Kütübü Sitte

SEBE SÛRESİ

 

ـ1ـ عن فروة بن مسيك المرادى رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]قُلْتُ. يَارَسُولَ اللّهِ أَ أُقَاتِلُ مَنْ أدْبَرَ مِنْ قَوْمِى بِمَنْ أقْبلَ مِنْهُمْ؟ فأذِنَ لِى في قِتَالِهِمْ وَأمَّرَنِى فَلَمَّا خَرَجْتُ سَألَ عَنِّى مَا فَعَلَ الغُطَيْفِىُّ؟

 فأخْبِرَ أنِّى قَدْ سِرْتُ فأرْسَلَ في أثَرِى فَرَدَّنِى. فقَالَ: ادْعُ الْقَوْمَ، فَمَنْ أسْلَمَ مِنْهُمْ فَاقْبَلَ مِنْهُ، وَمَنْ لَمْ يُسْلِمْ فََ تَعْجَلْ  عَلَيْهِ حتَّى أُحْدِثَ إلَيْكَ، قَالَ: وَأنْزَلَ في سَبأٍ مَا أنزلَ. فَقَالَ رَجُلٌ يَا رسُولَ اللّهِ! وَمَا سَبَأٌ؛ أأرْضٌ أوِ امْرأةٌ؟ قالَ: لَيْسَ بِأرْضٍ وََ بِامْرأةٍ، وَلَكِنَّهُ رَجُلٌ وَلَدَ عَشْرَةً مِنْ الْعَرَبِ. فَتَيَامَنَ مِنْهُمْ سِتَّةٌ وَتَشَاءَمَ أرْبَعَةٌ. فَأمَّا الَّذِىنَ تَشَاءَمُوا: فَلَخْمٌ، وَجُذَامٌ، وَغَسَّانُ، وَعَامِلَةٌ. وَأمَّا الَّذِينَ تَيَامَنُوا: فَا‘زْدُ، وَا‘شْعَرِيُّونَ، وَحِمْيرُ وَكِنْدَةُ، وَمُذْحِجُ، وأنْمَارٌ. فقَالَ رَجُلٌ: وَمَا أنْمَارٌ قالَ: الَّذِينَ مِنْهُمْ خَثَعَمُ وَبَجِيلَةُ[. أخرجه أبو داود والترمذى .

 

1. (753)- Ferve İbnu Müseyk (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'e bir gün:

"- Ey Allah'ın Resulü, kavminden yüz çevirenlere karşı, İslâm'ı benimseyenlerle bir olup mücadele edeyim mi?" diye sordum. Onlarla savaşma hususunda bana izin verdi ve beni emir tayin etti. Ben (Medine'den) ayrılınca:

"- Gutayfî ne yaptı?" diye benden sormuş. Kendisine, gittiğim söylenince hemen peşimden birisini göndererek beni geri çağırdı ve şu talimatı verdi:

"- Kavmini İslâm'a davet et. Onlardan İslâm'a gelenlerin Müslümanlığını kabul et. Kabul etmeyenler için savaşmakta acele etme, ben sana yeni bir emir gönderinceye kadar bekle."

Der ki: Sebe kavmi hakkındaki âyetler nâzil olmuştu. Bir adam sordu:

"- Ey Allah'ın Resûlü, Sebe de ne? Bir yer veya bir kadın mıdır?"

"- Ne bir yer, ne de bir kadın değildir. Bilakis bir erkektir. On çocuklu bir Arap. Bu çocuklardan altısı Yemen cihetine gidip yerleşti, dördü de Şam cihetine gidip  yerleşti. Şam tarafına gidenler Lahm, Cüzâm, Gassân ve Âmile kabilelerini ortaya çıkardılar. Yemen tarafına gidenler ise Ezd, Es'ariyyun, Hımyer, Kinde, Müzhic ve Enmâr halkını meydana getirdiler."

Bir adam:

"- Enmâr da ne?" diye sordu.

