devamla) der ki: "Pek az kimse gözden kaybolmayı (katılmamayı)
arzu ediyordu. Bunlar da vahiy gelmedikçe, gizlendikleri, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) tarafından bilinilemiyeceğini zanneden kimselerdi.
Bu gazve, tam meyvelerin erdiği, gölgelerin
iyice tatlılaştığı bir zamana rastlamıştı. Ben de meyve ve gölgeye düşkün
bir kimseydim.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve
Müslümanlar yol hazırlığı yaptılar. Ben de onlarla yol hazırlığı yapmak
üzere sabahleyin evden çıkar (kararsızlık içinde) hiçbir şey yapmadan geri
dönerdim. Kendi kendime: "Bu da bir şey mi, dilersem hazırlığı çabucak
yapabilirim" diye teselli olur, avunurdum. Bu hâl böylece devam etti. Öyle
ki, başkaları ciddi ciddi hazırlığını tamamlamıştı.
Derken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Müslümanlar yola çıktılar. Ben
hâlâ hiçbir hazırlık yapmamıştım. Yine hazırlık için gittim geldim ama bir
şey yapmaya bir türlü elim varmıyordu. Bu hal de sürgü gitti. Askerler
sür'atle yol aldılar. Gazve elimden kaçtı. Yine de yola çıkıp onlara
kavuşmayı düşündüm. Keşke bunu yapsaydım. Bana bu da nasib olmadı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Medine'den
ayrıldıktan sonra halkın arasına çıkınca gördüğüm bir husus beni üzmeye
başladı: Çarşıpazarda benim gibi kalanlar meyanında gördüklerim ya
münafıklık damgasını yemiş olanlardı veya zayıflıkları sebebiyle Cenâb-ı
Hakk'ın mazur addettiği kimselerdi.
Öte yandan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
da beni Tebük'e varıncaya kadar hiç anmamış. Orada kalabalığın arasında
otururken: "Kâ'b İbnu Mâlik ne yaptı, (ondan ne haber var?)" diye sormuş.
Benû Seleme'den birisi: "Ey Allah'ın Resulü, onu, yakışıklı iki elbisesi ve
çalımla iki tarafına bakması (Medine'de) hapsetti" demiş. Muaz da ona şu
cevabı vermiş: "Ne kötü konuşuyorsun. Ey Allah'ın Resulü Allah'a kasem olsun
Mâlik hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz" demiş.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sükût
buyurmuşlar. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu durumda iken, uzaktan
beyazlara bürünmüş bir adamın silüetini görür ve: "Bu gelen Ebu Heyseme
olmasın!" der. Gerçektende o Ebu Heyseme el-Sari'dir. Yani, sefer hazırlığı
sırasında bir sâ'lık hurma verdi diye münafıkların birbirlerine kaşgöz
ederek istihzâ ettikleri zât."
Kâ'b (sözlerine devamla) der ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın Tebük'ten ayrılıp yola çıktığı haberi bana
ulaşınca keder ve üzüntüm tekrar arttı. Bir yalan hazırlamaya başladım.
"Yarın, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın öfkesinden, ne söyleyerek
kurtulabilirim?" diyordum. Bu hususta âilemde aklı başında herkesin fikrine
müracat ediyordum.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın gelmesi
yaklaştı dendiği zaman benden yanlış düşünceler zâil oldu. İyice anladım ki,
hiçbir yalan asla beni kurtaramaz. Doğruyu söylemeye karar verdim. Derken
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bir sabah Medine'ye geldiler. O, bir
seferden dönünce ilk iş olarak mescide uğrar, iki rek'at namaz kılar, ondan
sonra halka görünürdü. Bu gelişinde de namazını kılıp halkı kabul etmeye
başlayınca sefere katılmayıp geride kalanlar gelip özür dilemeye, özürleri
hususunda inandırıcı olmak için yeminler etmeye başladılar. Bunlar seksen
kadar erkekti. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onların özürlerini kabul
ediyor, onlardan beyat alıyor, olara istiğfarda bulunuyor, işlerini Allah'a
havale ediyordu.
