Sana hamdederek söze başlıyorum, Ey
sâbıkan! Bizim kalplerimizi çeşitli hidayetlerle ferahlatan, lâhikan
Tenvirü'l-Ebsâr ile gözlerimize nur vererek basîretlerimizi
nurlandıran Allah! Sen bize tertemiz şeriatının ziyalarından bir
bahr-ı raik taşıdın, bize bol ihsanının deryalarından bir nehr-i
faik akıttın. Bu muhtasar şerhin tebyizına şeriat ve dürerin kaynağı
ile iki büyük kabir arkadaşı Ebu Bekir ve Ömer'in yüzlerine karşı
başlamayı müyesser kılmakla bize olan nimetini tamamladın. Buna o
Şeriat kaynağının izniyle başladım. Allah ona, âlü eshabına salât
eylesin! O ashab ki senin vâfi fazlının feyzi keşfinin fethi
minehinden hakikatları haizdirler.
İZAH
Şârih bu hususta vârid olan hadislerle
amel etmek için söze Besmele ile başlamıştır. Besmele ve hamdele ile
başlamayı bildiren rivâyetlerin çelişmesi hususundaki işkâl
meşhurdur. Başlamayı örfÎ veya izafi mânâlarına hamletmek suretiyle
aralarını bulmak da böyledir. Ezan gibi Besmele ve hamdele ile
başlanmayan şeylerle itiraz dahi meşhurdur. Bunun cevabı şudur :
Bütün rivâyetlerdeki Besmele ile
hamdeleden murad bunlardan biri ile yahut biri yerine geçecek bir
sözle başlamaktır. Yahut caiz görenlere göre mukayyed mutlak'a
hamlolunur ki, o da «Allah'ın zikri ile» sözüdür.
Burada isimden murad, künye ve lâkâbın
karşılığıdır. Binaenaleyh hakiki sıfatlara şâmil olduğu gibi izafî
ve selbî sıfatlara da şâmildir. Ve teherrük ile Allah'tan yardım
dilemenin bütün esma-i îlâhiye ile olabileceğine delâlet eder.
«Allah» lafza-i Celâl-i Teâlâ
Hazretleri'nin zatına alem (özel isim) olup bütün övgü sıfatlarını
kendinde toplamıştır. Nitekim Sa'd ve başkaları böyle demişlerdir.
Yahut hiçbir sıfatı nazar-i itibara almaksızın özel bir isimdir.
Bunu da Isâm söylemiştir.
Seyid Şerif diyor ki: «Allah Teâlâ'nın
zat ve sıfatları azamet nuru ile örüldüğü için onlar hakkında
akıllar nasıl şaşırıp kaldı ise zata delâlet eden lafız hakkında da
öyle şaşırmıştır. Sanki bu lâfsa o nurlar dan şualar aksetmiş de
görmek isteyenlerin gözlerini bürümüştür. Öyle ki bu kelime Süryani
midir, Arapça mıdır diye ihtilâf ettikleri gibi isim midir, sıfat
mıdır; alem midir; değil midir diye de ihtilâfa düşmüşlerdir. »
Cumhura göre Arapça mürtecel bir
alemdir. Aslı nazarı itibara alınmamıştır. Ebû Hanife ile İmam
Muhammed, Şâfiî ve Halil bunlardandır. Hişam'ın İmam Muhammed'den,
onun da Ebû Hanîfe'den nakline göre İsm-i A'zam budur. Tahâvi ile
ulemadan birçokları ve ârifinin ekserisi buna kâildir. Hattâ
âriflere göre hiçbir makam sabinin bununla. zikirden daha büyük
zikri olamaz. Nitekim İbn-i Emîr Hacc'ın «Tahrir» şerhinde böyle
denilmiştir.
RAHMÂN : Arapça bir sözdür. Cumhura
göre sıfat-ı müşebbehedir. Bazıları mubalâgalı isim-i fail olduğunu
söylemişlerdir. Çünkü lâfızdaki ziyadelik ancak mânâdaki
ziyadelikten ileri gelir. Aksı takdirde abes olur. Rahmân, lafz-ı
rahimden bir harf ziyadedir. Halbuki rahim sîgası itibariyle
mübalagalı ism-i fâildir. Binaenaleyh mânâ itibariyle rahman ondan
fazlaya delâlet eder. Zira rahmaniyet mümin ve kâfir herkese
şâmildir. Rahimiyyet ise yalnız mümine mahsustur.
Birincisi (lügat mânâsı) kullanıldığı
yer itibariyle daha hususidir. Çünkü vasıf ancak dil ile olur. Ama
tâlik ettiği yer itibariyle daha umumidir. Zira bazen nimet
mukabilinde olmayabilir.
İkincisi (örfi mânâsı) bunun
aksinedir. Binanenaleyh aralarında umum ve husus minvecih vardır.
ŞÜKÜR lügatta örfen hamdin
müteradifidir. Örfde ise, kulun Allah kendisine ne verdi ise hepsini
yaratıldığı gaye için sarf etmesidir.
HAMD : Lügatta ta'zim ve tebcil
cîhetiyle ihtiyarî güzeli güzellikle vasfetmektir. Örfte, nimet
sahibini verdiği nimet sebebiyle tazimi bildiren bir kelimedir.
Tarifteki ihtiyarî kaydı ile medih
hariç kalmıştır. Hamd mutlak söylenirse örfi mânâsına alınır. Zira
Seyyid'in Mefâlî' haşiyesindeki beyanına göre ehl-i örf, «lâfız örfi
mânâda hakikat, başka mânâda mecazdır. » demişlerdir. Sofiyyenin
muhakkıklarına göre ise hamdin hakikati kemal sıfatlarını meydana
çıkarmaktır. Bu fiil ile sözle olduğundan daha kuvvetlîdir. Çünkü
fillerin delâleti aklîdir. Onlarda aksine zuhur etmek tasavvur
olunamaz. Sözlerin delâleti ise vaz'idir. Onlarda bu tasavvur
olunabilir.
