ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها: ]أنّ رَجًُ كَانَتْ لَهُ يَتِيمَة فَنَكَحَهَا وَكَانَ لَهَا
عِذْقُ نَخْلٍ وَكَانَتْ شَرِيكَتُهُ فِيهِ وَفي مَالِه فَكَانَ يُمْسِكُهَا
عَلَيْهِ وَلَمْ يَكُنْ لَهَا مِنْ نَفْسِهِ شَئٌ فنزَلَتْ: وَإنْ خِفْتُمْ أَ
تُقْسِطُوا في الْيَتَامَى اŒية[. أخرجه الخمسة إ الترمذى.
1. (535)-
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir adamın yanında yetime bir kız
vardı. Onu kendisine nikâhladı. Kızın meyve veren bir hurma ağacı vardı.
Kız, o hurma ağacında olsun, adamın başka malında olsun ona ortaktı. Adam
kızı kendisi için tutuyor, kıza kendisinden (mehir olarak) bir şey
vermiyordu. Bunun üzerine şu âyet indi: "Eğer velisi olduğunuz mal
sâhibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız,
onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar
evlenebilirsiniz..." (Nisa: 4/3)
ـ2ـ وفي رواية: ]هِىَ
الْيَتِيمَةُ تَكُونُ في حِجْرِ وَلِيِّهَا فَيَرْغَبُ في جَمَالِهَا
وَمَالِهَا وَيُرِيدُ أنْ يَنْقُصَ صَدَاقَهَا. فنُهوا عَنْ نِكَاحِهنَّ إَّ
أنْ يُقْسِطُوا لَهُنَّ في إكْمَالِ الصّداقِ وَأمِرُوا بِنِكَاحِ مَنْ
سِوَاهُنَّ[ .
2. (536)-
Bir rivayette hadis şöyledir: "Yetime kız velisinin terbiyesindedir.
Velisi, kızın güzelliğine ve malına tamâh etmekte (evlenmek istemekte)dir.
Ancak mehrini tam değil, eksik vermeyi düşünmektedir. Böyle veliler,
yetimlere, mehri hususunda adaletli davranmadıkça, yetimle evlenmeleri
yasaklanmış, başka kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir."
ـ3ـ وفي أخرى: قالت
عائشةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: ]وَالَّذِى ذَكَرَ اللّهُ تعالى أنَّهُ يُتْلَى
عَلَيْكُمْ في الكِتَابِ اŒيةُ ا‘ولى الَّتِى قالَ فيهَا، وإنْ خِفْتُمْ أَّ
تُقْسِطُوا في الْيَتَامَى فأنْكحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ. قالت:
وقَولُ اللّهِ عزّ وجَلّ في اŒيةِ ا‘خْرَى. وترغُبونَ أنْ تَنْكِحُوهُنَّ رغْبة
أحَدِكُمْ عَنْ يَتِيمَتِهِ الَّتِى تكُونُ في حِجْرِهِ حين تكُونُ قَلِيلَةَ
الْمالِ والجَمَالِ[ .
3. (537)-
Bir diğer rivayette, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle demektedir: "Cenâb-ı
Hakk'ın şu âyette: "Ey Muhammed! Kadınlar hakkında senden fetva isterler,
de ki: "Onlar hakkında fetvayı size Allah veriyor: Bu fetva kendilerine
yazılan şeyi vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim
kadınlara ve bir de zavallı çocuklara ve yetimlere doğrulukla bakmanız
hususunda Kitab'ta size okunandır..." (Nisa: 4/127) âyetinde atıfta
bulunan bahis, önceki ayettir ki orada şöyle denmektedir: "Eğer velîsi
olduğunuz mâl sâhibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan
korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde
kadar evlenebilirsiniz."
Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) devamla şunu
söyledi: "Sonraki âyette yâni, "... kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız
yetim kadınlara..." (Nisa: 4/127) ifâdesinin geçtiği ayette, Cenâb-ı
Hakk'ın mevzubahis ettiği arzu, kişinin terbiyesi altında bulunan yetimenin
malı ve güzelliği az olması halindeki arzudur. Bu durumda onunla evlenmek
istememektedir.
AÇIKLAMA:
535, 536, 537 numaralı son üç hadis İslâm'da
çok evlilik meseleleriyle ilgili olan ayeti açıklamaktadır.
Âyet-i kerime erkeklerin dört kadına kadar
evlenebileceklerine ruhsat vermektedir. Mevzu İslâm düşmanlarının tahrif
ederek anlattığı şekilde değildir. Esasen yeryüzünde kadın-erkek arasında
sayıca eşitlik vardır. Her erkeğe normal tek kadın düşmektedir. Tıb
kitapları, sâdece savaşlardan sonra doğumlarda erkek nisbetinin bir miktar
arttığını söyler.
İktisadî yönden de mesele normal şartlarda
imkânsızlık arzeder. Çünkü, kadının nafaka külfeti erkeğe aittir. Her
kadının ma'ruf üzere yeme-içme ve giyinme ihtiyaçlarından başka müstakil bir
de mesken ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir. Normal şartlarda bu imkâna
nâdir kimseler sâhiptir.
Ayrıca kadın nikâh akdi kıyılırken, kocasından
kendi üzerine müteâkip bir evlilik yapmama şartı koyabilir. İkinci veya
üçüncü hanım olacak kadın, zorla değil, rıza ile evliliği kabul ettiğine
göre, onun söyleyecek bir sözü olmamalıdır.
Savaş, hastalık, kısırlık gibi çeşitli
durumlar, istisnaî hallerde birden fazla evliliği gerektirebilir. Bu sebeple
İslâm'ın bu ruhsatı fıtrîdir. Bunu yasaklayan Avrupa, gayr-ı meşru
kadın-erkek ilişkilerine cevaz vermiş ve riyâkar bir tek evlilik çıkmazına
düşmüştür. Güstav Le Bon, "Müslümanların çok evliliği Avrupalıların riyakâr
tek evliliğine tercih edilir" der.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, İslâmî ruhsatın
fıtrîliği anlaşılır. Ender istisnalar büyütülmemeli, Şia'dan bir taifenin,
âyette gelen "iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz" ifadesinde
geçen rakamları toplayarak "Dokuz kadınla evlenilebilir" şeklindeki anlayışı
yanlıştır. İslâm uleması bir erkeğin dörtten fazla kadınla evlenemeyeceği
hususunda icma etmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
zevcelerinin sayıca çokluğu yanılgıya düşürmemelidir. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın evlilikleri, yukarıdaki tahdid edici ayetin
nüzûlünden evvele aittir. Bu âyetin nüzûlünden sonra Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) yeni evlilik yapmamıştır. Normal olarak dörtten
fazlasını boşaması gerekmiştir. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın zevceleri mü'minlerin anneleri olmaları haysiyeti ile
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la olan nikâh bağlarının kopmaması
hususunda istisnâî ruhsat verilmiştir. Yine de Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), âyetten sonra dört zevcesiyle, zevciyyet muâmelesini devam
ettirmiştir.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çok
evlenmesinin siyâsî yönleri olduğu gibi, risâlet vazifesinin ifâsına
müteallik yönleri de vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu
hususta istisnaî durumu vardır. Birinci ciltte kısmen açıkladık.
ـ4ـ وفي رواية في قوله
تعالى: ]ويَسْتَفْتُونَكَ في النِّسَاءِ إلى آخرِ اŒية. قالت عائشةُ رَضِىَ
اللّهُ عَنْها: هِىَ الْيَتِيمَةُ الَّتِى تكُونُ في حِجْرِ الرَّجُل قَدْ
شَرَكَتْهُ في مَالِهِ فَيرْغبُ عَنْهَا أنْ يَتَزَوَّجَهَا، وَيَكْرَهُ أنْ
يُزَوِّجَهَا غَيْرَهُ فَيَدْخُلُ عَلَيْهِ في مَالِهِ فَيَحْبِسُهَا
فنَهَاهُمُ اللّهُ تعالى عَنْ ذلِكَ[.زاد أبو داود رحمه اللّه؛ وقال ربيعة في
قوله تعالى: وَإنْ خِفْتُمْ أَّ تُقْسِطُوا في اليَتَامَى قال يقول:
اُتْرُكُوهُنَّ إنْ خِفْتُمْ فَقَدْ أخَلَلْتُ لَكُمْ أرْبَعاً .
4. (538)-
Bir başka rivayette "Ey Muhammed! Kadınlar hakkında senden fetva
isterler..." (Nisa: 4/127) ayeti ile ilgili Hz. Aişe şu açıklamayı
yapar: "Burada sözkonusu edilen, kişinin terbiyesi altında bulunan ve
malından kendisine ortak olan yetime kızdır. Adam bu yetime ile evlenmeyi
düşünmediği gibi, başkasıyla evlendirip, yabancıyı malına ortak kılmak da
istememekte, yetimeyi ortada tutmaktadır. Cenâb-ı Hakk, mezkur âyetle bu
durumu yasaklamaktadır."
Ebu Dâvud merhum şu ilâvede bulunur: Rebî'a,
Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer velisi olduğunuz mâl sâhibi yetim kızlarla
evlenmekte onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız..." sözü hakkında şu
açıklamayı yaptı: "Burada Allah Teâla şunu söylüyor: "Korkuyorsanız bu
yetimeleri serbest bırakın, (arada tutmayın), ben size dört tanesini helal
kıldım."
ـ5ـ وعنها رَضِىَ اللّهُ
عَنْها. في قوله تعالى: ]وَمَنْ كَانَ غَنِيّاً فَلْيَسْتَعْفِفْ وَمَنْ كَانَ
فَقِيراً فَلْيَأكُلْ بِالْمَعْرُوفِ؛ إنَّمَا نَزَلت في وَالِى الْيَتِيمِ
إذَا كانَ فَقيراً أنَّهُ يَأكُلُ مِنْهُ مَكَانَ قِيَامِهِ عَلَيْهِ
بِالْمَعْرُوفِ[. أخرجه الشيخان.وفي رواية: أنَّهُ يُصِيبُ مِنْ مَالِهِ إذَا
كَانَ مُحْتَاجاً بِقَدْرِ مَالِهِ بِالْمَعْرُوفِ .
5. (539)-
Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) "Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar
deneyin, onlarda olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin,
büyüyecekler de geri alacaklar diye onları isrâf ederek ve tez elden
yemeyin. Zengin olan iffetli olmağa çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde
yesin..." (Nisa: 4/6), ayeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "Bu âyet,
yetime bakan velinin fakir olması hâlinde, bakım hizmetine mukabil, yetimin
malından uygun şekilde yiyebileceğini beyân için nâzil olmuştur."
Bir başka rivayette şöyle denir: "Velî,
muhtaçsa, çocuğun malından, malın miktarına göre uygun şekilde alır."
ـ6ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهما في قوله تعالى: ]وَإذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أولُوا الْقُرْبَى
وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينُ فارْزُقُوهُمْ مِنْهُ؛ قَالَ هِىَ مُحْكَمَةٌ
وَلَيْسَتْ بِمَنْسُوخَةٍ فإنَّ نَاساً يزعُمُونَ أنَّهَا نُسِخَتْ؛ وََ
وَاللّهِ مَا نُسِخَتْ، وَلَكِنَّها مِمَّا تَهَاوَنَ بِهَا النَّاسُ هُمَا
وَالِيَانِ: وَالٍ يَرِثُ، وَذلِكَ الَّذِى يُرزَقُ؛ وَوَالٍ َ يَرِثُ،
وَذَلِكَ الَّذِى يقُولُ بِالْمَعْرُوفِ، وَيَقُولُ َ أمْلِكُ لكَ أنْ
أعْطِيَكَ[. أخرجه البخارى .
6. (540)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "Taksimde yakınlar yetimler ve
düşkünler bulunursa, ondan onlara da verin, güzel sözler söyeyin" (Nisa:
4/8) âyeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "Bu âyet muhkemdir ve mensuh da
değildir. Bazıları bunun mensuh olduğunu zanneder. Hayır, Allah'a kasem
olsun mensuh değildir. Ancak, bu âyet, halkın hükmüyle amel etmemek
suretiyle kadrini idrak edemediği ayetlerdendir. Terekede tasarrufta bulunan
ve tereke ile ilgili işleri üzerine alan veli iki kısımdır:
1-
Mala vâris olan mutasarrıf veli, (mesela asabe gibi). İşte bu veli (taksim
sırasında hazır bulunan yakınlara, yetimlere ve düşkünlere onların
gönüllerini hoş edecek birşeyler) verir.
2-
Mala vâris olmayan velî (yetimin velisi gibi ki taksimde hayır bulunanlara
maldan bağışta bulunmak gibi tasarrufta bulunamaz. Onlara bazı) tatlı sözü
bu veli söyler. Mesela şöyle der: Benim, sizlere birşeyler verme yetkim
yok."
AÇIKLAMA:
Yetimle ilgili pekçok mesele 179-180'inci
hadislerin izahı sırasında kaydedilmişdi. Oraya bakılabilir.
ـ7ـ وعن جابر رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَرِضْتُ فأتَانِى رَسُولُ اللّهِ # يَعُودُنِى وَأبُو
بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَهُمَا مَاشِيَانِ فَوَجَدَانِى قَدْ أغْمِىَ
عَلَىَّ فَتَوَضَّأَ النَّبِىُّ # ثُمَّ صَبَّ وَضُوءَهُ عَلَىَّ فَأفَقْتُ؛
فإذَا النَّبِىُّ # فَقُلْتُ: يَارسُولَ اللّهَ كيْفَ أصْنَعُ في مالى؟ فَلَمْ
يَرُدَّ عَلَىَّ شَيْئاً حَتَّى نزلتْ آيةُ الْمِيراثِ. يَسْتَفْتُونَكَ قُل
اللّهُ يُفْتِيكُمْ في الكََلَةِ اŒية[. أخرجه الخمسة إ النسائى.وفي رواية
فنزلت آيةُ الفَرَائِضِ؛ وفي أخرى فنزلت: يُوصِيكُم اللّهُ في أوَْدِكُمْ.وفي
رواية الترمذى: وَكَانَ لِى سَبْعُ أخَوَاتٍ؛ وَعندَ أبى داود: قُلِ اللّهُ
يُفْتيكُمْ في الْكََلَةِ؛ مَنْ كَانَ لَيْسَ لَهُ وَلدٌ وَلَهُ أخَوَاتٌ .
