ـ1ـ عن جندب رَضِىَ اللّهُ
عَنْهُ قال: ]قال رسولُ اللّه #: مَنْ قَالَ في كِتَابِ اللّهِ تَعَالَي بِرَأيهِ
فَأصَابَ فَقَدْ أخْطَأَ[. أخرجه أبو داود والترمذى.وزاد رُزين: وَمَنْ قَالَ
بِرَأيهِ فَأخْطَأَ فَقَدْ كَفَرَ .
1. (409)-
Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim Kitabullah hakkında şahsî re'yi ile söz
ederse, isâbet bile etse hatâdadır."
Rezîn şu ilâvede bulunmuştur: "Kim re'yi ile söz eder de hata ederse küfre
düşer."
AÇIKLAMA:
Kur'ân'ın gerek lâfzı üzerine ve gerekse lâfzın ifade ettiği
mâna üzerine, aklına dayanarak beyanda, yorumda bulunmak Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından yasaklanmış bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile
şerî bir ruhsatı olmadığı için hatâlı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazâlî
şöyle der: "Şeriat koyucusunun (Allah) elfâzını Batınîlerin yaptığı gibi
zâhirinden hareketle daha önce (Selef'in) zihnine inmemiş meseleleri yorumlamaya
kalkmak büyük felâketlerden biridir. Zira Kur'ân-ı Kerîm'i anlama işinde -bizzât
şeriat koyucusundan (Hz. Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle
yapılmasında zaruret olduğunu gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zâhire
göre hareket edip yorum yapmak haramdır."
Kur'ân'ı tefsir edebilmek için, başta Arabça ile alâkalı ilimlerden başka, bedî,
beyan gibi edebiyata, tefsir, hadîs, fıkıh, nâsih mensuh gibi şeriata, Kur'ân'a
müteallik on beş kadar ilim bilmek gerekmektedir.
Esasen Kur'ân'ın re'yle tefsiri, tefsir metodları çerçevesinde düşünülünce en
son sırada yer alır. Alimler: 1- Kur'ân'ı Kur'ân'la, 2- Kur'ân'ı
Sünnetle, 3- Başta Ashab olmak üzere selefin re'yi ile tefsiri esas alıp,
en son sırada gerekli ilmî formasyona sâhip kişinin re'yine belli kayıtlarla
cevaz verirler.
Elbette Şia'nın yaptığı üzere bu metoda uymayan, hevaya göre yapılan tefsirler
merduddur, kabul edilmez. Sözgelimi , Hz. Musa ile Firavun kıssasında Hz.
Musa'yı kalb, Firavun'u nefis olarak yorumlayanlar olmuştur. Bunda naklî delile
dayanmadıkları için merduddur.
Türbüştî, bunda reddedilen re'yden maksadın, Kur'an ve sünnetle ilgili ilimlere
istinad etmeyip sırf aklına dayanarak söylediği sözler olduğunu belirttikten
sonra der ki: "Tefsîr ilmi, ulemanın ağzından alınır. Nitekim Esbâbu'n-Nüzûl,
Nâsih, Mensuh ilmi böyle alınmıştır. Tefsirin diğer bir kaynağı imamların -Arab
dilinin hakikat, mecaz, mücmel, mufassal, âm, hâs gibi meselelerle ilgili
kaidelerine dayanarak- ortaya koydukları te'vîl ve akvâllerdir. Bu iki temele
dayanan müfessir, usûlü'ddinin iktiza ettiği çerçeve dâhilinde konuşmaya,
te'vîle muhtaç ayetleri te'vîl etmeye tevessül eder. Ortaya koyduğu te'vîlin
mûteber olması, Kur'ân-ı Kerîm'in zâhirine muvafık düşmesine, bu zâhirden
"sahihtir, doğrudur" diye tasdik ve şehâdet görmesine bağlıdır. Bu şartları
eksiksiz yerine getirmeyen kimselerin sözleri terkedilir. Şartları yerine
getirmeden söyleyeceği sözde isabet etse bile, Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) tarafından "hatakar" olduğunun söylenmesi, yolunun yanlışlığını
ifâdeye kâfidir.