TETİMME : Besmele ile hamdelenin şer'i
hükümleri ileride gelecektir. Besmele hayvan keserken, avcı silah
atarken ve ava köpeği salarken vâcîb olur. Ama hâlis zikir sayılan
her şey besmelenîn yerini tutar. Bazı kitablarda "Errahmânirrahîm"
denilmeyeceği kaydedilmiştir. Çünkü kesmek rahmetle bağdaşmaz. lâkin
»Cevhere»de, "Bismillâhirrahmanirrahîm" derse iyi olur»,
denilmektedir. Bazıları her rekâtta Fâtiha'nın başında Besmele
çekmenin vâcib olduğunu, hatta ekser ulemanın kavilleri bu olduğunu
söylemişlerse de esah olan kavle göre bu, sünnettir. Abdeste ve
yemeğe başlarken ve her mühim işin başında Besmele çekmek de
sünnettir. Fâtiha ile sûre arasında çekilmesinin câiz veya müstehab
olduğu ihtilâflıdır. İnşâllah yerinde görülecektir. Yürümeye
başlarken, oturup kalkarken Besmele çekmek mubahtır. Avret yeri açık
iken veya necaset yerinde bulunurken ve Berâe suresi, Enfâl'e
eklenerek okunduğu zaman Besmele çekmek mekrûhtur.
Bunu bazı ulema kaydetmişlerdir. Tütün
içmek gibi pis kokulu bir şey kullanıldığı zaman da mekrûh olduğunu
söyleyenler vardır. Haram bir iş yapılırken Besmele çekmek haramdır.
Hatta Bezzâziye sahibi ile başkalarının beyanına göre haram olduğu
katiyetle bilinen bir işin başında Besmele çeken kâfir olur. Cünüp
bir kimsenin zikri niyet etmeksizin Besmele çekmesi de haramdır.
Hamdele ise, namazda vâcib,
hutbelerde, duadan önce ve yemekten sonra sünnettir. Sebebsiz olarak
hamdele mubah, pis yerlerde mekrûh, haram yedikten sonra ise
haramdır. Hatta Bezzâziye'de böylesinin küfründe ihtilâf edildiği
bildirilmiştir.
«Sâbıkan» yani geçmişte tâbirinden
murad kalübelâda ruhlardan söz aldığı zamandır. Yahut İslâm fıtratı
üzerine doğduğumuz zaman veya hak dîni akıl edip o dinde kalmayı
seçtiğimiz andır.
BASÎRET : Kalbin bir kuvveti olup
ilâhi nurla aydınlanmıştır. Eşyanın hakikatını onunla görür.
Bedeningözü yerindedir. «Şeriat» millet ve din aynı şeydir. Aslında
Şeriat suya götüren yoldur. Sonradan şer'î hükümlere Şerîat
denilmiştir. Çünkü onlar da insanı ebedî hayata götürürler.
Din ve Şeriat Allah'a, peygamberine ve
ümmete izafe edilirler. Millet kelimesi ise yalnız Peygamber
(s.a.v.)'e izafe edilir ve «(Millet-i Muhammed) denilir. Allah'ın
milleti, Zeyd'in milleti» denmez.
Hidâye, Tenvirü'l-Ebsâr, Bahr-ı Râik,
Nehr-i Fâik birer kitap adıdır.
Bunları cümle arasına sıkıştırmanın
letafeti ve güzel işareti ihamı gözden kaçmamaktadır. Burada maksad
kitabların kendileri değildir. Zira böyle yerlerde kitap zikretmek
ulema arasında âdet olmamıştır.
«Buna o Şeriat kaynağının izniyle
başladım», Şeriat kaynağından murad Peygamber (S.A.V.) dir. Şârih
Haskefi'ye izin vermesi ya rüyada görmekle yahut ilham suretiyle
olmuştur. Kitabın metni gibi şerhi de Peygamber (S.A.V.) in bereketi
hürmetine başkalarını geçmiştir. Metni yazan musannıf rüyasında
Peygamber (S.A.V.) Efendimizi görmüş;
Efendimiz kendisini karşılayarak ayağa
kalkmış ve acele sarmaşarak mübarek dilini onun ağzına sokmuş...,
musannif bunu «el-Minah» adlı kitabında hikâye etmiştir. Şu halde bu
kitabın hem metni hem şerhi Peygamber (S.A.V.) in bereketi
eserlerindendir. Binaenaleyh adlarının dillere destan olmasına,
üstünlüklerinin âfâka yayılmasına ve faydalarının herkese şumûlüne
şaşmamalıdır.
SALÂT kelimesi Allah Teâlâ'ya nisbetle
rahmet, başkalarına nisbetle dua mânâsına kullanılır. Ve müşterek-i
manevi kabilindendir. Bu kelime dua manâsında hakikat, namaz
mânâsında mecazdır. Nitekim bun'u Sa'd, «Keşşâf» hâşiyesinde
incelemiştir. Bu gibi yerlerde âlden murad ne olduğunda ihtilâf
edilmiştir, Ekser ulemaya göre Peygamber (S.A.V.) in sadaka almak
kendilerine haram olan akrabasıdır. Bunların kimler olduğu da
ihtilaflıdır. Bazıları bütün ümmmet-i icabet olduğunu
söylemişlerdir. İmam Mâlik buna meyletmiş; Ezherî ile Nevevi dahi
Müslim şerhinde bunu ihtiyar etmişlerdir.
Daha başka sözler de söylenmiştir.
Nitekim «Tahrir» şerhinde beyan edilmiştir. Kuhistanî, muhakkıkîn
ulemaya göre ikinci kavlin muhtar olduğunu söylemiştir.
ESHÂB: Sâhib'in cem'idir. Sâhib
arkadaş demektir. Eshâbın her birine sahâbî denir. Hadîs uleması ile
bazı usul-i fıkıh alimlerine göre sahâbî, müslüman olarak Peygamber
(S.A.V.) ile görüşen ve müslüman olarak ölen kimsedir.
Zeyd bin Amr bin Nûfeyl gibi
Peygamberimiz gelmezden önce yaşayıp hanifi olarak (putlara
tapmadan) ölenlerle dinden dönüp Peygamberimizin hayatında tekrar
müslüman olanlar da sabâbîdirler. Usul-i fıkıh ulemasının cumhuruna
göre ise, örfen arkadaş denilebilecek bir müddet Peygamber (S.A.V.)
e tâbi olarak onun sohbetinde bulunan kimsedir Esah kavle göre hu
müddetin sınırı yoktur.
Şarihin, «Senin vâfi fazlının feyzi
keşfinin iahh...» cümlesinde bedi' ilminden tevcih vardır. Zira bazı
kitabların adlarını saymıştır. Bunlar Nesefî'nin «Kâfî» şerhi Vâfi,
Kerakî'nin «Feyz» adlı eseri, Nesefi'nin «Menârı, şerhi «Keşfi»,
İbni Hümâm'ın «Hidâye» şerhi «Fethü'l-Kadir»i, Musannıf'ın
«el-Minah'»ı ve Nesefi'nin mansume Şerhi «Hakâik» tır. Bu cümlede
uzak ve yakın mânâlı sözlerisöyleyerek uzak mânâlarını kasdetmekte
hüsn-ü îhâm da vardır. Buradaki uzak mânâlar mezheb sahiblerinin
ıstılahları değil, lügat mânâlarıdır. Yani «O eshâb senin büyük ve
tam olan in'am ve ihsânından birtakım hakikatlar çıkardılar»,
demektir. Bu letafetten dolayı cümledeki izafetler zinciri
afvedilir. Yoksa fesahata aykırı sayılırdı.