"- Enmâr, dedi, Has'am ve Becîle kabilelerinin mensup olduğu cemaattir." [Ebu Dâvud, Huruf ve'l-Kırâ'ât 1, (3978); Tirmizî, Tefsir, Sebe, (3220).][1]

 

ـ2ـ وعن أبى هريرة رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]إنَّ نَبِىَّ اللّهِ # قالَ: إذَا قَضَى اللّهُ تعالى ا‘مْرَ في السَّمَاءِ ضَرَبتِ المََئِكَةُ عَلَيْهِمُ السََّمُ بِأجْنِحَتِهَا خُضْعَاناً لقولِهِ كأنَّهُ سِلْسِلَةٌ عَلَى صَفْوَانٍ فإذا فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ قَالُوا مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ؟ قَالُوا لِلَّذِى قَالَ الْحَقَّ وَهُوَ الْعَلِىُّ الْكَبِيرُ فَيَسْمَعُهَا مُسْتَرِقُ السَّمْعِ، وَمُسْتَرِقُوا السَّمْعِ هكذَا بَعْضُهُ فَوْقَ بَعْضٍ، وَوَصَفَ سُفْيَانُ بِكَفِّهِ فَخَرَّقَهَا وَبَدَّدَ بَيْنَ أصَابِعِهِ فَيَسْمَعُ الْكَلِمَةَ فَيُلْقِيهَا إلى مَنْ تَحْتَهُ حَتَّى يُلْقِيهَا عَلى لِسَانِ السَّاحِرِ أوِ الْكَاهِنِ فَرُبَّمَا اَدْرَكَهُ الشِّهَابُ قَبْلَ اَنْ يُلْقِىهَا، وَرُبَّمَا ألْقَاهَا قَبْلَ أنْ يُدْرِكَهُ. فَيَكْذِبُ مَعَهَا مِائَةَ كَذْبَةٍ. فَيُقَالُ ألَيْسَ قَدْ قَالَ لَنَا يَوْمَ كَذَا وَكَذَا وَكذَا وَكذَا؟ فيُصَدَّقُ بِتِلْكَ الْكََلِمَةِ الَّتِى سُمِعَتْ مِنَ السَّمَاءِ[. أخرجه البخارى والترمذى .

 

2. (754)- Hz. Ebû Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdu ki:

"Allahu Teâla Hazretleri semâda bir işin yapılmasına hükmetti mi, Rabb-i Teâla'nın sözüne ihtiramla, melâike (aleyhimüsselam) korku ile  kanatlarını birbirine vururlar. Rabb Teâla'nın işitilen sözü düz bir kaya üzerinde (hareket eden) zincirin sesi gibidir. Meleklerin kalplerinden korku açılınca (Cebrail ve Mikail gibi mukarreb meleklere):

"- Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar. Onlar da:

"- Allah Teâlâ hazretleri hakkı söylemiştir. Zaten O, yüce ve uludur" derler. O'nun sözünü, kulak kabartan (şeytanlar gizlice) işitir. Kulak hırsızı  şeytanlar (yerden göğe kadar) birbirlerinin üstünde (zincirleme) dizilmiş ve kulak hırsızlığına hazırlanmış bulunur. - Süfyan (İbnu Uyeyne) eliyle tarif etti: Parmaklarını önce (üst üste) dizdi, sonra açtı- (En üstteki, ilâhî kelamı işitir ve alttakine verir, o da kendi altındakine verir. Böylece gele gele sihirbaz ve kahinlerin diline kadar ulaşır. Bazan kelimeyi aşağıdakine vermeden önce bir şahap, şeytana ulaşır. Bazan şahap kendisine isabet etmezden önce kelimeyi aşağısındakine vermiş olur. (Sihirbaz ve kâhinler kendilerine bu şekilde ulaşan hırsızlama habere) yüz kadar da kendileri ilâve ederek yalanlar düzerler.

Emr-i İlâhî yeryüzünde tahakkuk edince halk kendi arasında: "Bu işin olacağı bize daha önce falan falan günlerde haber verilmemiş miydi?" derler. Böylece, semada (kulak hırsızlığı yoluyla) işitilmiş olan haber böylece tasdik edilir." [Buharî, Tefsir, Sebe 1, Hicr 1; Tirmizî, Tefsir, Sebe, (3221).][2]

 

AÇIKLAMA:

 

Bu rivayet, akşamları berrak havalarda gökyüzünde seyrettiğimiz ve yıldız kayması dediğimiz hayretengiz hadiseye parmak  basmakta ve bir açıklama sunmaktadır. Yıldız kayması dediğimiz şey Kur'ân ve hadisin dilinde şahap kelimesiyle ifade edilmiştir.

Şahap lügatte parlak ateş şulesi manasına gelir. Kur'an dilinde bu şahaplar, bazı  semavî makamlara yükselmek isteyen şeytanlardan o makamların korunması için melekler tarafından şeytanlara atılan şuleli ateş mermilerdir.

