Kütübü Sitte

NİSA SURESİ

 

ـ1ـ عن عائشة رَضِىَ اللّهُ عَنْها: ]أنّ رَجًُ كَانَتْ لَهُ يَتِيمَة فَنَكَحَهَا وَكَانَ لَهَا عِذْقُ نَخْلٍ وَكَانَتْ شَرِيكَتُهُ فِيهِ وَفي مَالِه فَكَانَ يُمْسِكُهَا عَلَيْهِ وَلَمْ يَكُنْ لَهَا مِنْ نَفْسِهِ شَئٌ فنزَلَتْ: وَإنْ خِفْتُمْ أَ تُقْسِطُوا في الْيَتَامَى اŒية[. أخرجه الخمسة إ الترمذى.

 

1. (535)- Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) anlatıyor: "Bir adamın yanında yetime bir kız vardı. Onu kendisine nikâhladı. Kızın meyve veren bir hurma ağacı vardı. Kız, o hurma ağacında olsun, adamın başka malında olsun ona ortaktı. Adam kızı kendisi için tutuyor, kıza kendisinden (mehir olarak) bir şey vermiyordu. Bunun üzerine şu âyet indi: "Eğer  velisi olduğunuz mal sâhibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz..." (Nisa: 4/3)[1]

 

ـ2ـ وفي رواية: ]هِىَ الْيَتِيمَةُ تَكُونُ في حِجْرِ وَلِيِّهَا فَيَرْغَبُ في جَمَالِهَا وَمَالِهَا وَيُرِيدُ أنْ يَنْقُصَ صَدَاقَهَا. فنُهوا عَنْ نِكَاحِهنَّ إَّ أنْ يُقْسِطُوا لَهُنَّ في إكْمَالِ الصّداقِ وَأمِرُوا بِنِكَاحِ مَنْ سِوَاهُنَّ[ .

 

2. (536)- Bir rivayette hadis şöyledir: "Yetime kız velisinin terbiyesindedir. Velisi, kızın güzelliğine ve malına tamâh etmekte (evlenmek istemekte)dir. Ancak mehrini tam değil, eksik vermeyi düşünmektedir. Böyle veliler, yetimlere, mehri hususunda adaletli davranmadıkça, yetimle evlenmeleri yasaklanmış, başka kadınlarla evlenmeleri emredilmiştir."[2]

 

ـ3ـ وفي أخرى: قالت عائشةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: ]وَالَّذِى ذَكَرَ اللّهُ تعالى أنَّهُ يُتْلَى عَلَيْكُمْ في الكِتَابِ اŒيةُ ا‘ولى الَّتِى قالَ فيهَا، وإنْ خِفْتُمْ أَّ تُقْسِطُوا في الْيَتَامَى فأنْكحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ. قالت: وقَولُ اللّهِ عزّ وجَلّ في اŒيةِ ا‘خْرَى. وترغُبونَ أنْ تَنْكِحُوهُنَّ رغْبة أحَدِكُمْ عَنْ يَتِيمَتِهِ الَّتِى تكُونُ في حِجْرِهِ حين تكُونُ قَلِيلَةَ الْمالِ والجَمَالِ[ .

 

3. (537)- Bir diğer rivayette, Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın şu âyette: "Ey Muhammed! Kadınlar hakkında senden fetva isterler, de ki: "Onlar hakkında fetvayı size Allah veriyor: Bu fetva kendilerine yazılan şeyi vermediğiniz ve kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim  kadınlara ve bir de zavallı çocuklara ve yetimlere doğrulukla bakmanız hususunda Kitab'ta size okunandır..." (Nisa: 4/127) âyetinde atıfta bulunan bahis, önceki ayettir ki orada şöyle denmektedir: "Eğer velîsi olduğunuz mâl sâhibi yetim kızlarla evlenmekle onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız, onlarla değil, hoşunuza giden başka kadınlarla iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz."

Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) devamla şunu söyledi: "Sonraki âyette yâni, "... kendileriyle evlenmeyi arzuladığınız yetim kadınlara..." (Nisa: 4/127) ifâdesinin geçtiği ayette, Cenâb-ı Hakk'ın mevzubahis ettiği arzu, kişinin terbiyesi altında bulunan yetimenin malı ve güzelliği az olması halindeki arzudur. Bu durumda onunla evlenmek istememektedir.[3]

 

AÇIKLAMA:

 

535, 536, 537 numaralı son üç hadis İslâm'da çok evlilik meseleleriyle ilgili olan ayeti açıklamaktadır.

Âyet-i kerime erkeklerin dört kadına  kadar evlenebileceklerine ruhsat vermektedir. Mevzu İslâm düşmanlarının tahrif ederek anlattığı şekilde değildir. Esasen yeryüzünde kadın-erkek arasında sayıca eşitlik vardır. Her erkeğe normal tek kadın düşmektedir. Tıb kitapları, sâdece savaşlardan sonra doğumlarda erkek nisbetinin bir miktar arttığını söyler.

İktisadî yönden de mesele normal şartlarda imkânsızlık arzeder. Çünkü, kadının nafaka külfeti erkeğe aittir. Her kadının ma'ruf üzere yeme-içme ve giyinme ihtiyaçlarından başka müstakil bir de mesken ihtiyaçlarını karşılamakla mükelleftir. Normal şartlarda bu imkâna nâdir kimseler sâhiptir.

Ayrıca kadın nikâh akdi kıyılırken, kocasından kendi üzerine müteâkip bir evlilik yapmama şartı koyabilir. İkinci veya üçüncü hanım olacak kadın, zorla değil, rıza ile evliliği kabul ettiğine göre, onun söyleyecek bir sözü olmamalıdır.

Savaş, hastalık, kısırlık gibi çeşitli durumlar, istisnaî hallerde birden fazla evliliği gerektirebilir. Bu sebeple İslâm'ın bu ruhsatı fıtrîdir. Bunu yasaklayan Avrupa, gayr-ı meşru kadın-erkek ilişkilerine cevaz vermiş ve riyâkar bir tek evlilik çıkmazına düşmüştür. Güstav Le Bon, "Müslümanların çok evliliği Avrupalıların riyakâr  tek evliliğine tercih edilir" der.

Hangi açıdan bakarsak bakalım, İslâmî ruhsatın fıtrîliği anlaşılır. Ender istisnalar büyütülmemeli, Şia'dan bir taifenin, âyette gelen "iki, üç ve dörde kadar evlenebilirsiniz" ifadesinde geçen rakamları toplayarak "Dokuz kadınla evlenilebilir" şeklindeki anlayışı yanlıştır. İslâm uleması bir erkeğin dörtten fazla kadınla evlenemeyeceği hususunda icma etmiştir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in zevcelerinin sayıca çokluğu yanılgıya düşürmemelidir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın evlilikleri, yukarıdaki tahdid edici ayetin nüzûlünden evvele aittir. Bu âyetin nüzûlünden sonra Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yeni evlilik yapmamıştır. Normal olarak dörtten fazlasını boşaması gerekmiştir. Ancak, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın zevceleri mü'minlerin anneleri olmaları haysiyeti ile Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'la olan nikâh bağlarının kopmaması hususunda istisnâî ruhsat verilmiştir. Yine de Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), âyetten sonra dört zevcesiyle,  zevciyyet muâmelesini devam ettirmiştir.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in çok evlenmesinin siyâsî yönleri olduğu gibi, risâlet vazifesinin ifâsına  müteallik yönleri de vardır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hususta istisnaî durumu  vardır. Birinci ciltte kısmen açıkladık.[4]

 

ـ4ـ وفي رواية في قوله تعالى: ]ويَسْتَفْتُونَكَ في النِّسَاءِ إلى آخرِ اŒية. قالت عائشةُ رَضِىَ اللّهُ عَنْها: هِىَ الْيَتِيمَةُ الَّتِى تكُونُ في حِجْرِ الرَّجُل قَدْ شَرَكَتْهُ في مَالِهِ فَيرْغبُ عَنْهَا أنْ يَتَزَوَّجَهَا، وَيَكْرَهُ أنْ يُزَوِّجَهَا غَيْرَهُ فَيَدْخُلُ عَلَيْهِ في مَالِهِ فَيَحْبِسُهَا فنَهَاهُمُ اللّهُ تعالى عَنْ ذلِكَ[.زاد أبو داود رحمه اللّه؛ وقال ربيعة في قوله تعالى: وَإنْ خِفْتُمْ أَّ تُقْسِطُوا في اليَتَامَى قال يقول: اُتْرُكُوهُنَّ إنْ خِفْتُمْ فَقَدْ أخَلَلْتُ لَكُمْ أرْبَعاً .

 

4. (538)- Bir başka rivayette "Ey Muhammed! Kadınlar hakkında senden fetva isterler..." (Nisa: 4/127) ayeti ile ilgili Hz. Aişe  şu açıklamayı yapar: "Burada sözkonusu edilen, kişinin terbiyesi altında bulunan ve malından kendisine ortak olan yetime kızdır. Adam bu yetime ile evlenmeyi düşünmediği gibi, başkasıyla evlendirip, yabancıyı malına ortak kılmak da istememekte, yetimeyi ortada tutmaktadır. Cenâb-ı Hakk, mezkur âyetle bu durumu yasaklamaktadır."

Ebu Dâvud merhum şu ilâvede bulunur: Rebî'a, Cenâb-ı Hakk'ın "Eğer velisi olduğunuz mâl sâhibi yetim kızlarla evlenmekte onlara haksızlık yapmaktan korkarsanız..." sözü hakkında şu açıklamayı yaptı: "Burada Allah Teâla şunu söylüyor: "Korkuyorsanız bu yetimeleri serbest bırakın, (arada tutmayın), ben size dört tanesini helal kıldım."[5]

ـ5ـ وعنها رَضِىَ اللّهُ عَنْها. في قوله تعالى: ]وَمَنْ كَانَ غَنِيّاً فَلْيَسْتَعْفِفْ وَمَنْ كَانَ فَقِيراً فَلْيَأكُلْ بِالْمَعْرُوفِ؛ إنَّمَا نَزَلت في وَالِى الْيَتِيمِ إذَا كانَ فَقيراً أنَّهُ يَأكُلُ مِنْهُ مَكَانَ قِيَامِهِ عَلَيْهِ بِالْمَعْرُوفِ[. أخرجه الشيخان.وفي رواية: أنَّهُ يُصِيبُ مِنْ مَالِهِ إذَا كَانَ مُحْتَاجاً بِقَدْرِ مَالِهِ بِالْمَعْرُوفِ .

 

5. (539)- Yine Hz. Aişe (radıyallahu anhâ) "Yetimleri, evlenme çağına gelene kadar deneyin, onlarda  olgunlaşma görürseniz mallarını kendilerine verin, büyüyecekler de geri  alacaklar diye onları isrâf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan iffetli olmağa çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin..." (Nisa: 4/6), ayeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "Bu âyet, yetime bakan velinin fakir olması hâlinde, bakım hizmetine mukabil, yetimin malından uygun şekilde yiyebileceğini beyân için nâzil olmuştur."

Bir başka rivayette şöyle denir: "Velî, muhtaçsa, çocuğun malından, malın miktarına göre uygun şekilde alır."[6]

 

ـ6ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما في قوله تعالى: ]وَإذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أولُوا الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينُ فارْزُقُوهُمْ مِنْهُ؛ قَالَ هِىَ مُحْكَمَةٌ وَلَيْسَتْ بِمَنْسُوخَةٍ فإنَّ نَاساً يزعُمُونَ أنَّهَا نُسِخَتْ؛ وََ وَاللّهِ مَا نُسِخَتْ، وَلَكِنَّها مِمَّا تَهَاوَنَ بِهَا النَّاسُ هُمَا وَالِيَانِ: وَالٍ يَرِثُ، وَذلِكَ الَّذِى يُرزَقُ؛ وَوَالٍ َ يَرِثُ، وَذَلِكَ الَّذِى يقُولُ بِالْمَعْرُوفِ، وَيَقُولُ َ أمْلِكُ لكَ أنْ أعْطِيَكَ[. أخرجه البخارى .

 

6. (540)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ), "Taksimde  yakınlar yetimler ve düşkünler bulunursa, ondan onlara da verin, güzel sözler söyeyin" (Nisa: 4/8) âyeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "Bu âyet muhkemdir ve mensuh da değildir. Bazıları bunun mensuh olduğunu zanneder. Hayır, Allah'a kasem olsun mensuh değildir. Ancak, bu âyet, halkın hükmüyle amel etmemek suretiyle kadrini idrak edemediği ayetlerdendir. Terekede tasarrufta bulunan ve tereke ile ilgili işleri üzerine alan veli iki kısımdır:

1- Mala vâris olan mutasarrıf veli, (mesela asabe gibi). İşte bu veli (taksim sırasında hazır bulunan yakınlara, yetimlere ve düşkünlere onların gönüllerini hoş edecek birşeyler) verir.

2- Mala vâris olmayan velî (yetimin velisi gibi ki taksimde hayır bulunanlara maldan bağışta bulunmak gibi tasarrufta bulunamaz. Onlara bazı) tatlı sözü bu veli söyler. Mesela şöyle der: Benim, sizlere birşeyler verme yetkim yok."[7]

 

AÇIKLAMA:

 

Yetimle ilgili pekçok mesele 179-180'inci hadislerin izahı sırasında kaydedilmişdi. Oraya bakılabilir.[8]

 

ـ7ـ وعن جابر رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]مَرِضْتُ فأتَانِى رَسُولُ اللّهِ # يَعُودُنِى وَأبُو بَكْرٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ وَهُمَا مَاشِيَانِ فَوَجَدَانِى قَدْ أغْمِىَ عَلَىَّ فَتَوَضَّأَ النَّبِىُّ # ثُمَّ صَبَّ وَضُوءَهُ عَلَىَّ فَأفَقْتُ؛ فإذَا النَّبِىُّ # فَقُلْتُ: يَارسُولَ اللّهَ كيْفَ أصْنَعُ في مالى؟ فَلَمْ يَرُدَّ عَلَىَّ شَيْئاً حَتَّى نزلتْ آيةُ الْمِيراثِ. يَسْتَفْتُونَكَ قُل اللّهُ يُفْتِيكُمْ في الكََلَةِ اŒية[. أخرجه الخمسة إ النسائى.وفي رواية فنزلت آيةُ الفَرَائِضِ؛ وفي أخرى فنزلت: يُوصِيكُم اللّهُ في أوَْدِكُمْ.وفي رواية الترمذى: وَكَانَ لِى سَبْعُ أخَوَاتٍ؛ وَعندَ أبى داود: قُلِ اللّهُ يُفْتيكُمْ في الْكََلَةِ؛ مَنْ كَانَ لَيْسَ لَهُ وَلدٌ وَلَهُ أخَوَاتٌ .