METİN
Bundan sonra, lutf-u hafi sahibinin
rahmetine muhtaç olan şu fakir Muhammed Alaaddin Haskefi ki, Beni
Ümeyye Camii imamı, daha sonra Mahrusa-i Şam müftüsü Hanefî Şeyh
Ali'nin oğludur. Der ki: «Tenvirü'l-Ebsâr ve Camiu'l-Bihâr» adlı
eserin şerhi olan «Hazâinü'l-Esrâr ve Bed'âiu'l-Efkâr»ın birinci
cüzünü beyaza çekince bu kitabın en büyük cild olacağını tahmin
ettim. Bunun üzerine kasdın dizginini onu kısaltmaya yönelttim.
Kısa, sahih ve mazbut olmakta bu fennin bütün kitablarından üstün
olan bu kitaba «ed-Dürrü'l-Muhtâr fi şerh-i Tenvir'l-Ebsâr» adnıı
verdim. Ömrüme yemin olsun ki, bu eserle bu ilmin bahçelerinin
çiçekleri açmış, ırmakları akmış oldu. Şaşılacak meselelerinden
tahkik meyveleri devşirilir. Garip mesaili fikirleri hayrette
bırakan tedkik zahireleridir,
İZAH
Bundan sonra diye terceme ettiğimiz
«emma bâ'dü» münasebet yokken bir üslübtan bir üslûba geçişte
kullanılan bir sözdür. Bu sözü ilk defa kimin söylediği
ihtilâflıdır. Kabule en şayan olanı Dâvud Aleyhisselâm'ın söylemiş
olmasıdır. Ona verilen fasl-ı hitap b'udur. Şam'daki Benî Ümeyye
Cami'ni Emevîler'den Velîd bin Abdülmelik yaptırmıştır. Buna bir
milyon ikyüzbin altın harcadığı rivayet olunmuştur.
Yahya Aleyhisselam'ın başı bu camide
medfundur, kıble duvarında Hûd aleyhisselam'ın makamı vardır.
Dört duvarı ilk bina edilen caminin,
bu olduğu söylenir. Kurtubî'nin et-Tin sûresinin tefsirinde beyan
ettiğine göre Dımaşk mescidi budur. Vaktiyle Hûd Aleyhisselâm'ın
bahçesi imiş. Velîd, Camii inşa etmezden evvel içersinde incir
ağaçları varmış. Peygamberlerle şerefyab olan, içinde eshab-ı kiram
namaz kılan eski ibadethane budur. Fukaha üç mescidden sonra en
faziletli mescidin en eski bina edileni bu olduğunu söylemişlerdi.
Hatta «Ehbaru'd-Düvel'» adlı kitabta Süfyan-ı Sevri senediyle,
«Dımaşk mescidinde kılınan namaz otuzbin namaza muadildir»,
denilmiştir. Bu cami Allah'a hamd olsun günümüze kadar ibadetle
mamurdur. İlim ve talimin yeridir. Ve inşaallah İsâ Aleyhisselâm
doğusundaki ak minareye ininceye kadar da böyle devam edecektir.
Muhibbî ve başkalarının beyanına göre
şârih, on büyük cild tahmin ettiği kitabından yalnız Vitir Bâbına
kadar olan kısmını yazabilmiştir. Zâhire bakılırsa kitabın
müsveddesini de bitirememiştir. Yazıp beyaza çektiği sadece bu bir
cildtir. Allahu âlem.
"Bunun üzerine kasdın dizginini onu
kısaltmaya yönelttim."
Maksada ulaşmak hususunda kasdı ata
benzetmek bir istiâre-i mekniyyedir. Dizgin ısbatı
istiâre-itahyîliye, yöneltmenin zikredilmesi terşihtir.
«Bu ilmin bahçelerinin çiçekleri
açmış; ırmakları akmış oldu». Cümlelerinde dahi istiâre-i
mekniyyeler vardır. Fıkıh, bahçeye benzetilmiştir. Bahçe isbatı
tahyîl, ondan sonrası terşıhtir. Şübhesiz ki bu, kitabın meseleleri
hak vecihle zikredilmiş; müctehide göre delilleri ile sabit
olmuştur. Bir şeyin delili ile isbâtından delilinin de beraber
zikredilmesi lâzım gelmez ki, metinde deliller zikredilmemiştir diye
itiraz edilebilsin. Kezâ bu kitabın meselelerinin hak vecihle zikir
edilmiş olması başka metinlerin böyle olmamasını icap etmez. Anla!
«Tahkik meyveleri devşirilir»,
cümlesinde dahi istiâre-i mekniyye vardır. Tahkik ağaca
benzetilmiştir. Meyva isbatı tahyildir. Meyveden fayda ve netice
mânasını murad etmek de câizdir. O zaman cümleye, «tahkik ile elde
edilen şer'î hükümler onun şaşılacak meselelerinden seçilir»,
şeklinde mânâ verilir.
«Garib mesâili» ifadesinden murad
ellerde dolaşan metinlerdekinden fazla olarak zikrettiği nadir
meselelerdir. Bu meseleler yabancı kimse gibidirler. Yahut murad,
diğer kitablardakilerden üstün olan terkip ve işaretleridir.
TEDKİK : Bir meseleyi ince yollu
delili ile ispat etmektir. Bazıları, «Bir meselenin delilini başka
bir delil ile ispat etmektir», demişlerdir.
Zahîre : Biriktirilen yani seçilip
muhafasa edilen şeydir. Tedkik, kapalı ve gizli mânâsına gelen
dikkatten alınmış olduğundan onun yanında adeten saklanıp muhafaza
edilen zahireyi zikir etmiştir. Tahkik bunun hilâfınadır. Çünkü hak
meydanda. olduğu için onda dikkat lâzım değildir. Bundan dolayı
onunla birlikte adeten meydanda olan meyveleri zikretmiştir.
METİN
Tenvirü'l-Ebsar, üstadımızın üstadı
Şeyhülislâm Muhammed bin Abdullah Timurtâşî'nin eseridir. Bu zat
Hanefi ulemasından olup Gazzeli'dir. Müteehhirinin en hayırlılarının
umdesidir.