Yıldız kaymaları, ilmen kesin bir açıklamaya henüz kavuşamamıştır. Umumiyetle kabul edilen izaha göre, semada parçalanan yıldızlar sebebiyle göktaşları mevcuttur, serseriyâne dolaşır. Bunlardan bir kısmı zamanla arzın câzibesine (yerçekimine) kapılarak hızla atmosfere girer. Çok hızlı girdiği için hava tabakasında, sürtünme sonucu ısınır ve yanar. Çok büyükleri yanıp tükenmezden arza kadar ulaşırlar. Bunlara meteor taşı denir. Nâdir de olsa meteor tâbir edilen bu göktaşları yeryüzüne düşmüş ve geniş çukurlar bile açmışlardır. Bu ilmî tasvir Kur'ân'da geçen "şihâbu'ssâkıb = delip geçen alev" (Saffât, 10) tâbirine muvafık düşmektedir.

Yukarıdaki rivayet, esas itibariyle Sebe suresinin 23.  âyetini izah etmektedir ve bu maksatla Kitabımız buraya  almıştır. Mezkur ayet-i kerime meâlen şöyledir:

"Allah'ın katında kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez. Sonunda, gönüllerindeki korku giderilince birbirlerine: "Rabbiniz ne söyledi?" diye sorarlar. "Hak söyledi" derler. O, yücedir, büyüktür."

Bu rivayet, ayrıca şu âyete de açıklama getirmektedir: "Andolsun ki, gökte burçlar meydana getirdik, onları seyredenler için tezyin ettik. Onları kovulmuş her şeytandan koruduk. Fakat kulak hırsızlığı yapan olursa, parlak bir ateş onu kovalar" (Hicr, 16-18).

Bu âyet-i kerimeyi biraz daha açıklayıcı mahiyette olan şu âyet de mezkur rivayet tarafından açıklığa kavuşturulmuş olmaktadır: "Biz şu yakın göğü yıldızlarla süsleyip donattık. Ve inatçı her şeytandan koruduk. Onlar Mele-i A'lâ'yı (yani büyük meleklerin teşkil ettikleri cemaati) dinleyemezler. Onlar kovulmak için her taraftan (şihâb yaylımına) tutulurlar. Onlar için (âhirette de) dâimî bir azab vardır. Ancak onlardan  çalıp çarpan bulunur. Onu da (gökten yere doğru) delip geçen bir alev takip eder" (Saffât, 6-10).

Şeytanların gayptan haber  getirmek üzere semâvata yükselmeleri, koruyucu melekler tarafından bunlara şihâbların atılması meselesine, bazan genişçe olarak mükerrereren yer veren Bediüzzaman'dan iki pasajı buraya alıyoruz:

Birinci pasaj: "...Amma bir daire-i külliyenin, cüz'î bir hadise-i şahsiye ile  meşgul olması, yani kâhinlere gaybî haberleri getirmek için şeytanlar, tâ semâvata çıkıp kulak veriyorlar, yarım yamalak yanlış haberler getiriyorlar diye tefsirlerdeki ifadelerin bir hakikatı şu olmak gerektir ki: Semâvât memleketinin payitahtına kadar gidip o cüz'î haberi almak değildir. Belki cevv-i havaya dahi şümûlü bulunan semâvât memleketinin -teşbihte hata yok- karakol hâneleri hükmünde bazı mevkileri var ki, o mevkilerde arz memleketi ile münâsebetdarlık oluyor: Cüz'î  hadiseler için, o cüz'î makamlardan kulak hırsızlığı yapıyorlar. Hatta kalb-i insânî dahi o makamlardan birisidir ki, melek-i ilham ile şeytan-ı hususi, o mevkide mübâreze ediyorlar. Ve hakâik-i imâniye ve Kur'âniye ve hâdisat-ı Muhammediyye (aleyhissalâtu vesselâm) ise, ne kadar cüz'î de olsa, en büyük, en külli bir hadise-i mühimme hükmünde en külli bir daire olan Arş-ı Âzam'da ve dâire-i semâvatta -temsilde hata olmasın- mukadderât-ı kâinatın mânevi ceridelerinde neşrolunuyor gibi her  köşede medar-ı bahsoluyor diye beyan ile beraber, kalb-i Muhammedî (aleyhissalâtu vesselâm)'den tâ dâire-i Arş'a varıncaya  kadar ise hiçbir cihetle müdâhale imkânı olmadığından, semâvatı dinlemekten başka, şeytanların çâresi kalmadığını ifade ile, vahy-i Kur'ânî ve nübüvvet-i Ahmediye (aleyhissalâtu vesselâm) ne derece yüksek bir derece-i hakkaniyette olduğunu ve hiçbir cihetle hilâf ve yanlış ve hiyle ile ona yanaşmak mümkün olmadığını, gayet  beliğâne, belki  mucizâne ilân etmek ve göstermektir."