Ben de geldim. Selam verdim. Selâmımı işitince
öfkeli öfkeli tebessüm etti ve "Gel" dedi. Yaklaştım ve önüne oturdum.
"- Niye geride kaldın, sen (Akabe'de) biat
edip itaatı sırtına almış değil miydin?" dedi. Ben şu cevabı verdim:
"- Evet ey Allah'ın Resulü! Ben senin değil
de dünya ehlinden bir başkasının yanında oturmuş olsaydım, inandırıcı bir
özür söyleyip, mutlaka öfkesini gidererek yanından ayrılırdım. Çünkü, Allah
bana yeterli bir ifade gücü vermiş bulunmaktadır. Ancak, Allah'a kasem olsun
kesinlikle inanıyorum ki, bugün sizi, benden razı kılacak bir yalan söylesem
çok geçmeden Allah sizi bana öfkelendirecektir. Size doğruyu söylesem bana
kızacaksınız. Ama ben de o hususta Allah'tan af dilerim. Gerçeği
söylüyorum, kasem olsun hiç bir özrüm yoktu. Vallahi başka hiç bir vakit,
sizden geri kaldığım zamanki kadar güçlü ve zengin değildim."
Benim bu itirafım üzerine Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm): "İşte bu doğru konuştu" dedi ve bana da: "Kalk,
Allah senin hakkında hükmedinceye kadar bekle!" buyurdu. Ben de kalktım.
Benû Seleme'den bir kısım insanlar da koşarak beni tâkip ettiler ve bana:
"- Allah'a kasem olsun bundan önce herhangi
bir günah işlediğini bilmiyoruz. Savaştan geri kalan diğerlerinin yaptığı
gibi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın senin için yapacağı istiğfar bu
günâhını affettirmeye yeterdi" dediler."
Mâlik (devamla) şunları anlattı: "Sonra: Benim
vaziyetime düşen başka biri var mı? diye sordum. "Evet iki kişi daha tıpkı
senin gibi itirafta bulundular. Onlara da sana söylenen söylendi" dediler.
"- Mürâre İbnu'r-Rebî el-Âmirî ile Hilâl İbnu
Ümeyye el-Vâkıfî (radıyallahu anhümâ)" dediler. Bana çok sâlih iki kişi
zikretmiş oldular. Bunlar Bedir gazvesinde bulunmuş, nümune-i imtisâl
kişilerdi. Bunların ismini duyunca, geri gidip özür beyan etme fikrinden
vazgeçtim.
Derken Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Müslümanlara gazveye katılmayanlardan sadece üçümüzle konuşmayı yasakladı.
Bunun üzerine halk bizden çekindi ve yüz çevirdi. Öyle ki yeryüzü bana
yabancılaştı. Dünya, önceden bilip tanıdığım dünya olmaktan çıktı.
Bu minval üzere elli gece geçirdik. Diğer iki
arkadaşım, halktan uzaklaşıp evlerinde oturup ağlayarak vakit geçirdiler.
Onlardan daha genç, daha güçlü olan ben dışarı çıkıyor, namazlara katılıyor,
çarşı pazar dolaşıyordum. Ama kimse benimle konuşmuyordu. Bazan namazdan
sonra, ashabıyla oturmakta olan Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a
uğrayıp selam veriyordum. İçimden, "Acaba, benim selamımı alarak dudaklarını
kıpırdatır mı?" diye kendi kendime sorardım. Sonra yakınına durup namaz
kılar, göz ucuyla da ona bakardım. Namaza durunca bana baktığını da
görürdüm. Ama ben ona yönelecek olsam derhal benden yüzünü çevirirdi.
