ـ1ـ عن أنس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ. ]أنَّ رسولَ اللّه # قالَ: لِكُلِّ شئٍ
قَلْبٌ وَقَلْبُ الْقُرآنِ يس؛ وَمَنْ قَرَأهَا كَتَبَ اللّهُ تعالى لَهُ
بِقرَاءَتِهَا قِرَاءَة الْقُرآنِ عَشْرَ مَرَّاتٍ دُونَ يس[. أخرجه الترمذى .
1. (758)-
Hz. Enes (radıyallahu anh) anlatıyor: "Hz. Peygamber (aleyhissalâtu
vesselâm) buyurdu ki: "Her şeyin bir kalbi vardır. Kur'ân'ın kalbi de Yâ-Sîn'dir.
Kim bu sureyi okursa, Cenab-ı Hakk, bu okuması sebebiyle kendisine, Kur'ân-ı
Kerim'i -Yâ-Sîn hariç- on kere okumuş sevabını verir." [Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'ân
7, (2889).]
AÇIKLAMA:
Hadiste kalbten maksat öz ve hülâsa demektir.
Yâ-Sîn suresinin Kur'an-ı Kerim'in kalbi olması demek, Kur'ân-ı Kerim'de yer
alan ana meseleler bu surede özetlenmiştir, demektir. İmam Gazâli: "Kur'ân-ı
Kerim'in en mühim dâvasının imân olduğunu, bunun da haşir ve neşrin itiraf
ve tasdikiyle sıhhat kazandığını, Yâ-Sin suresinde haşir ve neşir
meselesinin en beliğ şekilde ifade edildiğini, bu sebeple Kur'an'ın kalbi
olma vasfına liyakat kazandığını" belirtmiş; yüce müfessirimiz Fahreddin-i
Râzî de bu yorumu yerinde bulmuştur.
Yâ-Sîn'i okumanın on misli sevaba vesile
olması ise şöyle izah edilmiştir: Hangi amelin ne miktar sevaba vesile
olacağını takdir işi Allah'ın dilemesine kalmıştır. Madem ki O (celle şânuhu)
Yâ-Sîn için bu takdirde bulunmuştur, bunu da Resûl-i Ekrem (aleyhissalâtu
vesselâm)'i haber vermiştir, bizlere öylece öğrenmek ve tasdik etmek düşer.
ـ2ـ وعن أبى سعيد رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كَانَتْ بَنُوا سَلَمةَ في
ناحيَةِ الْمَدِينَةِ فَأرَادُوا النُّقْلَةَ إلى قُرْبِ الْمَسْجِدِ فَنَزَلتْ
هذِهِ اŒيةُ: إنَّا نَحْنُ نُحْىىِ الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا
وَآثَارَهُمْ. فَقَالَ رسولُ اللّه #: إنَّ آثَارَكُمْ تُكْتَبُ. فَلَمْ
يَنْتَقِلُوا[. أخرجه الترمذى .
2. (759)-
Ebu Saîdi'l-Hudri (radıyallahu anh) anlatıyor: Benî Seleme Medine'nin uzakça
bir kenarında meskûn idi. Mescid-i Nebevi'nin yakınlarına taşınmak
istediler. Bunun üzerine şu meâldeki âyet indi: "Şüphesiz ölüleri dirilten,
işlediklerini ve eserlerini yazan biziz. Herşeyi apaçık bir kitapta
saymışızdır" (Yâ-Sîn, 11). Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm): "Ayak
izleriniz (sevap olarak) yazılıyor" dedi. Yerlerinde kaldılar." [Tirmizî,
Tefsir, Yâ-Sin, (3224).]
AÇIKLAMA:
Benî Seleme, Ensâr'dan bir gruptur. Buhârî'de
gelen bir rivayete göre, yurtları mescide uzak olduğu için gelip gitmede
bazı zorluklarla karşılaşırlar. Bundan kurtulmak için eski yurtlarını
bırakarak yakın bir yere yerleşmeyi düşünürler. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) Medine'nin (bazı yerlerinin) ıssız bırakılmasını hoş görmeyerek:
"Attığınız adımların sevabını düşünmüyor musunuz?" der ve mâni olur.