7. (541)-
Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hastalanmıştım. Geçmiş olsun demek
üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh) yaya olarak bana uğradılar. Bize geldikleri sırada baygınmışım.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest aldılar ve abdest suyundan
üzerime serptiler. Bunun üzerine ayıldım. Karşımda Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ı görmez miyim! Hemen sordum:
"Ya Resûlallah (görüyorsunuz ölmek üzereyim)
malımı ne yapayım?"
Bana cevap vermede acele etmedi. Derken miras
âyeti geldi.
"(Ey Muhammed!) Senden fetva isterler, de ki:
"Allah size ikinci dereceden mirascılar hakkında fetva veriyor: Şayet
çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız
kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona tamamen vâris
olur. Eğer kız kardeşi kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Eğer
mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse, erkeğe, iki kadının hissesi kadar
vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor. Allah her şeyi
bilir" (Nisa: 4/176).
Bir rivayette şöyle denmektedir: "..(Sorum
üzerine) feraiz âyeti indi." Bir başka rivayette de: "Allah çocuklarınız
hakkında erkeğe, iki kızın hissesi kadar tavsiye eder..." (Nisa: 4/11)
ayeti indi" denir.
Tirmizi'nin rivayetinde Câbir hazretleri
(radıyallahu anh) şöyle der: "Benim yedi tane kızkardeşim vardı..."
Ebu Dâvud'un rivayetinde şu âyetin nazil
olduğu belirtilir: "Senden fetva isterler, de ki: Allah size ikinci derece
mirascılar hakkında fetva veriyor..." ikinci derece mirascılar: Kendisinin
çocuğu olmayıp kız kardeşleri olan kimse.
ـ8ـ وقال في أخرى:
]اشْتكَيْتُ وَعِنْدِى سَبْعُ أخَوَاتٍ فَدَخَلَ عَلَىَّ رسولُ اللّهِ #
فَنَفَخَ في وجْهِِى فأفقْتُ فقُلتُ يَا رسولَ اللّهِ؛ أ أوصِى ‘خَوَاتِى
بِالثُّلُثيْنِ؟ قالَ أحْسِن. قُلتُ فبِالشَّطْرِ؟ قالَ أحْسِن. ثمَّ خَرَجَ
وَتَرَكَنِِى وقالَ: يَا جَابرُ َ أرَاكَ مَيِّتاً مِنْ وَجَعِكَ هَذَا، وَإنَّ
اللّهَ تعالى قَدْ أنزَلَ فَبَيَّنَ الَّذِى ‘خَوَاتِكَ فَجَعَلَ لَهُنَّ
الثُّلُثَيْنِ فكَانَ جابرٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يقُولُ: أنزِلت فيَّ هذِهِ
اŒيةُ: يَسْتفْتُونَكَ قُلِ اللّهُ يُفْتِيكُمْ في الْكََلَةِ[ .
8. (542)-
Yukarıdaki Câbir (radıyallahu anh) hadisi, bir rivayette şöyle gelmiştir:
"Rahatsızlanmıştım. Tam o sırada yedi kızkardeşim vardı, benim yanımda
idiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanıma girdiler. Girince ilk iş
yüzüme (okuyup) üfledi. Hemen ayıldım. Ayılır ayılmaz:
"Ey Allah'ın Resulü, kızkardeşlerim için
malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?" dedim. Bana:
"İhsanda bulun!"
dedi. Ben:
Öyleyse yarısını? dedim. Resulullah:
"İhsanda bulun"
dedi. Sonra beni bıraktı ve çıkarken şöyle dedi:
"Bu ağrıdan ölmeyeceksin. Allah Teâla
kızkardeşlerine vermen gereken miktar hususunda açıklayıcı âyet indirdi.
Onların hissesini üçte iki kıldı."
Câbir (radıyallahu anh) şu âyet benim hakkımda
indi derdi: "Senden fetva isterler, de ki Allah size ikinci dereceden
mirasçılar hakında fetva veriyor..." (Nisa: 4/176).
ـ9ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قالَ: ]جَاءَتِ امْرَأةٌ بِبِنْتَيْنِ لَهَا فقَالَتْ يَارسُولَ اللّهِ
هَاتَانِ بِنْتَا ثَابِتِ بن قَيس قُتِلَ مَعَكَ يَوْمَ أُحُدٍ، وَقَدِ
اسْتفَاءَ عَمُّهُمَا مَالَهُمَا وَمِيرَاثَهُمَا كُلَّهُ فَلَمْ يَدَعْ
لَهُمَا مَاً إَّ أخَذَهُ. فَمَا تَرَى يَارَسُول اللّهِ؟ فَوَاللّهِ َ
تُنْكَحَانِ أبداً إَّ وَلَهُمَا مَالٌ فقالَ # يَقْضِى اللّهُ في ذلِكَ فنزلت
سورةُ النساء: يُوصِيكُمُ اللّهُ في أوَدِكُمْ اŒية. فقالَ رسولُ اللّهِ #:
ادْعُوا لِىَ المرأةَ وَصَاحِبَهَا. فقالَ لٍعمِّهمَا أعْطِهِمَا
الثُّلُثَيْنِ، وَأعْطِ أمَّهُمَا الثُّمُنَ، وَمَا بَقِىَ فَهُوَ لَكَ[. أخرجه
أبو داود، وهذا لفظه والترمذى. وفي أخرى ‘بى داود: أنَّ امْرَأةَ سَعْدٍ بنِ
الرَّبيعِ قالت وذكرَ الحَديثَ، وقالَ: هذَا هُوَ الصَّوَابُ وَكذَا هُوَ في
رِوايةِ الترمذىّ .
9. (543)-
Yine Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir kadın iki kızıyla gelerek:
"Ey Allah'ın Resûlü, bu iki kız Sâbit İbnu Kays'ın kızlarıdır. Babaları
Uhud'da seninle beraber cihâd ederken şehid oldu. Kızların amcası,
babalarından kalan mallarının ve miraslarının tamamını aldı ve kızlara
hiçbir şey bırakmadı. Bu hususta ne dersiniz ey Allah'ın Resûlü. Allah'a
yemin ederim bunlar malları olmadıkça asla evlenemezler de!" dedi.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bunlar hakkında Allah hükmeder"
cevabını verdi. Arkadan Nisa suresi nazil oldu:
"Allah çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kızın
hissesi kadar tavsiye eder..."
(Nisa: 4/11).
Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Bana kadını ve sahibini çağırın!"
emretti. Çocukların amcasına: "Babalarından
kalan malın üçte ikisini kızlara, sekizde birini kızların annesine ver,
geriye kalan da senindir" dedi.
AÇIKLAMA:
1-
Hadiste geçen Sâbit İbnu Kays isminde râviler tarafından yapılan bir hata
söz konusudur. Doğrusu, Tirmizî'nin rivayetinde olduğu üzere Sa'd
İbnu'r-Rebî'dir. Sâbit İbnu Kays Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan
sonra vefat etmiştir. Hattâ Hz. Ebu Bekir zamanında Yemâme seferine
katılmıştır. Uhud'da şehid düşen Sa'd İbnu Rebî'dir.
2-
Hadis, mirasla ilgili vahyin gelmesine vesile olan vak'ayı anlatmaktadır.
Rivayetten de anlaşılacağı üzere, câhiliye devrinde kız çocukları
babalarından miras alamamakta idi. O devrin sistemine göre miras hakkı iki
sebebten ileri gelirdi:
1- Neseb:
Neseb sebebiyle hak sâhibi olabilmek için kadın ve çocuk olmamak lazımdı.
Yani at üzerinde harp yaparak ganimet alabilecek durumda olan "büyük
erkek"ler mirâs alabilirlerdi.
2-
Mirasa hak kazandıran ikinci sebep: "Ahd" di. Bu da iki şekilde olurdu:
a) Hılf suretiyle:
Yani iki kişinin aralarında yaptıkları bir nevi anlaşma idi. Meselâ bir
kimse diğerine: "Benim kanım senin kanın olsun, benim felâketim senin
felâketin olsun, saadetimiz de şekâvetimiz de ortak olsun" der, öbürü de
kabûl eder ve böylece anlaştılar mı, hangisi arkadaşından önce ölürse sağ
kalanın bu anlaşma gereği ölenin malında hakkı bulunurdu.
b) Tebennî denen evlat edinme suretiyle:
Bir kimse başkasının oğlunu evlât edinir, böylece bu oğlanın nesebi babasına
değil bu adama nisbet edilir ve ona vâris olurdu.
İslam'ın bidâyetinde bu hukuk sistemi aynen
devam etti. Hattâ bazı alimler, bidâyette bu sistemin kendi hâline
bırakılmadan öte, Kur'ân-ı Kerîm tarafından takrir edildiğini söylerler ve
neseb ile tevârüs'ü, Nisa suresinin yedinci âyetinin, ahd ile tevârüsü, Nisa
suresinin otuz üçüncü ayetinin takrir ettiğini belirtirler. İslâm'ın
bidâyetinde, tevârüs sebebi olarak takrir edilen bu neseb ve ahd esaslarına
yeni iki şey daha ilâve edilmişt: Hicret ve muâhât (kardeşlik). Yani,
hicret ile bir muhâcire -aralarında vukûa gelen kaynaşma sebebiyle-kan
bağı bulunmasa bile vâris olabiliyordu. O kadar ki, muhâcir olmayan öz
kardeşi ona vâris olamıyor fakat muhâcirliğin hâsıl ettiği yakınlığa sâhib
olan kimse vâris olabiliyordu. Muâhât'a gelince, bu Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in iki mü'min arasında akdettirdiği kardeşlik
anlaşmasıyla hasıl oluyordu. Böyle bir kardeşlik (muâhât) akdiyle
kardeşleşen iki kişi birbirlerine vâris olabiliyorlardı.
Bu çeşit "ahd"e dayanan verâset müesseseleri,
Müslümanların geçirdikleri fevkalâde ağır ve anormal içtimâî şartların hüküm
sürdüğü dönemlerin hâtırasıdır. İslâm devleti oturup, içtimâî şartlar
normale avdet ettikçe bunlar neshedilecektir. Nitekim ".... birbirinin
mirasçısı olan akraba, Allah'ın Kitab'ına göre birbirine daha yakındır..."
(Enfal: 8/75) âyetiyle bütün bu verâset sebepleri neshedilmiştir.
Bunlar yerine İslâm'ın koyduğu verâset sebebi
üçtür: Neseb, nikah, velâ.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) İslâm
cemiyeti fevkalâde durumlarla karşılaştığı takdirde, sıkıntıların asgarî
seviyede atlatılabilmesi maksadıyla, İslâm'ın bidâyetindeki tatbikata
başvurulabileceğini şu hadisleriyle de iş'âr buyurmaktadır:
"Eş'ârîler herhangi bir gazvede erzakları
bitmeye yüz tuttuğu veya Medine'deki âilelerinin yiyecekleri azaldığı
zamanda yanlarında mevcut erzâkı bir yazgıya toplayıp aralarında bir kapla
müsavi olarak paylaşırlardı. Binaenaleyh onlar benden, ben de onlardanım."
Burada temas etmemiz gereken bir husus
şeriat-ı garramızın kadın-erkek mirası meselesinde tesbit ettiği prensiptir:
Erkeğin payı, kadın payının iki katıdır.
Bu kadın-erkek eşitliği sloganının moda olduğu
bir devirde yadırgama ve hatta tenkît konusu yapılabilmektedir. Halbuki,
prensip, İslâmî sistemin bütünü içerisinde, kendi mantığına göre
değerlendirilince bu eşitsizlik içinde tam bir adalet olduğu anlaşılacaktır.
Şöyle ki: Önce şu noktayı iyi kavramak gerekir. İslâm açısından erkek ve
kadın, âile bütününün parçalarıdır. Bunların hakları ve vazifeleri bu
bütünün âhenktar işleyişini sağlayacak şekilde tanzim edilmiştir. İslâm'a
göre kadının nafakası erkeğin sorumluluğundadır. Şu halde erkek biri
kendine, biri de kadına olmak üzere iki harcama ile mükelleftir. Kadın
evlendiği zaman nafakası için harcamakla mükellef değildir. Öyle ise erkek,
yükleneceği mesuliyetin fazlalığı sebebiyle daha fazla almaya müstehak
kılınarak adalet sağlanmış oluyor. Kadın ise aldığına sâhib oluyor ve onu
kendi hesâbına koruyor. Bu esastan meseleye bakınca, mirasta kadın-erkek
eşitliğinin aslında hakkaniyet değil, erkeğin aleyhine bir adaletsizlik
olduğu teslim edilir. (Mevzuun daha geniş aydınlanmasını isteyen, Elmalı'lı
merhumun tefsirine bakmalıdır, cilt 2, sayfa 1302-1305).
ـ10ـ وعن عبادة بن
الصامت رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ نبىُّ اللّه # إذَا نَزَلَ عَلَيْهِ
كَرَبٌ لِذَلكَ وَتَربَّدَ وَجْهُهُ، فأنَزلَ اللّهُ تعالى عَلَيْهِ ذَاتَ
يَوْمٍ فَلَقِى كذلِكَ فلَمَّا سُرِّى عَنْهُ قالَ: خُذُوا عَنِّى فَقَدْ
جَعَلَ اللّهُ لَهُنَّ سَبِيً؛ الْبِكْرُ بِالْبِكْرِ جَلْدُ مَائةٍ وَنَفْىُ
سَنةٍ، والثَّيِّبُ بِالثَّيِّبِ جَلْدُ مِائةٍ والرَّجْمُ[. أخرجه مسلم وأبو
داود والترمذى.ومعنى »تربد« أى تغير .
