VAHDET-İ VÜCÛD
MESELELERİ
- Vahdet-i vücûd ilkesinin ilk
savunucusu sayılan Hallac-ı Mansûr şeriat mahkemelerince yargılanmış ve
idamına karar verilmiş. Tasavvuf şeriatın üstünde midir ki, tasavvufcular bu
şahsı savunuyorlar?
- Önce vahdet-i vücûdun ne demek olduğunu belirterek sorunun cevabını
verelim. İslam tevhid dînidir. Tasavvuf da bu tevhid dîninin ruh eğitimidir.
Tasavvufî eğitim, tevhid merkezli olduğu için ilk devir sûfîlerinden
itibaren tevhid, tasavvufî düşüncenin odak noktasını oluşturmuştur. İlk
tasavvuf klasiklerinde gençlikle marifet ve tevhid konusu birlikte
işlenmiştir.
Elinizdeki kitabın (Ebu Nasr Serrac Tusi "el-Lüma'" İslam Tasavvufu) ilk
bölümlerinde de ma'rifet ve tevhid konusunun işlendiği görülmektedir.
Buradaki ibarelerde ilm-i kelam ve akaid anlamında tevhid anlayışı kadar,
daha sonra vahdet-i vücûd adıyla anılacak bir tevhîdî anlayış da dikkat
çekmektedir. Vahdet-i vücûd her ne kadar kavram olarak belki İbn Arabi'den
sonra ortaya çıkmışsa da muhtevası itibarıyla ilk devirlerden beri
bilinmektedir. el-Lüma' tercemesinde ilgili bölüme bir nazar atfetmek bu
konuda bir fikir verecektir.
Vahdet-i vücûd: Gerçek varlık birdir. O da Hakk'ın varlığıdır.
O'ndan başka hakiki vücûd sahibi bir varlık, O'ndan başka "kâim bi-nefsihî"
bir vücûd mevcûd değildir. Diğer varlıkların vücudu O'nun vücuduna nisbetle
yok hükmündedir. Çünkü onların varlıkları O'nun varlığına bağlıdır. Bu kevn
alemindeki eşya O'nun mazharı; yani zuhur mahallidir. Dolayısıyla eşyanın
varlığı, gölgenin varlığı gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa, O'nun
varlığı olmadan eşyanın varlığı düşünülemez. O'nun vücudu yanında eşyanın
varlığı yok hükmündedir.
Vahdet-i vücûd anlayışında "birlik", bilgi ve düşüncededir. Salik gerçek
varlığın bir tane olduğunu, onun da Hakk ve Hakk'ın tecellîlerinden ibaret
olduğunu bilir. Hakk'ın dışında hiçbir şeyin hakiki bir varlığı olmadığına
inanır. Ancak bu bilgi ve inanış, bir nazariye ve aklî istidlallerle elde
edilen bir sonuç olmayıp riyazat ve manevî yükseliş sayesinde ruhî tecribe
île elde edilen neticedir. Vahdet-i vücud, kalbin manevî seyri sırasında
meyd'ana gelir. Kaynağı ibadetin çokluğudur. Mücahede, dünyaya rağbeti terk,
zikre devam gibi sebeplerle kalbde meydana gelen aşk ve sevgidir.
Hallac'ın şeriat mahkemelerinde yargılanması ve idama mahkum edilmesi,
şeriatın değil, o gün şeriat mahkemelerini temsil eden kişilerin hükmüdür.
Bu itibarla Hallaç'ı savunup bu hükme karşı çıkanlar, aslında oradaki
tarafgir tavra karşı çıkmaktadırlar. Yoksa şeriatın bir hükmüne karşı çıkmış
değillerdir. Kaldı ki, şeriat mahkemelerini temsil edenlerden de Hallaç'ı
haklı bulanlar vardır.
- "Ene'l-Hak" ibaresi şirk midir? Hallac-ı Mansûr bu sözle kafir
olmuş mudur? Hallac-ı Mansûr ve diğer mutasavvıflardan neden "Ene'l-Hak"
lafzı sadır olmuş da "Enellah" lafzı sadır olmamıştır?