Müslümanların cefasından çektiğim bu ızdıraplı
hal uzayınca bir gün dayanamayıp gittim. Ebû Katâde'nin bahçe duvarını
aştım.O amcamın oğlu idi ve herkesten çok severdim. Yanına varınca selâm
verdim. Hayret! Vallahi selâmımı almadı. Kendisine: Ey Ebû Katâde Allah
aşkına söyle. Allah ve Resulü'nü sevdiğimi bilmiyor musun? dedim. Sustu,
cevap vermedi. Tekrar Allah aşkına diye yemin verdim, yine konuşmadı.
Üçüncü sefer Allah adına yemin verdim. Bu defa:
"- Allah ve Resulü daha iyi bilir!" dedi.
Bunun üzerine gözlerimden yaş boşandı. Geri döndüm, duvarı aştım."
Ka'b hikâyesine devamla der ki: "(Bir gün)
Medine çarşısında yürürken Medine'ye buğday satmaya gelmiş, Şam ahalisinden
Nabâtî bir fellâh: "Ka'b İbnu Mâlik'i bana kim gösterecek?" diyordu. Halk
beni ona gösterdi. Adam bana yaklaştı. Gassân Kralı'ndan bir mektup getirdi.
Ben okumayazma bilirdim, hemen okudum. Mektupta şöyle diyordu: "Bana gelen
habere göre arkadaşın sana sıkıntı veriyormuş. Allah seni hakâret görmek,
sıkıntı çekmek için yaratmadı. Bize gel, sana iyi davranalım." mektubu okur
okumaz: "Bu da bir başka belâ" dedim. Tandıra götürüp attım ve yaktım.
Nihayet bu (boğucu) elli günden kırkı geçmiş,
(hakkımızda) vahiy de gecikmişti. Âniden Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın elçisi geldi. Bana: "Resulullah, hanımını terketmeni emrediyor"
dedi. Ben: "Boşayacak mıyım, yoksa başka şekilde bir terk mi?" diye sordum.
"Hayır, boşamıyacaksın, ondan ayrıl, sakın yaklaşma!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) aynı
haberi diğer iki arkadaşıma da göndermişti. Hanımıma: "Ailene dön, onların
yanında kal, Allah bu meselede bir hüküm bildirinceye kadar da orada bekle"
dedim.
Hilâl İbnu Ümeyye'nin hanımı Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a müracaat ederek: "Ey Allah'ın Resulü, Ümeyye İbnu
Hilâl kendini kaybetmiş bir ihtiyardır, hizmetçisi de yoktur. Ona hizmetini
yapıversem bir mahzuru var mı?" diye izin istemiş. Ve: "Hayır, hizmet
edebilirsin, ancak sakın yakınlaşmada bulunma" cevabını almış. Kadın da:
"Hayır ya Resulallah! Vallahi, zâten onda kımıldayacak mecal kalmadı.
Vallahi cezalandığı günden şu âna kadar hiç ara vermeden habire ağlıyor"
dedi.
Ailemden bazısı bana: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a gidip hanımın, hizmetlerini yapıvermesi için izin
istesen iyi olur. Nitekim o, Hilâl'in hanımına hizmet etmesi için müsaade
etti" diye tavsiyede bulundu. "Hayır, dedim, böyle bir talepte
bulunmayacağım. Bana ne diyeceğini nasıl bilebilirim, ben genç bir
kimseyim."
Böylece sıkıntısı daha da artan on gece daha
geçirdim. Konuşmaktan yasaklandığımızın üzerinden tam elli gece geçti.
Ellinci gecenin sabah namazını evlerimizden birinin damında kılmıştım. Ben
Allahu Teâlâ'nın hakkımızda belirttiği o dehşetli hâl içinde oturmuş
duruyordum. Ruhum sıkılmış, bütün genişliğine rağmen dünya daralmıştı.