10. (544)-
Ubâdetu'bnu's-Sâmit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a bir vahiy geldiği zaman, vahiy sebebiyle onu bir gam ve keder
alır, yüzünün rengi uçardı. Bir gün Cenab-ı Hakk yine vahiy indirmişti ki
aynı hal onu sardı. Keder hâli açılınca:
"(Zina haddiyle ilgili hükmü) benden alın.
Allah onlar hakkında yol kıldı (yani çok açık şekilde had beyan etti): Bekâr
bekârla zina yapmışsa cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Dul dulla zina
yaparsa yüz sopa ve recm'dir."
AÇIKLAMA:
Hadis önce vahiy indiği sırada Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'ın mâruz kaldığı sıkıntılı ve meşakkatli hali
tasvir etmektedir. Zira âyet-i kerimenin de işaret ettiği üzere, Kur'ân
vahyi "ağır" bir durumdur: "Doğrusu biz sana taşıması ağır bir söz
vahyedeceğiz" (Müzzemmil: 73/5). Bu "ağır söz", Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) deve üzerinde iken gelse devenin bacakları yanlara
doğru kavis yapar, devenin karnı yere değecek şekilde çökerdi. Dizi
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dizine dayalı olanlar, vahyin
"sıkleti" altında ezilme noktasına gelir, "bir daha yürüyemeyeceğini
zannederdi". Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da terler, rengi uçar ve
bir gam hâline girerdi.
Hadisin ifade ettiği ahkama gelince:
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah onlar hakkında yok kıldı"
sözüyle şu âyete işaret buyurmuştur:
"Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı
içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet ederlerse -onları ölüm alıp
götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar- kendilerini evlerde
alıkoyun (insanlarla ihtilattan menedin)
(Nisa: 4/15).
Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın bu hadiste getirdiği açıklama, ayette beklenmesi işaret
buyurulan "yol" yani "Allah'ın zina yapanlara açacağı yol" -bir başka ifade
ile- tesbit edeceği ceza şeklidir. Şu halde Resûlullah bu cezayı böylece
açıklamış bulunmaktadır.
Ancak, İslâm âlimleri, âyetin delaleti
hususunda ihtilaf etmiştir. Bazısı âyet için: "Muhkem"dir, bu hadis onu
tefsir etmektedir" derken bazısı da Nur suresinin başında yer alan: "Zina
eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değnek vurun..." âyetiyle
"mensuh"tur demiştir. Nur suresindeki bu âyetin bekar zânilerle, öbürü ise
dul zânilerle ilgili olduğunu söyleyenler de olmuştur.
Bütün alimlerimiz, bekar zâniye yüz sopa
vurulması gereği ile muhsan (yani bekar olmayan) zâninin recm edilmesi
gereğinde icma ederler. Ehl-i kıble olan bütün âlimler bu prensibte
birleşirler. Bu icmaya, Havâric ve Mutezile'den Nazzâm ve yakınları olmak
üzere nadir kişiler katılmamıştır.
Hadiste gelen "bekar'ın bekarla" "dul'un
dul'la zinası" sözü bu durumu şart kılmıyor. Yani bekar zâninin cezası
"celde ve sürgün"dür. Zina fazihasını bekarla da yapsa, bekar olmayanla da
yapsa netice değişmez.
Bekâr'ın tarifine gelince: -Kadın veya erkek-
sahih bir nikahla âkil bâliğ olduğu halde cima yapmamış kimse demektir.
Dul'un (seyyib) tarifi: Hayatında bir kere de olsa nikah-ı sahihle, âkil,
bâliğ, hür olduğu halde cimada bulunan kadın veya erkektir. Müslüman, kâfir
sefihlik sebebiyle hacr konmuş kimselerin hepsi bu meselede birdir.
ـ11ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ
يحِلُّ لَكُمْ أنْ تَرِثُوا النِّسَاءَ كَرهاً وََ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا
بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ؛ قَالَ كَانَ إذَا مَاتَ الرَّجُلُ كَانَ
أوْلِيَاؤُهُ أحقَّ بِامْرَأتِهِ إنْ شَاءَ بَعْضُهُمْ
تَزَوَّجَهَا، وَإنْ
شَاءُوا زَوَّجُوها، وَإنْ شَاءُوا لَمْ يُزَوِّجُوهَا، وَهُمْ أحَقُّ بِهَا
مِنْ أهْلِهَا فَنَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ في ذلِكَ[. أخرجه البخارى وأبو داود .
11. (545)-
İbnu Abbâs: "Ey imân edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmaya kalkmanız
size helal değildir. Apaçık hayasızlık etmedikçe onlara verdiğinizin bir
kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın..." (Nisa: 4/19) âyeti
hakkında şu açıklamayı yaptı: "Cahiliye devrinde bir erkek ölünce, karısı
üzerinden en ziyade onun yakınları hak sâhibi idiler: Onlardan biri dilerse
onunla evlenir, dilerse kadını bir başkasıyla evlendirirlerdi, dilemedikleri
takdirde de evlenmesine mâni olurlardı. Erkeğin yakınları bu hususta,
kadının akrabalarından da çok hak sahibi idiler. Yukarıdaki âyet bu durumla
ilgili olarak indi."
AÇIKLAMA:
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) yukarıdaki
ayet gelinceye kadar Müslümanlar arasında hükmünü devam ettiren cahiliye
hukukunu tanıtmaktadır.
Buna göre, ölen erkeğin dul kalan kadını
hususunda, ne kadın ne de baba, dede, erkek kardeş gibi yakınları hiçbir söz
hakkına sahip değildir. Kadın, hukuken, tamamen kocanın yakınlarına tabidir.
Onlar, kocasından alması gereken mehir vs. gibi maddî haklarından
vazgeçinceye kadar kadın üzerinde baskı yapabilmektedirler. Hatta bu
yakınlardan biri dilerse kadınla evlenmekte veya dilerse bir başkasıyla
kadını evlendirmektedirler. Yani dul kadının yapacağı yeni evlilik hususunda
ne kendisinin ne de baba tarafının hiçbir söz hakkı yoktur.
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) bu durumu
kaldırmak üzere yukarıdaki ayetin nâzil olduğunu belirtir.
Taberî'nin bir rivayetine göre bu ayet, Evsli
Kübeyşe Bintu Ma'n İbni Asım adlı bir kadın hakkında nâzil olmuştur. Bu
kadın, Ebu Kays İbnu'l-Eslet'in nikahı altında idi. Kocası ölünce, kocanın
oğlu kadının evlenmesine mani oldu. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'a mürâcaat ederek: "Ey Allah'ın Resulü! Ne kocama varis olabildim
ne de evlenmeye bırakıldım" diye şikâyet etti. Meseleyi şikâyetin akabinde
nazil olan yukarıdaki âyet çözüme bağlamıştır. Müteakip rivayet, meseleyi
daha da açacaktır.
ـ12ـ وفي أخرى ‘بى داود:
]إنَّ الرَّجُلَ كانَ يَرِثُ امْرَأةَ ذى قَرَابَتِهِ فَيَعْضُلُهَا حَتَّى
تَمُوتَ أوْ تَرُدَّ إلَيْهِ صَدَاقَهَا فَحكَمَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ فَنَهى
عَنْ ذلِكَ[ .
12. (546)-
Ebu Dâvud'da gelen bir diğer rivayette şöyle denir: "Erkek, akrabasının
hanımına vâris olur, kadın ölünceye veya mehrini kendisine iade edinceye
kadar müşkülat çıkarırdı. Cenâb-ı Hakk buna mâni oldu ve kadına uygulanan
engeli yasakladı."
ـ13ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ في قوله: ]َ تَأكُلُوا أمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إَّ أنْ
تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَراضٍ مِنْكُمْ؛ لَمَّا نَزَلَتْ قَالَ فكَانَ
الرَّجُلُ يَتَحَرَّجُ أنْ يَأكُلَ عِنْدَ أحَدٍ مِنَ النَّاسِ بَعْدَ مَا
نَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ: فَنَسَخَ اللّهُ ذلِكَ بِاŒيةِ اŒخرَى الَّتِى في سورةِ
النُّورِ فقَالَ: لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أنْ تَأكُلُوا مِنْ بُيُوتِكُمْ
إلى قوله جَميعاً أوْ أشْتَاتاً اŒيةَ فَكَانَ الرَّجُلُ الْغَنِىُّ يَدْعُو
الرَّجُلَ مِنْ أهْلِهِ إلى طَعَامٍ فَيَقُولُ إنِّى ‘جْنَحُ أنْ آكُلَ مِنْهُ،
وَالْجَنْحُ الْحَرَجُ؛ وَيَقُولُ الْمِسْكِينُ أحَقُّ بِهِ مِنِّى فَأُحِلَّ
في ذلِكَ أنْ يَأكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ، وَأُحِلَّ
طَعاَمُ أهْلِ الْكِتَابِ[. أخرجه أبو داود .
13. (547)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhüma), "Ey iman edenler, birbirinizin
mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki, (o mallar) sizden karşılıklı
bir rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola..." (Nisa: 4/29) âyetiyle
ilgili olarak şu açıklamayı yaptı: "Bu ayet indiği zaman kişi, bir
başkasının yanında yemeyi nefsine haram etti. Sonra Cenâb-ı Hakk bu âyeti
Nûr suresinde yer alan şu âyetle neshetti:
"... Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde
veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya
kızkardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın
evlerinde veya dayılarınızın evlerinde, veya teyzelerinizin evlerinde veya
kahyası olup anahtarlar elinde olan evlerde, ya da dostlarınızın evlerinde
izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir ara veya ayrı ayrı
yemenizde bir sorumluluk yoktur"
(Nur 61).
Bundan önce zengin kişi, ehlinden olan kimseyi
yemeğe davet ederdi de çağrılan kimse:
- (Nisa suresindeki âyeti gözönüne alarak):
Benim bundan yemem günahtır, zira fakirin bundan yeme hakkı benden fazladır"
derdi. (Nur suresindeki) bu ayetle, Müslümanlara (ayette sayılan kimselere
ait olmak üzere) üzerine Allah'ın ismi zikredilen yemeklerinden yemeleri
helal kılındığı gibi, ehl-i kitabın yiyecekleri de helal kılındı."
AÇIKLAMA:
Ayeti kerimede "Birbirinizin mallarını
haram sebeplerle yemeyin" diye yasaklanan husus şeriatca haram edilmiş
olan kumar, riba, gasb, hırsızlık, hıyânet, yalan yeminlerle mal almak,
yalan şâhitliği, rüşvet vs. ile mal elde etmedir. Ayet, bu sayılan
tasarrufların hepsini "yemek" fiilini zikrederek yasaklıyor. Çünkü mal'dan
en büyük maksad "yemek"dir.
Bazı âlimler bu yasağa sadece başkasının
değil, kendi malını da batıl yolla yemenin girdiğine dikkat çekerler. Kendi
malını bâtıl yolda yemekten maksad haram yollarda, meâside harcamaktır.
Sefâhete, içkiye harcamak gibi.
Hattâ bazı alimler, bütün fasid akidlerin de
batıl yolda mal yeme sınıfına girdiğini belirtmiştir.
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) sadedinde
olduğumuz ayet-i kerime'nin muhkem olduğunu, neshedilmemiş bulunduğunu,
kıyamete kadar da neshedilmeyeceğini söylemiştir.
İbnu Abbâs 'ın nâsih olarak Nur suresinden
zikrettiği âyet, kişinin yemek yemesinde mahzur olmayan evleri sayarken
önce, "kendi evlerinizde" demektedir. Şârihler: "Buna evlâdın evi de
dahildir, çünkü evlâd kendinden sayılır, nitekim, evinde yemek yenilebilecek
evler sayılırken, "evladın evinde" denmemiştir" derler ve evladın evi kendi
evi sayılacağı hususunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyân
buyurduğu şu hadisi kaydeder:
"Sen
de malın da babana aittir."
İbnu Abbas, (radıyallahu anh) âyette sonlarda
zikredilen: "Kâhyası olup anahtarlar elinde olan" tabiriyle kişinin
çiftlik ve sürüsüne bakan vekil, kayyim, çoban gibi kimselerin
kastedildiğini söylemiştir. Öyle ise çiftliğin mevyesinden, sürünün sütünden
bunların yemesinde bir mahzur yoktur, ancak bunlardan harice götüremez,
biriktiremez.
İbnu Abbâs bu âyetin el-Hâris İbnu Amr
hakkında indiğini belirtir: Bu zât (radıyallahu anh) Hz.Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte gazveye çıkar. Evine göz-kulak olmak
için vekil olarak Mâlik İbnu Zeyd (radıyallahu anh)'i bırakır. Dönüşte
Mâlik'i bitkin bulur. Niye bu halde olduğunu sorunca "İznin olmadan malından
yemekten çekindim" der. Bunun üzerine âyet nâzil olur.
Ayette çıkan mâna şudur: Bu sayılanların evine
girdiğiniz zaman, kendileri olmasalar bile, yemeklerinden yemenizde bir
mahzur yoktur yeter ki yol azığı almaya, taşımaya kalkmayın.
Ayetin sonunda geçen "Bir arada veya ayrı ayrı
yemenizde de bir sorumluluk yoktur" ibaresinin Kinâne kabilesinin Benu Leys
İbnu Amr boyu hakkında indiği belirtilir. Bu boya mensup bir zât, sofrasında
kendisiyle birlikte yiyen bir misâfir olmadıkça yemek yemezmiş. Hatta bu
kişinin, önünde sofra, öğleden geceye kadar beklediği olurmuş. Sürünün
yanında olduğu sırada da kendisiyle içecek biri olmadıkça sütten içmezmiş.