Müctehid ile mütekellif (müctehid taslağı), arasında ne büyük
mesâfe var: Müctehid hata da etse me'cûr (sevâba mazhar) iken mütekellif isâbet
bile etse müznibtir, günahkârdır."
Âlimler, Kur'ân-ı Kerîm'i şahsi re'yle tefsir etme yasağının şu iki gayeden
birinden hâli olmayacağını belirtirler:
1- Bundan
maksad, Kur'ân'la ilgili olarak seleften nakledilen ve otoritelerden işitilenler
ile yetinip yeni istinbatta bulunmayı terketmek.
2- Bu
yasaklamadan maksad: "Kur'ân hakkında sadece ve sadece işitmiş olduğunu
söylemek, bunlar dışında hiç konuşmamak. Bu ikincisi batıl bir iddiadır. Çünkü
Ashâb-ı Kirâm hazerâtı (radıyallahu anhüm ecmain), Kur'ân'ı tefsir ettiler ve
tefsirlerinde ihtilafa düştüler. Söylediklerinin hepsini Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'tan işitmiş değillerdi. Hz. Peygamber İbnu Abbas
(radıyallahu anh) için: "Ey Allah'ım bunu dinde fakih kıl, Kur'ân'ın
te'vilini de öğret" diye dua etmiş iken nasıl olur da "Ashab'ın
te'villerinin hepsi Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)' tan işitilmiş
açıklamalardır" diyebiliriz? Çünkü te'vil de tenzil (Kur'ân) gibi Hz. Peygamber
(aleyhissalâtu vesselâm)'den işitilmiş olsaydı İbnu Abbas (radıyallahu anh)'a
yaptığı duada "tevili öğret" diye be-tahsîs zikretmesinde bir mâna kalmazdı.
Öyle ise hadiste ifâde edilen yasağın başka maksadlarını aramakta gerek var.
Müteakip hadisin açıklamasında bu hususta İbnu'l-Esir'in beyân ettiği iki
te'vili kaydedeceğiz.
ـ2ـ وعن ابن عباس رَضِىَ
اللّهُ عَنْهُما قال: ]قال رسول اللّه #: مَنْ قَالَ في القُرْآنِ بِغَيْرِ عِلْمٍ
فَلْيَتَبَؤَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ[. أخرجه الترمذى .
2. (410)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
buyurdular ki:
"Kim Kur'ân hakkında ilme dayanmadan söz ederse
ateşteki yerini hazırlasın."
AÇIKLAMA:
Münâvi buradaki tehdidin, Kur'an-ı Kerîm hakkında, gerçeğin başka şekilde
olduğunu bildiği halde, yanlış söz edenle Kur'ân-ı Kerîm'in müşkil âyetleri
üzerine Sâhabe ve Tâbiîn'den nakledilen dışında söz edenleri ilgilendirdiğini
belirtir. İbnu'l-Esîr buradaki yasaklamanın iki vechi olduğuna dikkat çeker:
"Birincisi:
Kişinin bir hususta peşin bir hükmü vardır. Bu hüküm o şeye duyduğu arz ve
hevesden doğmuştur. Adam tutar Kur'ân'ı alır ve gâyesine uygun şekilde ondan
delil çıkarır. Şayet bu peşin arzu ve hevâsı olmasaydı Kur'ân'dan o mâna
çıkmayacak idi. Bunu bazan bilerek yapar, tıpkı ehl-i bid'at gibi ortaya attığı
sapık görüşünü doğru göstermek için bir âyetten te'vîl ederek delil çıkarır,
halbuki pekâlâ bilmektedir ki âyetin asıl muradı bu değildir. Bunu bazan
cehâletle yapar. Şöyle ki: Birçok mânâya muhtemel olan bir âyeti alır, onu
gâyesine uygun mânada anlar ve bu mânayı şahsî re'y ve arzusuna dayanarak tercih
eder ve böylece kendi re'yine dayanarak Kur'an'ı tefsir etmiş olma durumuna
düşer. Çünkü bu olmasaydı, mezkûr ihtimal nezdinde tercihe mazhar olamayacaktı.