Sanki bir cendere içerisindeydim. Bir ses işittim. Bu, Sel dağı üzerine
çıkmış yüksek sesle bağıran birinin sesiydi. (Dikkat kesildim: bana
sesleniyor ve):
- "Ey Kâ'b İbnu Mâlik müjde!" diyordu. Hemen
secdeye kapandım. Hakkımızda bir kurtuluşun geldiğini anlamıştım.
Meğer Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm),
Cenab-ı Hakk'ın bizi affettiğine dair müjdeli haberi o gün sabah namazında
halka duyurmuş, halk da bize müjdelemek üzere koşuşmuş, bâzıları da diğer
iki arkadaşıma gitmişmiş. Bir zat bana at koşmuştu, Eslemli biri de yaya
olarak seğirtip dağa çıkmış... Tabii ki ses, attan daha hızlı yol aldı.
Müjdeci sesini duyduğum kimse bir müddet
sonra bizzat yanıma gelince, derhal iki parça elbisemi çıkarıp müjde bedeli
olarak kendisine giydirdim. Yemin olsun o gün için başka bir şeyim yoktu.
Emanet iki giyecek te'min ettim, onları giyip, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı görmek arzusuyla dışarı fırladım. Yolda halk grup grup beni
karşılıyor. Cenâb-ı Hakk'ın affı sebebiyle tebrik ediyordu.
Bu minval üzere Mescid'e geldim. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) etrafını saran ashabının ortasında oturuyordu.
Beni görünce Talha İbnu Ubeydillah
(radıyallahu anh) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik
etti. Yemin olsun, onun dışında muhacirlerden başka kalkan olmadı."
Ka'b onun bu samimî davranışını ömrü boyu
unutmayacaktır.
Kâ'b, (sözlerine devam ederek) şunları
söyledi: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a selam verince memnuniyetten
ışıl ışıl, mütebessim bir yüzle: "Müjdeler olsun! Annenden doğalıdan beri
yaşadığın en hayırlı gününü tebrik ederim" dedi. Ben hemen sordum:
- "Ey Allah'ın Resulü, bu sizin bağışladığınız
bir lütuf mu, Cenâb-ı Hak'tan gelen bir lütuf mu?"
"- Hayır, Allah'tan gelen bir lütuf!" dedi.
Kâ'b, ilâveten dedi ki: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın vech-i mübarekleri, sürurlu anlarında, bir ay
parçası gibi nurlanır ve parlardı. Biz, bunu derhal anlardık.
Ben önüne oturunca: "Ey Allah'ın Resulü!
Mazhar olduğum bu af sebebiyle ne var ne yok bütün malımı Allah ve Resulü'ne
bağışlıyorum" dedim.
"- Hayır, dedi. Hepsi olmaz, bir kısmını
kendine ayır, bu senin için daha hayırlı."
“ – Öyleyse, Hayber’deki hissemi kendime
ayırıyor, gerisini bağışlıyorum” dedim ve ilâve ettim:
"Ey Allah'ın Resulü, biliyorum ki, Allah beni
sıdkımdan, doğru sözlülüğümden dolayı kurtardı. Benim tevbemden biri de
artık, yaşadığım müddetçe hep doğru söylemek olacaktır."
Allah'a yemin olsun, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bunu söylediğim günden beri, doğru söz hususunda, Allah'ın bana
lutfettiği ihsandan daha güzeline mazhar olan birisini bilmiyorum. Yine
Allah'a kasem ederek söylüyorum, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a söz
verdiğim günden beri bir kerecik olsun yalan söylemeyi düşünmedim. Geri
kalan ömrümde de Allah'ın beni yalandan korumasını diliyorum."