İbnu Abbas (radıyallahu anh) şunu da
söylemiştir: "Zengin kişi, fakir olan yakınlarının veya dostlarının evlerine
gidince yemeğe çağrılsa "Vallahi ben sizinle yemeyi uygun bulmuyorum, çünkü
zenginim, siz fakirsiniz zahmet vermiş olurum" derdi." İşte bu durum üzerine
âyet indi.
Esbab-ı nüzûl olarak şu da söylenmiştir: "Bu
âyet Ensar'dan bazıları hakkında indi. Onlar kendilerine bir misâfir
gelince, mutlaka misâfirle birlikte yiyorlardı. Ayet nâzil oldu ve onlara,
ayrı ayrı veya topluca diledikleri gibi yemeleri hususunda ruhsat verdi."
Dürrü'l-Mensûr'da kaydedilen bir rivayete
göre, Ensâr, evlerine bir misafir gelince, misafir kendileriyle yemedikçe
sofraya oturmazlardı. Onlara ruhsat olmak üzere âyet nâzil oldu.
ـ14ـ وعن ابن مسعود
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَمْسُ آياتٍ مَا يَسُرُّنِى أنَّ لِى بِهِنَّ
الدُّنْيَا وَمَا فيهَا. إحْدَاهُنَّ: إنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا
تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ اŒيةَ؛ وَإنَّ اللّهَ َ
يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ اŒيةَ؛ وَلَوْ أنَّهُمْ إذْ
ظَلَمُوا أنْفُسَهُمْ
جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ اŒيةَ؛ إنَّ
اللّهَ َ يَغْفِرُ أنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ
اŒيةَ؛ وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءاً أوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ
اللّهَ يَجِدِ اللّهَ غَفُوراً رَحِيماً[. أخرجه رزين .
14. (548)-
İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Beş âyet vardı ki onları bütün
dünya ve içindekilerle değişmem. Bunlar şunlardır:
1-
"Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve
sizi şerefli bir yere yerleştiririz" (Nisa: 4/31).
2-
"Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu
kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir" (Nisa: 4/4).
3-
"Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik.
Onlar, kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret
dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tevbeleri
dâima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi" (Nisa: 4/64).
4-
"Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını
dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla
iftira etmiş olur" (Nisa: 4/18).
5-
"Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de, sonra Allah'tan bağışlama
dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sâhibi olarak bulur" (Nisa:
4/110).
ـ15ـ وعن أم سلمة رَضِىَ
اللّهُ عَنْها قالتْ: ]قُلتُ يَارسُولَ اللّهِ: يَغْزُو الرِّجَالُ وََ تَغْزُو
النِّسَاءُ؛ وَإنَّمَا لَنَا نِصْفُ الْمِيرَاثِ. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالَى: وََ
تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّّلَ اللّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ. قال مجاهد،
وأنزل اللّهُ تعالى فيها: إنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ؛ وَكَانَتْ
أمُّ سَلْمَةَ أوَّلَ ظَعِينَةٍ قَدِمَتِ الْمَدِينَةَ مُهَاجِرةً[. أخرجه
الترمذى .
15. (549)-
Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) vâlidemiz anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü,
dedim, erkekler cihâda çıkıyorlar, kadınlar cihâd yapmıyor, biz kadınlara
mirasdan da yarım veriliyor." Bunun üzerine Rabb Teâla şu âyeti inzal
buyurdu: "Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin.
Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay
vardır. Allah'tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah herşeyi bilir" (Nisa:
4/32).
Mücâhid der ki: "Cenâb-ı Hakk şu âyeti de Ümmü
Seleme hakkında inzal buyurdu: "Doğrusu erkek ve kadın Müslümanlar, erkek
ve kadın mü'minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar; doğru sözlü erkekler ve
kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve
kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan
erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir
hazırlamıştır" (Ahzâb: 33/35). Ümmü Seleme Medine'ye hicretle gelen ilk
kadındır."
AÇIKLAMA:
Kadın-erkek ikiliğinin söz konusu edildiği
rivayetlerdendir. Ümmü Seleme vâlidemiz, her zaman hatıra gelen bir kusuru
bizzat Reshulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormaktadır. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) cinsler arasındaki fıtrî farklılıkların, gereksiz
yere temenni ve arzu edilmesini hoş bulmuyor: "Allah'ın sizi birbirinizden
üstün kıldığı şeyleri özlemeyin" tavsiye ediyor. İbnu Abbâs (radıyallahu
anh) bu ayeti şöyle açıklığa kavuşturmuştur: "Kişinin: "Falanın malı ve ehli
bende olsaydı" diye temennide bulunmasını Allah yasaklamıştır. Öyle
deyinceye kadar (ne arzu ediyorsa) Allah'ın fazlından istesin." Hasan Basrî,
İbnu Sîrîn, Atâ ve Dahhâk gibi diğer büyükler de ayeti böyle anlamışlardır.
Bu yoruma dayanılarak sahih kitaplarda gelmiş
olan: "İki şey dışında hased câiz değildir. O iki şey şudur: 1-
Allah bir kimseye mal vermiştir, o da bunu Hakk yolunda harcamaktadır. Bunu
gören: "Keşke benim de falanca gibi malım olsa da aynen onu gibi ben de
harcasam" der. Ücrette her ikisi de eşittir. Bu, âyet-i kerimenin
yasakladığından başka bir şeydir. Çünkü hadis, bu çeşit nimetin mislini
temenni etmeye teşvik etmekte, ayet ise, bu nimetin aynını temenni etmekten
menetmektedir ve şöyle demektedir: "Allah'ın sizi birbirinizden üstün
kıldığı şeyleri özlemeyin (temenni etmeyin)", yani dünyevî şeylerde ve
keza dinî şeylerde."
Ayette temenni edilmesi yasaklanan faziletin
"yaratalıştan gelen fıtrî hususiyetler, tabii faziletler (üstünlükler)"
olduğu söylenebilir. Erkeğin cihad yapma yönü, kadının şefkat yönü gibi.
Mücâhid'in yukarıda kaydedilen sözü muhtasardır. Nesâî'de gelen vechi daha
teferruatlıdır: "Ümmü Seleme, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şöyle
söyledi: "Ey Allah'ın Resûlü! Niye Kur'ân'da erkeklerin zikredildiğini
işitiyorum da kadınların zikrini işitmiyorum? Bunun üzerine şu âyet indi..."
ـ16ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِىَ. قَالَ
وَرَثَةً، وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ؛ كاَنَ الْمُهَاجِرُونَ لَمَّا
قَدِمُوا الْمَدِينَةَ يَرِثُ الْمُهَاجِرىُّ ا‘نْصَارِىَّ دُونَ ذَوِى رَحمِهِ
لِ‘ُخُوَّةِ الَّتِى آخَى رسولُ اللّه # بَيْنَهُمْ فَلَمَّا نَزَلَتْ،
وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِىَ نَسَخَتْهَا. ثمَّ قَال: وَالَّذِينَ عَقَدَتْ
أيْمَانُكُمْ مِنَ النَّصْرِ وَالرِّفَادَةِ وَالنَّصِيحةِ، وَقَدْ ذَهَبَ
الْمِيراثُ وَيُوصِى لَهُ[. أخرجه البخارى وأبو داود .
16. (550)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Ana-babanın ve yakınların
bıraktıklarından herbirini mevâliye kıldık..." (Nisa: 4/33) âyetindeki
mevâliye tâbirini vârisler olarak tefsir etmiştir. Keza âyetin devamında
geçen "yeminlerinizin bağladığı kimselere haklarını verin"
ibaresindeki "yeminlerinizin bağladığı kimseler" tabiriyle ilgili olarak da
şu açıklamayı yapmıştır: "Mekkeli muhâcirler Medine'ye geldikleri vakit,
muhâcir bir kimse Medineli bir ensârî'ye -Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm)'ın aralarında tesis ettiği kardeşlik sebebiyle- kendi kan
yakınlarından önce varis olurdu. Ancak: "Ana babanın ve yakınların
bıraktıklarından, her birine vârisler kıldık..." (Nisâ: 4/33) âyetiyle
bu muâmele neshedildi. Kelâm-ı ilâhî'de geçen "yeminlerinizin bağladığı"
tabiriyle ifade edilen "muâhattan gelen kardeşlik hukuku" birbirinize
yardım, rifâde (hacılara toplanan yardım, destek), bir de nasihat ve
hayırhahlığa münhasırdır. Artık hukukî olan tevârüs kalkmıştır. Ancak kişi
ihtiyarî olarak vasiyette bulunabilir."
AÇIKLAMA:
Hazin'de yapılan açıklamaya göre mu'âkede,
muâhede, muhâlefe ve el-eymân aynı mânâlara gelir -543 numaralı hadis
vesilesiyle genişçe izah edildiği üzere- câhiliye Araplarında verâset
sebeplerinden biri anlaşma idi. Anlaşma iki kişinin el ele tutarak
karşılıklı olarak bazı hususlarda söz verip yemin etmeleriyle
gerçekleşirdi. Bu sebeple yukarda müteradif olduğunu belirttiğimiz
tabirlerde kasem ve el mânâlarının bulunması muhtemeldir. Zira anlaşma
yapacak kimseler el ele tutuştuktan sonra verdikleri sözü tutacaklarına,
akde bağlı kalacaklarına yeminleşirlerdi. Akid yaparken her biri: "Benim
kanım senin kanın olsun. Felaketim felâketin olsun, intikamım intikamın
olsun, harbim harbin olsun, sulhüm sulhün olsun, sen bana vâris ol, ben sana
vâris olayım, sen benim intikamımı ara, ben senin intikamını arayayım, sen
benim diyetimi ver ben senin diyetini vereyim" derlerdi. Bu sözleşme ile,
her iki taraf birbirlerine karşı hukukî vecibelere girerlerdi. Taraflardan
herbiri diğerinin malından altıda birine hak sahibi olurdu. Bu hüküm
İslâm'ın başlarında da tatbikatta idi."
Şu halde âyette geçen, "yeminlerinizin
bağladığı kimseler" tabiriyle cahiliye döneminde yardımlaşma ve verâset
kasdıyla yaptığınız akidle bağlandığınız kimseler kastedilmiş olmaktadır.
Âyetin devamında verilmesi emredilen nasib
verâset yoluyla intikali gereken altıda birdir.
İbnu Abbas, bu âyetin Enfâl suresinde gelmiş
bulunan "Birbirinin mirascısı olan akraba, Allah'ın kitabına göre
birbirine daha yakındır..."(Enfal: 8/75) âyetiyle neshedildiğini
söyler. Burada ifade edilen yakınlık, mirasdaki yakınlıktır. Yani kan
akrabaları, miras hususunda muâhede suretiye tesis edilen hükmî akrabalardan
daha yakındır, mirasa daha ziyade hak sahibidir, demektir.
Hükmî akrabalık dediğimiz hususa, cahiliye
devrinde yapılmış olan muâkade akrabalıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'in te'sis ettiği mu'âhât akrabalıkları, hicretle teessüs eden
hicret akrabalığı (ki bunları 543 numaralı hadiste açıkladık) girer.
Ayette geçen "Allah'ın Kitab'ında"
tabirinden maksad, "Kur'ân'daki Allah'ın hükmü" demektir. Yâni Nisa
suresinde beyân edilmiş olan miras taksimatı demektir.
Yukarıda İbnu Abbas'ta kaydedilen açıklamaya
göre anlaşma yoluyla hasıl olan veraset hakkının neshedildiği belirtilmiş
olmakla birlikte âyeti te'vil ederek neshedilmediğini söyleyenler de
olmuştur. Bunlara göre "yeminlerin bağladığından" maksad haliflerdir, yani
kendileriyle anlaşma yapılan kimseler; onlara verilecek "nasibleri" de
nusret, nasihat, vefadarlık, dostluk vs. gibi şeylerdir. Bu te'vile göre
âyet mensuh sayılmasa da neshe inananlar bu çeşit hasbî davranışların
herkese karşı gösterilmesi gerektiği ve üstelik buna nasib denemeyeceği,
Kur'ân-ı Kerîm' de ilgili bahislerde nasib kelimesinin maddî bir şey için
kullanıldığını söyleyerek reddederler.
ـ17ـ وفي أخرى ‘بى داود:
]وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ. كَانَ الرَّجُلُ يُحالِفُ الرَّجُلَ
وَلَيْسَ بَيْنَهُمَا نَسَبٌ فَيَرِثُ أحَدُهُمَا اŒخَرَ فَنُسِخَ ذلِكَ في
ا‘نْفَالِ فقال: وأُولُوا ا‘رْحَامِ بَعْضُهُمْ أوْلَى بِبَعْضٍ اŒية[ .
17. (551)-
Ebu Dâvud'un bir başka rivayetinde şu açıklama vardır: "Yeminlerinizin
bağladığı kimseler" (tâbirine gelince bununla şu kastediyor: İslâm'ın
bidâyetinde) kişi, aralarında hiçbir neseb bağı bulunmayan bir başkası ile
anlaşma yoluyla hukukî bir bağ kurup biri diğerine vâris olabiliyordu. Bu
müessese, Enfal suresinde gelen şu âyetle neshedildi: "...Ve zevil erham
(birbirine mirasçı olan akraba), Allah'ın Kitabı'na göre birbirine daha
yakındır..." (Enfal: 8/75).
ـ18ـ وعن داود بن الحصين
قال: ]كُنْتُ اقْرَأُ عَلَى أمِّ سَعْدٍ بِنْتِ الرَّبِيعِ وَكَانَتْ يَتِيمَةً
في حِجْرِ أبى بَكْرِ الصِّدِّيقِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقَرَأتُ وَالَّذِينَ
عَاقَدَتْ أيْمَانُكُمْ. فقَالَتْ: َ تَقْرأ هكذا، ولكِنْ: وَالَّذِينَ
عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ، إنمَا أنْزِلتْ في أبى بَكْرِ وَابْنِهِ
عَبْدِالرَّحمنِ حِينَ أبَى ا“سْمَ فحَلفَ أبُو بَكْرٍ َ يُوَرِّثُهُ فَلَمَّا
أسْلَمَ أمَرَهُ اللّهُ تَعالَى أنْ يُوَرِّثَهُ نَصِيبَهُ[. أخرجه أبو داود.