Ben bu kitabı üstadımız şeyh
Abdü'n-Nebi el-Halil'den naklediyorum. O da Musannıf'tan, o da
Mısırlı ibni Nüceym'den, o da senedi ile meshebin sahibi Ebu
Hanîfe'den, o da senedi ile Mustafâ-i Muhtar Peygamber (S.A.V.) den,
o da Cibril'den, o da Vâhîd-i Kahhâr olan Allah' tan nakletmiştir.
Nitekim birçok yollarla büyük ulemadan
naklen bize verilen icâzetnâmemizde de beyan olunmuştur.
DÜRER ve GURER'deki bir meseleyi ancak
nadiren nisbet ettim. Onun naklettiğinden ziyade olup nadir
nakledilen meseleyi ise kısaltma maksadiyle kailine nisbet ettim.
Kitaba bakandan ricam, rıza ve teemmül gözüyle bakması veya
kusurlarını imkân nisbetinde telâfi etmesi yahut af buyurmasıdır. Tâ
ki gizli kapaklı her şeyi bilen 'Allah da onu af buyursun. Ömrüme
yemin olsun ki, bu tehlikeden kurtulmak insana pek güç bir iştir.
Buna şaşmamalıdır. Çünkü unutmak insanlığın hususiyetlerindendir.
Hata ve sürçme ise insanlığın alametlerindendir. Allah'dan af diler;
insaf kapısını kapayan ve sahibini güzel vasıflarından meneden
hasadden ona sığınırım.
Dikkat et ki; hased devedikenidir. Ona
yapışan helâk olur. Hasedçiyi ızdıraba yanması hakkında zemiçin
Felâk sûresinin sonu kâfidir. Âferin Rasede; ne adaletli şeydir.
Evvelâ sahibinden başlayıp onu öldürür. Ben hasetçinin hilesinden
emin değilim. Düşünmeden ayıplayan cahilin hilesinden de emin
değilim
İZAH
«En hayırlılarının umdesi»,
ifadesinden murad, şer'i hükümler hususunda itimad ettikleri
kimsedir. İbn-i Nüceym Mısrî, Şeyh Zeyn bin İbrahim bin Nüceym'dir.
Zeyn onun alem ismidir. Necm Gazzi onun terceme-i halini
«el-Kevâkibü's-Sâire» adlı eserinde şöyle yazmıştır:
«Bu zat allâme, muhakkık, müdakkik,
fehdame Zetne'l-Abidin hane fîdir. Birçok alimlerden ders almıştır
ki, Şerefuddin Bülkîni, Şihâbuddin Şilbî, Eminüddin bin abdel âl ve
ebûl-Feyz Sülemî bunlardandır. Sülemî kendisine fetva ve tedris için
icazet vermiş; o da hocalarının hayatında fetva vermiş, ders
okutmuştur. Kendisinden pek çok kimseler istifade etmişlerdir. Bir
çok eserleri vardır. Kenz şerhi ile el-Eşbâh ve'n-Nezâir
bunlardandır. İbn-i Nüceym'in bu kitabı Hanefiyye ulemasnın müracaat
kaynağı olmuştur. Tarikatı da Arif Billâh Süleyman Hudaynî'den
almıştır. Ulemanın müşküllerini halletmek hususunda zevk sahibi idi.
Şa'rani diyor ki: «Onunla on sene
arkadaşlık ettim; hiçbir kusurunu görmedim. (953) yılında beraberce
hacca gittik. Gidip gelirken arkadaşlarına ve hizmetçilerine.karşı
büyük bir ahlâk sahibi olduğunu gördüm. Halbuki sefer, insanların
ahlâkını meydana çıkarır. Bana tilmızi Muhammed Alemî'nin haber
verdiğine göre vefatı (969) tarihine tesadüf etmiştir.
Ben derim ki : Eserlerinden bazıları
da Menar şerhi, İbni Hümam'-ın Tarihinin muhtasarı, Hidaye üzerine
ta'lika ve Câmiu'l-Füsuleyn üzerine haşiyedir. Fetvaları ve resail
zeyniyesi de vardır. Kardeşi muhakkik Ömer bin Nüceym de
tilmizlerindendir. Bu zat "Nehir" namındaki eserin sahibidir.
«Dürer» ve "Gurer", Molla Husrev'in
eserleridir. «Dürer», «Gurer»'in şerhidir. Şarihin
"Rıza ve teemmül gözüyle bakmaktan"
murad, ona düşman gözü ile bakmamasıdır. Zira bu gözle bakan hakkı
bâtıl görür.
"Kusurlarını imkân nisbetinde telâfi
etmek", güzel bir şekilde yorumlamakla veya. tevili mümkün değilse,
lâfzını değiştirerek düzeltmekle olur.
"Bu tehlikeden kurtulmak insana pek
güç bir iştir". Buradaki tehlikeden murad, hata ve kusurlardır. Zira
bunlara sebep olan unutmak, insanlığın hususiyetlerindendir.
Unutmayı Tahrir sahibi: "Hâcet vaktinde hatıra getirememektir, diye
tarif etmiş ve bunun hataya da şamil olduğunu söylemiştir. Çünkü
lügat, bunların arasında fark görmemiştir.
"Hata", fiilin cinayet yerine isabet
etmesidir. Ava atıp insan vurmak bu kabilindedir. Kamus'da, "Hata
savabın zıddıdır» denilmiş; sonra buna "Hata kasden yapılmayan
fiildir", cümlesi eklenmiştir. Tahta vi diyor ki: «Yukarıda
(hususiyetlerindendir) tâbirini kullandığı halde burada
(alâmetlerindendir) demesi unutmak insana mahsus olduğu içindir.
Hata ve sürçme ise hem insandan hem başkalarından sadır olur. Hatta
İblis meleklerden sayanlara göre İblis ile birer melek olan Hârût ve
Mârut bile hata etmişlerdir.
Cinlere gelince : Hata onların ekseri
halleridir.
HASED : Nimetin bir kimseden gitmesini
istemektir. Kendisine verilmesini isteyip istememek müsavîdir.
Mecazen gıptaya da hased denilir. Gıpta, nimetin sahibinden
gitmesini istemeden kendisine de bir mislinin verilmesini
istemektir. Bu, hased gibi çirkin değildir. Hased netice itibariyle
Allah'a itiraza varır. Onun içindir ki, Peygamber (S. A.V.)