Kâ'b şunu da söyledi: "Bizimle ilgili olarak
Allahu Teâlâ şu âyeti indirmişti:
"And olsun ki, Allah, sıkıntılı bir zamanda
bir kısmının kalpleri kaymak üzere iken Peygambere uyan Muhâcirler'le
Ensâr'ın ve Peygamber'in tevbelerini kabul etti. Tevbelerini, onlara karşı
şefkatli ve merhametli olduğu için kabul etmiştir. Bütün genişliğine rağmen
dünya onlara dar gelerek nefisleri kendilerini sıkıştırıp Allah'tan başka
sığınacak kimse olmadığını anlayan, (savaştan) geri kalmış üç kişinin
tevbesini de kabul etti. Allah, tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul
etmiştir. Çünkü O, tevbeleri kabul eden, merhametli olandır. Ey iman
edenler! Allah'tan sakının ve doğrularla beraber olun!" (Tevbe, 117-119).
Kâ'b şunu da dermiş: "Allah'a yeminle
söylüyorum, Allah beni İslâm' la şereflendirdikten sonra, bana göre,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a söylediğim doğru sözden daha büyük bir
nimet vermemiştir. (Allah'ın bana lutfettiği birinci büyük nimeti İslâm'la
müşerref olmam, ikinci büyük nimeti de Reshulullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a doğru söz söylememi nasib etmiş olmasıdır). Aksi takdirde, diğer
yalan söyleyenler gibi ben de helâk olacaktım. Nitekim Cenâb-ı Hak, vahiy
indirdiği zaman, yalan söyleyenler hakında, bir kimse için söylenebilecek en
kötü şeyi söylemiştir. Allahu Teâla şöyle buyurmuştur: "Döndüğünüzde,
kendilerine çıkışmamanız için, Allah'a yemin edeceklerdir. Siz onlardan yüz
çevirin. Çünkü onlar pistirler. Yaptıklarının karşılığı olarak varacakları
yer cehennemdir. Kendilerinden hoşnud olasınız diye, size yemin verirler.
Siz onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkmış fasık kimselerden razı
olmaz" (Tevbe, 95-96).
Kâ'b şunu söyledi: "(Resûlullah Tebük
seferinden döndüğü zaman, sefere katılmayanlar gidip özür diledikleri,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın da, yemin etmeleri üzerine özürlerini
kabul buyurup kendileriyle bey'atlaşıp, haklarında istiğfarda bulunduğu
kimselerden, biz üç kişi ayrı tutulmuş, (onların mazhar olduğu aftan
istifade edememiştik.) Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bizim işimizi,
Allah hakkımızda hükmedinceye kadar tehir etmişti. Hakkımızda gelen âyette,
Cenâb-ı Hakk'ın: "...geri kalmış üç kişi..." sözünden kasıd, savaştan geri
kalmamız değildir, bu geri kalış Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
hakkımızdaki hükmü geri bırakması, yemin ederek özür dileyenlerin özrünü
kabul ettiği kimselerden ayrı tutmasıdır." [Buhârî, Vesâya 16, Cihâd 103,
Menâkıb 23, Menâkıbu'l-Ensâr 43, Meğâzi 3, 78, Tefsir, Berâe, 17, 18, 19,
İsti'zân 21, Eymân 24, Ahkâm 53; Müslim, Tevbe 53, (2769); Tirmizi, Tefsir,
Berâe, (3101); Ebu Davud, Talâk 11, (2202), Cihâd 173, (2773), Nüzur 29,
(3317); Nesâî, Talâk 18, (6, 152), Nüzur 37, (7, 22).]
AÇIKLAMA:
Kâ'b İbnu Mâlik'le ilgili bu meşhur vak'anın
yukarıdaki kıssasından âlimlerimiz pek çok ahkâm çıkarmışlardır. Mühimlerini
kaydediyoruz:
1- Ganimet ümmet-i Muhammed'e mübahtır. Bedir
gazvesinin gayesi belirtilirken: "Kureyş'in kervanını ele geçirmek..."
olarak ifade edilmiştir.
2- Bedir ve Akabe'ye iştirak edenlerin
fazileti teyid edilmiştir.
3- İmamla bey'at muamelesi yapmak.
4- Yemin talebi olmadan yemin etmenin cevazı.