 

7. (541)- Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hastalanmıştım. Geçmiş olsun demek üzere, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ve Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh) yaya olarak bana uğradılar. Bize geldikleri sırada baygınmışım. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) abdest aldılar ve abdest suyundan üzerime serptiler. Bunun üzerine ayıldım. Karşımda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ı görmez miyim! Hemen sordum:

"Ya Resûlallah (görüyorsunuz ölmek üzereyim) malımı ne yapayım?"

Bana cevap vermede acele etmedi. Derken miras âyeti geldi.

"(Ey Muhammed!) Senden fetva isterler, de ki: "Allah size ikinci dereceden mirascılar hakkında fetva veriyor:  Şayet çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan kimse ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır. Fakat kız kardeşinin çocuğu yoksa, kendisi ona tamamen vâris olur. Eğer kız kardeşi kalmışsa, bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Eğer mirasçılar erkek ve kadın kardeşlerse, erkeğe, iki kadının hissesi kadar vardır. Doğru yoldan saparsınız diye Allah size açıklıyor. Allah  her şeyi bilir" (Nisa: 4/176).

Bir rivayette şöyle denmektedir: "..(Sorum üzerine) feraiz âyeti indi." Bir başka rivayette de: "Allah çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kızın hissesi kadar tavsiye eder..." (Nisa: 4/11) ayeti indi" denir.

Tirmizi'nin rivayetinde Câbir  hazretleri (radıyallahu anh) şöyle der: "Benim  yedi tane kızkardeşim vardı..."

Ebu Dâvud'un rivayetinde şu âyetin nazil olduğu belirtilir: "Senden fetva isterler, de ki: Allah size ikinci derece mirascılar hakkında fetva veriyor..." ikinci derece mirascılar: Kendisinin çocuğu olmayıp kız kardeşleri olan kimse.[9]

 

ـ8ـ وقال في أخرى: ]اشْتكَيْتُ وَعِنْدِى سَبْعُ أخَوَاتٍ فَدَخَلَ عَلَىَّ رسولُ اللّهِ # فَنَفَخَ في وجْهِِى فأفقْتُ فقُلتُ يَا رسولَ اللّهِ؛ أ أوصِى ‘خَوَاتِى بِالثُّلُثيْنِ؟ قالَ أحْسِن. قُلتُ فبِالشَّطْرِ؟ قالَ أحْسِن. ثمَّ خَرَجَ وَتَرَكَنِِى وقالَ: يَا جَابرُ َ أرَاكَ مَيِّتاً مِنْ وَجَعِكَ هَذَا، وَإنَّ اللّهَ تعالى قَدْ أنزَلَ فَبَيَّنَ الَّذِى ‘خَوَاتِكَ فَجَعَلَ لَهُنَّ الثُّلُثَيْنِ فكَانَ جابرٌ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يقُولُ: أنزِلت فيَّ هذِهِ اŒيةُ: يَسْتفْتُونَكَ قُلِ اللّهُ يُفْتِيكُمْ في الْكََلَةِ[ .

 

8. (542)- Yukarıdaki Câbir (radıyallahu anh) hadisi, bir rivayette şöyle gelmiştir: "Rahatsızlanmıştım. Tam o sırada yedi kızkardeşim vardı, benim yanımda idiler. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanıma girdiler. Girince ilk  iş yüzüme (okuyup) üfledi.  Hemen ayıldım. Ayılır ayılmaz:

"Ey Allah'ın Resulü, kızkardeşlerim için malımın üçte ikisini vasiyet edeyim mi?" dedim. Bana:

"İhsanda bulun!" dedi. Ben:

Öyleyse yarısını? dedim. Resulullah:

"İhsanda bulun" dedi. Sonra beni bıraktı ve çıkarken şöyle dedi:

"Bu ağrıdan ölmeyeceksin. Allah Teâla kızkardeşlerine vermen gereken miktar hususunda açıklayıcı âyet indirdi. Onların hissesini üçte iki kıldı."

Câbir (radıyallahu anh) şu âyet benim hakkımda indi derdi: "Senden fetva isterler, de ki Allah size ikinci dereceden mirasçılar hakında fetva veriyor..." (Nisa: 4/176).[10]

 

ـ9ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]جَاءَتِ امْرَأةٌ بِبِنْتَيْنِ لَهَا فقَالَتْ يَارسُولَ اللّهِ هَاتَانِ بِنْتَا ثَابِتِ بن قَيس قُتِلَ مَعَكَ يَوْمَ أُحُدٍ، وَقَدِ اسْتفَاءَ عَمُّهُمَا مَالَهُمَا وَمِيرَاثَهُمَا كُلَّهُ فَلَمْ يَدَعْ لَهُمَا مَاً إَّ أخَذَهُ. فَمَا تَرَى يَارَسُول اللّهِ؟ فَوَاللّهِ َ تُنْكَحَانِ أبداً إَّ وَلَهُمَا مَالٌ فقالَ # يَقْضِى اللّهُ في ذلِكَ فنزلت سورةُ النساء: يُوصِيكُمُ اللّهُ في أوَدِكُمْ اŒية. فقالَ رسولُ اللّهِ #: ادْعُوا لِىَ المرأةَ وَصَاحِبَهَا. فقالَ لٍعمِّهمَا أعْطِهِمَا الثُّلُثَيْنِ، وَأعْطِ أمَّهُمَا الثُّمُنَ، وَمَا بَقِىَ فَهُوَ لَكَ[. أخرجه أبو داود، وهذا لفظه والترمذى. وفي أخرى ‘بى داود: أنَّ امْرَأةَ سَعْدٍ بنِ الرَّبيعِ قالت وذكرَ الحَديثَ، وقالَ: هذَا هُوَ الصَّوَابُ وَكذَا هُوَ في رِوايةِ الترمذىّ .

 

9. (543)- Yine Hz. Câbir (radıyallahu anh) anlatıyor: "Bir kadın iki kızıyla gelerek: "Ey Allah'ın Resûlü, bu iki kız Sâbit İbnu Kays'ın kızlarıdır. Babaları Uhud'da seninle beraber cihâd ederken şehid oldu. Kızların amcası, babalarından kalan mallarının ve miraslarının tamamını aldı ve kızlara hiçbir şey bırakmadı. Bu hususta  ne dersiniz ey Allah'ın Resûlü. Allah'a yemin  ederim bunlar malları olmadıkça asla evlenemezler de!" dedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Bunlar hakkında Allah hükmeder" cevabını verdi. Arkadan Nisa suresi nazil oldu:

"Allah çocuklarınız hakkında erkeğe, iki kızın hissesi kadar tavsiye eder..." (Nisa: 4/11).

Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):

"Bana kadını ve sahibini çağırın!" emretti. Çocukların amcasına: "Babalarından kalan malın üçte ikisini kızlara, sekizde birini kızların annesine ver, geriye kalan da senindir" dedi.[11]

 

AÇIKLAMA:

 

1- Hadiste geçen Sâbit İbnu Kays isminde râviler tarafından yapılan bir hata söz konusudur. Doğrusu, Tirmizî'nin rivayetinde olduğu üzere Sa'd İbnu'r-Rebî'dir. Sâbit İbnu Kays Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra vefat etmiştir.  Hattâ Hz. Ebu Bekir zamanında Yemâme seferine katılmıştır. Uhud'da şehid düşen Sa'd İbnu Rebî'dir.

2- Hadis, mirasla ilgili vahyin gelmesine vesile olan vak'ayı anlatmaktadır. Rivayetten de anlaşılacağı üzere, câhiliye devrinde  kız çocukları babalarından miras alamamakta idi. O devrin sistemine göre miras hakkı iki sebebten ileri gelirdi:

1- Neseb: Neseb sebebiyle hak sâhibi olabilmek için kadın ve çocuk olmamak lazımdı. Yani at üzerinde harp yaparak ganimet alabilecek durumda olan "büyük erkek"ler mirâs alabilirlerdi.

2- Mirasa hak kazandıran ikinci sebep: "Ahd" di. Bu da iki şekilde olurdu:

a) Hılf suretiyle: Yani iki kişinin aralarında yaptıkları bir nevi anlaşma idi. Meselâ bir kimse diğerine: "Benim kanım senin kanın olsun, benim felâketim senin felâketin olsun, saadetimiz de şekâvetimiz de ortak olsun" der, öbürü de kabûl eder ve böylece anlaştılar mı, hangisi arkadaşından önce ölürse sağ kalanın bu anlaşma gereği ölenin malında hakkı bulunurdu.

b) Tebennî denen evlat edinme suretiyle: Bir kimse başkasının oğlunu evlât edinir, böylece bu oğlanın nesebi babasına değil bu adama nisbet edilir ve ona vâris olurdu.

İslam'ın bidâyetinde bu hukuk sistemi aynen devam etti. Hattâ bazı alimler,  bidâyette bu sistemin kendi hâline bırakılmadan öte, Kur'ân-ı Kerîm tarafından takrir edildiğini söylerler ve neseb ile tevârüs'ü, Nisa suresinin yedinci âyetinin, ahd ile tevârüsü, Nisa suresinin otuz üçüncü ayetinin takrir ettiğini belirtirler. İslâm'ın bidâyetinde, tevârüs sebebi olarak takrir edilen bu neseb ve ahd esaslarına yeni iki şey daha ilâve edilmişt: Hicret ve muâhât (kardeşlik). Yani, hicret  ile bir muhâcire -aralarında vukûa  gelen kaynaşma sebebiyle-kan bağı bulunmasa bile vâris olabiliyordu. O kadar ki, muhâcir olmayan öz kardeşi ona vâris olamıyor fakat muhâcirliğin hâsıl ettiği yakınlığa sâhib olan kimse vâris olabiliyordu. Muâhât'a gelince, bu Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in iki mü'min arasında akdettirdiği kardeşlik anlaşmasıyla hasıl oluyordu. Böyle bir kardeşlik (muâhât) akdiyle kardeşleşen iki kişi birbirlerine vâris olabiliyorlardı.

Bu çeşit "ahd"e dayanan verâset müesseseleri, Müslümanların geçirdikleri fevkalâde ağır ve anormal içtimâî şartların hüküm sürdüğü dönemlerin hâtırasıdır. İslâm devleti oturup, içtimâî şartlar normale avdet ettikçe bunlar  neshedilecektir. Nitekim ".... birbirinin  mirasçısı olan akraba, Allah'ın Kitab'ına göre birbirine daha yakındır..." (Enfal: 8/75) âyetiyle bütün bu verâset sebepleri neshedilmiştir.

Bunlar yerine İslâm'ın koyduğu verâset sebebi üçtür: Neseb, nikah, velâ.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) İslâm cemiyeti fevkalâde durumlarla karşılaştığı takdirde, sıkıntıların asgarî seviyede atlatılabilmesi maksadıyla, İslâm'ın bidâyetindeki tatbikata başvurulabileceğini şu hadisleriyle de iş'âr buyurmaktadır:

"Eş'ârîler herhangi bir gazvede erzakları bitmeye yüz tuttuğu veya Medine'deki âilelerinin yiyecekleri azaldığı zamanda yanlarında mevcut erzâkı bir yazgıya toplayıp aralarında bir kapla müsavi olarak paylaşırlardı. Binaenaleyh onlar benden, ben de onlardanım."[12]

Burada temas etmemiz gereken bir husus şeriat-ı garramızın kadın-erkek mirası meselesinde tesbit ettiği prensiptir: Erkeğin payı, kadın payının iki katıdır.

Bu kadın-erkek eşitliği sloganının moda olduğu bir devirde yadırgama ve hatta tenkît konusu yapılabilmektedir. Halbuki, prensip, İslâmî sistemin bütünü içerisinde, kendi mantığına göre değerlendirilince bu eşitsizlik içinde tam bir adalet olduğu anlaşılacaktır. Şöyle ki: Önce şu noktayı iyi kavramak gerekir. İslâm açısından erkek ve kadın, âile bütününün parçalarıdır. Bunların hakları ve vazifeleri bu bütünün âhenktar işleyişini sağlayacak şekilde tanzim edilmiştir. İslâm'a göre kadının nafakası erkeğin sorumluluğundadır. Şu halde erkek biri kendine, biri de kadına olmak üzere iki harcama ile mükelleftir. Kadın evlendiği zaman nafakası için harcamakla mükellef değildir. Öyle ise erkek, yükleneceği mesuliyetin fazlalığı sebebiyle daha fazla almaya müstehak kılınarak adalet sağlanmış oluyor. Kadın ise aldığına sâhib oluyor ve onu kendi hesâbına koruyor. Bu esastan meseleye bakınca, mirasta kadın-erkek eşitliğinin aslında hakkaniyet değil, erkeğin aleyhine bir adaletsizlik olduğu teslim edilir. (Mevzuun daha geniş aydınlanmasını isteyen, Elmalı'lı merhumun tefsirine bakmalıdır, cilt 2, sayfa 1302-1305).[13]

 

ـ10ـ وعن عبادة بن الصامت رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كانَ نبىُّ اللّه # إذَا نَزَلَ عَلَيْهِ كَرَبٌ لِذَلكَ وَتَربَّدَ وَجْهُهُ، فأنَزلَ اللّهُ تعالى عَلَيْهِ ذَاتَ يَوْمٍ فَلَقِى كذلِكَ فلَمَّا سُرِّى عَنْهُ قالَ: خُذُوا عَنِّى فَقَدْ جَعَلَ اللّهُ لَهُنَّ سَبِيً؛ الْبِكْرُ بِالْبِكْرِ جَلْدُ مَائةٍ وَنَفْىُ سَنةٍ، والثَّيِّبُ بِالثَّيِّبِ جَلْدُ مِائةٍ والرَّجْمُ[. أخرجه مسلم وأبو داود والترمذى.ومعنى »تربد« أى تغير .

 

10. (544)- Ubâdetu'bnu's-Sâmit (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a bir vahiy geldiği zaman, vahiy sebebiyle onu bir gam ve keder alır, yüzünün rengi uçardı. Bir gün Cenab-ı Hakk yine vahiy indirmişti ki aynı hal onu sardı. Keder hâli açılınca:

"(Zina haddiyle ilgili  hükmü) benden alın. Allah onlar hakkında yol kıldı (yani çok açık şekilde had beyan etti): Bekâr bekârla zina yapmışsa cezası yüz sopa ve bir yıl sürgündür. Dul dulla zina yaparsa yüz sopa ve recm'dir."[14]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadis önce vahiy indiği sırada Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın mâruz kaldığı sıkıntılı ve meşakkatli  hali tasvir etmektedir. Zira âyet-i kerimenin de işaret ettiği üzere, Kur'ân vahyi "ağır" bir durumdur: "Doğrusu biz sana taşıması ağır bir söz vahyedeceğiz" (Müzzemmil: 73/5). Bu "ağır söz", Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) deve üzerinde iken gelse devenin bacakları yanlara doğru kavis yapar, devenin karnı yere değecek şekilde çökerdi. Dizi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın dizine dayalı olanlar, vahyin "sıkleti" altında ezilme noktasına gelir, "bir daha yürüyemeyeceğini zannederdi". Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da terler, rengi  uçar ve bir gam hâline girerdi.