«Hasedden sakının! Çünkü hased ateşin odunu yediği gibi iyilikleri
yer» buyurmuştur.
Teâlâ Hazretleri: «Hasedlik çektiği
zaman hasetçinin hasedinden de Allah'a sığınırım», denilmesini emir
buyurmuştur. Hasedlik çeken kendini yorduğu, üzdüğü ve günâha
soktuğu için zalimdir. Başkasına da zalimdir. Çünkü kendisi için
dilediğini ona dilememiştir.
«İnsaf kapısı ve devedikeni»
tâbirlerinden birincisi istiâre-i mekniyye ve tahyîliyye, ikincisi
teşbih-i belîğdir. Fakât sûresinin sonunda hasedçinin zemmi kötülük
ona isnad edilmekle ve Peygamber (S.A.V.))e ondan Allah'a sığınması
emir buyurulmakla yapılmıştır. Bundan daha büyük zem olur mu!..
METİN
Şu sözün kailine aferin: «Onlar bana
hased ediyorlar.» Halbuki bütün insanların en kötüsü, insanlar
arasında bir gün hased edilmeden yaşayandır. Zira hiçbir ulu,
metheden sevdiği, zemmeden hasedçisi bulunmadıkça büyük olamaz. Kin
eken 'belâ biçer. Alçak kişi kepaze eder. Kerîm olan ise ıslah
eyler,
Lâkin ey kardeşim! Hâlin hakikatını
anladıktan ve muteehirinden Bahr, Nehir ve Feyz sahihleri ile
musannıf, merhum dedemiz, Azmizade, Ehizâde, Sa'di Efendi, Zeylaî,
Ekmelî, Kemâl İbni Kemal gibi zevatın yazdıklarına muttali olduktan
sonra ıslah eyler! Hatıra gelen tahkikatda bununla birlikte...
İZAH
«Bütün insanların en kötüsü insanlar
arasında bir gün hased edilmeden yaşayandır». Burada şöyle bir sual
hatıra gelebilir: Ka fir, hased edilmeyenden daha kötüdür. Şu halde
hased edilmeyen kimse nasıl oluyor da kâfirden daha kötü sayılıyor?
Cevap şudur:
Kâfir, hased edilmeyenler
cümlesindendir. Hatta onun hased edilecek bir tarafı yoktur. Bu beyt
İbn-i Vehbân'ın manzumesinden alınmadır. Manzumenin şarihi şöyle
diyor:< bildirmi?Ÿlerdir. söylendiğini tarafından bîri evvel daha
bunun da bazıları görmüş; çok Vehbân'a İbn-i sözü bu Bazıları
çalsın!» başlarına hilelerini dilerim, Allah'tan gelmesidir. başına
onun hilesinin düşmanların hasedlik gelen başıma benim sebebî,
beytin
«Zira hiçbir ulu, metheden sevdiği,
zemmeden hasedçisi bulunmadıkça büyük olamaz». Bu ifade «İnsanların
en kötüsü» sözünün mefhumunun illetîdir. Çünkü insanların en kötüsü
hased edilmeyen olunca en iyisi hased edilendir neticesi çıkar.
Hasedliğin kişinin büyüklüğüne sebeb olması şundandır : Medhin
üzerine reis olmak ve büyüklük terettüp eder. Zammedilmenin üzerine
ise sabır, tehammül ve af terettüp eder. Bu da büyüklüğün sebebidir.
T.
Ben derim ki: Hasedlik çeken dahi o
kimsenin büyümesine se-beptir. Çünkü onun gizli kalmışfaziletlerini
yaymaya sebep olur.
«Kin eken belâ biçer». Bu cümle ondan
önce ki» Zemmeden hasedçisi bulunmadıkça» sözünün gerektirdiğini
ta'lildir.
Zira hasedlik çeken, hased ettiği
kimsenin artmasına sebep oluncaki bu. kendisinin içerlemesini
muciptir-hasedliği ekmesi kendisine belâ ve mihnetler doğurur. Kini
ekine benzetmekte istiare-i mekniyye vardır. Ekim tahyil, hased
terşihdir. Şarihin, «Kerim olan ise ıslah eyler», sözü mutlak olduğu
için «lakin ey kardeşim» diyerek istidrakte bulunmuştur. Yani ıslah
işi sırf akla gelmekle değil, bu kitaplara vâkıf olduktan sonra
yapılmalıdır. Mamafih bu sözün «Kasdın dizginini onu kısaltmaya
yönelttim, ifadesine bağlı olması da bir ihtimaldir. Yani ben bunu
meselelerin hakikatine vakıf olup zayıfını kuvvetlisini anladıktan
sonra kısalttım, demek olur ki "Hatıra gelen tahkikat da bununla
birliktedir"... cümlesi dahi buna delalet eder.
Bahr sahibinden murat, Allame Zeyn bin
Nuceym'dir. Terceme-i hâli yukarıda geçti.
«Nehir» sahibi, Allame Ömer Sıraceddın
olup o da İbni Nuceym diye meşhurdur. Fakih, muhakkık, ifadesi
güzel, mutalâası kamil bir zattır. Şer'î ilimlere, derin ve garip
meselelere vukufu vardı. Son derece muhakkık idi. Herkesçe sevilir
sayılırdı. (1005) H. yılında vefat etmiştir üstadı ve kardeşi
Zeyn'in yanına defnolunmuştur. Bu satırlar kısaca Muhibbî'den
alınmışıtır. "İcabetü's-Sâil..." namında bir kitabı ve başka
eserleri de vardır.
Feyz adlı kitabın sahibi Kereki'dir.
Temimi "Tabakâtu'l-Hanefiy-ye" adlı eserinde onun hakkında şunları
söylemiştir:
«Kereki İbrahim bin Abdurrahman bin
Muhammed bin İsmail'dir. Aslen Kerekli olup Kahire'de doğmuş ve
orada vefat etmiştir. Hasni ile Şumunnî'nin derslerine devam etmiş,
Kâfiyeci'den okumuş İbn-i Hümâm'dan da ders almıştır. Sehâvî
«ed-Dav» nam eserinde onun terceme-i halinden uzun uzadıya
bahsetmiş, fıkıhta iki ciltlik fetva topladığını ve İbn-i Hişam'ın
tavzihına haşiye yazdığını söylemiştir». Bu satırlar kısaltılarak
alınmıştır. Kereki 923 tarihinde vefat etmiştir. İki ciltlik
fetvadan murat adı geçen Feyz'dir. Bu kitabın ismi.