5- Gerektiği zaman, maksadın gizli tutulması.
6- Kaybedilen hayrın arkasından üzülmek.
7- Üzgün kimsenin temennide bulunması.
8- Yanında birisi gıybet edince reddetmek,
sükutla geçiştirmemek.
9- Bid'aya düşenleri terketmek.
10- İmâmın, gereğinde küsmek, konuşmayı kesmek
suretiyle adamlarından bazılarını terbiye etmesi.
11- Seyahatten dönenin önce mescide uğrayıp
iki rek'at namaz kılmasının müstehab oluşu.
12- Yabandan gelene halkın ilgi göstermesi,
hoş geldin etmesi.
13, Zâhire göre hükmetmek, özürleri kabul
etmek.
14- Haline ağlamanın müstehab oluşu.
15- Namazda gözü sağa sola kaydırmak namazı
bozmaz.
16- Doğru söylemenin fazilet ve ehemmiyeti.
17- Dostun bahçesine izin istemeden girmenin
cevâzı.
18- Niyet olmadıkça yazı sebebiyle talâk
hasıl olmaz.
19- Allah ve Resûlüne itaat etmeyi dostların
sevgisinden üstün tutmak.
20- Kadının kocasına hizmet etmesi.
21- Yasaklanan şeye düşmemek için akla gelen
muhtemel mahzurdan kaçınmak suretiyle ihtiyatlı, dikkatli olmak. Nitekim
Kâ'b İbnu Mâlik bu mülâhaza ile, hanımının hizmetini kabul etmedi.
22- İçinde Allah'ın zikredildiği kâğıdı,
maslahat hâlinde yakmanın cevazı.
23- Nimetin yenilenmesi, kederin kalkması
halinde müjdelenmenin müstehab oluşu.
24- Mühim işler sırasında halkın imamın
yanında toplanması.
25- İmam'ın arkadaşlarında hâsıl olan sevinç
vesilesiyle sürûr izhâr etmesi.
26- Kederin kalkması esnasında bir şeyler
tasadduk etmek.
27- Sabredememe korkusu varsa malın tamamını
tasadduk etmeyi yasaklamak.
28- Müjde getirene elbise bağışlayarak onu
mükâfaatlandırmanın cevazı.
29- Niyet hususunda yemin etmek.
30- Emânet eşya almanın cevazı.
31- Gelenle musafahalaşmak.
32- Gelene ayağa kalkmak.
33- Şükür secdesinin müstehablığı
34- Faydalandığı hayra devam etmeyi
terketmemek vs.
ـ25ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما. ]في قولهِ تعالى: إَّ تَنْفِرُوا
يُعَذِّبْكُمْ عَذاباً ألِيماً. وَمَا كَانَ ‘هْلِ الْمَدِينَةِ وَمَنْ
حَوْلَهُمْ مِنَ ا‘عْرَابِ أنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رسولِ اللّهِ. نَسَخَتْهَا:
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً[. أخرجه أبو داود .
25. (655)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "(Allah yolunda savaşa) çıkmazsanız Allah
size can yakıcı azabla azâb eder..." (Tevbe, 39) ayeti ile, "Medinelilere ve
çevrelerinde bulunan bedevilere, savaşta Allah'ın Peygamberinden geri
kalmak, kendilerini ona tercih etmek yaraşmaz" (Tevbe, 120) âyetini şu âyet
neshetmiştir: "Mü'minler toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir
tâifenin, dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere
geri kalmaları gerekli olmaz mı?..." (Tevbe, 122). [Ebu Dâvud, Cihâd 19.
(2503).]
AÇIKLAMA:
Neshedildiği belirtilen ilk iki âyet, bütün
mü'minlerin savaşa çıkmasını emretmektedir. Nâsih olduğu belirtilen Tevbe
suresinin 122. âyeti ise, herkesin savaşa katılmasını emretmiyor, bilakis
bâzı mü'minlerin geride kalarak ilimle meşgul olmasını emretmektedir.