Hadisin ifade ettiği ahkama gelince: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Allah onlar hakkında yok kıldı" sözüyle şu âyete işaret buyurmuştur:

"Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı içinizden dört şâhid getirin. Eğer şehâdet ederlerse -onları ölüm alıp götürünceye, yahud Allah onlara bir yol açıncaya kadar- kendilerini evlerde alıkoyun (insanlarla ihtilattan menedin) (Nisa: 4/15).

Şu halde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın bu hadiste getirdiği açıklama, ayette beklenmesi işaret buyurulan "yol" yani "Allah'ın zina yapanlara açacağı yol" -bir başka ifade ile- tesbit edeceği ceza şeklidir. Şu halde Resûlullah bu cezayı böylece açıklamış bulunmaktadır.

Ancak, İslâm âlimleri, âyetin delaleti hususunda ihtilaf etmiştir. Bazısı âyet için: "Muhkem"dir, bu hadis onu tefsir etmektedir" derken bazısı da Nur suresinin başında yer alan: "Zina eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değnek vurun..." âyetiyle "mensuh"tur demiştir. Nur suresindeki bu âyetin bekar zânilerle, öbürü ise dul  zânilerle ilgili olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Bütün alimlerimiz, bekar zâniye yüz sopa vurulması gereği ile muhsan (yani bekar olmayan) zâninin recm edilmesi gereğinde icma ederler. Ehl-i kıble olan bütün âlimler bu prensibte birleşirler. Bu icmaya, Havâric ve Mutezile'den Nazzâm  ve yakınları olmak üzere nadir kişiler katılmamıştır.

Hadiste gelen "bekar'ın bekarla" "dul'un dul'la zinası" sözü bu durumu şart kılmıyor. Yani bekar zâninin cezası "celde ve sürgün"dür. Zina fazihasını bekarla da yapsa, bekar olmayanla da yapsa netice değişmez.

Bekâr'ın tarifine gelince: -Kadın veya erkek- sahih bir nikahla âkil bâliğ olduğu halde cima yapmamış kimse demektir. Dul'un (seyyib) tarifi: Hayatında bir kere de olsa nikah-ı sahihle, âkil, bâliğ, hür olduğu halde cimada bulunan kadın veya erkektir. Müslüman, kâfir sefihlik sebebiyle hacr konmuş kimselerin hepsi bu meselede birdir.[15]

 

ـ11ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]يَا أيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا َ يحِلُّ لَكُمْ أنْ تَرِثُوا النِّسَاءَ كَرهاً وََ تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ؛ قَالَ كَانَ إذَا مَاتَ الرَّجُلُ كَانَ أوْلِيَاؤُهُ أحقَّ بِامْرَأتِهِ إنْ شَاءَ بَعْضُهُمْ

تَزَوَّجَهَا، وَإنْ شَاءُوا زَوَّجُوها، وَإنْ شَاءُوا لَمْ يُزَوِّجُوهَا، وَهُمْ أحَقُّ بِهَا مِنْ أهْلِهَا فَنَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ في ذلِكَ[. أخرجه البخارى وأبو داود .

 

11. (545)- İbnu Abbâs: "Ey imân edenler! Kadınlara zorla  mirasçı olmaya kalkmanız size helal değildir. Apaçık hayasızlık etmedikçe onlara verdiğinizin bir kısmını alıp götürmeniz için onları sıkıştırmayın..." (Nisa: 4/19) âyeti hakkında şu açıklamayı yaptı: "Cahiliye devrinde bir erkek ölünce, karısı üzerinden en ziyade onun yakınları hak sâhibi idiler: Onlardan biri dilerse onunla evlenir, dilerse kadını bir başkasıyla evlendirirlerdi, dilemedikleri takdirde de evlenmesine mâni olurlardı. Erkeğin yakınları bu hususta, kadının akrabalarından da çok hak sahibi idiler. Yukarıdaki âyet bu durumla ilgili olarak indi."[16]

 

AÇIKLAMA:

 

İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) yukarıdaki ayet gelinceye kadar Müslümanlar arasında hükmünü devam ettiren cahiliye hukukunu tanıtmaktadır.

Buna göre, ölen erkeğin dul kalan kadını hususunda, ne kadın ne de baba, dede, erkek kardeş gibi yakınları hiçbir söz hakkına sahip değildir. Kadın, hukuken, tamamen kocanın yakınlarına tabidir. Onlar, kocasından alması gereken mehir vs. gibi maddî haklarından vazgeçinceye kadar kadın üzerinde baskı yapabilmektedirler. Hatta bu yakınlardan biri dilerse kadınla evlenmekte veya dilerse bir başkasıyla kadını evlendirmektedirler. Yani dul kadının yapacağı yeni evlilik hususunda ne kendisinin ne de baba tarafının hiçbir söz hakkı yoktur.

İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) bu durumu kaldırmak üzere yukarıdaki ayetin nâzil olduğunu belirtir.

Taberî'nin bir rivayetine göre bu ayet, Evsli Kübeyşe Bintu Ma'n İbni Asım adlı bir kadın hakkında nâzil olmuştur. Bu kadın, Ebu Kays İbnu'l-Eslet'in nikahı altında idi. Kocası ölünce, kocanın oğlu kadının evlenmesine mani oldu. Bunun üzerine Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a mürâcaat ederek: "Ey Allah'ın Resulü! Ne kocama varis olabildim ne de evlenmeye bırakıldım" diye şikâyet etti. Meseleyi şikâyetin akabinde nazil olan yukarıdaki âyet çözüme bağlamıştır. Müteakip rivayet, meseleyi daha da açacaktır.[17]

 

ـ12ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]إنَّ الرَّجُلَ كانَ يَرِثُ امْرَأةَ ذى قَرَابَتِهِ فَيَعْضُلُهَا حَتَّى تَمُوتَ أوْ تَرُدَّ إلَيْهِ صَدَاقَهَا فَحكَمَ اللّهُ عَزَّ وَجَلَّ فَنَهى عَنْ ذلِكَ[ .

 

12. (546)- Ebu Dâvud'da gelen bir diğer rivayette şöyle denir: "Erkek, akrabasının hanımına vâris olur, kadın ölünceye veya mehrini kendisine iade edinceye kadar müşkülat çıkarırdı. Cenâb-ı Hakk buna mâni oldu ve kadına uygulanan engeli yasakladı."[18]

 

ـ13ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قوله: ]َ تَأكُلُوا أمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إَّ أنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَراضٍ مِنْكُمْ؛ لَمَّا نَزَلَتْ قَالَ فكَانَ الرَّجُلُ يَتَحَرَّجُ أنْ يَأكُلَ عِنْدَ أحَدٍ مِنَ النَّاسِ بَعْدَ مَا نَزَلَتْ هذِهِ اŒيةُ: فَنَسَخَ اللّهُ ذلِكَ بِاŒيةِ اŒخرَى الَّتِى في سورةِ النُّورِ فقَالَ: لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أنْ تَأكُلُوا مِنْ بُيُوتِكُمْ إلى قوله جَميعاً أوْ أشْتَاتاً اŒيةَ فَكَانَ الرَّجُلُ الْغَنِىُّ يَدْعُو الرَّجُلَ مِنْ أهْلِهِ إلى طَعَامٍ فَيَقُولُ إنِّى ‘جْنَحُ أنْ آكُلَ مِنْهُ، وَالْجَنْحُ الْحَرَجُ؛ وَيَقُولُ الْمِسْكِينُ أحَقُّ بِهِ مِنِّى فَأُحِلَّ في ذلِكَ أنْ يَأكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللّهِ عَلَيْهِ، وَأُحِلَّ طَعاَمُ أهْلِ الْكِتَابِ[.  أخرجه أبو داود .

 

13. (547)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anhüma), "Ey iman edenler, birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin. Meğer ki, (o mallar) sizden karşılıklı bir  rızadan (doğan) bir ticaret (malı) ola..." (Nisa: 4/29) âyetiyle ilgili olarak şu açıklamayı yaptı: "Bu ayet indiği zaman kişi, bir başkasının yanında  yemeyi nefsine haram etti. Sonra Cenâb-ı Hakk bu âyeti Nûr suresinde yer alan şu âyetle neshetti:

"... Evlerinizde veya babalarınızın evlerinde veya annelerinizin evlerinde veya erkek kardeşlerinizin evlerinde veya kızkardeşlerinizin evlerinde veya amcalarınızın evlerinde veya halalarınızın evlerinde veya dayılarınızın evlerinde, veya teyzelerinizin evlerinde veya kahyası olup anahtarlar elinde olan evlerde, ya da dostlarınızın evlerinde izinsiz yemek yemenizde bir sorumluluk yoktur. Bir ara veya ayrı ayrı yemenizde bir sorumluluk yoktur" (Nur 61).

Bundan önce zengin kişi, ehlinden olan kimseyi yemeğe davet ederdi de çağrılan kimse:

- (Nisa suresindeki âyeti gözönüne alarak): Benim bundan yemem günahtır, zira fakirin bundan yeme hakkı benden fazladır" derdi. (Nur suresindeki) bu ayetle, Müslümanlara (ayette sayılan kimselere ait olmak üzere)  üzerine Allah'ın ismi zikredilen yemeklerinden yemeleri helal kılındığı gibi, ehl-i kitabın yiyecekleri de helal kılındı."[19]

 

AÇIKLAMA:

 

Ayeti kerimede "Birbirinizin mallarını haram sebeplerle yemeyin" diye yasaklanan husus şeriatca haram edilmiş olan kumar, riba, gasb, hırsızlık, hıyânet, yalan yeminlerle mal almak, yalan şâhitliği, rüşvet vs. ile mal elde etmedir. Ayet, bu sayılan tasarrufların hepsini "yemek" fiilini zikrederek yasaklıyor. Çünkü mal'dan en büyük maksad "yemek"dir.

Bazı âlimler bu yasağa sadece başkasının değil, kendi malını da batıl yolla yemenin girdiğine dikkat çekerler. Kendi malını bâtıl yolda yemekten maksad haram yollarda, meâside harcamaktır. Sefâhete, içkiye harcamak gibi.

Hattâ bazı alimler, bütün fasid akidlerin de batıl yolda mal yeme sınıfına girdiğini belirtmiştir.

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) sadedinde olduğumuz ayet-i kerime'nin muhkem olduğunu, neshedilmemiş bulunduğunu, kıyamete kadar da neshedilmeyeceğini söylemiştir.

İbnu Abbâs 'ın nâsih olarak Nur suresinden zikrettiği âyet, kişinin yemek yemesinde mahzur olmayan evleri sayarken önce, "kendi evlerinizde" demektedir. Şârihler: "Buna evlâdın evi de dahildir, çünkü evlâd kendinden sayılır, nitekim, evinde yemek yenilebilecek evler sayılırken, "evladın evinde" denmemiştir" derler  ve evladın evi kendi evi sayılacağı hususunda Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın beyân buyurduğu şu hadisi kaydeder:  "Sen de  malın da babana aittir."

İbnu Abbas, (radıyallahu anh) âyette sonlarda zikredilen: "Kâhyası olup anahtarlar elinde olan" tabiriyle kişinin çiftlik  ve sürüsüne bakan vekil,  kayyim, çoban gibi kimselerin kastedildiğini söylemiştir. Öyle ise çiftliğin mevyesinden, sürünün sütünden bunların yemesinde bir mahzur yoktur, ancak bunlardan harice götüremez, biriktiremez.

İbnu Abbâs bu âyetin el-Hâris İbnu Amr hakkında indiğini belirtir: Bu zât (radıyallahu anh) Hz.Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) ile birlikte gazveye çıkar. Evine göz-kulak olmak için vekil olarak Mâlik İbnu Zeyd (radıyallahu anh)'i bırakır. Dönüşte Mâlik'i bitkin bulur. Niye bu halde olduğunu sorunca "İznin olmadan malından yemekten çekindim" der. Bunun üzerine âyet nâzil olur.

Ayette çıkan mâna şudur: Bu sayılanların evine girdiğiniz zaman, kendileri olmasalar bile, yemeklerinden yemenizde bir mahzur yoktur yeter ki yol azığı almaya, taşımaya kalkmayın.

Ayetin sonunda geçen "Bir arada veya ayrı ayrı yemenizde de bir sorumluluk yoktur" ibaresinin Kinâne kabilesinin Benu Leys İbnu Amr boyu hakkında indiği belirtilir. Bu boya mensup bir zât, sofrasında kendisiyle birlikte yiyen bir misâfir olmadıkça yemek yemezmiş. Hatta bu kişinin, önünde sofra, öğleden geceye kadar beklediği olurmuş. Sürünün yanında olduğu sırada da kendisiyle içecek biri olmadıkça sütten içmezmiş.

İbnu Abbas (radıyallahu anh) şunu da söylemiştir: "Zengin kişi, fakir olan yakınlarının veya dostlarının evlerine gidince yemeğe çağrılsa "Vallahi ben sizinle yemeyi uygun bulmuyorum, çünkü zenginim, siz fakirsiniz zahmet vermiş olurum" derdi." İşte bu durum üzerine âyet indi.

Esbab-ı nüzûl olarak şu da söylenmiştir: "Bu âyet Ensar'dan bazıları hakkında indi. Onlar kendilerine bir misâfir gelince, mutlaka misâfirle birlikte yiyorlardı. Ayet nâzil oldu ve onlara, ayrı ayrı veya topluca diledikleri gibi yemeleri hususunda ruhsat verdi."

Dürrü'l-Mensûr'da kaydedilen bir rivayete göre, Ensâr, evlerine bir misafir gelince, misafir kendileriyle yemedikçe sofraya oturmazlardı. Onlara ruhsat olmak üzere âyet nâzil oldu.[20]

 

ـ14ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]خَمْسُ آياتٍ مَا يَسُرُّنِى أنَّ لِى بِهِنَّ الدُّنْيَا وَمَا فيهَا. إحْدَاهُنَّ: إنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ اŒيةَ؛ وَإنَّ اللّهَ َ يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ اŒيةَ؛ وَلَوْ أنَّهُمْ إذْ

ظَلَمُوا أنْفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمْ الرَّسُولُ اŒيةَ؛ إنَّ اللّهَ َ يَغْفِرُ أنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ اŒيةَ؛ وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءاً أوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللّهَ يَجِدِ اللّهَ غَفُوراً رَحِيماً[. أخرجه رزين .

 

14. (548)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Beş âyet vardı ki onları bütün dünya ve içindekilerle değişmem. Bunlar şunlardır:

1- "Size yasak edilen büyük günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz" (Nisa: 4/31).