Bazan da kişinin doğru bir gâyesi vardır. Buna Kur'ân'dan bir delil arar ve
düşündüğü maksadla nâzil omadığını bildiği bir ayeti kendine delil yapar, şöyle
ki: İnsanları kalpteki kasâvetle mücâdeleye çağırmak isteyen kimsenin
"Firavun'a git doğrusu o azmıştır" (Ta-Hâ: 20/24) mealindeki âyeti
kullanması gibi. Ayeti okuyup kalbine işaret ederek Firavun'la kalbin
kastedildiğine imâda bulunur. Bu çeşit davranışlara bir kısım vâizler meşru ve
doğru bir maksad için tevessül ederler. Böylece sözlerine güzellik katıp dâvet
ettikleri meseleye cemaatin hevesini uyandırmak isterler. Gaye müsbet bile olsa
bu davranış yasaktır, sorumluluğu büyüktür.
İkincisine
gelince, bu ayetin, sırf zâhirine, Arabça elfazına göre onu tefsir etmeye
kalkmaktır. Burada Kur'an'ın garib ve mübhem kelimelerindeki ihtisar, hazf,
izmâr, takdim, tehîr gibi durumlardaki incelikleri, nakle başvurarak, ehlini
dinleyerek anlama, araştırma cihetine gitme yoktur. Şu halde kim tefsir için
gerekli olan hâricî şartları gözetmeden, mücerret Arabça bilgisiyle Kur'ân'dan
mâna çıkarma cihetine giderse çok hata yapar ve hadiste tehdid edilen: "İlme
dayanmadan Kur'an tefsir edenler" zümresine dâhil olur. Şu halde tefsir için
nakl (yani selefin açıklamaları) ve semâ (yani ehil olanların dersini dinlemek)
zaruri olan iki ön şarttır. Bu şartların gerçekleşmesinden sonra anlamak ve mâna
istinbat etmek imkân dâhiline girer. Zâhirî şartları eksiksiz ikmal etmeden
bâtinî mânaya nüfuz etme hevesine düşülmemelidir."
ـ3ـ وله في رواية: ]اتَّقُوا
الحَديثَ عَنِّى إَّ مَا عَلِمتُمْ فَمَنْ كَذَبَ عَلَىَّ مُتَعَمِّداً
فلْيَتَبَوَّأْ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ، وَمَنْ قَالَ في القُرآنِ بِرَأيِهِ
فَلْيتَبَوَّأ مَقْعَدَهُ مِنَ النَّارِ[ .
3. (411)-
Yine Tirmizî'nin bir rivâyetinde şöyle buyrulmuştur:
"Benim hakkımda da bildiğiniz dışında sözden
kaçının. Kim bana bile bile yalan nisbet ederse ateşteki yerini hazırlasın. Kim
de Kur'ân hakkında re'yi ile söz ederse ateşteki yerini hazırlasın."
AÇIKLAMA:
Bu rivâyette, Kur'ân mevzuunda olduğu ölçüde Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)
hakkında da son derece dikkatli olmak emredilmektedir. Çünkü her ikisi de aynı
ölçüde dinin iki temel kaynağını teşkil etmektedir. Bunlar istismar edilerek
insanlar yanıltılabilir.
Münâvî, "bildiğiniz" kelimesiyle "yakîn hasıl ettiğiniz" yani "Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm)'a nisbeti hususunda kesin bilgi sahibi olduğunuz"
denmek istendiğini belirtir. Şârih Tîbî şunu söylemiştir: "Hadisle şu iki
mananın da kastedilmiş olması câizdir:
1- Benden
hadis rivâyet etmekten kaçının.