وزاد في رواية: فما أسْلمَ حتَّى حُمِلَ عَلَى ا“سَْمِ بِالسَّيْفِ .
18. (552)-
Dâvud İbnu'l-Husayn anlatıyor: Ümü Sa'd Binti Rebî'ye Kur'ân'dan okuyordum.
Bu kadın Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahu anh)'in terbiyesinde yetişen
bir yetime idi. Ben Nisa suresinin 33. ayetini "vellezîne âkadet eymânukum"
diye okuyunca müdâhele ederek: "Öyle okuma fakat "vellezîne akadet
eymânukum" diye oku. Bu âyet Hz. Ebu Bekir ve oğlu Abdurrahmân hakkında
nâzil oldu. Oğlu, İslâm'ı kabul etmeyince Hz. Ebu Bekir, ona miras
bırakmayacağım diye yemin etmişti. Bilâhare Abdurrahman Müslüman olunca,
Cenâb-ı Hakk, mirasdan nasibini ayırması için Hz.Ebu Bekir'e bu âyetle emir
buyurdu" dedi.
Bir rivâyette şu ilâve açıklama yapılmıştır:
"Abdurrahman'ın İslâm'a girişi Müslümanların maddî galebesine kadar
gecikti."
AÇIKLAMA:
Ümmü Sa'd (radıyallahu anhâ) Sa'd
İbnu'r-Rebî'nin kızıdır, ensâriyedir. Babası, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu
anh)'i ona vasi kılmış idi, bu sebeple onun terbiyesinde yetişmişti. İsminin
Cemile olduğu söylenmiştir.
Ümmü Sa'd (radıyallahu anh) iki farklı kıraatı
olan bir kelimenin tek okunuşunu benimsemiş bulunduğu için müdâhele
etmiştir. Söz konusu kelime akadet veya âkadet diye uzatmalı olarak da
kıraat edilmektedir, her ikisi de câizdir.
Rivayette, ayetin Hz. Ebu Bekir ve oğlu
Abdurrahman (radıyallahu anhümâ)'la ilgili olarak indiği belirtilmektedir.
Abdurrahman Hz. Ebu Bekir'in en büyük oğludur. Bedir savaşında müşriklerin
safında yer almıştır. İslâm'a girişi Hudeybiye Sulhü'nden sonradır. Fetih
günü Müslüman olduğu da söylenmiştir. Rivâyetin sonunda kaydedilen
"Abdurrahman'ın İslâm'a girişi Müslümanların maddî galebesine kadar gecikti"
tabiriyle Mekke Fethi'nin kastedilmesi kuvvetle mümkündü, çünkü gerçek
mânada maddi galebe o zaman olmuştur.
ـ19ـ وعن أنس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]إنَّ اللّهَ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ اŒيةَ
قالَ: قالَ رسولُ اللّهِ # إنَّ اللّهَ َ يَظْلِمُ مُؤْمِناً حَسَنَةً يُعْطَى
بِهَا في الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا في اŒخِرَةِ، وَأمَّا الْكَافِرُ
فَيطْعَمُ بِحَسَنَاتِ مَا عَمِلَ في الدُّنْيَا حَتَّى إذَا أفْضَى إلى
اŒخِرَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُجْزَى بِهَا[. أخرجه مسلم .
19. (553)-
Hz. Enes (radıyallahu anh) "Allah, şüphesiz zerre kadar haksızlık etmez,
zerre kadar iyilik olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir"
ayeti ile ilgili olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle
dediğini rivayet etti: "Allah hiçbir mü'mine, yaptığı tek hayrın bile
karşılığını ihmal etmek suretiyle zulümde bulunmaz. Yaptığı her hasenenin
karşılığı hem dünyada hem de âhirette kendisine verilir. Kâfir ise, yaptığ
hayır sebebiyle dünyada öylesine yedirilir ki, âhirete varınca, karşılığı
verilecek tek hayrı kalmaz."
AÇIKLAMA:
Cenâb-ı Hakk'ın yapılan her hayrın mutlaka
karşılığını eksiksiz olarak verdiği bizzat âyetle ifade edilmiştir. Âyet, bu
hususta Müslüman-kâfir, kadın-erkek diye bir ayırım yapmıyor. Hadis,
ayetteki ıtlakı biraz açıyor. Buna göre yaptığı iyiliğin karşılığını kâfir
de görecek. Ancak o, bu dünyada görecek, ahirette hayrı kalmayacak. Mü'min
ise, Allah rızasını düşünerek yaptığı için, hem dünyada, hem de âhirette
yaptığı hayırların karşılığını görecektir.
Yapılan hayrın Allah nezdinde makbul olması
için, onun ihlâsla yani kendi rızasını düşünerek yapılması şarttır. Araya
başka maksadların girdiği hayır işlerinin Allah nazarında hiçbir kıymeti
yoktur. İnsanlığa hizmet, vicdanın sesine cevap, gösteriş, vs. başka
maksadlara dönük bütün hayır harcamalarının âhirette hiçbir karşılığı
yoktur. Ayrıca, Allah için yapılmayan hayırların miktarı da mühim değildir.
Yani Allah rızası için yapılmayan hayırlar miktarca ne kadar çok da olsa
Allah nazarında zerre kadar kıymet taşımaz. Bu söylediğimiz hususlar şu
âyette dile getirilmiştir: "Doğrusu inkâr edip, inkârcı olarak ölenlerin
hiçbirinden yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa bile, bu
kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azab onlaradır" (Âl-i İmran:
3/91).
Şu halde, ihlâsla, Allah rızası için yapılan
zerre miktarındaki hayır, riya olarak yapılan batmanlarla hayırdan daha
kıymetli, daha makbuldür.
Müslüman olmazdan önce hayır hasenat işleyen
bir kimse, sonradan İslâm'a girse, önceki işlediklerinden âhirette fayda
görüp görmeyecekleri hususunda münâkaşa edilmiştir. Râcih görüşe göre,
istifâde edecektir.
Mü'min yaptığı hayırdan, ihlasındaki dereceye,
hayır yaptığı şartlara göre kat kat istifade edecektir. Şu âyet, mü'minin
yaptığı her hayrın en az on misliyle Allah nezdinde mükâfaat göreceğini
ifade eder: "Kim bir hayır yaparsa ona on katı verilir" (En'âm:
6/160). Kadr suresinde belirtildiği üzere, bir hayrın otuz bin ve daha fazla
misliyle katlandığı da müjdelenmektedir.
Şeriat-ı garramızın nassla bildirdiği bu
hakikata inanmak vacibtir, değil inkâr, tereddüd bile câiz değildir.
ـ20ـ وعن مالك: ]أنَّهُ
بَلَغَهُ أنَّ عَلِيَّ بنَ أبِى طَالِبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ في
الْحَكَمَيْنِ اللَّذَيْنِ قَالَ اللّهُ تعالى فِيهِمَا: وَإنْ خِفْتُمْ
شِقَاقَ بَيْنِهِما فابْعَثُوا حَكَماً مِنْ أهْلِهِ وَحَكَماً مِنْ أهْلِهَا
اŒية. إنَّ إلَيْهِمَا الْفُرْقَةَ بَيْنَهُمَا وَا“جْتِمَاعَ[ .
20. (554)-
İmam Mâlik'e ulaştığına göre, Hz. Ali (radıyallahu anh): "Karı-kocanın
arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve
kadının ailesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah
onların aralarını buldurur" (Nisa: 4/35) âyetinde temas edilen iki hakem
hakkında "karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları bu iki hakemin
vereceği hükme kalmıştır" diye beyanda bulunmuştur.
AÇIKLAMA:
Karı-koca arasındaki ihtilafın hallinde,
dinimiz öncelikle her iki taraftan birer hakemin araya girmesini teklif
eder. Hakemin aile içerisinden olması, birçok hikmetlere râcidir:
1-
Dâhilî ahvali onlar daha iyi bilirler.
2-
Araya sulhün girmesini daha çok arzularlar,
3-
Geçimsizler onlara daha çok itimad ederek anlaşamadıkları meseleleri
açabilirler. Sevip sevmedikleri hususlar nelerdir, ayrılıp, ayrılmama
hususundaki dilekleri nedir? Bunlar çoğu kere aile içerisinde kalması
gereken sırlar olabilir, yabancıya açılamaz. Hakemden herbiri kendi
yakınıyla başbaşa kalır, durumu öğrenir, sonra bir araya gelerek
öğrendiklerini birbirlerine eksiksiz aktarırlar.
Ancak şu hususu da kaydedelim ki, hakemlerin
akrabadan olma keyfiyeti bir vecibe değildir, yabancı da olabilir.
Hakemi seçme hakkı öncelikle karı ve kocaya
aittir. Bunun tesbitini, karı ve kocanın akrabalarıyla görüşerek yapmaları
müstehabdır. Akrabalarının bulunmamaları halinde veya kendi rızalarıyla
yabancıdan seçmeleri halinde akraba olmayanların hakem olmaları caiz
görülmüştür.
Hz. Ali (radıyallahu anh) bu tarafsız
hakemlerin ittifakla vereceği hükmün esas alınması gerektiği kanaatini izhâr
etmiştir. İmam Mâlik (rahimehumullah) bu fetvaya uyarak, hakemlerin
"birleşme" olsun, "ayrılma" olsun ittifakla verecekleri karara uymanın câiz
olduğunu söylemiştir.
Hasan Basri ve Ebû Hanife hazretleri "Hakemler
birleştirmeye memurdur, ayırmaya değil" diyerek bu görüşe katılmazlar.
Nitekim âyet de sulh'e karar verirlerse Allah birleşmelerinde yardımcı
olacağını söylemiş, ayırma yetkilerinden sarahatle söz etmemiştir. İmam
Şafiî hazretleri farklı olarak: "Koca, hakemini, talak veya hul'e karar
verme hususunda tevkil eder, kadın da hakemini ivaz vermek ve ivazla
boşanmayı kabul etmek hususunda tevkil eder" der.
Hülasa, ulema, ayetle gelen mübhemlik
sebebiyle hakemlerin yetkisi hususunda ihtilâf etmiştir.
Gerçi hakeme tefrik (ayırma) selahiyeti tasrih
edildiği, koca da bunu kabul ve tefviz eylediği takdirde ihtilâf kalmaz.
Ancak koca ayırma selahiyeti vermezse, mahkeme kendiliğinden hakemlerin
mutlak selâhiyetle seçilmesini karı ve kocaya mecbur edebilir mi? Yâni
hakimler karı-kocanın vekilleri mesabesinde midir, yoksa mahkemenin hükme
izin vermiş bulunduğu naibleri makamında mıdırlar? Mahkemenin re'sen tefrike
selâhiyeti var mıdır, yok mudur?
Bu soruların cevapları âlimler arasında farklı
olmuştur. Ayet-i kerimenin siyâkı sulh ve te'lif üzeredir. Bu sebeple tefrik
hususunu meskut geçmiştir.
ـ21ـ وعن أبى حُرَّةَ
الرَّقَّاشِىِّ عَنْ عَمِّهِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ #
قَالَ في قوله تعالى: وَالَّتِى تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ
وَاهْجُرُوهُنَّ في الْمَضَاجِعِ. قَالَ حماد رحمه اللّه: يَعْنِى النِّكَاحَ[.
أخرجه أبو داود .
21. (555)-
Ebu Hürre er-Rakkâşî, amcasından (radıyallahu anh) naklen Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm): "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız
kadınlara gelince: Onlara (evvela) öğüt verin, (vazgeçmezlerse) kendilerini
yataklarında yalnız bırakın..." (Nisa: 4/34) ayeti hakkında şunu
söylemiştir: "Kadınların serkeşlik etmelerinden yılarsanız yatakta onları
yalnız bırakın."
Hammâd merhûm, yatakta yalnız bırakmayı "cinsî
teması terketmek" olarak anlamıştır.
AÇIKLAMA:
Ayet-i kerime, kocasına karşı saygıyı terkedip
dikbaşlılık edecek kadınlara karşı uygulanması gereken muameleye temas
etmektedir. Sırasıyla şunlar yapılacaktır:
1-
Önce davranışını düzeltmesi için tatlılıkla nasihat etmek, öğüt vermek.
2-
Yatakta yalnız bırakmak. Bunu alimler farklı şekillerde anlamışlardır.
Çoğunluk (Cumhur) berâber yaşamakla birlikte yanlarına girmemek diye anlar.
Bu da yataklarının ayrılmasıyla gerçekleşir. Bazıları: "Aynı yatakta yatar,
ancak sırtını çevirir" bazıları: "Beraber yatar ancak cimâda bulunmaz"
bazıları "Cimada bulunur, fakat konuşmaz" demişlerdir. Hatta bazı âlimler,
ibâreden "kadına sert konuşur" manasını da çıkarmışlardır.
Hammad İbnu Seleme'ye göre âyetteki "yatak
ayırma"dan murat cimayı terketmektir.
3-
Yaralamaksızın dövmek. Ayetin bu kısmı hadiste yer almamakla beraber kısaca
temas edelim: Dinimiz, serkeşlik ve dikkafalılık yapan kadınları te'dibde
belli bir yol ta'kib etmeyi emretmiş, en son safhada dayağı tecviz etmiştir.
Bu da kayıtlıdır: Yaralayıcı olmamak, başa ve hayatî tehlike arzeden yerlere
vurmamak gereklidir. Alimlerimizin çoğu, te'dibî dövmelerde üçten fazla
vurmamak gerektiğini söylerler.