Hayır yolunda atılan her adımın sevap vesilesi
olduğu, yukarıdaki âyette ifade edilmiştir. Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ona dayanarak Benî Seleme'ye kesin ifadede bulunmuştur. Gerçi
ayette geçen âsâr kelimesi -ki dilimize de aynen girmiştir- iki mânâya
gelir:
1- Ayak izi,
2- Geride bırakılan eserler. Öyle ise camiye
veya hayra gideken atılan her adım, âyetin beşâretine dahil olduğu gibi,
ölen insanın bıraktığı her bir faydalı, istifade edilen eser de dâhil
olmaktadır.
Şurası muhakkak ki âyet-i kerime hayırlı eser
diye kayıtlamamıştır. Binaenaleyh bırakılan eser şer ise onun da günahı
ölümden sonra gelecek, devam edecek demektir.
ـ3ـ وعن ابن عباس رَضِىَ اللّهُ عَنْهُما قال: ]كانَ بِمَدِينَةِ أنْطَاكِيَّةَ
فِرْعَوْنٌ مِنَ الْفَرَاعِنَةِ فَبَعَثَ اللّهُ
تعالى إلَيْهِمُ الْمُرْسَلِينَ، وَهُمْ ثََثَةٌ قَدَّمَ اثْنَيْنِ
فَكَذَّبُوهُمَا فَقَوَّاهُمْ بِثَالثٍ فَلَمَّا دَعَتْهُ الرُّسُلُ وَصَدَعَتْ
بِالَّذِى أُمِرَتْ بِهِ وَعَابَتْ دِينَهُ. قَالَ لَهُمْ: إنَّا تَطَيَّرْنَا
بِكُمْ؛ قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ: أىْ مَصَائِبُكُمْ[ .
3. (760)-
İbnu Abbâs (radıyallahu anhümâ) anlatıyor: "Antakya şehrinde firavunlardan
bir firavun vardı. Allahu Teâla Hazretleri ora halkına elçiler gönderdi.
Bunlar üç kişiydiler. İkisi önce geldi, bunları yalanladılar. Allah bunları
bir üçüncüyle takviye etti. Elçiler, onları hakka çağırıp, emredilen şeyleri
açıklayıp, dinlerinin bâtıl olduğunu söyledikleri vakit; peygamberlere: "Biz
sizin yüzünüzden uğursuzluğa uğradık, vazgeçmezseniz sizi mutlaka taşlarız.
Bizden size muhakkak acıklı bir işkence de dokunur" dediler. Peygamberler
de: "Sizin uğursuzluğunuz (musibetleriniz), dediler, kendi beraberinizdedir.
Size nasihat edilirse mi? Hayır, siz haddi aşıp taşanlar gürûhusunuz..."
(Yâ-Sîn 18-19).
[Rezîn ilavesidir. Bu mânâda bir rivayet
Taberî Tefsiri'nde gelmiştir (22, 101).]
AÇIKLAMA:
Antakya şehrine gönderilen ilk iki elçinin,
bazı müfessirler Hz. İsa'nın havârilerinden olan Yuhanna ve Pavlos olduğunu
kaydederler. Sonradan gelen üçüncü elçinin de Şem'un olduğu belirtilir.
Onların, yeni gelen dini, tevhid dinini
beğenmemeleri, uğursuz addetmelerine sebep olmuştur. Tevhid dini ruhî
disiplin dinidir. Batıl üzere, serkeşçe yaşamaya alışan insanların
kendilerini yeni bir hayat düzenine sokmaları zordur. Beğenilmeyen şeye
uğursuzluk, hoşa giden şeye uğur izâfe etmek daha çok bâtıl üzere gidenlerin
harcıdır. Hak yolda giden hayrı Allah'tan bilir, şükreder, şerri nefsinden
bilir istiğfar eder. Böylece hayır da gelse, şer de gelse ubudiyete koşar.