Bu âyetlerin neshi hakkında farklı yorumlar
yapılmıştır. Meselâ: "Medinelilere ve çevrelerinde bulunan bedevilere,
savaşta Allah'ın Peygamberinden geri kalmak, kendilerini ona tercih etmek
yaraşmaz" meâlindeki âyet (Tevbe, 120) hakkında, Katâde: "Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e hastır, o savaşa çıkınca özrü olanlar dışında
herkesin katılması vacibti" der. Onun dışındaki imamlar ise, savaşa
katılmasında Müslümanlar için zaruret olmayan kimselerin ondan geride
kalmasını tecviz etmişlerdir.
Öte yandan, Evzaî, İbnu'l-Mübârek, İbnu Câbir,
Said İbnu Abdilaziz gibi bazıları: "Bu ayet, bu ümmetin evvel ve âhir, her
nesline bakmaktadır" demişlerdir.
İbnu Zeyd'in de: "Bu âyet Müslümanların az
olduğu devreye aittir, çoğaldıkları zaman Cenâb-ı Hak neshetmiştir ve
dileyenin geride kalmasını mübah kılmıştır" demiştir.
Nasih olduğu belirtilen ve mü'minlerin toptan
savaşa katılmamalarını emreden âyetin (Tevbe, 122) nüzul sebebiyle ilgli
olarak İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) şunu anlatır: "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) savaşa çıkınca Medine'de özür sahipleriyle
münafıklardan başka kimse kalmazdı. Tebük dönüşü nazil olan âyetler, savaşa
katılmayanları çok şiddetli bir dille kınamıştı. Bundan sonra mü'minler
toptan seferlere katılmaya başladılar ve Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı Medine'de yalnız bıraktılar. Bunun üzerine Cenab-ı Hakk:
"Mü'minler toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir tâifenin dini iyi
öğrenmek ve kavimlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları
gerekli olmaz mı?" (Tevbe, 122) buyurarak duruma müdâhale etti. Yani
hepsinin sefere katılması câiz değildi. Bir kısmı sefere çıkarken, bir kısmı
Medine'de Resûlallah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın hizmetinde kalmalıydı.
Çünkü, ulaşılan bu yeni safhada gazve ve cihada ihtiyaç olduğu gibi,
gelmekte olan vahiyleri, ahkâmları, sünneti zabtedip öğrenecek, sonra da
savaştan döneceklere öğretecek kimselere de ihtiyaç vardı.
Ve öyle yapıldı.
Kur'an-ı Kerim, böylece asker sınıfının
yanıbaşında, ilmiye sınıfının da düşünülmesine dikkat çekmiş olmaktadır.
ـ26ـ وعن نجدة بن نقيع. قال: ]سألتُ ابن عبّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما عَنْ
هذِهِ اŒية: إَّ تَنْفِرُوا يُعَذِّبْكُمْ عَذاباً ألِيماً. قالَ: فَأمْسَكَ
عَنْهُمُ المَطَرَ فَكَانَ عَذَابَهُمْ[. أخرجه أبو داود.
26. (656)- Necdet İbnu Nâki' diyor ki: "İbnu
Abbas (radıyallahu anhümâ)'a şu âyet hakkında sordum: "(Allah yolunda
cihada) çıkmazsanız, Allah size can yakıcı azâbla azâb eder..." (Tevbe,
39). Şu açıklamayı yaptı: "Allah onlardan yağmuru kesti.Böylece (kuraklık
Allah'ın onlara takdir ettiği) azabları oldu." [Ebû Dâvud, Cihâd 19, (1506)
H.]
Daha teferruatlı bilgi için Tevrat'ın Hâkimler bölümü görülebilir
(XII, 4-4). (İbrahim Canan)
Bunun hikâyesi 650.hadisin açıklamasında geçti.