ـ22ـ وعن عليّ بن أبى
طالب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]صَنَعَ لَنَا ابنُ عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ طَعَاماً فَدَعَانَا فَأكَلْنَا وَسَقَانَا خَمْراً قَبْلَ أنْ
تُحَرَّمَ فَأخَذَتْ مِنِّى وَحَضَرضتِ الصََّةُ فَقَدَّمُونِى فَقََرَأتُ:
قُلْ يَا أيُّهَا الْكَافِرُونَ َ أعْبُدُ مَا تَعْبُدونَ وَنَحْنُ نَعْبُدُ
مَا تَعْبُدُونَ فَخَلَطْتُ فنزلتْ: َ تَقْرَبُوا الصََّةَ وَأنْتُمْ سُكَارَى
حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ[. أخرجه أبو داود والترمذى وصححه .
22. (556)-
Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Avf (radıyallahu anh) bizim için
yemek hazırlayarak bizi davet etti, gittik, yemeği yedik. Arkadan şarap
ikram etti, içtik. Bu ziyafet şarabın haram edilmesinden önce idi. Şarab
beni sarhoş etmişti. Namaz vakti gelince imam olmamı istediler. Namazda
Kâfirûn suresini okudum. Ancak "sizin taptığınıza ben tapmam" diyecek
yerde "biz, sizin taptığınıza taparız" şeklinde yanlış okudum. Bunun
üzerine: "Ey iman edenler! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar,
cünübken -yolcu olan müstesna- gusledene kadar namaza yaklaşmayın..."
âyeti nâzil oldu."
AÇIKLAMA:
Dinimiz birçok emir ve yasakları tedricî
şekilde vazetmiştir. Şarabın yasaklanmasını da öyle yapmıştır. Şarap
hakkında nihâî sözü söylemeden, muhtelif âyetlerle dikkatler şarap üzerine
çekilmiş, zararlı olduğu belirtilmiştir. Yukarıdaki âyet, kesin yasağın
konmasına yakın bir safhada gelmiştir. Bu ayete göre sarhoşken namaza
yaklaşmamak esastır. Bu durum çoğunluğu yatsıdan sonra içme imkânı
tanımaktadır.
Bu ayetle şarap içenler pek azalmış, içme işi
iyice sınırlanıp düzene sokulmuş oluyordu. Bundan sonra kesin yasak emri
gelecektir.
Bu konuyu geniş olarak içkinin yasaklanmasıyla
ilgili bahiste inceleyeceğiz (2259-2274 hadisler. Mevzu üzerine tahlilimizi
sonuncu hadisten sonraya koyacağız).
ـ23ـ وعن أبى داود:
]أنَّ رَجًُ من ا‘نْصارِ دَعَاهُ عَبْدُالرَّحْمَنِ بنُ عَوْفٍ وَفِيهِ
فَأتَاهُمْ عَليٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فأمَّهُمْ في الْمَغْرِبِ، وَذَكَرَ
الْحَدِيثَ[ .
23. (557)-
Ebu Dâvud'da şu rivayet de var: Ensârdan bir zât kendisine (Hz. Ali'yi) ve
Abdurrahmân İbnu Avf'ı yemeğe çağırdı. "Rivâyet, Hz. Ali'nin icabet
ettiğini, akşam namazında cemaate imamlık yaptığını belirtir ve hadisi(n
devamını yukarıdaki gibi) zikreder.
ـ24ـ وعن عليّ أيضاً
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنه قال: ]مَا في الْقُرآنِ آيَةٌ أحَبُّ إليَّ مِنْ
هذِهِ اŒيةِ: إنَّ اللّهَ َ يَغْفِرُ أنْ يُشْرَكَ بِهِ ويَغْفِرُ مَا دُونَ
ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ[. أخرجه الترمذى .
24- (558)-
Yine Hz. Ali (radıyallahu anh) buyuruyor: "Kur'ân-ı Kerîm' de en çok
sevdiğim âyet şudur: "Allah, kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz,
bundan başkasını dilediğine bağışlar..." (Nisa: 4/48). Tirmizî, Tefsir,
Nisa, (3040).
AÇIKLAMA:
Hz. Ali efendimizin (radıyallahu anh) en
ziyade bu âyeti sevmesi, Hâricilere karşı kesin bir delil olmasındandır.
Çünkü, bu âyet, her bir büyük günahın şirk olduğunu, büyük günah işleyenin
(mürtekibü'l-kebîre) cehennemde ebedî kalacağını iddia eden Haricileri açık
bir şekilde tekzib etmektedir: Allah şirke düşeni affetmez, ama şirk olmayan
günahların hepsini affeder. Öyle ise büyük günah şirk değildir. Bu âyette
müşrik olarak ölenin ebedî cehennemde kalacağı açık ise de, tevbe ettiği
takdirde imânının makbul olacağı, müşrik iken işlediği günahların hepsinin
bağışlanacağı anlaşılmaktadır.
Ulema demiştir ki: "Allah, iman ve tevbe ile
şirk günahını affedeceğini bildirdiğine göre, tevbe ile, şirkin altında
kalan bütün günahları affedecek demektir. Üstelik Allah'ın bu meşîeti (affı
dilemesi) tevhide inananlardan tevbe etmeyenler hakkındadır. Bu durumda,
tevbe etmeden, büyük ve küçük bir günah işlemiş olarak ölen kimse, Allah'ın
meşîetine (dilemesine) kalmıştır, dilerse affedip fazlı ve rahmeti ile onu
cennetine koyar, dilerse azab edip azabtan sonra cennetine koyar."
ـ25ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ] نَزَلَ قولُهُ تعالى أطِيعُوا اللّهَ وَأطِيعُوا
الرَّسُولَ وَأولِى ا‘مْرِ مِنْكُمْ في عَبدِاللّهِ بنِ حُذَافَةَ بنِ قَيْسِ
بنِ عَدِىٍّ السَّهمِى إذْ بَعَثَهُ رسولُ اللّهِ # في سَرِيَّةٍ[. أخرجه
الخمسة .
25- (559)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ey iman edenler, Allah'a
itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin"
(Nisa: 4/59) âyeti, Abdullah İbnu Huzâfe İbni Kays İbni Adiy es-Sehmî
hakkında, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bir seriyyeye gönderdiği
esnada nâzil oldu."
AÇIKLAMA:
Burada âyetin esbab-ı nüzûlü belirtiliyor!
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Abdullah İbnu Huzafe'yi komutan tâyin
ederek bir seriyyenin başında gönderir. Yolda bir ara öfkelenen Abdullah
odun toplatır ve yığına ateş attırır. Odunlar tutuşunca askerlere ateşe
girmelerini emreder. Emre uyarak ateşin kıyısına kadar gelen erler orada
durup:
"Biz ateşten kaçmak için Müslüman olduk, nasıl
olur da gireriz" diyerek oldukları yerde dururlar. Bir müddet sonra öfkesi
dinen komutan emri geri alır. Vak'a Medine'ye dönüşte Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'e anlatılınca:
"Ateşe girseydiniz çıkamazdınız, itaat
ma'ruftadır" buyurur. Bu vak'a
üzerine
"Ey iman edenler Allah'a itaat edin,
Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin. Eğer bir şeyde
anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe- inanmışsanız, o meseleyi
Allah ve Resûlüne havale edin. Böyle yapmanız hayırlı ve netice itibariyle
en güzeldir." (Nisa: 4/59).
İbnu Hacer rivayeti şu manada açıklar:
"Abdullah İbnu Huzâfe'nin emri üzerine askerler ikiye ayrıldı: Bir kısmı
emre itâat etmeyi düşünerek ateşin kenarına kadar yürüyüp orada durdu. Diğer
kısmı ise emre uymayıp, ateşten kaçma sırasında ona karşı geldiler. İşte
Cenab-ı Hak, bu çeşit ihtilaflı durumda nasıl hareket etmeleri gerektiğini
mü'minlere bildirmek, onları irşad etmek için bu âyeti inzal buyurmuştur.
Ayetin vak'aya bakan kısmı da "Bir şeyin câiz olup olmadığı hususunda
ihtilafa düşerseniz, meseleyi çözmek için Kitap ve Sünnet'e başvurun"
ibaresidir. Doğruyu Allah bilir."
Taberî'nin bir rivayetine göre bu ayet Ammâr
İbnu Yâsir ile komutanı olan Hâlid İbnu Velid (radıyallahu anhümâ) arasında
cereyan eden bir ihtilâf vesilesiyle inmiştir.
Alimler, âyet-i kerimede geçen ulû'l emr yani
buyruk sahibi yâni itaat edilmesi gereken kimseler hususunda ihtilaf
etmiştir: Kimler ulûl-emrdir?
* Ebu
Hüreyre (radıyallahu anh)'den yapılan sahih bir rivayete göre bunlar
ümerâ'dır, yâni idareciler, devleti elinde tutanlar. Meymun İbnu Mihrân ve
başkalarından da bunu te'yid eden rivayetler yapılmıştır.
*
Câbir İbnu Abdillah (radıyallahu anh)'dan yapılan rivayete göre ulû'l-emr,
ilim ve hayır ehli kimselerdir.
*
Mücâhid, Atâ, Hasanu'l-Basrî ve Ebu'l-Âliye'den yapılan rivayetlere göre
ulû'l-emr, ulemâ'dır.
*
Mücâhid'den gelen daha sahih bir rivâyet ulû'l-emr'den maksad Sahâbe'dir
demiştir. Bu âyetin oldukça hususi bir tevili olmaktadır. Daha hususi bir
te'vili İkrime yapmıştır, ona göre bundan maksad Hz. Ebu Bekir (radıyallahu
anh)'dir.
İmam Şâfiî (rahimehumullah) birinci te'vili
tercih ederek ümerâ der ve görüşünü şöyle delillendirir: "İslam'dan önce
Kureyş emir tanımaz ve kimseye itâat etmezdi. Bu sebeple işleri yürütmek
üzere başlarına tâyin edilecek kimseye itaat etmeleri emredildi. Bu sebeple
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur.
"Kim emîrime itaat ederse bana itaat
etmiştir."
Ayet hususi bir vak'a üzerine nâzil olmuşsa
da, âlimler hükmünü umuma hamlederler. Ulu'l-emr hususunda yapılan
te'villerin hepsi de doğrudur. Belli şartlar ve kayıtlarla ümerâya,
ulemaya, sülehâya itaat etmek gerekli olabilir. İslâm anarşiyi kabul etmez.
ـ26ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ ]في قوله تعالى: وَمَا لَكُمْ َ تُقَاتِلُونَ في سَبِيلِ اللّهِ
وَالْمُسْتَضْعَفِينَ إلى قولهِ تعالى: الظَّالِمِ أهْلُهَا. قَالَ: كُنْتُ
أنَا وَأمِّى مِنَ الْمُسْتَضْعَفِينَ[. أخرجه الشيخان .
26. (560)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anh): "Size ne oluyor da: "Rabbimiz! Bizi
halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder,
katından bize bir yardımcı lutfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve
kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa: 4/75)
âyetiyle ilgili olarak şunu söyledi: "Annem ve ben burada ifâde edilen
"zavallılar" arasında idik."
AÇIKLAMA:
İbnu Abbas "zavallılar" diye tercüme ettiğimiz
müstaz'afîn tabirini açıklamaktadır.
Ayeti kerime, zalimlerin elinde kalmış,
kurtuluş arayan ve fakat içinde bulundukları aczleri sebebiyle kurtulamayan
mustaz'af müminler karşısında seyirci kalmayıp, onların kurtarılması için
gayret göstermeyi emretmektedir.
Müteâkip rivâyet, İbnu Abbas'ın bu açıklamayı
yine müstaz'afin'i konu edinen bir başka ayetle ilgili olarak yaptığını
ifade etmektedir.
ـ27ـ وفي رواية للبخارى:
]تََ ابنُ عبَّاس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما إَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ
الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ. فقَالَ: كُنْتُ أنَا وَأمِّى مِمَّنْ
عَذَرَ اللّهُ تعالى. أنَا مِنَ الْوِلْدَانِ، وَأمِّى مِنَ النِّسَاءِ[ .
27. (561)-
Buhârî'nin bir rivayetinde şöyle denmiştir: İbnu Abbas (radıyallahu anh):
"Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesna"
(Nisa: 4/98), ayetini tilavet buyurduktan sonra: "Ben ve annem Allahu
Teâla'nın mazur addettiklerindendik, ben çocuklardan, annem kadınlardan
mâzurdu" dedi.
AÇIKLAMA:
Yukarıdaki rivayetin anlaşılması için Nisa
suresinin 97. ayetinin bilinmesi lazım. Bu âyette İslâm'ın yaşanamayacağı
yerden hicret etmeyenler Allah nazarında sorumlu tutulmaktadır.
Yukarıda meâlini kaydettiğimiz 98. ayette,
mâzur kabul edilerek sorumlu sayılmayacak olanlar belirtilmektedir: Hicrete
gücü yetmeyen zavallı kadın, erkek ve çocuklar. Şimdi 97. ve 98. ayetlerin
meallerini okuyalım:
"Kendilerine yazık edenlerin canlarını
aldıkları zaman, melekler onlara: "Ne yaptınız bakalım?" deyince, "Biz
yeryüzünde zavallı kimselerdik" diyecekler, melekler de: "Allah'ın arzı
geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" cevabını verecekler. Onların
varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir. Çaresiz kalan,
yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar. İşte Allah'ın
bunları affetmesi umulur. Allah affedendir, bağışlayandır"
(Nisa: 4/97-99).
Ulema, bu rivâyette, İslâm fıkhının "çocuk
ebeveynden hangisi Müslümansa ona tâbidir" hükmüne delîl bulmuştur.