2- "Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz, zerre kadar iyilik olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük ecir verir" (Nisa: 4/4).

3- "Biz her peygamberi ancak, Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik. Onlar, kendilerine yazık ettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret  dileseydi, Allah'ın tevbeleri dâima kabul ve merhamet eden olduğunu görürlerdi" (Nisa: 4/64).

4- "Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine  bağışlar. Allah'a ortak koşan kimse, şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur" (Nisa: 4/18).

5- "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de, sonra Allah'tan bağışlama dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sâhibi olarak bulur" (Nisa: 4/110).[21]

 

ـ15ـ وعن أم سلمة رَضِىَ اللّهُ عَنْها قالتْ: ]قُلتُ يَارسُولَ اللّهِ: يَغْزُو الرِّجَالُ وََ تَغْزُو النِّسَاءُ؛ وَإنَّمَا لَنَا نِصْفُ الْمِيرَاثِ. فَأنْزَلَ اللّهُ تعالَى: وََ تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّّلَ اللّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ. قال مجاهد، وأنزل اللّهُ تعالى فيها: إنَّ الْمُسْلِمِينَ وَالْمُسْلِمَاتِ؛ وَكَانَتْ أمُّ سَلْمَةَ أوَّلَ ظَعِينَةٍ قَدِمَتِ الْمَدِينَةَ مُهَاجِرةً[. أخرجه الترمذى .

 

15. (549)- Ümmü Seleme (radıyallahu anhâ) vâlidemiz anlatıyor: "Ey Allah'ın Resûlü, dedim, erkekler cihâda çıkıyorlar, kadınlar cihâd yapmıyor, biz kadınlara mirasdan da  yarım veriliyor." Bunun üzerine Rabb Teâla şu âyeti inzal buyurdu: "Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay, kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah'tan bol nimet isteyin. Doğrusu Allah herşeyi bilir" (Nisa: 4/32).

Mücâhid der ki: "Cenâb-ı Hakk şu âyeti de Ümmü Seleme hakkında inzal buyurdu: "Doğrusu erkek ve kadın Müslümanlar, erkek ve kadın mü'minler, boyun eğen erkekler ve kadınlar; doğru sözlü erkekler ve kadınlar, sadaka veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, iffetlerini koruyan erkekler ve kadınlar, Allah'ı çok anan erkekler ve kadınlar, işte Allah bunların hepsine mağfiret ve büyük ecir hazırlamıştır" (Ahzâb: 33/35). Ümmü Seleme Medine'ye hicretle gelen ilk kadındır."[22]

 

AÇIKLAMA:

 

Kadın-erkek ikiliğinin söz konusu edildiği rivayetlerdendir. Ümmü Seleme vâlidemiz, her  zaman hatıra gelen bir kusuru bizzat Reshulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a sormaktadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) cinsler arasındaki fıtrî farklılıkların, gereksiz yere temenni ve arzu edilmesini hoş bulmuyor: "Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin" tavsiye ediyor. İbnu Abbâs (radıyallahu anh) bu ayeti şöyle açıklığa kavuşturmuştur: "Kişinin: "Falanın malı ve ehli bende olsaydı" diye temennide bulunmasını Allah yasaklamıştır. Öyle deyinceye kadar (ne arzu ediyorsa) Allah'ın fazlından istesin." Hasan Basrî, İbnu Sîrîn, Atâ ve Dahhâk gibi diğer büyükler de ayeti böyle anlamışlardır.

Bu yoruma dayanılarak sahih kitaplarda gelmiş olan: "İki şey dışında hased câiz değildir. O iki şey şudur: 1- Allah bir kimseye mal vermiştir, o da bunu Hakk yolunda  harcamaktadır. Bunu gören: "Keşke benim de falanca gibi  malım olsa da aynen onu gibi ben de harcasam" der. Ücrette her ikisi de eşittir. Bu, âyet-i kerimenin yasakladığından başka bir şeydir. Çünkü hadis, bu çeşit nimetin mislini temenni etmeye teşvik etmekte, ayet ise, bu nimetin aynını temenni etmekten menetmektedir ve şöyle demektedir: "Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeyleri özlemeyin (temenni etmeyin)", yani dünyevî şeylerde ve keza dinî şeylerde."

Ayette temenni edilmesi yasaklanan faziletin "yaratalıştan gelen fıtrî hususiyetler, tabii faziletler (üstünlükler)" olduğu söylenebilir. Erkeğin cihad yapma  yönü, kadının şefkat yönü gibi. Mücâhid'in yukarıda kaydedilen sözü muhtasardır. Nesâî'de gelen vechi daha teferruatlıdır: "Ümmü Seleme, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a şöyle söyledi: "Ey Allah'ın Resûlü! Niye Kur'ân'da erkeklerin zikredildiğini işitiyorum da kadınların zikrini işitmiyorum? Bunun üzerine şu âyet indi..."[23]

 

ـ16ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما في قوله تعالى: ]وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِىَ. قَالَ وَرَثَةً، وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ؛ كاَنَ الْمُهَاجِرُونَ لَمَّا قَدِمُوا الْمَدِينَةَ يَرِثُ الْمُهَاجِرىُّ ا‘نْصَارِىَّ دُونَ ذَوِى رَحمِهِ لِ‘ُخُوَّةِ الَّتِى آخَى رسولُ اللّه # بَيْنَهُمْ فَلَمَّا نَزَلَتْ، وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِىَ نَسَخَتْهَا. ثمَّ قَال: وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ مِنَ النَّصْرِ وَالرِّفَادَةِ وَالنَّصِيحةِ، وَقَدْ ذَهَبَ الْمِيراثُ وَيُوصِى لَهُ[. أخرجه البخارى وأبو داود .

 

16. (550)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ): "Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından herbirini mevâliye kıldık..." (Nisa: 4/33) âyetindeki mevâliye tâbirini vârisler olarak tefsir etmiştir. Keza âyetin devamında geçen "yeminlerinizin bağladığı kimselere haklarını verin" ibaresindeki "yeminlerinizin bağladığı kimseler" tabiriyle ilgili olarak da şu açıklamayı yapmıştır: "Mekkeli muhâcirler Medine'ye geldikleri vakit, muhâcir bir kimse Medineli bir  ensârî'ye -Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın aralarında tesis ettiği kardeşlik sebebiyle- kendi kan yakınlarından önce varis olurdu. Ancak: "Ana babanın ve yakınların bıraktıklarından, her birine vârisler kıldık..." (Nisâ: 4/33) âyetiyle bu muâmele neshedildi. Kelâm-ı ilâhî'de geçen "yeminlerinizin bağladığı"  tabiriyle ifade edilen "muâhattan gelen kardeşlik hukuku" birbirinize yardım, rifâde (hacılara toplanan yardım, destek), bir de nasihat ve hayırhahlığa münhasırdır. Artık hukukî olan tevârüs kalkmıştır. Ancak kişi ihtiyarî olarak vasiyette bulunabilir."[24]

 

AÇIKLAMA:

 

Hazin'de yapılan açıklamaya göre mu'âkede, muâhede, muhâlefe ve el-eymân aynı mânâlara gelir  -543 numaralı hadis vesilesiyle genişçe izah edildiği üzere- câhiliye Araplarında verâset sebeplerinden biri anlaşma idi. Anlaşma iki  kişinin el ele tutarak karşılıklı olarak bazı hususlarda söz  verip yemin etmeleriyle gerçekleşirdi. Bu sebeple yukarda müteradif olduğunu belirttiğimiz tabirlerde kasem ve el mânâlarının bulunması muhtemeldir. Zira anlaşma yapacak kimseler el ele tutuştuktan sonra verdikleri sözü tutacaklarına, akde bağlı kalacaklarına yeminleşirlerdi. Akid yaparken her biri: "Benim kanım senin kanın olsun. Felaketim felâketin olsun, intikamım intikamın olsun, harbim harbin olsun, sulhüm sulhün olsun, sen bana vâris ol, ben sana vâris olayım, sen benim intikamımı ara, ben senin intikamını arayayım, sen benim diyetimi ver ben senin diyetini vereyim" derlerdi. Bu sözleşme ile, her iki taraf birbirlerine karşı hukukî vecibelere girerlerdi. Taraflardan herbiri diğerinin malından altıda birine hak sahibi olurdu. Bu hüküm İslâm'ın başlarında da tatbikatta idi."

Şu halde âyette geçen, "yeminlerinizin bağladığı kimseler"  tabiriyle cahiliye döneminde yardımlaşma ve verâset kasdıyla yaptığınız akidle bağlandığınız kimseler kastedilmiş olmaktadır.

Âyetin devamında verilmesi emredilen nasib verâset yoluyla intikali gereken altıda birdir.

İbnu Abbas, bu âyetin Enfâl suresinde gelmiş bulunan "Birbirinin mirascısı olan akraba, Allah'ın kitabına göre birbirine daha yakındır..."(Enfal: 8/75)  âyetiyle neshedildiğini söyler. Burada ifade edilen yakınlık, mirasdaki yakınlıktır. Yani kan akrabaları, miras hususunda muâhede suretiye tesis edilen hükmî akrabalardan daha yakındır, mirasa daha ziyade hak sahibidir, demektir.

Hükmî akrabalık dediğimiz hususa, cahiliye devrinde yapılmış olan muâkade akrabalıkları, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in te'sis ettiği mu'âhât akrabalıkları, hicretle teessüs eden hicret akrabalığı (ki bunları 543 numaralı hadiste açıkladık) girer.

Ayette geçen "Allah'ın Kitab'ında" tabirinden maksad, "Kur'ân'daki Allah'ın hükmü" demektir. Yâni Nisa suresinde beyân edilmiş olan miras taksimatı demektir.

Yukarıda İbnu Abbas'ta kaydedilen açıklamaya göre anlaşma yoluyla hasıl olan veraset hakkının neshedildiği belirtilmiş olmakla birlikte âyeti te'vil ederek neshedilmediğini söyleyenler de olmuştur. Bunlara göre "yeminlerin bağladığından" maksad haliflerdir, yani kendileriyle anlaşma yapılan kimseler; onlara verilecek "nasibleri" de nusret, nasihat, vefadarlık, dostluk  vs. gibi şeylerdir. Bu te'vile göre âyet mensuh sayılmasa da  neshe inananlar bu çeşit hasbî davranışların herkese karşı gösterilmesi gerektiği ve üstelik buna nasib denemeyeceği, Kur'ân-ı Kerîm' de ilgili bahislerde nasib kelimesinin maddî bir şey için kullanıldığını söyleyerek reddederler.[25]

 

ـ17ـ وفي أخرى ‘بى داود: ]وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ. كَانَ الرَّجُلُ يُحالِفُ الرَّجُلَ وَلَيْسَ بَيْنَهُمَا نَسَبٌ فَيَرِثُ أحَدُهُمَا اŒخَرَ فَنُسِخَ ذلِكَ في ا‘نْفَالِ فقال: وأُولُوا ا‘رْحَامِ بَعْضُهُمْ أوْلَى بِبَعْضٍ اŒية[ .

 

17. (551)- Ebu Dâvud'un bir başka rivayetinde şu açıklama vardır: "Yeminlerinizin bağladığı kimseler" (tâbirine gelince bununla şu kastediyor: İslâm'ın bidâyetinde) kişi, aralarında hiçbir neseb bağı bulunmayan bir başkası ile anlaşma yoluyla hukukî bir bağ kurup biri diğerine vâris olabiliyordu. Bu müessese, Enfal suresinde gelen şu âyetle neshedildi: "...Ve zevil erham (birbirine  mirasçı olan akraba), Allah'ın Kitabı'na göre birbirine daha yakındır..." (Enfal: 8/75).[26]

 

ـ18ـ وعن داود بن الحصين قال: ]كُنْتُ اقْرَأُ عَلَى أمِّ سَعْدٍ بِنْتِ الرَّبِيعِ وَكَانَتْ يَتِيمَةً في حِجْرِ أبى بَكْرِ الصِّدِّيقِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فَقَرَأتُ وَالَّذِينَ عَاقَدَتْ أيْمَانُكُمْ. فقَالَتْ: َ تَقْرأ هكذا، ولكِنْ: وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أيْمَانُكُمْ، إنمَا أنْزِلتْ في أبى بَكْرِ وَابْنِهِ عَبْدِالرَّحمنِ حِينَ أبَى ا“سْمَ فحَلفَ أبُو بَكْرٍ َ يُوَرِّثُهُ فَلَمَّا أسْلَمَ أمَرَهُ اللّهُ تَعالَى أنْ يُوَرِّثَهُ نَصِيبَهُ[. أخرجه أبو داود. وزاد في رواية: فما أسْلمَ حتَّى حُمِلَ عَلَى ا“سَْمِ بِالسَّيْفِ .

 

18. (552)- Dâvud İbnu'l-Husayn anlatıyor: Ümü Sa'd Binti Rebî'ye Kur'ân'dan okuyordum. Bu kadın Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (radıyallahu anh)'in terbiyesinde yetişen bir yetime idi. Ben Nisa suresinin 33. ayetini "vellezîne âkadet eymânukum" diye okuyunca müdâhele ederek: "Öyle okuma fakat "vellezîne akadet eymânukum" diye oku. Bu âyet Hz. Ebu Bekir ve oğlu Abdurrahmân hakkında nâzil oldu. Oğlu, İslâm'ı kabul etmeyince Hz. Ebu Bekir, ona miras bırakmayacağım diye yemin etmişti. Bilâhare Abdurrahman Müslüman olunca, Cenâb-ı Hakk,  mirasdan nasibini ayırması için Hz.Ebu Bekir'e bu âyetle emir buyurdu" dedi.

Bir rivâyette şu ilâve açıklama yapılmıştır: "Abdurrahman'ın İslâm'a girişi Müslümanların maddî galebesine kadar gecikti."[27]

 

AÇIKLAMA:

 

Ümmü Sa'd (radıyallahu anhâ) Sa'd İbnu'r-Rebî'nin kızıdır, ensâriyedir. Babası, Hz. Ebû Bekir (radıyallahu anh)'i ona vasi kılmış idi, bu sebeple onun terbiyesinde yetişmişti. İsminin Cemile olduğu söylenmiştir.

Ümmü Sa'd (radıyallahu anh) iki farklı kıraatı olan bir kelimenin tek okunuşunu benimsemiş bulunduğu için müdâhele etmiştir. Söz konusu kelime akadet veya âkadet diye uzatmalı olarak da kıraat edilmektedir, her ikisi de câizdir.