«Feysü'l-Mevlâel-Kerim alâ Abdihi İbrahim» dir. Kitabının Önsözünde,
«Bu kitabıma, tercih edilen mutemed kavilleri aldım. Tâ ki
îçindekilerin sahih olduğu kesinlikle bilinsin ve istifade edilsin,
» demiştir.
Merhum dedemiz dediği zat, «Vikaye»
şarihi Muhummed bin Abdürrazzak'tır. Terceme-i halini bulamadım.
AZMİZÂDE : Allâme Mustafa bin
Muhamrned'dir. Azmizade diye meşhur olmuştur. Müteehhirin Rum ili
ulemasının en meşhuru, mantık ve mefhum maddesinde en verimlisidir.
Meşhur müellefatı vardır. Dürer ue Gurer haşiyesi ve ibni Melek'in
Menar şerhi üzerine haşîyesi bunlardandır. (1040 h.) yılında vefat
etmiştir, Bu satırlar kısaca Muhibbî'den alınmıştır.
Ehizâdü hakkında Muhibbi tarihinde
şöyle demektedir: Bu zat Abdülhalim bin Muhammed olup Ehizâde
namiyle meşhurdur. Osmanlı Devleti ricalinden biri ve ulemasının
büyüklerindendir. Vaktini aklî ve naklî ilimlerle geçirirdi. Birçok
te'lifatı vardır. «Hidâye» şerhi, «Miftah» üzerine ta'likat,
Camiu'l-Fusuleyn, «Dürer» ve «Eşbâh» üzerine ta'likatı bu
cümledendir. (1013 h.) tarihinde vefatetmiştir. » Kısaltılarak
alınmıştır.
İbni Abdürrazzak'ın beyanına göre
Hazain nam kitapta Ehizade yerine Ehiçelebî denilmiştir. Ehîçelebi
«Zâhiretü'l-Ukba adlı Sadru'ş-Şeria» haşiyesinin sahibidir. İsmi:
Yusuf bin Cüneyd olup Molla Hüsrev' in tilmizidir.
SA'DÎ EFENDi : İsmi Sadallah bin lsa
bin Emir Han'dır. Sa'di Çelebi diye meşhurdur. Rumeli müftüsüdür.
Beyzavi tefsiri üzerine bir haşiyesi ile Hidaye şerhi, İnâye
haşiyesi ve muteber risaleleri vardır. Şam'ın Hâfızı
el-Bedrül'-Gazzi rihlesinde ondan bahsetmiş; ve kendisini son derece
medhu senâda bulunmuştur. Teminû dahi «Tabakât»ında onu medhu senah
etmîş ve Şekâik-ı Nu'mâniye'den naklen (945) tarihinde vefat
ettiğini söylemiştir.
ZEYLAÎ : İmam Fahreddin Ebû Muhummed
Osman bin Ali'dir. Kenzü'd-Dekâik şerhi Tebyinu'l-Hakâik onun
eseridir. (705)'de Kâhire'ye gelmiş; orada fetva vermek, ders
okutmak ve kitap tasnif etmekle meşgul olmuştur. Halk kendisinden
çok istifade etmiştir. Fıkhı yaygın hale getirmiştîr. (743)'de
Kahire'de vefat etmiştir.
EKMEL : İmam, muhakkik Ekmelüddin
Muhammed bin Mahmud b.Ahmed el-Bâbertî'dir. Yediyüz küsür tarihinde
doğmuştur. Ebû Hayyan ile İsfehanî'den ders almış; hadîsi Dellasî
ile ibni Abdulhâdi'den okumuştur. Muhtelif ilim dallarında allâme
idi. Aklı çok, nefesi kuvvetli, heybeti büyük bir zattı, allâme
Seyid Şerîf ve allâme Fenâri kendisinden ders almışlardır. Kendisine
kadılık teklif olunmuş; fakat kabul etmemiştir. Tefsiri ve Meşârık
şerhi «Muhtasar» ibni Hâcib şerhi, Akîde-tü't-Tûsi şerhi, Hidâye
şerhi Inâye, Sirâciye şerhi, İbni Mu'tî elfiyesinin -şerhi, Menâr
şerhi, «Telhisü'l-Meâni» şerhi, «Usûl Pezdevî» şerhi ve «Takrir»
nâmında eserleri vardır. (786) tarihinde vefat etmiş; cenazesinde
sultan ve devlet ricali hazır bulunmuşlardır. Mısır'daki
Şeyhuniye'ye defnedilmiştir.
KEMÂL: İmam, muhakkık Muhammed bin
Abdülvâhid bin Abdülhamid, Kemâleddin bin Hümâm'dır. Sivaslı olup
sonradan Iskenderiyeye yerleşmiştir. Aşağı yukarı (790) tarihinde
doğmuştur. Kaariü'l-Hidâye, Sirâc'dan ve kaadı Muhibbiddin b.
Şıhne'den fıkıh okurnuştur. Tahkik hususunda eşi yoktur, «Ben
ma'kulâtta (aklî ilimlerde) kimseyi taklit etmem», dermiş. Burhan
Ebnâsî' ki herhalde onun akranından olacaktır, «Dînin hüccetleri
sorulsa memleketimizde ondan başka bu işin altından kalkacak
bulunmazdı», demiştir. Hal sahiplerinde görülen keşif ve
kerametlerden bol nasibi vardı. İlk zamanlarında uzlete çekilmiş ise
de ehl-i tarikattan bazılarının, «Geri dön, çünkü halkın senin
ilmine ihtiyacı var! », demeleri üzerine dönmüştür. «Hidâye»yi misli
görülmedik bir şekilde şerh ederek «Fethü'l-Kadir» adını vermiştir.
Bu eserin Vekâlet Bahsine kadar varabilmiştir. Usul-i fîkıhta
«Tahrir» namında bir eseri vardır ki, misli yazılmamıştır. Bu kitabı
tilmizi İbni Emir Hâcc şerh etmiştir. Akâidden «Müsâyere» namında
bir eser ve ibadetlere dair «Zâdü'l-Fakir»i vardır. Kahire'de (861)
tarihinde vefat etmiştir. Cenazesinde sultan ve diğer devlet ricali
hazır bulunmuşlardır. Nitekim Tabâkat-ı Temimi'de beyan olunmuştur.
Bunca te'lifatı ile birlikte Celal
Suyuti'nin Mısır'ı dolaştığı gibi o da Rum ili beldelerini çok iyi
bilirdi. Bence o Suyutî'den daha ince görüşlü ve iyi anlayışlıdır.
Mamafih ikisi de o asrın ziynetidirler.