ـ28ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ: ]أنَّ عبدَالرَّحْمَنِ بنِ عَوْفٍ وَأصْحَاباً لهُ أتَوُا النَّبِىَّ #
بِمَكَّةَ فَقَالُوا يَارَسُولَ اللّهِ: إنَّا كُنَّا في عِزٍّ وَنَحْنُ
مُشرِكُونَ، فَلَمَّا آمَنَّا صِرْنَا أذِلةً فقَالَ: إنِّى أمِرْتُ
بِالْعَفْوِ فََ تُقَاتِلُوا. فَلَمَّا حَوَّلَهُ اللّهُ تعالى إلى المَدِينَةِ
أمَرَهُ بِالْقِتَالِ فَكَفُّوا: فَأنزَلَ اللّهُ تعالى: ألَمْ تَرَ إلى
الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّوا أيْدِيَكُمْ وَأقِيمُوا الصََّةَ وَآتُوا
الزَّكاةَ إلى قولِهِ وََ تُظْلَمُونَ فَتِيً[. أخرجه النسائى .
28- (562)-
Yine İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Abdurrahmân İbnu Avf ve bir
kısım arkadaşları, Mekke'de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek
şöyle dediler:
"Biz müşrik iken izzet ve itibarı olan
kimselerdik. Müslüman olduktan sonra zelil duruma düştük. (Müsaade edin
müşriklere karşı koyalım)." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara:
"Ben affetmekle emrolundum. Sakın müşriklerle
mücâdeleye kalkmayın" dedi. Ancak, Medine'ye hicretten sonra Cenab-ı Hakk
cihad emretti. Bu sefer onlar durakladılar. Bunun üzerine şu âyet nâzil
oldu:
"Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin, namaz
kılın, zekat verin" denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında,
içlerinden bir takımı hemen, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha
çok korkarlar ve "Rabbimiz! bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir
zamana kadar te'hir edemez miydin?" derler. Ey Muhammed de ki: "Dünya
geçimliği azdır, âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır,
size zerre kadar zulmedilmez"
(Nisa: 4/77).
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in,
müşriklere karşı takip ettiği ana tabyelerden (taktik) biri sabırdı. Mekke
hayatında Müslümanlara hep sabır tavsiye etmiştir. Hakaret, eziyet, işkence
ve hatta öldürmelere karşı Müslümanlar tek bir silahla mukabele ediyorlardı,
sabır. Yukarıdaki misâlde görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm)'e zaman zaman müracaat edip, "Artık tahammülümüz kalmadı.. eskiden
izzet ve itibarımız vardı. Şimdi hepsini kaybettik... Bizim de kavim, kabile
ve akrabalarımız var, yapılan hakaretlere karşı kendimizi müdafaa edecek
güçteyiz, mukabele etmeye izin ver!" diyenler oluyordu. Ama, Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) her seferinde bu çeşit talebleri kesinlikle
reddediyordu.
Müslümanlara uygulanan boykotun
kaldırılmasıyla ilgili teferruatın da gösterdiği üzere, bu güçsüz dönemde
sabır, gerçekten, en müessir bir silâh gibi iş görüyordu. Birçok gönüller
Müslümanlar'a yapılan zulme isyan ediyor, Müslümanlara karşı yumuşuyordu.
Hz. Hamza ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'i İslâm'a kazandıran sebepler
arasında sabırla mukabele edilen zulmü de zikretmek gerekir.
Zulme gösterilen sabır bir yandan gönülleri
yumuşatırken, öbür yandan zalimler arasında kopmalar, hizipler de meydana
getiriyordu.
Hülâsa Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm),
zulüm, ezip yok edecek bir derecede şiddet kazanıncaya kadar sabır tavsiye
etti. Ama ne zaman ezme derecesine ulaşınca "hicret" emretti, yine de
mukâbele ve kavga izni vermedi.
Mekke'de cihada izin verilseydi, müşrikler,
mü'minleri toptan imha etmeye haklı bir kılıf bulacaklar ve yok
edebileceklerdi. Karşılarında, hayatlarını tehdid eden bir cephe bulamayınca
saldıramadılar, mücâdeleleri ferdî işkenceler şeklinde oldu. Bu da
mü'minlerin hayatta kalmasına, ağır ağır da olsa sayılarının artmasına imkân
sağladı.
Cihad izni Medine dönemine aittir. Burada
artık bir devlet teşekkül etmişti. Sayı artmıştı, yok edilme vetiresinin
dışına çıkılmıştı. Şimdiki şartlarda cihad güç kaynağı, itibâr vesilesi idi.
Gerçekten de öyle olmuş, her savaş, elde edilen ganimetlerle maddî olarak
güçlenmeye, kazanılan zaferlerle de mânen güçlenmeye itibarın artmasına
yol açmıştır.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in
hayatında sabır hicret ve cihad prensipleri tarihî seyri içerisinde
incelenip, tahlil edildiği zaman görülecektir ki, bunlar arasında, gaye ve
hedef açısından herhangi bir fark görmek mümkün değildir. Her üçü de aynı
maksadla, şartlara göre başvurulan silahlardır. Sabır zamanında cihad zarar
açısından ne ise, cihad zamanında da sabır odur.
İslâm'ın tebliğini kendine gâye edinmiş
kimselerin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in risalet hayatında
sabır, hicret ve cihad müesseselerinin yerini çok iyi bilmesi gerekir.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın muazzam başarısında birbirine zıd
gibi görünen bu üç şeyi yerli yerinde kullanmasının büyük katkısı olmuştur
inancındayız. Bu sebeple konu üzerine yaptığımız genişçe bir tahlili
hicretle ilgili bölümün (10277-10281) sonunda sunacağız.
ـ29ـ وعن خارجة بن زيد
قالَ: ]سَمِعْتُ زَيْدَ بنَ ثَابِتٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَقُولُ: أنزلت هذِهِ
اŒيةُ: وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤِْمناً مُتَعَمِّداً فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِداً
فِيهَا؛ بَعْدَ الَّتِى في الفُرْقَانِ: وَالَّذِينَ َ يَدْعُونَ مَعَ اللّهِ
إلهاً آخَرَ وََ يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِى حَرَّمَ اللّهُ إَّ بِالْحَقِّ
بِسِتَّةِ أشْهُرٍ[. أخرجه أبو داود والنسائى.وزاد النسائى رحمه اللّه في أخرى:
فلمَّا نزَلتْ أشْفَقْنَا مِنْهَا. فنزلتِ اŒيةُ الَّتِى في الفُرْقَانِ .
29. (563)-
Hârice İbnu Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu
anh)'i şöyle derken dinledim: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezâsı,
içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lânetlemiş ve
büyük azab hazırlamıştır" (Nisa: 4/93) âyeti, Furkân suresindeki
"Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar. Allah'ın haram
kıldığı cana haksız yere kıymazlar..." (Furkân: 25/68) âyetinden altı ay
kadar sonra nâzil oldu."
Nesâî merhumun bir rivayetinde şu ziyâde
mevcuttur: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî
kalacağı cehennemdir" âyeti indiği zaman (ayette ifâde edilen şiddet
sebebiyle) çok korktuk. Bunun üzerine (bize rahatlık getiren) Furkân
suresindeki "Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar,
Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar..." âyeti nazil oldu."
ـ30ـ وعن سعيد بن جُبير.
قال: ]قُلْتُ ‘بنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: ألمِنْ قَتَلَ مُؤْمِناً
مُتََعَمِّداً مِنْ تَوْبَةٍ؟ قالَ: َ. فَتَلَوْتُ عَلَيْهِ اŒيةَ الَّتِى في
الْفُرْقَانِ فقال: هذِهِ آيةٌ مَكِيَّةٍ نَسَخَتْهَا آيةٌ مَدَنِيَّةٌ، وَمَنْ
يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً[. أخرجه الخمسة إ الترمذى .
30. (564)-
Sa'îd İbnu Cübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu
anhümâ)'a:
"Bir mü'mini kasden öldürenin tevbesi makbul
olur mu?"diye sordum da bana
"Hayır!" diye cevap verdi. Ben de kendisine,
Furkân suresindeki: "Onlar ki Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona
yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana kıymazlar... Ancak tevbe eden,
inanıp, yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere
çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder" (Furkan: 25/68-70) âyetini
okudum. Bana şu cevabı verdi. "Senin okuduğun ayet Mekke'de nâzil olmuştur.
Onu Medine'de nâzil olan: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası,
içinde ebedî kalacağı cehennemdir..." (Nisa: 4/93) âyeti neshetmiştir."
ـ31ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قالَ: ]نَزلتْ هذِهِ اŒيةُ بِمَكَّةَ؛ وَالَّذِينَ َ
يَدْعُونَ مَعَ اللّهِ إلهاً آخَرَ إلى قولِهِ مُهَاناً. فقالَ الْمُشْرِكُونَ:
وَمَا يُغْنِى عَنَّا ا“سَْمُ، وَقَدْ عَدَلْنَا بِاللّهِ تعالى، وقَدْ
قَتَلْنَا النَّفْسَ الَّتِى حَرَّمَ اللّهُ تعالى، وَأتَيْنَا الْفَوَاحِشَ؛
فأنزَلَ اللّهُ تعالى: إَّ مَنْ تَابَ اŒية[. أخرجه الخمسة إ الترمذى .
وزاد في رواية: فَأمَّا
من دخلَ اسمَ وعقله ثمّ قَتَلَ ف توْبةَ له .
31. (565)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Şu âyet: "Onlar Allah'ın
yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana
haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Bunları yapan, günaha girmiş olur.
Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada alçaltılarak ebedî kalır"
(Furkan: 25/68-69) âyeti Mekke'de nâzil olduğu zaman müşrikler şöyle
dediler: "İslâmiyet bize ne bahşediyor? (Hep azab vaad etmekte. Zira) biz
Allah'a şirk günahını işledik. Allah'ın haram ettiği cana kıydık,diğer bir
çok kötülüklere bulaştık." Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi:
"Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenler var ya, işte Allah onların
kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder"
(Furkan: 25/70).
Bir rivayette şu ziyade var. "Kim İslâm'a
girer ve onu idrak eder, sonra da katil olursa onun tevbesi kabul olmaz."
ـ32ـ وفي رواية ‘بى
داود: ]وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً مَا نَسَخَهَا شَئٌ[ .
32. (566)-
Ebu Dâvud'dan gelen bir rivayette de şöyle denmektedir: "Kim kasıtlı
olarak bir mü'mini öldürürse, onun günahını hiçbir şey ortadan kaldırmaz."
ـ33ـ وفي رواية للنسائى
والترمذى رحمهما اللّه: ]سُئِلَ ابنُ عباسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما عمَّنْ
قَتَلَ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً ثُمَّ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً ثُمَّ
اهْتَدَى. فَقَالَ أنَّى لَهُ تَوْبَةٌ؟ سَمِعْتُ نَبِيَّكُمْ # يَقُولُ:
يَجِئُ الْمَقْتُولُ مُتَعَلِّقاً بِالْقَاتِلِ تَشْخُبُ أوْدَاجُهُ دماً.
يَقُولُ أىْ رَبِّ: سَلْ هذَا فِيمَ قَتَلَنِى؟ قالَ: وَاللّهِ لَقَدْ
أنزَلَهَا اللّهُ تعالى وَلَمْ يَنْسَخْهَا[ .
33. (567)-
Nesaî ve Tirmizî'den gelen bir rivayette şöyle denir: "İbnu Abbas
(radıyallahu anhümâ)'a, bir mü'mini kasıtlı olarak öldürüp sonra tevbe edip,
imana giren, güzel ameller işleyen ve hidayete eren bir kimse hakkında
soruldu. Şu cevabı verdi:
"Buna nasıl tevbe olur? Ben Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'i şöyle söylerken işittim:
"Maktûl, avurtları kana bulanmış olan kâtile
asılı olarak getirilir. Kâtili şöyle şikâyet eder: "Ey Rabbim, buna sor
bakalım beni niçin öldürdü, suçum ne idi?"
İbnu Abbas (radıyallahu anh) ilave etti:
"Allah'a kasem olsun, Allah bu hükmü indirdi, fakat neshetmedi." Bu
Nesâî'nin rivayetidir.
ـ34ـ وعن أبى مجلز في
قوله تعالى: ]وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ.
قالَ: هِىَ جَزَاؤُهُ فَإنْ شَاءَ اللّهُ تعالى أنْ يَتَجَاوَزَ عَنْ جَزَائِهِ
فَعَلَ[. أخرجه أبو داود .
34. (568)-
Ebu Miclez merhum, "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası içinde ebedî
kalacağı cehennemdir" âyeti hakkında şöyle söylemiştir: "Evet, bu cürmün
cezası budur. Ancak, Allah dilerse onun bu cezasını affeder."
AÇIKLAMA:
"Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası,
içinde ebedî kalacağı cehennemdir."
(Nisa: 4/93) ayeti hakkında Kûfe uleması ihtilâfa düşerek mü'min bir başka
mü'mini öldürdüğü takdirde mağfiret olma ihtimali var mı, yok mu diye
münâkaşa ederler. Said İbnu Cübeyr, bu hususu sormak üzere İbnu Abbas'a
seyahatte bulunur.
İbnu Abbas'ın bu hususta "Mü'min bir kimse,
taammüden bir mü'mini öldürdüğü takdirde, bunun tevbesi yoktur." "Onun
cezası ebedî cehennemdir" dediği meşhurdur. Yaşlılığında da bu mevzuda
kendisinden sorulur. Soru sâhibine: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse
cezası içinde ebedî kalacağı cehennemdir" meâlindeki âyeti okur ve ilave
eder:
"Bu mevzuda en son nazil olan âyet budur.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar bunu nesheden başka
bir âyet gelmedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra da vahiy
gelmedi" der. Adam tekrar sorar:
"Tevbe eder, imâna gelir, salih amelde bulunur
sonra da doğru yolu bulursa?" İbnu Abbas (radıyallahu anh):
"Ona nasıl tevbe ve hidayet olabilir?"
cevabını verir.