Ayet-i kerime, bâtıl yolda gidenlerin bir
hâlet-i rûhiyelerini ortaya koymuş olmaktadır.
Âyet-i kerimenin dikkatimize arzettiği ikinci
mühim husus bâtıl yolda gidenlerin ikinci vasfıdır: Zulüm... Her yerde her
devirde kefere takımı, dâllîn gürûhu hak yolda gidenlere, kendileri gibi
yaşamayanlara en ağır işkenceler uygulamışlardır ve uygulamaya devam
etmektedirler. Hakkın, İslâm'ın tatbikatcısı olan Osmanlılar döneminde
herkes din, hukuk ve kıyafet gibi beşerî ve kültürel değerlerinde serbestçe
yaşadıkları halde, Osmanlının, yani idareden İslâmî esprinin çekilmesinden
sonra eski Osmanlı topraklarında ortaya çıkan devletlerin hiçbirinde
Müslümanlara din hürriyeti tanınmamıştır. Hukuk sistemi, kılık kıyafeti,
inancı, dili yasaklanmış, tahrib edilmiş, bütün değerler târumar edilmiştir.
En hafif, en tabiisi olan İslâmî isime bile tahammül edilememiştir.
ـ4ـ وعنه رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ في قوله تعالى: ]وَجَاءَ مِنْ أقْصَى
الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى إلى قولهِ: وَجَعَلَنِى مِنَ الْمُكْرَمِينَ.
قَالَ: نَصحَ قَوْمَهُ حَيّاً وَمَيِّتاً[. أخرجه رزين .
4. (761)-
İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ): "O şehrin en uç, (kenar)ından koşarak bir
adam geldi: "Ey kavmim, dedi, uyun o gönderilmiş olanlara; uyun sizden
hiçbir ücret istemeyen o kimselere. Onlar hidayete ermiş (zâtlar)dır. Ben
beni yaratana neden kulluk etmiyecekmişim? Siz (hepiniz) ancak ona
döndürü(lüp götürü)leceksiniz. Ben O'ndan başka tanrılar edinir miyim? Eğer
O çok esirgeyici (Allah), bana bir zarar (yapmak) isterse onların (iddia
ettiğiniz) şefaati bana hiçbir fâide vermez. Onlar beni asla kurtaramazlar.
Şüphesiz ben o takdirde mutlak apaçık bir sapıklık içindeyim (demek)dir.
Gerçek, ben Rabbinize iman ettim. İşte bunu benden duyun. (Ona): Gir
cennete, denildi. (O da): N'olurdu dedi, kavmim bilselerdi, Rabbimin beni
bağışladığını, beni (cennetle ikrâm) edilenlerden kıldığını" (Yâ-Sîn, 20-27)
meâlindeki âyetler hakkında şu açıklamada bulundu: "Bu zât hayatında da,
ölümünde de kavmine nasihatta bulundu." [Rezin ilâvesidir, kaynağı
bulunamamıştır.]
AÇIKLAMA:
Müfessirler bu zâtın Habibu'n-Neccâr adında
mü'min bir kimse olduğunu belirtirler. Bu zât, âlim bir kişi idi. Hz. İsa
(aleyhissalâtu vesselâm)'in vasıflarını ve bi'set vaktini kitaplarında
görerek Allah Elçisi(aleyhissalâtu vesselâm)'ne inanmıştı. Kavminin,
elçileri tekzib ettiğini görünce yardımlarına koşmuş, âyet-i kerimede
nakledilen sözleri söylemişti. Ancak ayetten de anlaşılacağı üzere kavmi onu
taşlayarak, anında öldürüp şehid etmiştir.