İkinci Pasaj: "... Ruhanîlerin ahyârı (hayırlıları) semada bulunduklarından eşrâr da letâfetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i sema, onları şerâretleri için kabûl etmeyerek def ediyorlar. Maahâza bu gibi mânevî mübârezeleri âlem-i şehâdete, bilhassa vazifesi şehâdet ve müşâhede olan insana ilân ve teşhirine recm-i  nücûm alâmet ve nişan kılınmıştır...

...Semada yapılan bu recm (taşlama), sema gibi en vâsi dâirelerde bile vukua gelen mübâreze  hadisesini insanlara göstermekle, insanların mûtilerini, âsilerle mübârezeye teşvik ile alıştırmaktır."[3]

 

ـ3ـ وعن ابن مسعود رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]إذَا تَكَلَّمَ اللّهُ تعالى بِالْوَحْى سَمِعَ أهلُ السَّمَاءِ صَلْصَلَةً كَجَرِّ السِّلْسِلَةِ عَلَى الصَّفَا فَيَصْعَقُونَ فََ يزَالُونَ كَذَلِكَ حَتَّى يَأتِىَهُمْ جِبرِيلُ علَيْهِ السَّمُ؛ فإذَا جَاءَ فُزِّعَ عَنْ قُلُوبِهِمْ فَيَقُولُونَ يَاجِبْرِيلُ مَاذَا قَالَ رَبُّكُمْ؟ فَيَقُولُ: الحقُّ فَيَقُولونَ الحقَّ الحقَّ[، أخرجه أبو داود .

 

3. (755)- İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Allahu Zülcelâl hazretleri vahiy suretiyle konuştuğu zaman sema ehli bir ses işitir ki bu, demir bir zincirin düz bir kaya üzerinde hareket etmesiyle çıkan çıngırak sesine benzer. Sema ehli bu sesi duyunca korku ve haşyetten bayılırlar. Cibril (aleyhi'sselam) kendilerine gelinceye kadar bu halde devam ederler. O gelince korku, kalplerinden açılır. Hemen: "Ey Cibril, Rabbiniz ne buyurdu?" diye sorarlar. O: "Hakkı söyledi" der. Sema ehli hep bir ağızdan: "el-Hak, el-Hak" diye söyleşirler. [Ebu Dâvud, Sünnet 22, (4738).][4]

 

AÇIKLAMA:

 

Hadis merfudur. Yani İbnu Mes'ud bu hadisi Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den rivayet ediyor. Ancak Buhari'de, mevkuf gibi yani İbnu Mes'ud'un sözü olarak ta'liken kaydedilmiştir.

Hadisin bazı vecihlerinde, ayılan meleklerin birbirine, "Rabbimiz ne dedi?" diye sordukları belirtilir. Burada Cebrâil'e sormaktadırlar.

Bu çeşitten Âlem-i Rubûbiyetin şuûnâtını ihbâr eden hadis ve âyetlerin mâhiyetini bütün künhüyle kavramak mümkün değildir. Bu hadiste, bütün kâinatta cereyan eden haşmetli saltanat-ı İlâhiye'nin bir meselesine bir dikkat çekme var. Önceki hadis de gözönüne alınarak şu söylenebilir: İcraat-ı İlâhiye ile alakalı emirler çıktıkca o saltanatın dâire-i uzmasında münteşir melâike  haberdar oluyor ve bunu aralarında söyleşiyorlar. Böylece, onlar seviyesinde, gayb olmaktan çıkmış bulunan ahvâle muttali olmak üzere semaya yükselmeye tevessül eden cin ve şeytanlar şihâblarla taşlanarak geri çevriliyorlar. Bu sırada hırsızlama elde edilen bilgiler kâhinlere, sihirbazlara aktarılmaktadır.[5]


 

[1] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/202-203.

[2] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/203-204.

[3] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/204-206.

[4] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/206.

[5] İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 4/206-207.