Rivayette, ayetin Hz. Ebu Bekir ve oğlu Abdurrahman (radıyallahu anhümâ)'la ilgili olarak indiği belirtilmektedir. Abdurrahman Hz. Ebu Bekir'in en büyük oğludur. Bedir savaşında müşriklerin safında yer almıştır. İslâm'a girişi Hudeybiye Sulhü'nden sonradır. Fetih günü Müslüman olduğu da söylenmiştir. Rivâyetin sonunda kaydedilen "Abdurrahman'ın İslâm'a girişi Müslümanların maddî galebesine kadar gecikti" tabiriyle Mekke Fethi'nin kastedilmesi kuvvetle mümkündü, çünkü gerçek mânada maddi galebe o zaman olmuştur.[28]

 

ـ19ـ وعن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]إنَّ اللّهَ  يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ اŒيةَ قالَ: قالَ رسولُ اللّهِ # إنَّ اللّهَ َ يَظْلِمُ مُؤْمِناً حَسَنَةً يُعْطَى بِهَا في الدُّنْيَا وَيُجْزَى بِهَا في اŒخِرَةِ، وَأمَّا الْكَافِرُ فَيطْعَمُ بِحَسَنَاتِ مَا عَمِلَ في الدُّنْيَا حَتَّى إذَا أفْضَى إلى اŒخِرَةِ لَمْ تَكُنْ لَهُ حَسَنَةٌ يُجْزَى بِهَا[. أخرجه مسلم .

 

19. (553)- Hz. Enes (radıyallahu anh) "Allah, şüphesiz zerre kadar haksızlık etmez, zerre kadar iyilik olsa onu kat kat artırır ve yapana büyük  ecir verir" ayeti ile ilgili olarak Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle dediğini rivayet etti: "Allah hiçbir mü'mine, yaptığı tek hayrın bile karşılığını ihmal etmek suretiyle zulümde bulunmaz. Yaptığı her hasenenin karşılığı hem dünyada hem de âhirette kendisine verilir. Kâfir ise, yaptığ hayır sebebiyle dünyada öylesine yedirilir ki, âhirete varınca, karşılığı verilecek tek hayrı kalmaz."[29]

 

AÇIKLAMA:

 

Cenâb-ı Hakk'ın yapılan her hayrın mutlaka karşılığını eksiksiz olarak verdiği bizzat âyetle ifade edilmiştir. Âyet, bu hususta Müslüman-kâfir, kadın-erkek diye bir ayırım yapmıyor. Hadis, ayetteki ıtlakı biraz açıyor. Buna göre yaptığı iyiliğin karşılığını kâfir de görecek. Ancak o, bu dünyada görecek, ahirette hayrı kalmayacak. Mü'min ise, Allah rızasını düşünerek yaptığı için, hem dünyada, hem de âhirette yaptığı hayırların karşılığını görecektir.

Yapılan hayrın Allah nezdinde makbul olması için, onun ihlâsla yani kendi rızasını düşünerek yapılması şarttır. Araya başka maksadların girdiği hayır işlerinin Allah nazarında hiçbir kıymeti yoktur. İnsanlığa hizmet, vicdanın sesine cevap, gösteriş, vs. başka maksadlara dönük bütün hayır harcamalarının âhirette hiçbir karşılığı yoktur. Ayrıca, Allah için yapılmayan  hayırların miktarı da mühim değildir. Yani Allah rızası için yapılmayan hayırlar miktarca ne kadar çok da olsa Allah nazarında zerre kadar kıymet taşımaz. Bu söylediğimiz hususlar şu âyette dile getirilmiştir: "Doğrusu inkâr edip, inkârcı olarak ölenlerin hiçbirinden yeryüzünü dolduracak kadar altını fidye vermiş olsa bile, bu kabul edilmeyecektir. İşte elem verici azab onlaradır" (Âl-i İmran: 3/91).

Şu halde, ihlâsla, Allah rızası için yapılan zerre miktarındaki hayır, riya olarak yapılan batmanlarla hayırdan daha kıymetli, daha makbuldür.

Müslüman olmazdan önce hayır hasenat işleyen bir kimse, sonradan İslâm'a girse, önceki işlediklerinden âhirette fayda görüp görmeyecekleri hususunda münâkaşa edilmiştir. Râcih görüşe göre, istifâde edecektir.

Mü'min yaptığı hayırdan, ihlasındaki dereceye, hayır yaptığı şartlara göre kat kat istifade edecektir. Şu âyet, mü'minin yaptığı her hayrın en az on misliyle Allah nezdinde mükâfaat göreceğini ifade eder: "Kim bir hayır yaparsa ona on katı verilir" (En'âm: 6/160). Kadr suresinde belirtildiği üzere, bir hayrın otuz bin ve daha fazla misliyle katlandığı da müjdelenmektedir.

Şeriat-ı garramızın nassla bildirdiği bu hakikata inanmak vacibtir, değil inkâr, tereddüd bile câiz değildir. [30]

 

ـ20ـ وعن مالك: ]أنَّهُ بَلَغَهُ أنَّ عَلِيَّ بنَ أبِى طَالِبٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قَالَ في الْحَكَمَيْنِ اللَّذَيْنِ قَالَ اللّهُ تعالى فِيهِمَا: وَإنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِما فابْعَثُوا حَكَماً مِنْ أهْلِهِ وَحَكَماً مِنْ أهْلِهَا اŒية. إنَّ إلَيْهِمَا الْفُرْقَةَ بَيْنَهُمَا وَا“جْتِمَاعَ[ .

 

20. (554)- İmam Mâlik'e ulaştığına göre, Hz. Ali (radıyallahu anh): "Karı-kocanın arasının açılmasından endişelenirseniz, erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin, bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur" (Nisa: 4/35) âyetinde temas edilen iki hakem hakkında "karı-kocanın ayrılma veya birleşme kararları bu iki hakemin vereceği hükme kalmıştır" diye beyanda bulunmuştur.[31]

 

AÇIKLAMA:

 

Karı-koca arasındaki ihtilafın hallinde, dinimiz öncelikle her iki taraftan birer hakemin araya girmesini teklif eder. Hakemin aile içerisinden olması, birçok hikmetlere râcidir:

1- Dâhilî ahvali onlar daha iyi bilirler.

2- Araya sulhün girmesini daha çok arzularlar,

3- Geçimsizler onlara daha çok itimad ederek anlaşamadıkları meseleleri açabilirler. Sevip sevmedikleri hususlar nelerdir, ayrılıp, ayrılmama hususundaki dilekleri nedir? Bunlar çoğu kere aile içerisinde kalması gereken sırlar olabilir, yabancıya açılamaz. Hakemden herbiri kendi yakınıyla başbaşa kalır, durumu öğrenir, sonra bir araya gelerek öğrendiklerini birbirlerine eksiksiz aktarırlar.

Ancak şu hususu da kaydedelim ki, hakemlerin akrabadan olma keyfiyeti bir vecibe değildir, yabancı da olabilir.

Hakemi seçme hakkı öncelikle karı ve kocaya aittir. Bunun tesbitini, karı ve kocanın akrabalarıyla görüşerek yapmaları müstehabdır. Akrabalarının bulunmamaları halinde veya kendi rızalarıyla yabancıdan seçmeleri halinde akraba olmayanların hakem olmaları caiz görülmüştür.

Hz. Ali (radıyallahu anh) bu tarafsız hakemlerin ittifakla vereceği hükmün esas alınması gerektiği kanaatini izhâr etmiştir. İmam Mâlik (rahimehumullah) bu fetvaya uyarak, hakemlerin "birleşme" olsun, "ayrılma" olsun ittifakla verecekleri karara uymanın câiz olduğunu söylemiştir.

Hasan Basri ve Ebû Hanife hazretleri "Hakemler birleştirmeye memurdur, ayırmaya değil" diyerek bu görüşe katılmazlar. Nitekim âyet de sulh'e karar verirlerse Allah birleşmelerinde yardımcı olacağını söylemiş, ayırma yetkilerinden sarahatle söz etmemiştir. İmam Şafiî hazretleri farklı olarak: "Koca, hakemini, talak veya hul'e karar verme hususunda tevkil eder, kadın da hakemini ivaz vermek ve ivazla boşanmayı kabul etmek hususunda tevkil eder" der.

Hülasa, ulema, ayetle gelen mübhemlik sebebiyle  hakemlerin yetkisi hususunda ihtilâf etmiştir.

Gerçi hakeme tefrik (ayırma) selahiyeti tasrih edildiği, koca da bunu kabul ve tefviz eylediği takdirde ihtilâf kalmaz. Ancak koca ayırma selahiyeti vermezse, mahkeme kendiliğinden hakemlerin mutlak selâhiyetle seçilmesini karı ve kocaya mecbur edebilir mi? Yâni hakimler karı-kocanın vekilleri mesabesinde midir, yoksa mahkemenin hükme izin vermiş bulunduğu naibleri makamında mıdırlar? Mahkemenin re'sen tefrike selâhiyeti var mıdır, yok mudur?

Bu soruların cevapları âlimler arasında farklı olmuştur. Ayet-i kerimenin siyâkı sulh ve te'lif üzeredir. Bu sebeple tefrik hususunu meskut geçmiştir.[32]

 

ـ21ـ وعن أبى حُرَّةَ الرَّقَّاشِىِّ عَنْ عَمِّهِ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رَسُولَ اللّهِ # قَالَ في قوله تعالى: وَالَّتِى تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ في الْمَضَاجِعِ. قَالَ حماد رحمه اللّه: يَعْنِى النِّكَاحَ[. أخرجه أبو داود .

 

21. (555)- Ebu Hürre er-Rakkâşî, amcasından (radıyallahu anh) naklen Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm):  "Şerlerinden, serkeşliklerinden yıldığınız kadınlara gelince: Onlara (evvela) öğüt verin, (vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın..." (Nisa: 4/34) ayeti hakkında şunu söylemiştir: "Kadınların serkeşlik etmelerinden yılarsanız yatakta onları yalnız bırakın."

Hammâd merhûm, yatakta yalnız bırakmayı "cinsî teması terketmek" olarak anlamıştır.[33]

 

AÇIKLAMA:

 

Ayet-i kerime, kocasına karşı saygıyı terkedip dikbaşlılık edecek kadınlara karşı uygulanması gereken muameleye temas etmektedir. Sırasıyla şunlar yapılacaktır:

1- Önce davranışını düzeltmesi için tatlılıkla nasihat etmek, öğüt vermek.

2- Yatakta yalnız bırakmak. Bunu alimler farklı şekillerde anlamışlardır. Çoğunluk (Cumhur) berâber yaşamakla birlikte yanlarına girmemek diye anlar. Bu da yataklarının ayrılmasıyla gerçekleşir. Bazıları: "Aynı yatakta yatar, ancak sırtını çevirir" bazıları: "Beraber yatar ancak cimâda bulunmaz" bazıları "Cimada bulunur, fakat konuşmaz"  demişlerdir. Hatta bazı âlimler, ibâreden "kadına sert konuşur" manasını da çıkarmışlardır.

Hammad İbnu Seleme'ye göre âyetteki "yatak ayırma"dan murat cimayı terketmektir.

3- Yaralamaksızın dövmek. Ayetin bu kısmı hadiste yer almamakla beraber kısaca temas edelim: Dinimiz, serkeşlik ve dikkafalılık yapan kadınları te'dibde belli bir yol ta'kib etmeyi emretmiş, en son safhada dayağı tecviz etmiştir. Bu da kayıtlıdır: Yaralayıcı olmamak, başa ve hayatî tehlike arzeden yerlere vurmamak gereklidir. Alimlerimizin çoğu, te'dibî dövmelerde üçten fazla vurmamak gerektiğini söylerler[34].

 

ـ22ـ وعن عليّ بن أبى طالب رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قالَ: ]صَنَعَ لَنَا ابنُ عَوْفٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ طَعَاماً فَدَعَانَا فَأكَلْنَا وَسَقَانَا خَمْراً قَبْلَ أنْ تُحَرَّمَ فَأخَذَتْ مِنِّى وَحَضَرضتِ الصََّةُ فَقَدَّمُونِى فَقََرَأتُ: قُلْ يَا أيُّهَا الْكَافِرُونَ َ أعْبُدُ مَا تَعْبُدونَ وَنَحْنُ نَعْبُدُ مَا تَعْبُدُونَ فَخَلَطْتُ فنزلتْ: َ تَقْرَبُوا الصََّةَ وَأنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ[. أخرجه أبو داود والترمذى وصححه .

 

22. (556)- Hz. Ali (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Avf (radıyallahu anh) bizim için yemek hazırlayarak bizi davet etti, gittik, yemeği yedik. Arkadan şarap ikram etti, içtik. Bu ziyafet şarabın haram edilmesinden önce idi. Şarab beni sarhoş etmişti. Namaz vakti gelince imam olmamı istediler. Namazda Kâfirûn suresini okudum. Ancak "sizin taptığınıza ben tapmam" diyecek yerde "biz, sizin taptığınıza taparız" şeklinde yanlış okudum. Bunun üzerine: "Ey iman edenler! Sarhoşken, ne dediğinizi bilene kadar, cünübken -yolcu olan müstesna- gusledene kadar namaza yaklaşmayın..." âyeti nâzil oldu."[35]

 

AÇIKLAMA:

 

Dinimiz birçok emir ve yasakları tedricî şekilde vazetmiştir. Şarabın yasaklanmasını da öyle yapmıştır. Şarap hakkında nihâî sözü söylemeden, muhtelif âyetlerle dikkatler şarap üzerine çekilmiş, zararlı olduğu belirtilmiştir. Yukarıdaki âyet, kesin yasağın konmasına yakın bir safhada gelmiştir. Bu ayete göre sarhoşken namaza yaklaşmamak esastır. Bu durum çoğunluğu yatsıdan sonra içme imkânı tanımaktadır.

Bu ayetle şarap içenler pek azalmış, içme işi iyice sınırlanıp düzene sokulmuş oluyordu. Bundan sonra kesin yasak emri gelecektir.

Bu konuyu geniş olarak içkinin yasaklanmasıyla ilgili bahiste inceleyeceğiz (2259-2274 hadisler. Mevzu üzerine tahlilimizi sonuncu hadisten sonraya koyacağız).[36]

 

ـ23ـ وعن أبى داود: ]أنَّ رَجًُ من ا‘نْصارِ دَعَاهُ عَبْدُالرَّحْمَنِ بنُ عَوْفٍ وَفِيهِ فَأتَاهُمْ عَليٌّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ فأمَّهُمْ في الْمَغْرِبِ، وَذَكَرَ الْحَدِيثَ[ .

 

23. (557)- Ebu Dâvud'da şu rivayet de var: Ensârdan bir zât kendisine (Hz. Ali'yi) ve Abdurrahmân İbnu Avf'ı yemeğe çağırdı. "Rivâyet, Hz. Ali'nin icabet ettiğini, akşam namazında cemaate imamlık yaptığını belirtir ve hadisi(n devamını yukarıdaki gibi) zikreder.[37]

 

ـ24ـ وعن عليّ أيضاً رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أنه قال: ]مَا في الْقُرآنِ آيَةٌ أحَبُّ إليَّ مِنْ هذِهِ اŒيةِ: إنَّ اللّهَ َ يَغْفِرُ أنْ يُشْرَكَ بِهِ ويَغْفِرُ مَا دُونَ ذلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ[. أخرجه الترمذى .