Habibu'n-Neccâr'ın, elçilere uymadığı için
kullandığı bir vasıf dikkat çekmeye değer: "Sizden hiçbir ücret istemeyen o
kimseler..."
Tebliğcilerin, tebliğ mukabilinde ücret
istememeleri, her çeşit ücreti Allah'tan beklemeleri, sırf rızayı İlâhî için
gayret göstermeleri onların müessiriyetini artıran bir husus olsa gerektir.
ـ5ـ وعن أبى ذرّ رَضِىَ اللّهُ عَنْهُ قال: ]كُنْتُ مَعَ النَّبىِّ # في
الْمَسْجِدِ عِنْدَ غُرُوبِ الشَّمْسِ فَقَالَ: يَاأبَا ذَرٍّ أتَدْرِى أيْنَ
تَذْهَبُ الشَّمْسُ؟ قُلْتُ: اللّهُ وَرَسُولُهُ أعْلَمُ، قَالَ: تَذْهَبُ
تَسْجُدُ تَحْتَ الْعَرْشِ فَتَسْتَأذِنُ فَيُؤذنَ لَها، وَيُوشَكُ أنْ
تَسْجُدَ فََ يُقْبَلُ مِنْهَا، وَتَسْتَأذِنُ فََ يُؤذن لَها فَيُقَالُ لَهَا،
اِرْجِعِى مِنْ حَيْثُ جِئْتِ فَتَطْلُعُ مِنْ مَغْرِبِهَا. فذَلِكَ قَولُهُ
تعالى: وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا اŒية. قالَ: أتَدْرُونَ مَتَى
ذلِكُمْ؟ ذلِكَ حِينَ َ يَنْفَعُ نَفْساً إيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمنتْ مِنْ
قَبْلُ[. أخرجه الشيخان والترمذى .
5. (762)-
Ebu Zerr (radıyallahu anh) anlatıyor: "Ben Resûlullah (aleyhissalâtu
vesselâm) ile birlikte, mescidde idim, o sırada güneş batıyordu. Bana:
"- Ey Ebu Zerr, biliyor musun güneş nereye
gidiyor?" diye sordu.
"- Allah ve Resûlü, daha iyi bilir" dedim.
"- Arşın altında secde etmeye gidiyor. (Secde
için önce) izin ister. Kendisine izin verilir. Secde ettiği halde
kendisinden bunun kabul edilmeyeceği zaman yakındır. O zaman izin ister
fakat verilmez, kendisine: "Geldiğin yere dön ve battığın yerden doğ" denir.
işte bunu şu ayet ifade etmektedir: "Güneş de (ilâhî bir âyettir ki)
müstekarrına (duracağı zamana) kadar cereyan etmektedir..." (Yâ-Sîn, 38).
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) ilâve etti:
"- Bu (durma hadisesi) ne zamandır, bilir
misin? Bu, kişiye imânının fayda vermeyeceği, artık inançsız hâle geldiği
zamandır." [Buhârî, Tefsir, Yâsin 1, Bed'ü'lhalk 4, Tevhid 22, 23; Müslim,
İmân 250 (159); Tirmizî, Tefsir, Yâsin, (3225).]
AÇIKLAMA:
Burada Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)
gaybî ve müstakbel hakikatleri bazı teşbihlerle muhatabın anlayıp merâkını
tatmin edeceği bir üslupla izah etmiş bulunmaktadır. Şöyle ki:
Güneşin izin istemesini, güneşe müvekkel
meleklerin izin istemesinden mecâz olarak anlamışlardır. İnancımıza göre,
herşeyin müvekkel melâikesi vardır, tâbi olduğu kanun dairesinde vazife-i
fıtriyesini ifâya nezâretcidir, gökten inen her yağmur damlası bile bir
müvekkel melâikeye sahipse, elbette güneş gibi pekçok vazifelerle muvazzaf
büyük ve mühim mahlûkatın da müvekkel melekleri vardır. Hem fıtrat kanununa
uygun şekilde hizmetinin devamını ve hem de bu fıtri vazifenin ifasıyla
husule gelen ibâdetinin Hâlık-i Zülcelâl'e takdimini sağlar.