İbn-i Kemâl (940) senesinde vefat
edinceye kadar saltanat merkezinde müftü olarak kalmıştır.
METİN
Ben bu tahkikatı büyük ulemadan aldım.
Ama Allah, kendi kitabından başka hiçbir kitabın hatasızlığını kabul
etmez. İnsaf sahibi, çok sevabın yanında. az hatayı affedendir.
Bununla beraber benim kitabımı iyi okuyan mâhir fakihtir. Onun
içindeki tahkikat ve mühim meselelere muttali' olan kimse ağız
dolusu, «Evvel gelen sonrakine neler bırakmıştır!... Bunu tahsil
edenin nasibi bol olacaktır», diyecektir. Çünkü bu deryadır. Lâkin
sahili yoktur. Bol rahmet budur. ancak süreklidir. Güzel ibarelerle,
rumuzlu işaretlerle, mânâları tenkîh, kelimeleri tahrir edilmiştir.
Haber gözle görmek gibi değildir. Gözlerinle gördükten sonra
rahatlayacaksın.
İZAH
«Allah kendi kitabından başka hiçbir
kitabın hatasızlığını kabul etmez». Bu ifade ile şarih merhum özür
dilemektedir. Demek istiyor ki bu kitap her ne kadar müteehhirin
ulemanın yazdıklarını ve adı geçen tahkikatını içine alıyorsa da
masum değildir. Yani hatadan salim değildir. Çünkü Allah Teâla kendi
kitabından başka hiç bir kitabın hatasız olmasını takdir
buyurmamıştır. Kendi kitabı için ise, «Ona önünden ve arkasından
bâtıl gelemez!» buyurmuştur. Başka kitaplarda hata ve kusur
olabilir. Bu onların şiarıdır. Çünkü onları insan te'lif etmiştir.
TENBiH : İmam, allâme Abdülaziz
Buhâri, Usul-i Pezdevı üzerine yazdığı şerhte şunları söylemiştir:
«Büveyti İmam Şafiî Rahimallah'ın
kendisine şöyle dediğini rivayet etmiştir: Ben hu kitapları te'lif
ettim ama onlarda doğruyu bulmak için olanca gücümü sarfetmedim.
Zira onlarda Allah'ın kitabına ve Resûlü'nün sünnetine aykırı şeyler
mutlaka bulunacaktır.
Allah Teâlâ, «Kur'an, Allah'tan
başkasından gelse idi onda mutlaka bir çok ihtilâflar bulurlardı»,
buyurmuştur. Eğer kitaplarımda Allah'ın kitabına ve Resûlü'nün
sünnetine aykırı bir şey bulursanız ben ondan Allah'ın ki-tabına ve
Resûlü (s.a.v.)'ün sünnetine dönerim.
Müzeni diyor ki: Risâle kitabını
Şâfiî'ye seksen defa okudum. Her defasında mutlaka bir hata buldu ve
şunu söyledi:
«Hey gidi hey! Allah Teâlâ kendi
kitabından başka sahih bir kitap olmasını kabul etmemiştir».
«Evvel gelen sonrakine neler
bırakmıştır...». Bu cümledeki evvel ve âhırdan murad, evvel zamanda
geçenlerle sonra geleceklerin cinsleridir. Görüyorsun ki sonra gelen
müteahhirinin kitapları zabt ve kısaltma hususunda kezâ güzel
sözlerle meseleleri toplamakta evvelkilerin kitaplarından üstündür.
Çünkü evvelkiler zihinlerini, meseleleri delillerinden çıkarmaya ve
delillerin doğru olmasına sarfederlerdi. Sonra gelen âlim ise
zihnini onların söylediklerini güzelleştirmeye, kısa bıraktıklarını
izaha, mutlak söylediklerini kayıtlamaya, dağınık bıraktıklarını
toplamaya, ibarelerini kısaltmaya ve ihtilâflarını beyana
sarfetmiştir. Bu, gelinin saçını tarayan kadına benzer. Gelini
ailesi büyütmüştür. Evlenme çağına gelince nedime onu zînetleyip
damada arzeder ama ne olursa olsunşeref eskilerindir. Evet, sonra
gelen ulemanın bizim gibi öğrenciler üzerine üstünlük ve şerefleri
vardır. Allah cümlesine rahmet eylesin. Sa'y ve gayretleri meşkûr
olsun. Âmin!
«Çünkü bu deryadır.», ifadesi bir
teşbih-i belîğdir. «Lâkin sâhili yoktur», dediğine göre son derece
geniş demektir. Bu söz bedî' ilminin medhi zemme benzeyen bir şeyle
te'kidi kabilindendir.
Çünkü bir medih sıfatı ispat etmiş;
ondan bir başka medih sıfatı istisna eylemiştir. Bundan sonra gelen.
«Rahmet budur» cümlesi de böyledir.
«Haber, gözle görmek gibi değildir».
Bu cümle mahzuf bir sözün illetidir. Mânâ şudur: «Bu söylediklerim,
doğruya ve yalana ihtimali olan bir haberdir. Eseri okuyunca doğru
söylediğini görecek, müşahede ile tahkik edeceksin. Çünkü haber
gözle görmek gibi değildir». Bunu Tahtavi söylemiştir. Bu sözde İmam
Ahmed'le Taberani'nin ve başkalarının rivayet ettiği bir hadisden
iktibas vardır.
Peygamber (s.a.v.), «Haber muayene
gibi değildir» buyurmuştur. Mezkûr hadîs Cevâmiu'l-kelim'dendir.
(Yani az sözlü, çok mânalı hadislerdendir.)
METİN
Öyle ise gördüğünün güzel bahçesinden
en âlâsını al! Güzellik namına işittiğini ve Selmayı bırak!
Gördüğünü al; işittiğim bir şeyî bırak! Güneşin doğmasında seni
Zuhâle muhtaç olmaktan kurtarma vardır. Bu böyle! şu da var ki,
musanniflerin ırzları hasedçilerin dillerinin oklarına hedef
olmuştur. Onların güzelim te'lifleri ellerine dikilmiş hedeflerdir.