 

24- (558)- Yine Hz. Ali (radıyallahu anh) buyuruyor: "Kur'ân-ı Kerîm' de en çok sevdiğim âyet şudur: "Allah, kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar..." (Nisa: 4/48). Tirmizî, Tefsir, Nisa, (3040).[38]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. Ali efendimizin (radıyallahu anh) en ziyade bu âyeti sevmesi, Hâricilere karşı kesin bir delil olmasındandır. Çünkü, bu âyet, her bir büyük günahın şirk olduğunu, büyük günah işleyenin (mürtekibü'l-kebîre) cehennemde ebedî kalacağını iddia eden Haricileri açık bir şekilde tekzib etmektedir: Allah şirke düşeni affetmez, ama şirk olmayan günahların hepsini affeder. Öyle ise büyük günah şirk değildir. Bu âyette müşrik olarak ölenin ebedî cehennemde kalacağı açık ise de, tevbe ettiği takdirde imânının makbul olacağı, müşrik iken işlediği günahların hepsinin bağışlanacağı anlaşılmaktadır.

Ulema demiştir ki: "Allah, iman ve tevbe ile şirk günahını affedeceğini bildirdiğine göre, tevbe ile, şirkin altında kalan bütün günahları affedecek demektir. Üstelik Allah'ın bu meşîeti (affı dilemesi) tevhide inananlardan tevbe  etmeyenler hakkındadır. Bu durumda, tevbe etmeden, büyük ve küçük bir günah işlemiş olarak ölen kimse, Allah'ın meşîetine (dilemesine) kalmıştır, dilerse affedip fazlı ve rahmeti ile onu cennetine koyar, dilerse azab edip azabtan sonra cennetine koyar."[39]

 

ـ25ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهما قال: ] نَزَلَ قولُهُ تعالى أطِيعُوا اللّهَ وَأطِيعُوا الرَّسُولَ وَأولِى ا‘مْرِ مِنْكُمْ في عَبدِاللّهِ بنِ حُذَافَةَ بنِ قَيْسِ بنِ عَدِىٍّ السَّهمِى إذْ بَعَثَهُ رسولُ اللّهِ # في سَرِيَّةٍ[. أخرجه الخمسة .

 

25- (559)- İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin" (Nisa: 4/59) âyeti, Abdullah İbnu Huzâfe İbni Kays İbni Adiy es-Sehmî hakkında, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) onu bir seriyyeye gönderdiği esnada nâzil oldu."[40]

 

AÇIKLAMA:

 

Burada âyetin esbab-ı nüzûlü belirtiliyor! Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Abdullah İbnu Huzafe'yi komutan tâyin ederek bir seriyyenin başında gönderir. Yolda bir ara öfkelenen Abdullah odun toplatır ve yığına ateş attırır. Odunlar tutuşunca askerlere ateşe girmelerini emreder. Emre uyarak ateşin kıyısına kadar gelen erler orada durup:

"Biz ateşten kaçmak için Müslüman olduk, nasıl olur da gireriz" diyerek oldukları yerde dururlar. Bir müddet sonra öfkesi dinen komutan emri geri alır. Vak'a Medine'ye dönüşte Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e anlatılınca:

"Ateşe girseydiniz çıkamazdınız, itaat ma'ruftadır" buyurur. Bu vak'a üzerine

"Ey iman edenler Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden buyruk sâhibi olanlara itaat edin. Eğer bir  şeyde anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe- inanmışsanız, o meseleyi Allah ve Resûlüne havale edin. Böyle yapmanız hayırlı ve netice itibariyle en güzeldir." (Nisa: 4/59).

İbnu Hacer rivayeti şu  manada açıklar: "Abdullah İbnu Huzâfe'nin emri üzerine askerler ikiye ayrıldı: Bir kısmı emre itâat etmeyi düşünerek ateşin kenarına kadar yürüyüp orada durdu. Diğer kısmı ise emre uymayıp, ateşten kaçma sırasında ona karşı geldiler. İşte Cenab-ı Hak, bu çeşit ihtilaflı durumda nasıl hareket etmeleri gerektiğini mü'minlere bildirmek, onları irşad etmek için bu âyeti inzal buyurmuştur. Ayetin vak'aya bakan kısmı da  "Bir şeyin câiz olup olmadığı hususunda ihtilafa düşerseniz, meseleyi çözmek için Kitap ve Sünnet'e başvurun" ibaresidir. Doğruyu Allah bilir."

Taberî'nin bir rivayetine göre bu ayet Ammâr İbnu Yâsir ile  komutanı olan Hâlid İbnu Velid (radıyallahu anhümâ) arasında cereyan eden bir ihtilâf vesilesiyle inmiştir.

Alimler, âyet-i kerimede geçen ulû'l emr yani buyruk sahibi yâni itaat edilmesi gereken kimseler hususunda ihtilaf etmiştir: Kimler ulûl-emrdir?

* Ebu Hüreyre (radıyallahu anh)'den yapılan sahih bir rivayete göre bunlar ümerâ'dır, yâni idareciler, devleti elinde tutanlar. Meymun İbnu Mihrân ve  başkalarından da bunu te'yid eden rivayetler yapılmıştır.

* Câbir İbnu Abdillah (radıyallahu anh)'dan yapılan rivayete göre ulû'l-emr, ilim ve hayır ehli kimselerdir.

* Mücâhid, Atâ,  Hasanu'l-Basrî ve Ebu'l-Âliye'den yapılan rivayetlere göre ulû'l-emr, ulemâ'dır.

* Mücâhid'den gelen daha sahih bir rivâyet ulû'l-emr'den maksad Sahâbe'dir demiştir. Bu âyetin oldukça hususi bir tevili olmaktadır. Daha hususi bir te'vili İkrime yapmıştır, ona göre bundan maksad Hz. Ebu Bekir (radıyallahu anh)'dir.

İmam Şâfiî (rahimehumullah) birinci te'vili tercih ederek ümerâ der ve görüşünü şöyle delillendirir: "İslam'dan önce Kureyş emir tanımaz ve kimseye itâat etmezdi. Bu sebeple işleri yürütmek üzere başlarına tâyin edilecek kimseye itaat etmeleri emredildi. Bu sebeple Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur.

"Kim emîrime itaat ederse bana itaat etmiştir."

Ayet hususi bir vak'a üzerine nâzil olmuşsa da, âlimler hükmünü umuma hamlederler. Ulu'l-emr hususunda yapılan te'villerin hepsi de  doğrudur. Belli şartlar ve kayıtlarla ümerâya, ulemaya, sülehâya itaat etmek gerekli olabilir. İslâm anarşiyi kabul etmez.[41]

 

ـ26ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]في قوله تعالى: وَمَا لَكُمْ َ تُقَاتِلُونَ في سَبِيلِ اللّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ إلى قولهِ تعالى: الظَّالِمِ أهْلُهَا. قَالَ: كُنْتُ أنَا وَأمِّى مِنَ الْمُسْتَضْعَفِينَ[. أخرجه الشيخان .

 

26. (560)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anh): "Size ne oluyor da: "Rabbimiz! Bizi halkı zâlim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lutfet" diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?" (Nisa: 4/75) âyetiyle ilgili olarak şunu söyledi: "Annem ve ben burada ifâde edilen "zavallılar" arasında idik."[42]

 

AÇIKLAMA:

 

İbnu Abbas "zavallılar" diye tercüme ettiğimiz müstaz'afîn tabirini açıklamaktadır.

Ayeti kerime, zalimlerin elinde kalmış, kurtuluş arayan ve fakat içinde bulundukları aczleri  sebebiyle kurtulamayan mustaz'af müminler karşısında seyirci kalmayıp, onların kurtarılması için gayret göstermeyi emretmektedir.

Müteâkip rivâyet, İbnu Abbas'ın bu açıklamayı yine müstaz'afin'i konu edinen bir başka ayetle ilgili olarak yaptığını ifade etmektedir.[43]

 

ـ27ـ وفي رواية للبخارى: ]تََ ابنُ عبَّاس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما إَّ الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ. فقَالَ: كُنْتُ أنَا وَأمِّى مِمَّنْ عَذَرَ اللّهُ تعالى. أنَا مِنَ الْوِلْدَانِ، وَأمِّى مِنَ النِّسَاءِ[ .

27. (561)- Buhârî'nin bir rivayetinde şöyle denmiştir: İbnu Abbas (radıyallahu anh): "Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesna" (Nisa: 4/98), ayetini tilavet buyurduktan sonra: "Ben ve annem Allahu Teâla'nın mazur addettiklerindendik, ben çocuklardan, annem kadınlardan mâzurdu" dedi.[44]

 

AÇIKLAMA:

 

Yukarıdaki rivayetin anlaşılması için Nisa suresinin 97. ayetinin bilinmesi lazım. Bu âyette İslâm'ın yaşanamayacağı yerden hicret etmeyenler Allah nazarında sorumlu tutulmaktadır.

Yukarıda meâlini kaydettiğimiz 98. ayette, mâzur kabul edilerek sorumlu sayılmayacak olanlar belirtilmektedir: Hicrete gücü yetmeyen zavallı kadın, erkek ve çocuklar. Şimdi 97. ve 98. ayetlerin meallerini okuyalım:

"Kendilerine yazık edenlerin canlarını aldıkları zaman, melekler onlara: "Ne yaptınız bakalım?" deyince, "Biz yeryüzünde zavallı kimselerdik" diyecekler, melekler de: "Allah'ın arzı geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!" cevabını verecekler. Onların varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü dönülecek yerdir. Çaresiz kalan, yol bulamayan zavallı erkek, kadın ve çocuklar müstesnadırlar. İşte Allah'ın bunları affetmesi umulur. Allah affedendir, bağışlayandır" (Nisa: 4/97-99).

Ulema, bu rivâyette, İslâm fıkhının "çocuk ebeveynden hangisi Müslümansa ona tâbidir" hükmüne delîl bulmuştur[45].

 

ـ28ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]أنَّ عبدَالرَّحْمَنِ بنِ عَوْفٍ وَأصْحَاباً لهُ أتَوُا النَّبِىَّ # بِمَكَّةَ فَقَالُوا يَارَسُولَ اللّهِ: إنَّا كُنَّا في عِزٍّ وَنَحْنُ مُشرِكُونَ، فَلَمَّا آمَنَّا صِرْنَا أذِلةً فقَالَ: إنِّى أمِرْتُ بِالْعَفْوِ فََ تُقَاتِلُوا. فَلَمَّا حَوَّلَهُ اللّهُ تعالى إلى المَدِينَةِ أمَرَهُ بِالْقِتَالِ فَكَفُّوا: فَأنزَلَ اللّهُ تعالى: ألَمْ تَرَ إلى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّوا أيْدِيَكُمْ وَأقِيمُوا الصََّةَ وَآتُوا الزَّكاةَ إلى قولِهِ وََ تُظْلَمُونَ فَتِيً[. أخرجه النسائى .

 

28- (562)- Yine İbnu Abbas (radıyallahu anh) anlatıyor: "Abdurrahmân İbnu Avf ve bir kısım arkadaşları, Mekke'de Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e gelerek şöyle dediler:

"Biz müşrik iken izzet ve itibarı olan kimselerdik. Müslüman olduktan sonra zelil duruma düştük. (Müsaade edin müşriklere karşı koyalım)." Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) onlara:

"Ben affetmekle emrolundum. Sakın müşriklerle mücâdeleye kalkmayın" dedi. Ancak, Medine'ye hicretten sonra Cenab-ı Hakk cihad emretti. Bu sefer onlar durakladılar. Bunun üzerine şu âyet nâzil oldu:

"Kendilerine: "Elinizi savaştan çekin, namaz kılın, zekat verin" denenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında, içlerinden bir takımı hemen, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha çok korkarlar ve "Rabbimiz! bize savaşı niçin farz kıldın, bizi yakın bir zamana kadar te'hir edemez miydin?" derler. Ey Muhammed de ki: "Dünya geçimliği azdır, âhiret, Allah'a karşı gelmekten sakınan için hayırlıdır, size zerre kadar zulmedilmez" (Nisa: 4/77).[46]

 

AÇIKLAMA:

 

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in, müşriklere karşı takip ettiği ana tabyelerden (taktik) biri sabırdı. Mekke hayatında Müslümanlara hep sabır tavsiye etmiştir. Hakaret, eziyet, işkence ve hatta öldürmelere karşı Müslümanlar tek bir silahla mukabele ediyorlardı, sabır. Yukarıdaki misâlde görüldüğü üzere, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e zaman zaman müracaat edip, "Artık tahammülümüz kalmadı.. eskiden izzet ve itibarımız vardı. Şimdi hepsini kaybettik... Bizim de kavim, kabile ve akrabalarımız var, yapılan hakaretlere karşı kendimizi müdafaa edecek güçteyiz, mukabele etmeye izin ver!" diyenler oluyordu. Ama, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) her seferinde bu çeşit talebleri kesinlikle reddediyordu.

Müslümanlara uygulanan boykotun kaldırılmasıyla ilgili teferruatın da gösterdiği üzere, bu güçsüz dönemde sabır, gerçekten, en müessir bir silâh gibi iş görüyordu. Birçok gönüller Müslümanlar'a yapılan zulme isyan ediyor, Müslümanlara karşı yumuşuyordu. Hz. Hamza ve Hz. Ömer (radıyallahu anhümâ)'i İslâm'a kazandıran sebepler arasında sabırla mukabele edilen zulmü de zikretmek gerekir.

Zulme gösterilen sabır bir yandan gönülleri yumuşatırken, öbür yandan zalimler arasında kopmalar,  hizipler de meydana getiriyordu.

Hülâsa Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm), zulüm, ezip yok edecek bir derecede şiddet kazanıncaya kadar sabır tavsiye etti. Ama ne zaman ezme derecesine ulaşınca "hicret" emretti, yine de mukâbele ve kavga izni vermedi.

Mekke'de cihada izin verilseydi, müşrikler, mü'minleri toptan imha etmeye haklı bir kılıf bulacaklar ve yok edebileceklerdi. Karşılarında, hayatlarını tehdid eden bir cephe bulamayınca saldıramadılar, mücâdeleleri ferdî işkenceler şeklinde oldu. Bu da mü'minlerin hayatta kalmasına, ağır ağır da olsa sayılarının artmasına imkân sağladı.