Bu meselede İbnu Abbâs'ı te'yid eden rivayet
çoktur. Ahmed İbnu Hanbel ve Nesâî'nin Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'den
yaptıkları bir rivâyette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle
buyurmuştur:
"Allah iki kişininki hâriç bütün günahları
affedebilir. Bu iki kişiden biri kâfir olarak ölen, diğeri de bir mü'mini
taammüden (bile bile haksızlıkla) öldüren."
İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın nasih olduğunu
söyleyip, hükmünü bina ettiği ayetin nüzûl sebebi de konuya ışık tutar:
Ayet, Mikyas İbnu Subâbe hakkında nazil olmuştur. Mikyas ve kardeşi Hişâm
Müslüman olmuşlardı. Hişâm'ı Ensar'dan bir Müslüman öldürdü. Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm) katile haber göndererek Mikyas'a kardeşi Hişâm'ın
diyetini ödemesini emretti. Bu emir yerine getirildi. Ancak Mikyas malı
aldıktan sonra diyeti getiren elçiyi öldürdü ve irtidâd ederek Mekke'ye
kaçtı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil olur. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) bu herifi Mekke'nin fethi günü, af dışı tutar ve yakalandığı yerde
öldürülmesini emreder.
Hülasa, kâtil-i müteammide tevbe olmadığını
ifade eden rivayetler çoktur. Aksine rivayetler de var. Hatta, bizzat İbnu
Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın tevbeye kâil olduğuna dâir, kendisinden ikinci
bir rivayet de gelmiştir. Bu görüşe delil: "Kim kötülük işler veya
kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret
ve merhamet sâhibi bulur" (Nisa: 4/110) âyetidir. Bütün Ehl-i Sünnet
âlimleri bu görüşte ittifak ederler. Sahâbe, Tabiin, Etbauttâbiin ve daha
sonra gelenler bu meselede ihtilâf etmezler. Buna muhâlif düşen rivayetler
tağliz ve tahzire yani, haksız yere cana kıyma fiilinden yasaklamada
şiddetli ve korkutucu bir üslûba başvurulmuş olmaya hamledilmiştir. Cenâb-ı
Hakk'ın af kapısı her tevbekâra açıktır.
Bu hususta kaydedilen bir delil, Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'in İsrailoğullarından naklettiği kıssadır. Kıssaya
göre doksan dokuz kişiyi öldüren bir katil, yaptıklarına pişman olarak tevbe
imkânı olup olmadığını araştırmaya başlar. "Sana tevbe imkânı yok" diyen
râhibi de öldürerek yüze tamamlar. Sonra bir başka râhibe gider. Bu:
"Seninle tevben arasına kim girebilir" diyerek sâlihlerin bulunduğu bir köye
tevbe ve ibâdet için gitmesini tavsiye eder. Daha yarı yolda iken ölen câni
niyyeti sebebiyle affedilir..."
Özetleyerek sunduğumuz kıssayı müteammid
katilin de affedilebileceğine delil olarak zikreden ulema der ki: "Bu durum,
şu ümmet-i merhumeden önce gelen milletler için sâbit olursa, bu ümmet için
aynı şey evleviyetle câiz olur, çünkü öncekilerin sırtındaki pekçok ağır
yükler bu ümmetten kaldırılmıştır."
ـ35ـ وعن ابن عباس
رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لقِىَ ناسٌ مِنَ المُسْلمِينَ رَجًُ في
غُنَيْمَةٍ لَهُ فقالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ. فَأخَذوُهُ فَقَتَلُوهُ وَأخَذُوا
تِلْكَ الْغُنَيْمَاتِ فَنَزلت وََ تَقُولُوا لِمَنْ ألْقَى إلَيْكُمْ
السَّلَمَ لَسْتَ مُؤْمِناً، وَقَرأهَا ابنُ عبَّاس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما
السَّمَ[. أخرجه الخمسة إ النسائى، وهذا لفظ الشيخين .
35. (569)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Müslümanlardan bir grup, (gazve
sırasında) sürüsünü otlatan bir kimseye rastladılar. Adam, onlara esselamu
aleyküm diyerek (İslâmî âdaba uygun) selam verdi. Ama onlar adamı yakalayıp
öldürdüler ve sürüsüne el koydular. Bunun üzerine şu âyet indi:
"Ey iman edenler: Allah yolunda cihâda
çıktığınız zaman (meselelerin) tam bir açıklanmasını bekleyin. Size
(Müslümanca) selam verene, dünya hayatının (geçici) menfaatini arayarak,
"sen mü'min değilsin" demeyin. İşte Allah'ın katında birçok ganimetler
vardır. Evvelce siz de böyle iken Allah size lutfetti..."
(Nisa: 4/94).
İbnu Abbâs âyeti okudu ve âyette geçen ve Nafi
kıraatına göre esselem olan kelimeyi esselâm olarak kıraat buyurdu.
ـ36ـ وعند الترمذى رحمه
اللّهُ قال: ]مَرَّ رَجُلٌ مِنْ بَنِى سَلِيمٍ عَلَى نَفَرٍ مِنْ أصْحَابِ
رسُولِ اللّهِ # وَمَعَهُ غَنَمٌ. فَسَلَّمَ عَلَيْهِمْ فَقَالُوا: مَا سَلّمَ
عَلَيْكُمْ إَّ لِيَعُوذَ مِنْكُمْ؛ فَقَامُوا فَقَتَلُوهُ وَأخَذُوا غَنَمَهُ
وَأتَوْا بِهَا رسُولَ اللّهِ #، فَأنْزَلَ اللّهُ تَعَالَى اŒية[ .
36. (570)-
Tirmizi'den gelen rivayette şöyle denir: "Benu Süleym'den bir kimse,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbından bir gruba uğradı. Adamın
beraberinde sürüsü vardı. Gruba selam verdi. Ancak onlar: "Bu adam kendisini
size karşı emniyete almak için böyle (İslâmca) selam verdi. (Bu Müslüman
değildir) dediler ve kalkıp adamı öldürüp sürüsüne el koydular. Sürüyle
birlikte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiler. Ancak haklarında
Cenâb-ı Hakk vahiy inzal buyurdu."
ـ37ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ ]أنَّ رسُولَ اللّهِ # قالَ
لِلْمِقْدَادِ: إذَا
كَانَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌ يُخْفِى إيمَانَهُ مَعَ قَوْمٍ كُفّارٍ فَأظْهَرَ
إيمَانَهُ فَقَتَلْتَهُ، فَكَذَلِكَ كُنْتَ أنْتَ تُخْفِى إيمَانَكَ بِمَكَّةَ
قَبْلُ[. أخرجه البخارى .
37. (571)-
Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Hz. Mikdâd (radıyallahu anh)'a:
"Bir kimse içinde yaşadığı kafirlere karşı
imanını gizler, (sen karşılaştığın zaman) imânını açığa vurursa (sakın
öldürme. Bu hayatını kurtarmak için mü'minim dedi, diyerek onu) öldürecek
olursan (cinâyet işlemiş olursun). Nitekim, Mekke'de iken, bir zamanlar sen
de imanını gizlemiştin"
AÇIKLAMA:
Son üç rivayet: "Ey iman edenler! Allah
yolunda cihâda çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin.
Size (Müslümanca) selam verene, dünya hayatının (geçici) menfaatini arayarak
"Sen mü'min değilsin" demeyin. İşte Allah'ın katında birçok ganimetler
vardır. Evvelce siz de böyle iken Allah size lutfetti.." (Nisa: 4/94)
âyetinin nüzûlüne sebep olan hadise üzerinde durulmaktadır. Bununla ilgili
haberler arasında farklılıklar var. Hattâ, mal sâhibini öldüren kimsenin
ismi de ihtilâflıdır. Rivayete göre Üsâme İbnu Zeyd, Muhallim İbnu Cessâme,
el-Mikdâd İbnu'l-Esved'dir. Bazı rivâyetlerde isim tasrih edilmez.
Mikdâd'la ilgili rivayetlere göre Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), bunun da bulunduğu bir seriyye yola çıkarır.
Mikdâd'a şu tenbihte bulunur:
"İmânını etrafındaki kâfirlere karşı gizleyen
mü'minlerle karşılaşabilirsin. O imanını sana izhar ettiği halde öldürecek
olursan hata edersin. Çünkü, daha önce Mekke'de iken sen de imanını
gizliyordun."
Seriyye, gittiği yere varınca -ki bazı
rivayetler burasının Batn-i Idam adında bir yer olduğunu tasrih eder- herkes
kaçıp sağa sola dağılır. Sadece çokca malı olan bir kişi, yerinde, malının
başında kalır. Bu zat kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduğunu söylerse
de Mikdâd onu öldürür.
Medine'ye dönüşte vak'a Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a rapor edilir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm), Mikdâd'ı çağırtıp:
"Sen Lâilahe illallah diyen bir kimseyi mi
öldürdün? Yarın Lailahe illallah'ın hesabını nasıl vereceksin?"
der. Bunun üzerine yukarıdaki âyet iner.
Kâtilin Cessâme İbnu'l-Esved olduğunu söyleyen
rivayette Cessâme'nin tevbe için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın
huzuruna çıktığı vakit: "Senin için mağfiret yok" buyurduğu, ağlıyarak
huzurundan ayrılan Cessâme'nin yedi gün sonra öldüğü, defnedildiği zaman
toprağın kabul etmeyip birkaç sefer dışarı attığı... durum Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatılınca: "Arz bu arkadaşınızdan daha şerir
nicelerini kabul etmiştir, bunu kabul etmeyişinin sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın
size ders vermek, Lailahe illallah'ın ehemmiyetini göstermek
istemesindendir" buyurduğu sonra onun cesedinin bir dağın uygun yerine
atılıp üzerine taş atmak suretiyle defnedildiği anlatılır.
Bu bahis üzerine İman'la ilgili bölümün
sonunda geniş tahlil sunduk.
ـ38ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ أيضاً قال: ]َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤمِنِينَ عَنْ بَدْر
والخَارِحُونَ إلَيْهَا[. أخرجه البخارى، وهذا لفظه، والترمذى.وزاد لمَّا
نَزَلَتْ غَزْوَةُ بَدْرٍ، قالَ عبْدُاللّهِ بْنُ جَحْشٍ وَابْنُ أمِّ
مَكْتُومٍ: ]إنَّا أعْمَيَانِ يَا رَسُولَ اللّهِ، فَهَلْ لَنَا رُخْصَةٌ؟
فَنَزلَتْ: َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤمِنِينَ غَيْرُ أُولِى
الضَرَرِ، وَفَضَّلَ اللّهُ الْمَجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً؛
فَهَؤŒءِ الْقَاعِدُونَ غَيْرُ أولِى الضَّرَرِ وَفضَّلَ اللّهُ
الْمَجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أجْراً عَظِيماً. دَرَجاتٍ مِنْهُ: عَلَى
الْقَاعِدِينَ مِنَ الْمُؤمِنينَ غَيْرِ أولِى الضَّرَرِ[ .
38. (572)-
Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) "Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın
(evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir
olmaz" (Nisa: 4/95) âyetini Bedir savaşına katılanlara uygulayarak şöyle
demiştir: "Bedir savaşına gitmeyip (evlerinde) oturanlarla ona katılanlar
bir olmaz"
Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade var:
Bedir Gazvesi olduğu zaman Abdullah İbnu Cahş
ve İbnu Ümmi Mektum: "Ey Allah'ın Resûlü, biz âmâyız, bize bir ruhsat var
mı?" dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: "İnsanlardan özürsüz olarak
yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler
birbirine eşit değildir. Allah, mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebece,
oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vaadetmiştir, ama
Allah, cihad edenleri oturanlara, büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve
rahmetle üstün kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder." (Nisa:
4/95-96).
ـ39ـ وللخمسة إ أبا داود
عن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]لَمَّا نَزَلَتْ َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ
مِنَ الْمُؤمِنِينَ دَعَا رَسُولُ اللّهِ # زَيداً فَجَاءَ بِكَتفٍ يَكْتُبُهَا
وَشَكَا ابْنُ أمِّ مَكْتُومٍ ضَرَارَتَهُ، فَنَزَلَتْ: َ يَسْتَوِى
الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أولِى الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ
في سَبِيلِ اللّهِ[
39. (573)-
el-Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Mü'minlerden oturanlarla Allah
yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz" (Nisa: 4/95) âyeti
nâzil olduğu zaman Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Zeyd (radıyallahu
anh)'i çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile, âyeti yazmaya geldi. Bu sırada
İbnu Mektum gözlerinin âmâ oluşundan yakınıyordu. Bunun üzerine âyetin
devamında özür sahipleri istisna edildi: "Mü'minlerden, özür sâhibi
olmaksızın (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla
savaşanlar bir olmaz.."
AÇIKLAMA:
Hadis, cihada can u gönülden katılan
mü'minlerle, cihada katılmayıp evde kalan mü'minlerin arasındaki farkı
belirterek cihada katılmaya teşvik maksadıyla nâzil olan âyete "özürsüz
olarak" kaydının nasıl konduğunu belirtmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in mümtaz yönlerinden biri
fiilî hadiselere muvafık olarak yirmi üç yılda nâzil olmasıdır. Pekçok ayet
bir soru, bir itiraz, bir vak'a ile alakalı olarak nazil olmuştur. Buna
kısaca esbâb-ı nüzûl (ayetlerin iniş sebepleri) denir.
Sadedinde olduğumuz rivayette buna güzel bir
örnek vardır. Rivayet ayet-i kerimenin ilk defa: "Mü'minlerden
oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz"
şeklinde nazil olduğu halde, vahyin yazılması sırasında orada hazır bulunan
gözleri âmâ İbnu Ümmi Mektum'un durumundan yakınması üzerine, âyete gelen
ilâve bir vahiy, özür sahiplerini istisna ediyor. Böylece ayet, vahiy
sırasında şöyle oluyor: "Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın (evlerinde)
oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz.."
Bu rivayet Buhârî'ye aittir.