Maamafih, bizim anlamıyacağımız bir şekilde
güneşin Cenab-ı Hakk'tan tekellümen izin isteyebileceğini, zira cemâdata
bile hayat vermenin Cenab-ı Hakk'ın kudretinden olduğunu söyleyen âlim de
olmuştur, İbnu Battâl gibi...
Güneş'in Müstekarı Meselesi: Âyet-i kerimede
geçen
والشمس تَجْرى لمستقر لها
ibâresini: "Güneş müstekarrına (duracağı zamana) kadar cereyan etmektedir"
diye tercüme ettik. Ayette geçen müstekâr kelimesi Arap dili yönünden üç
mânaya gelir.
1- Mimli mastar (mastar-ı mîmî): "Durmak",
"istikrâr bulmak" demektir.
2- İsm-i zaman: "Durmak zamanı" demektir.
3- İsm-i mekân: "Durmak yeri" demektir.
Öyle ise âyet-i kerime üç ayrı mânâ ifade
eder:
1- "Güneş, müstekârrı, yani "durması,
istikrarı", "istikrar bulması" için döner."
2- "Güneş müstekarrına kadar, yani "durup
istikrar bulacağı zaman"a kadar cereyan eder."
3- "Güneş müstekarına doğru, yani "duravağı
yere doğru" gitmekte, yol almaktadır."
Bu ihtimallere müfessirler dikkat çekmiştir.
Âyetten mezkur manalara ulaşmada, tecrî
(cereyan eder) kelimesinin, akmak, yürümek, yol almak, hareket etmek,
cereyan etmek gibi muhtelif manalara geldiğini de bilmek gerek. Ve keza
müstekar kelimesinin başındaki "li" harf-i cerrinin Arapça'da, duruma göre,
ilâ harf-i cerrinin yerine de kullanıldığını bilmek gerek.
Sözü uzatmadan ve Arapça bilmeyenlerin
anlamakta güçlük çekeceği açıklamalara girmeden şunu söylemek istiyoruz:
وَالشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا
Âyet-i kerimesi Kur'an-ı Kerîm'in ilmî
mucizelerinden biridir. Üç kelimeden ibaret olan bu kısa âyet, güneşle
ilgili nazariyeleri ifade etmektedir. Şöyle ki, müstekar kelimesi:
1- Mastar mimi olunca: "Güneş, istikrar
bulmak, (seyyârelerinin merkezindeki yerini sabit, müstekar tutmak) için
ekseni etrafında döner" demek olur.
2- İsm-i zaman olunca: "Güneş, kendisine
takdir edilen durma zamanına (ecel-i mukadderine) kadar harekete, cereyana,
doğup batmaya devam eder. Mutlaka bir sona erecektir."
3- İsm-i mekân olunca: "Güneş duracağı
mekâna, yere doğru yürümektedir." Bu durum, güneş hakkında en son ortaya
atılan nazariyeye uygundur. Bilindiği üzere güneşin kendi etrafındaki
dönüşünden başka bir hareketi daha mevzubahistir: Etrafındaki seyyareleriyle
birlikte dahil olduğu galaksi içerisinde belli bir istikamete doğru hızla
yol almaktadır. Galaksinin uçsuz bucaksız genişliği bu hareketi kolayca, bir
iki nesilde müşahedeye imkân bırakmamaktadır. (Allahu a'lem bissevab).
Sadedinde olduğumuz hadis-i şerifte Resûlullah
(aleyhissalâtu vesselâm), Ebu Zerr'e sual üslubuyla açıklama yaparken
müstekar kelimesini, ism-i zaman mânasında kullanmıştır, bu sebeple biz de
âyetin tercümesini maksada uygun yaptık.