Cihad izni Medine dönemine aittir. Burada artık bir devlet teşekkül etmişti. Sayı artmıştı, yok edilme vetiresinin dışına çıkılmıştı. Şimdiki şartlarda cihad güç kaynağı, itibâr vesilesi idi. Gerçekten de öyle olmuş, her savaş, elde edilen ganimetlerle maddî olarak güçlenmeye, kazanılan  zaferlerle  de mânen güçlenmeye itibarın artmasına yol açmıştır.

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hayatında sabır hicret ve cihad prensipleri tarihî seyri içerisinde incelenip, tahlil edildiği zaman görülecektir ki, bunlar arasında, gaye ve hedef açısından herhangi bir fark görmek mümkün değildir. Her üçü de aynı maksadla, şartlara göre başvurulan silahlardır. Sabır zamanında cihad zarar açısından ne ise, cihad zamanında da sabır odur.

İslâm'ın tebliğini kendine gâye edinmiş kimselerin, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in risalet hayatında sabır, hicret ve cihad müesseselerinin yerini çok iyi bilmesi gerekir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın muazzam başarısında birbirine zıd gibi görünen bu üç şeyi yerli yerinde kullanmasının büyük katkısı olmuştur inancındayız. Bu sebeple konu üzerine yaptığımız genişçe bir tahlili hicretle ilgili bölümün (10277-10281) sonunda sunacağız.[47]

 

ـ29ـ وعن خارجة بن زيد قالَ: ]سَمِعْتُ زَيْدَ بنَ ثَابِتٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ يَقُولُ: أنزلت هذِهِ اŒيةُ: وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤِْمناً مُتَعَمِّداً فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِداً فِيهَا؛ بَعْدَ الَّتِى في الفُرْقَانِ: وَالَّذِينَ َ يَدْعُونَ مَعَ اللّهِ إلهاً آخَرَ وََ يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِى حَرَّمَ اللّهُ إَّ بِالْحَقِّ بِسِتَّةِ أشْهُرٍ[. أخرجه أبو داود والنسائى.وزاد النسائى رحمه اللّه في أخرى: فلمَّا نزَلتْ أشْفَقْنَا مِنْهَا. فنزلتِ اŒيةُ الَّتِى في الفُرْقَانِ .

 

29. (563)- Hârice İbnu Zeyd (radıyallahu anh) anlatıyor: "Zeyd İbnu Sâbit (radıyallahu anh)'i şöyle derken dinledim: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezâsı, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lânetlemiş ve büyük azab hazırlamıştır" (Nisa: 4/93) âyeti, Furkân suresindeki "Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar..." (Furkân: 25/68) âyetinden altı ay kadar sonra nâzil oldu."

Nesâî merhumun bir rivayetinde şu ziyâde mevcuttur: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir" âyeti indiği zaman (ayette ifâde edilen şiddet sebebiyle) çok korktuk. Bunun üzerine (bize rahatlık getiren) Furkân suresindeki "Onlar, Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar..." âyeti nazil oldu."[48]

 

ـ30ـ وعن سعيد بن جُبير. قال: ]قُلْتُ ‘بنِ عَبَّاسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما: ألمِنْ قَتَلَ مُؤْمِناً مُتََعَمِّداً مِنْ تَوْبَةٍ؟ قالَ: َ. فَتَلَوْتُ عَلَيْهِ اŒيةَ الَّتِى في الْفُرْقَانِ فقال: هذِهِ آيةٌ مَكِيَّةٍ نَسَخَتْهَا آيةٌ مَدَنِيَّةٌ، وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً[. أخرجه الخمسة إ الترمذى .

 

30. (564)- Sa'îd İbnu Cübeyr (radıyallahu anh) anlatıyor: "İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'a:

"Bir mü'mini kasden öldürenin tevbesi makbul olur mu?"diye sordum  da bana

"Hayır!" diye cevap verdi. Ben de kendisine, Furkân suresindeki: "Onlar ki Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar, Allah'ın  haram kıldığı cana kıymazlar... Ancak tevbe eden, inanıp, yararlı iş işleyenlerin, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder" (Furkan: 25/68-70) âyetini okudum. Bana şu cevabı verdi. "Senin okuduğun ayet Mekke'de nâzil olmuştur. Onu Medine'de nâzil olan: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir..." (Nisa: 4/93) âyeti  neshetmiştir."[49]

 

ـ31ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قالَ: ]نَزلتْ هذِهِ اŒيةُ بِمَكَّةَ؛ وَالَّذِينَ َ يَدْعُونَ مَعَ اللّهِ إلهاً آخَرَ إلى قولِهِ مُهَاناً. فقالَ الْمُشْرِكُونَ: وَمَا يُغْنِى عَنَّا ا“سَْمُ، وَقَدْ عَدَلْنَا بِاللّهِ تعالى، وقَدْ قَتَلْنَا النَّفْسَ الَّتِى حَرَّمَ اللّهُ تعالى، وَأتَيْنَا الْفَوَاحِشَ؛ فأنزَلَ اللّهُ تعالى: إَّ مَنْ تَابَ اŒية[. أخرجه الخمسة إ الترمذى .

وزاد في رواية: فَأمَّا من دخلَ اسمَ وعقله ثمّ قَتَلَ ف توْبةَ له .

 

31. (565)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Şu âyet: "Onlar Allah'ın yanında başka tanrı tutup ona yalvarmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler. Bunları yapan, günaha girmiş olur. Kıyamet günü azabı kat kat olur, orada alçaltılarak ebedî kalır" (Furkan: 25/68-69) âyeti Mekke'de nâzil olduğu zaman müşrikler şöyle dediler: "İslâmiyet bize ne bahşediyor? (Hep azab vaad etmekte. Zira) biz Allah'a şirk günahını işledik. Allah'ın haram ettiği cana kıydık,diğer bir çok kötülüklere bulaştık." Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk şu âyeti indirdi: "Ancak tevbe eden, inanıp yararlı iş işleyenler var ya, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah bağışlar ve merhamet eder" (Furkan: 25/70).

Bir rivayette şu ziyade var. "Kim İslâm'a girer ve onu idrak eder, sonra da katil olursa onun tevbesi kabul olmaz."[50]

 

ـ32ـ وفي رواية ‘بى داود: ]وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً مَا نَسَخَهَا شَئٌ[ .

 

32. (566)- Ebu Dâvud'dan gelen bir rivayette de şöyle denmektedir: "Kim kasıtlı olarak bir mü'mini öldürürse, onun günahını hiçbir şey ortadan kaldırmaz."[51]

 

ـ33ـ وفي رواية للنسائى والترمذى رحمهما اللّه: ]سُئِلَ ابنُ عباسٍ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما عمَّنْ قَتَلَ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً ثُمَّ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحاً ثُمَّ اهْتَدَى. فَقَالَ أنَّى لَهُ تَوْبَةٌ؟ سَمِعْتُ نَبِيَّكُمْ # يَقُولُ: يَجِئُ الْمَقْتُولُ مُتَعَلِّقاً بِالْقَاتِلِ تَشْخُبُ أوْدَاجُهُ دماً. يَقُولُ أىْ رَبِّ: سَلْ هذَا فِيمَ قَتَلَنِى؟ قالَ: وَاللّهِ لَقَدْ أنزَلَهَا اللّهُ تعالى وَلَمْ يَنْسَخْهَا[ .

 

33. (567)- Nesaî ve Tirmizî'den gelen bir rivayette şöyle denir: "İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ)'a, bir mü'mini kasıtlı olarak öldürüp sonra tevbe edip, imana giren, güzel ameller işleyen ve hidayete eren bir kimse hakkında soruldu. Şu cevabı verdi:

"Buna nasıl tevbe olur? Ben Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'i şöyle  söylerken işittim:

"Maktûl, avurtları kana bulanmış olan kâtile asılı olarak getirilir. Kâtili şöyle şikâyet eder: "Ey Rabbim, buna sor bakalım beni niçin öldürdü, suçum ne idi?"

İbnu Abbas (radıyallahu anh) ilave etti: "Allah'a kasem olsun, Allah bu hükmü indirdi, fakat neshetmedi." Bu Nesâî'nin rivayetidir.[52]

 

ـ34ـ وعن أبى مجلز في قوله تعالى: ]وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِناً مُتَعَمِّداً فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ. قالَ: هِىَ جَزَاؤُهُ فَإنْ شَاءَ اللّهُ تعالى أنْ يَتَجَاوَزَ عَنْ جَزَائِهِ فَعَلَ[. أخرجه أبو داود .

 

34. (568)- Ebu Miclez merhum, "Kim bir mü'mini  kasden öldürürse cezası içinde ebedî kalacağı cehennemdir" âyeti hakkında şöyle söylemiştir: "Evet, bu cürmün cezası budur. Ancak, Allah dilerse onun bu cezasını affeder."[53]

 

AÇIKLAMA:

 

"Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalacağı cehennemdir." (Nisa: 4/93) ayeti hakkında Kûfe uleması ihtilâfa düşerek mü'min bir başka mü'mini öldürdüğü takdirde mağfiret olma ihtimali var mı, yok mu diye münâkaşa ederler. Said İbnu Cübeyr, bu hususu sormak üzere İbnu Abbas'a seyahatte bulunur.

İbnu Abbas'ın bu hususta "Mü'min bir kimse, taammüden bir mü'mini öldürdüğü takdirde, bunun tevbesi yoktur." "Onun cezası ebedî cehennemdir" dediği meşhurdur. Yaşlılığında da bu mevzuda kendisinden sorulur. Soru sâhibine: "Kim bir mü'mini kasden öldürürse cezası içinde ebedî kalacağı cehennemdir" meâlindeki âyeti okur ve ilave eder:

"Bu mevzuda en son nazil olan âyet budur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) vefat edinceye kadar bunu nesheden başka bir âyet gelmedi. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'tan sonra da vahiy gelmedi" der. Adam  tekrar sorar:

"Tevbe eder, imâna gelir, salih amelde bulunur sonra da doğru yolu bulursa?" İbnu Abbas (radıyallahu anh):

"Ona nasıl tevbe ve hidayet olabilir?" cevabını verir.

Bu meselede İbnu Abbâs'ı te'yid eden rivayet çoktur. Ahmed İbnu Hanbel ve Nesâî'nin Hz. Muâviye (radıyallahu anh)'den yaptıkları bir rivâyette Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuştur:

"Allah iki kişininki hâriç bütün günahları affedebilir. Bu iki kişiden biri kâfir olarak ölen, diğeri de  bir mü'mini taammüden (bile bile haksızlıkla) öldüren."

İbnu Abbas (radıyallahu anh)'ın nasih olduğunu söyleyip, hükmünü bina ettiği ayetin nüzûl sebebi de konuya ışık tutar: Ayet, Mikyas İbnu Subâbe hakkında nazil olmuştur. Mikyas ve kardeşi Hişâm Müslüman olmuşlardı. Hişâm'ı Ensar'dan bir Müslüman öldürdü. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)  katile haber göndererek Mikyas'a kardeşi Hişâm'ın diyetini ödemesini emretti. Bu emir yerine getirildi. Ancak Mikyas malı aldıktan sonra diyeti getiren elçiyi öldürdü ve irtidâd ederek Mekke'ye  kaçtı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet nâzil olur. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) bu herifi Mekke'nin fethi günü, af dışı tutar ve yakalandığı yerde öldürülmesini emreder.

Hülasa, kâtil-i müteammide tevbe olmadığını ifade eden rivayetler çoktur. Aksine rivayetler de var. Hatta, bizzat İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ)'ın tevbeye kâil olduğuna dâir, kendisinden ikinci bir rivayet de gelmiştir. Bu görüşe delil: "Kim kötülük işler veya kendine yazık eder de sonra Allah'tan bağışlanma dilerse, Allah'ı mağfiret ve merhamet sâhibi bulur" (Nisa: 4/110) âyetidir. Bütün Ehl-i Sünnet âlimleri bu görüşte ittifak ederler. Sahâbe, Tabiin, Etbauttâbiin ve daha sonra gelenler  bu meselede ihtilâf etmezler. Buna muhâlif düşen rivayetler tağliz ve tahzire yani, haksız yere cana kıyma fiilinden yasaklamada şiddetli ve korkutucu bir üslûba başvurulmuş olmaya hamledilmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın af kapısı her tevbekâra açıktır.

Bu hususta kaydedilen bir delil, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in İsrailoğullarından naklettiği kıssadır. Kıssaya göre doksan dokuz kişiyi öldüren bir katil, yaptıklarına pişman olarak tevbe imkânı olup olmadığını araştırmaya başlar. "Sana tevbe imkânı yok" diyen râhibi de öldürerek yüze tamamlar. Sonra bir başka râhibe gider. Bu: "Seninle tevben arasına kim girebilir" diyerek sâlihlerin bulunduğu bir köye tevbe ve ibâdet için gitmesini tavsiye eder. Daha yarı yolda iken ölen câni niyyeti sebebiyle affedilir..."

Özetleyerek sunduğumuz kıssayı müteammid katilin de affedilebileceğine delil olarak zikreden ulema der ki: "Bu durum, şu ümmet-i merhumeden önce gelen milletler için sâbit olursa, bu ümmet için aynı şey evleviyetle câiz olur, çünkü öncekilerin sırtındaki pekçok ağır yükler bu ümmetten kaldırılmıştır."[54]

 

ـ35ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]لقِىَ ناسٌ مِنَ المُسْلمِينَ رَجًُ في غُنَيْمَةٍ لَهُ فقالَ: السََّمُ عَلَيْكُمْ. فَأخَذوُهُ فَقَتَلُوهُ وَأخَذُوا تِلْكَ الْغُنَيْمَاتِ فَنَزلت وََ تَقُولُوا لِمَنْ ألْقَى إلَيْكُمْ السَّلَمَ لَسْتَ مُؤْمِناً، وَقَرأهَا ابنُ عبَّاس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما السَّمَ[. أخرجه الخمسة إ النسائى، وهذا لفظ الشيخين .

 

35. (569)- İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: Müslümanlardan bir grup, (gazve sırasında) sürüsünü otlatan bir kimseye rastladılar. Adam, onlara esselamu aleyküm diyerek (İslâmî âdaba uygun) selam verdi. Ama onlar adamı yakalayıp öldürdüler ve sürüsüne el koydular. Bunun üzerine şu âyet indi:

"Ey iman edenler: Allah yolunda cihâda çıktığınız zaman (meselelerin) tam bir açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selam verene, dünya hayatının (geçici) menfaatini arayarak, "sen mü'min değilsin" demeyin. İşte Allah'ın katında birçok ganimetler vardır. Evvelce siz de böyle iken Allah size lutfetti..." (Nisa: 4/94).