- Kalbin masivadan arınarak Hakk'ın esma, sıfat ve zılâl nûrlarına ayna
olması sonucu meydana gelen şiddetli sevgi ve aşk sebebiyle salik, akis ve
gölgeleri Hakk'ın kendisi zanneder. Hallac'ın "Ene'l-Hakk" dediği makam
burasıdır. Elini ateşe sokan kişinin yandığında can havliyle: "Yandım, ateş
oldum." demesi nasıl mecazi bir hakikati ifade ediyorsa ve bu söz;
söyleyenin gerçekten ateş olduğunu göstermiyorsa "Enel-Hak" sözü de böyle
bir mecazi idraktir. Kulun kendi fiil ve davranışlarını görmez olup
kendisinde olan fillerin Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir.
Sen çekilince aradan- Kalır seni Yaradan
bu anlamda söylenmiştir. Bu anlamda söylenmiş bir söz, elbette küfür
değildir. Ancak iltibasa müsaid olduğundan bu tür sözleri, sadece beşerî
sıfatlardan soyutlanıp ilahî sıfatlarla muttasıf olanlar söyleyebilir. "Ene'l-Hakk"
sözünün söylendiği makam Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarıyla idrak olunduğu
makamdır. "Hakk" ismi, esma ve sıfat tecellîsidir. Bu yüzden sûfîlerden "Ene'l-Hakk"
diyenler çıktığı halde "Enallah" diyenler çıkmamıştır.
- Vahdet-i vücûd, İbn Arabi'nin fikri midir, yoksa ölümünden sonra
talebelerinin onun fikirlerini yorumlamaları sonucu mu ortaya çıkmıştır? İbn
Arabi ile ilgili bir takım problemler var. Bunları nasıl yorumlayacağız?
- Vahdet-i vücûd, özü Kur'an ve sünnetten alınan, ilk devir sûfilerince
tevhid olarak geliştirilen ve İbn Arabî tarafından sistemleştirilen bir
anlayıştır. Ancak adının daha sonraki dönemlerde ortaya çıktığı, ilk defa
Sadreddin Konevi ve onun talebeleri tarafından kullanıldığı
kaydedilmektedir. Vahdet-i vücudun en önemli problemi "vahdet-i mevcûd"
denilen "Panteizm" ile karıştırılmasıdır. Panteizm anlayışına göre Allah ile
alem aynı şeydir. Allah mevcûd olan şeylerin tamamından ibarettir. Tabîat
bir nev'i hayal sahibi bir vahdettir ve ona ibadet edilir. Hegel, Didero,
Spinoza, Dekart, Revakıyyûn ve İskenderiye mektebi filozofları genellikle
panteisttirler. Ogüst Kant, panteizmi pozitivizm adı altında geliştirmiş ve
"Allahsız kainat, ruhsuz insan, ve cevhersiz eşya" tarzında özetlemiştir.
Panteistler Cenab-ı Hakk'ı alemin mecmûu sayar. O'nu îcab ve zarürete tabi,
irade ve şuurdan mahrum olarak görürler. İbn Arabî ile ilgili problemlerin
başında vahdet-i vücûd meselesi gelmektedir. Vahdet-i vücudun problem
olması, panteizmle karıştırılmaktan kaynaklanmaktadır. Sûfiler İbn Arabî'ye
aid sözler hakkında genelde meskût geçmeyi salim yol olarak görmüşlerdir.
O'nun arif bir velî olduğunda şüphe yoktur. Anlaşılması zor, şeriatın zahiri
ile çelişir görünen sözleri ise şerh ve yoruma muhtacdır. İbn Teymiye gibi
müteşeddıd bir takım alimler ona şiddetle karşı çıkarken, Kemalpaşazade gibi
onun fikirlerinin isabetli olduğunu söyleyerek savunanlar da vardır. Savunma
ve itham arasında sükutu tercih edenler de azımsanamayacak sayıdadır. Bu
duruma göre İbn Arabi'nin sözlerini yorumlamak, anlayamadıklanmız hakkında
sükut etmek en uygun yoldur.