2- Benden
hadis rivâyetinden kaçının ancak bildiklerinizi rivâyetten kaçınmayın."
Buradaki yasağın şümûlüne dikkat çekmek maksadıyla, şârihler, bu hadisi şerh
ederken hadis kelimesiyle kastedilen manaya dikkat çekerler. Biz de bir kere
daha hatırlatacağız ki hadis deyince:
1- Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in fiil, söz ve takrirlerini anlarız.
2- Sahâbe-i
kirâm (radıyallahu anhüm ecmaîn)'ın fiil, söz ve takrirlerini anlarız.
3- Tâbiîn
ve Etbauttâbiîn'in fiil, söz ve takrirlerini anlarız.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hadislerine merfu hadis (sünnet),
sahabeninkilere mevkuf hadis, Tâbiîn ve Etbauttâbiîn'inkilere maktû hadis denir.
Yine hatırlatmak isteriz, hak mezheplerin imamları Tabiin ve
Etbauttâbiin nesillerine mensupturlar.
Şu halde bu büyüklerle ilgili olarak da iyice bilinmeyen mesailden
bahsedilmemelidir. Dinde onların reyleri, fetvaları, tatbikatları bazı
kayıtlarla da olsa hüccettir. Sözgelimi, iyice bilmeden İmam-ı Âzam şöyle
demiştir, böyle fetva vermiş, şu şekilde amel etmiş gibi sözler mahzurludur.
Sağlam kaynaktan okumuş, sağlıklı şekilde öğrenmişsek o başka, bunu söylemek
ilmin yayılması olur, tıpkı iyice bilinen bir hadis-i şerifin rivâyeti gibi.
Şunu da ilâve edelim: Hadis kelimesi mutlak kullanıldığı zaman kâhir durumda
merfu hadis kastedilir, lügavî mânâdaki kullanışlar hâriç.
"Ateşteki yerini hazırlasın"
ibaresi "inmek üzere, kendisine cehennemde bir yer edinsin" demektir. Dikkat
edersek emir sigasıyla gelmiştir, ama maksad haberdir, yani mutlaka cehenneme
gideceğini haber vermektedir. Râfiî bunun beddua olduğunu söyler. Yâni: "Allah
ona cehennemde bir yer hazırlasın! O da burayı ikametgah edinmeye hazırlansın
demektir" der. Hadisin emir sigasıyla gelmesi, "kim bile bile bana yalan nisbet
ederse" şartına cevaptır. Cevabın böyle emir sigasıyla gelmesi, yapılan işin
mutlaka bu cezayı gerektirdiğini daha beliğ daha açık olarak ifade etme gayesine
mâtuftur.
Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) hakkında söylenen yalan, felâkete atıcı en büyük günahlardan biridir.
Çünkü dinde hâsıl edeceği zarar fazla, imanın temelinde meydana getireceği fesad
büyüktür. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında yalan söyleyenler -usûl
bahsinde açıkladığımız üzere- pekçok sınıflara ayrılır: Siyasî, ticarî, ırkî,
maddî, dinî vs. pekçok sebeplerle yalan uyduranlar türemiştir. Hadisin âm olan
ifadesine bakan âlimler, tehdidin, hangi maksadla söylenmiş olursa olsun, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) hakkında söylenen bütün yalanlara şâmil
olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadiste dine müteallik yalanların kastedildiğini
söyleyenler de olmuştur. Ancak, herçeşit yalanın dâhil olduğu görüşü ekseriyetin
re'yidir ve esah olan da budur.
Ebu Dâvud, İlm:, 5 (3652); Tirmizî, Tefsir: 1, (2953).
Burada
kastedilen 15 adet ilim şunlardır. Lügat, nahv, tasrîf, iştikak, me'ânî,
beyân, bedî, kıraât, asleyn, esbabu'n-nüzûl, kasas, nâsih-mensûh, fıkıh,
ehâdîsu'l-mübeyyine, ilmu'l-mevhibe.