İbnu Abbâs âyeti okudu ve âyette geçen ve Nafi kıraatına göre esselem olan kelimeyi esselâm olarak kıraat buyurdu.[55]

 

ـ36ـ وعند الترمذى رحمه اللّهُ قال: ]مَرَّ رَجُلٌ مِنْ بَنِى سَلِيمٍ عَلَى نَفَرٍ مِنْ أصْحَابِ رسُولِ اللّهِ # وَمَعَهُ غَنَمٌ. فَسَلَّمَ عَلَيْهِمْ فَقَالُوا: مَا سَلّمَ عَلَيْكُمْ إَّ لِيَعُوذَ مِنْكُمْ؛ فَقَامُوا فَقَتَلُوهُ وَأخَذُوا غَنَمَهُ وَأتَوْا بِهَا رسُولَ اللّهِ #، فَأنْزَلَ اللّهُ تَعَالَى اŒية[ .

 

36. (570)- Tirmizi'den gelen rivayette şöyle denir: "Benu Süleym'den bir kimse, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashâbından bir gruba uğradı. Adamın beraberinde sürüsü vardı. Gruba selam verdi. Ancak onlar: "Bu adam kendisini size karşı emniyete almak için böyle (İslâmca) selam verdi. (Bu Müslüman değildir) dediler ve kalkıp adamı öldürüp sürüsüne el koydular. Sürüyle  birlikte Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a geldiler. Ancak haklarında Cenâb-ı Hakk vahiy inzal buyurdu."[56]

 

ـ37ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ ]أنَّ رسُولَ اللّهِ # قالَ

لِلْمِقْدَادِ: إذَا كَانَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌ يُخْفِى إيمَانَهُ مَعَ قَوْمٍ كُفّارٍ فَأظْهَرَ إيمَانَهُ فَقَتَلْتَهُ، فَكَذَلِكَ كُنْتَ أنْتَ تُخْفِى إيمَانَكَ بِمَكَّةَ قَبْلُ[. أخرجه البخارى .

 

37. (571)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) Hz. Mikdâd (radıyallahu anh)'a:

"Bir kimse içinde yaşadığı kafirlere karşı imanını gizler, (sen karşılaştığın zaman) imânını açığa vurursa (sakın öldürme. Bu hayatını kurtarmak için mü'minim dedi, diyerek onu) öldürecek olursan (cinâyet işlemiş olursun). Nitekim, Mekke'de iken, bir zamanlar sen de imanını gizlemiştin"[57]

 

AÇIKLAMA:

 

Son üç rivayet: "Ey  iman edenler! Allah yolunda cihâda çıktığınız zaman (meselelerin) tam açıklanmasını bekleyin. Size (Müslümanca) selam verene, dünya hayatının (geçici) menfaatini arayarak "Sen mü'min değilsin" demeyin. İşte Allah'ın  katında birçok ganimetler vardır. Evvelce siz de  böyle iken Allah size lutfetti.." (Nisa: 4/94) âyetinin nüzûlüne sebep olan hadise üzerinde durulmaktadır. Bununla ilgili haberler arasında farklılıklar var. Hattâ, mal sâhibini öldüren kimsenin ismi de ihtilâflıdır. Rivayete göre Üsâme İbnu Zeyd, Muhallim İbnu Cessâme, el-Mikdâd İbnu'l-Esved'dir. Bazı rivâyetlerde isim tasrih edilmez.

Mikdâd'la ilgili rivayetlere göre Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), bunun da bulunduğu bir seriyye yola çıkarır. Mikdâd'a şu tenbihte bulunur:

"İmânını etrafındaki kâfirlere karşı gizleyen mü'minlerle karşılaşabilirsin. O imanını sana izhar ettiği halde öldürecek olursan hata edersin. Çünkü, daha önce Mekke'de iken sen de imanını gizliyordun."

Seriyye, gittiği yere varınca -ki bazı rivayetler burasının Batn-i Idam adında bir yer olduğunu tasrih eder- herkes kaçıp sağa sola dağılır. Sadece çokca malı olan bir kişi, yerinde, malının başında kalır. Bu zat kelime-i şehadet getirerek Müslüman olduğunu söylerse de Mikdâd onu öldürür.

Medine'ye dönüşte vak'a Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a rapor edilir. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), Mikdâd'ı çağırtıp:

"Sen Lâilahe illallah diyen bir kimseyi mi öldürdün? Yarın Lailahe illallah'ın hesabını nasıl vereceksin?" der. Bunun üzerine yukarıdaki âyet iner.

Kâtilin Cessâme İbnu'l-Esved olduğunu söyleyen rivayette Cessâme'nin tevbe için Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın huzuruna çıktığı vakit: "Senin için mağfiret yok" buyurduğu, ağlıyarak huzurundan ayrılan Cessâme'nin yedi gün sonra öldüğü, defnedildiği zaman toprağın kabul etmeyip birkaç sefer dışarı attığı... durum Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a anlatılınca: "Arz bu arkadaşınızdan daha şerir nicelerini kabul etmiştir, bunu kabul etmeyişinin sebebi, Cenâb-ı Hakk'ın size ders vermek, Lailahe illallah'ın ehemmiyetini göstermek istemesindendir" buyurduğu sonra onun cesedinin bir dağın uygun yerine atılıp üzerine taş atmak suretiyle defnedildiği anlatılır.

Bu bahis üzerine İman'la ilgili bölümün sonunda geniş tahlil sunduk.[58]

 

ـ38ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ أيضاً قال: ]َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤمِنِينَ عَنْ بَدْر والخَارِحُونَ إلَيْهَا[. أخرجه البخارى، وهذا لفظه، والترمذى.وزاد لمَّا نَزَلَتْ غَزْوَةُ بَدْرٍ، قالَ عبْدُاللّهِ بْنُ جَحْشٍ وَابْنُ أمِّ مَكْتُومٍ: ]إنَّا أعْمَيَانِ يَا رَسُولَ اللّهِ، فَهَلْ لَنَا رُخْصَةٌ؟ فَنَزلَتْ: َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤمِنِينَ غَيْرُ أُولِى الضَرَرِ، وَفَضَّلَ اللّهُ الْمَجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً؛ فَهَؤŒءِ الْقَاعِدُونَ غَيْرُ أولِى الضَّرَرِ وَفضَّلَ اللّهُ الْمَجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أجْراً عَظِيماً. دَرَجاتٍ مِنْهُ: عَلَى الْقَاعِدِينَ مِنَ الْمُؤمِنينَ غَيْرِ أولِى الضَّرَرِ[ .

 

38. (572)- Yine İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) "Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz" (Nisa: 4/95) âyetini Bedir savaşına katılanlara uygulayarak şöyle demiştir: "Bedir savaşına gitmeyip (evlerinde) oturanlarla ona katılanlar bir olmaz"[59]

Tirmizî'nin rivayetinde şu ziyade var:

Bedir Gazvesi olduğu zaman Abdullah İbnu Cahş ve İbnu Ümmi Mektum: "Ey Allah'ın Resûlü, biz âmâyız, bize  bir ruhsat var mı?" dediler. Bunun üzerine şu âyet indi: "İnsanlardan özürsüz olarak yerlerinde oturanlar ile, mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler birbirine eşit değildir. Allah, mal ve canlarıyla cihad edenleri, mertebece, oturanlardan üstün kılmıştır. Allah hepsine de cenneti vaadetmiştir, ama Allah, cihad edenleri oturanlara, büyük ecirler, dereceler, mağfiret ve rahmetle üstün kılmıştır. Allah bağışlar ve merhamet eder." (Nisa: 4/95-96).[60]

 

ـ39ـ وللخمسة إ أبا داود عن البراء رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ: ]لَمَّا نَزَلَتْ َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤمِنِينَ دَعَا رَسُولُ اللّهِ # زَيداً فَجَاءَ بِكَتفٍ يَكْتُبُهَا وَشَكَا ابْنُ أمِّ مَكْتُومٍ ضَرَارَتَهُ، فَنَزَلَتْ: َ يَسْتَوِى الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أولِى الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ في سَبِيلِ اللّهِ[

 

39. (573)- el-Berâ (radıyallahu anh) anlatıyor: "Mü'minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz" (Nisa: 4/95) âyeti nâzil olduğu zaman Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Zeyd (radıyallahu anh)'i  çağırdı. Zeyd bir kürek kemiği ile, âyeti yazmaya geldi. Bu sırada İbnu Mektum gözlerinin âmâ oluşundan yakınıyordu. Bunun üzerine âyetin devamında özür sahipleri istisna edildi: "Mü'minlerden, özür sâhibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz.."[61]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadis, cihada can u gönülden katılan mü'minlerle, cihada katılmayıp evde kalan mü'minlerin arasındaki farkı belirterek cihada katılmaya teşvik maksadıyla nâzil olan âyete "özürsüz olarak" kaydının nasıl konduğunu belirtmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm'in mümtaz yönlerinden biri fiilî hadiselere muvafık olarak yirmi üç yılda nâzil olmasıdır. Pekçok ayet bir soru, bir itiraz, bir vak'a ile alakalı olarak nazil olmuştur. Buna kısaca esbâb-ı nüzûl (ayetlerin iniş sebepleri) denir.

Sadedinde olduğumuz rivayette buna güzel bir örnek vardır. Rivayet ayet-i kerimenin ilk defa: "Mü'minlerden oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz" şeklinde nazil olduğu halde, vahyin yazılması sırasında orada hazır bulunan gözleri âmâ İbnu Ümmi Mektum'un durumundan yakınması üzerine, âyete gelen ilâve bir vahiy, özür sahiplerini istisna ediyor. Böylece ayet, vahiy sırasında şöyle oluyor: "Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın (evlerinde) oturanlarla Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlar bir olmaz.."[62]


 

[1] Buhârî, Vesâya: 21, Tefsir, Nisa: 1, 23, Nikâh: 1, 16, 19, 37; Hiyel: 8; Müslim, Tefsir: 6, 3018; Ebu Dâvud, Nikâh: 13, 2068; Nesâî, Nikâh: 66 (6, 115, 116); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/379-380.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/380.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/380-381.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/382.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/382-383.

[6] Buhârî, Büyû: 95, Vesâya: 23, Tefsir, Nisa: 2; Müslim, Tefsir: 10, 3019; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/383.

[7] Buhârî, Vesâya: 18, Tefsir, Nisa: 3; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/383-384.

[8] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/384.

[9] Buhârî, Vudû: 44, Tefsir Nisa: 4, Mardâ: 5, 15, 21, Ferâiz,  giriş kısmı: 13, İ'tisam: 8; Müslim, Ferâiz: 5, 1616; Tirmizi, Ferâiz: 7, 2098; Tefsir, Nisa: 3019 H.; Ebu Dâvud, Feraiz: 2, 2886; 3, 2887; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/384-385.

[10] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/385-386.

[11] Ebû Dâvud, Ferâiz: 4, 2891. Metin Ebu Dâvud'a aittir. Tirmizî, Ferâiz: 3, (2093); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/386-387.

[12] Buhârî,  Şirket: 1; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe: 167.

[13] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/387-389.

[14] Müslim, Hudud: 13,  1690. H; Ebu Dâvud, Hudud: 23, 4415; Tirmizî, Hudud: 8,1434; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/389.

[15] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/389-390.

[16] Buhârî, Tefsir, Nisa: 6, İkrâh: 5; Ebu Dâvud, Nikah: 23, 2089 H. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/391.

[17] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/391.

[18] Ebu Davud, Nikah: 23 (2090); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/392.

[19] Ebu Dâvud, Et'ime: 6, (3753); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/392-393.

[20] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/393-394.

[21] Rezin tahric etmiştir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/395.

[22] Tirmizî, Tefsîr, Nisa: (3025); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/395-396.

[23] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/396-397.

[24] Buhârî, Tefsir, Nisa: 7, Kefalet: 2, Ferâiz: 16; Ebu Dâvud, Ferâiz: 16, (2921, 2922); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/397.

[25] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/397-399.

[26] Ebu Dâvud, Feraiz: 16 (2921); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/399.

[27] Ebu Dâvud, Ferâiz: 16, (2923); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/399-400.

[28] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/400.

[29] Müslim, Sıfatu'l-Münâfıkîn: 56, (2808); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/400-401.

[30] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/401.

[31] Muvatta, Talâk: 72 (2, 584); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/402.

[32] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/402-403.

[33] Ebu Dâvud, Nikah: 43 (2145); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/403.

[34] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/403-404.

[35] Ebu Dâvud, Eşribe: 1, (3671); Tirmizi, Tefsir, Nisa (3029). Tirmizî hadisin sahih olduğunu belirtir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/404.

[36] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/405.

[37] Ebu Dâvud, Eşribe: 1, (3671); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/405.

[38] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/405.

[39] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/405-406.

[40] Buhârî, Tefsîr, Nisa: 11; Müslim, İmâret: 31, (1834); Ebu Dâvud, Cihâd: 96, (2624); Tirmizî,Cihâd: 3,(1672); Nesâî, Bey'at:  28 (7, 154, 155); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/406.

[41] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/406-408.

[42] Buhârî, Tefsir, Nisa: 14, 20; Cenâiz: 80; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/408.

[43] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/408.

[44] (Buhârî,Tefsir Nisa: 14, 20); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/408-409.

[45] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/409.

[46] Nesâî, Cihâd: 1, (6, 3); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/409-410.

[47] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/410-411.

[48] Ebu Dâvud, Fiten: 6, (4272); Nesâî, Tahrimu'd-Dem: 2, (7, 87, 88); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/411-412.

[49] Buhârî, Menâkıbu'l-Ensar: 29, Tefsir, Nisa: 16, Tefsir, Furkan: 2, 3, 4; Müslim, Tefsir: 16, (3023); Ebu Dâvud, Fiten: 6, (4273, 4274, 4275); Nesâî, Tahrîmü'd-Dem: 2, (7, 85, 86); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/412.

[50] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/413.

[51] Ebu Davud, Fiten: 6, 4275; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/413.

[52] Nesâî, Tahrîmu'd-Dem: 2, (85-87); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/413-414.

[53] Ebu Dâvud, Fiten: 6, (4276); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/414.

[54] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/414-415.

[55] Buhârî, Tefsir Nisa: 17; Müslim, Tefsir: 22, (3025); Ebu Dâvud, Huruf ve'l-Kırâat: 1 (3974). Yukarıdaki metin Sahiheyn'e aittir. İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/416.

[56] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/416.

[57] Buhârî, Diyât: 1; İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/417.

[58] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/417-418.

[59] Bu rivayet Buhârî'ye aittir.

[60] Buhârî, Meğâzi: 4;  Tefsir, Nisa: 18; Tirmizî, Tefsir, Nisa: (3035); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/418-419.

[61] Buhârî, Cihâd: 31, Tefsir, Nisa: 18, Fezâilu'l-Kur'ân: 4; Tirmizî, Cihâd: 1 (1670), Tefsir, Nisa: (3034); Nesâî, Cihâd: 4, (6, 10); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/419.

[62] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 3/419-420.