Faydalarını yağma ederler; sonra onlara geçmez metâ' diye dil
uzatırlar. Ey ilim sahibi! Hatasını yüzde yüz bilmediğin bir
müellifin kusurunu söylemeye acele etme! Kaç defalar râvi kendi aklı
ile bir sözü berbat etmiş, nice nice sözleri birçok kimseler
değiştirip boz-muşlar ve nice kopya edenler mânâyı değiştirerek
musannıfın kasdetmediği bir şeyi yazmışlardır. Benim bu te'liften
maksadım, ismimin musannıflar ve müellifler arasına geçmesi
değildir. Maksad, kafayı çalıştırmak ve sahih olan fer'î meseleleri
ezberletmektir. Bununla beraber, Allah'tan gufran, din
kardeşlerimden dua niyaz eylerim. Hasedçilerin benim sağlığımda
kitabımdan yüz çevirmesinden bana bir şey yoktur. Nasıl olsa
vefatımdan sonra inşallah onu kabul edeceklerdir. Nitekim şöyle
denilmiştir: «Kişiyi görürsün alçaklığından ve hıyânetinden adamın
faziletini inkâr eder, Ama adam elden gitti mi bir nükte üzerine
kendisini hırs basar da onu altun suyu ile yazar ! »
İZAH
«Gördüğünün güzel bahçesinden»
cümlesinde istiâre vardır. Şarih güzel ibaresini bahçeye
benzetmiştir. Vasf-ı câmi' nefaset ve gönlün teallûkudur.
«Güzellik namına işittiğini ve
Selmâ'yı bırak!», hissî olan sûret güzelliğini bırak da bu kıymetli
şerhin güzel bahçesine bak, demektir. Selmâ Arapların meşhur
ma'şukalarından biridir. Maksad kendisi değil, sıfatıdır. Zira Selmâ
güzelliği ile meşhurdur. Yani güzelî, güzelliği bırak demektir.
«Vefatımdan sonra onu kabul
edeceklerdir». Filhakika Allah Teâlâ, Şarih'in hu niyazını kabul
buyurmuş, ona dilediğinden fazlasını lütfetmiştir. Bu onun sadakat
ve ihlâsına delildir. Allah rahmeteylesin.
Nükte: Dikkatle ve fikri çalıştırarak
çıkarılan ince meseledir.
METİN
İşte sana bu fennin rnühim
meselelerini ayırıp ıslah eden, inceliklerini meydana çıkaran bir
müellif!...
Ben karanlık bastığı zaman bu fen
uğrunda fikrimi çalıştırdım. En makbul kavilleri ve en kısa
ibareleri aradım. İtirazları def için en lâtif işaretlere itimad
ettim. Çok defa bir hüküm veya delilde muhalefet ettim. Bunu
mütalâası ve anlayışı olmayan yoldan sapma zannetti. Halbuki ben bu
muhalefeti musannıfın bir kelime veya harfi değiştirerek
şerhetmesine tâbi olarak yaptım. Bilmedi ki bu onun gözünden kaçarı
bir nükteden dolayıdır.'...
Bana üstadım, büyük âlim, uçsuz derya
ve zamanının biriciği, Allah'ın lütfu Şeyh Hayreddin Remlî - Allah
uzun ömürler versin - şu şiiri okudu:
«Zamanının alimini hiçe sayan ve
geçmişlere öncelik tanıyan muasır kimseye söyle ki:»
«O eski de yeni idi; bu yeni dahi
eskiyecektir!»
Bundan maksad ve murad, şeyhim,
tenkitçi, muhakkîkinin reisi Muhammed el-Muhâsini efendi'nin bana
okuduğu şu şiirdir ki, güzeldir:
«Dünyada yaşayanların hepsinin bir
murad ve maksadı vardır.»
«Benim muradım da sıhhat ve
feragattır.»
«Tâ ki şeriat ilminde öyle bir yere
ulaşayım ki.»
«Cennetlerde beni yüksek makamlara
ulaştırıcı olsun.»
«İşte böyle bir murad hususuna akıl
sahipleri yarış etsinler!»
«Yalan dünyadan bana yetecek kadarı
kâfidir.»
«Kurtuluş ancak ebedi nimetler yerine
nail olmakladır.»
«Bol gıda ve boğazdan geçen meşrubat
oradadır.!»
İZAH
Şarih merhumun çalışmak için geceyi
seçmesi, düşünme zamanı ekseriyetle gece olduğu içindir. Geceleyin
hareket az olduğundan zihin durulur. Ulemanın âdetleri kitaplarını
yazarken uykusuz kalmaktan zevk almaktır.
«İtirazları def için en lâtif
işaretlere itimad ettim. » Bundan maksad cümlede muzaf veya kayd
gibi bir şey zikrederek itirazı defetmesidir. Bunu, itirazcının
sözünü bilmeyen anlamaz. Bilen ise şârihin söylediğini görünce bu
itirazı işaretle defettiğini anlar. Çok defa şârih işaret ettiğini
açık da söyler.
«Çok defa bir hüküm veya delilde
muhalefet ettim.» Hükümde muhalefeti, başkasının mekruh dediğine
mubah demek; delilde muhalefeti de başkasının zikrettiği söz götüren
delili bırakıp sağlam bir delil zikretmek suretiyle olmuştur.
Bunlar, «Filan hata etmiştir» gibi açıkça tenbih ettiklerinden
başkadır.
«Halbuki ben bu muhalefeti musannıfa
bakarak yaptım.» Musannıf Rahimehullah kendi yazdığımetni
şerhederken bazı kelimelerini değiştirmiş ve buna tenbih etmiştir.
Böylece mücerred metni ihtîva eden nüshalar şerhli nüshalara muhalif
olmuştur. Bu husustu şarih de ona uymuştur. Hatta çok defa
musannifin değiştiremediği bazı kelimeleri değiştirmiştir.
Şeyh Hayreddin Remli: Hayreddin bin
Ahmed bin Nureddin Ali bin Zeyneddin bin Abdulvehhab el-Eyyubî'dir.
Müfessir, muhaddis, fakih, lügat âlimi, sofi, nahivci beyancı,
aruzcu ve mantıkçıdır. Çok yaşamıştır. (993)'de doğmuş, (1081)'de
Remle'de vefat etmiştir. Zamanında Hanefilerin şeyhi ve Fetâvâ-i
Sâire ile diğer faydalı eserlerin müellifidir. Minah hâşiyesi ile
Ayni'nin Kenz şerhi üzerine yazdığı haşiyesi, el Eşbah ve'n-Nezair,
el-Bahrü'r-Râık, Zeylaî ve Camiu'l-Fusuleyn üzerlerine yazdığı
haşiyeler, risaleler ve elifba harfleri sırasınca yazdığı Şiir
divanı da onun eserleridir. Bu satırlar Emir Muhibbînin eserinden
alınmıştır. Muhibbi onun menkabelerinden, hallerinden, hocalarından
ve tilmizlerinden uzun uzadıya bahsetmiştir. Müracaat edilebilir.
«Allah uzun ömürler versin.» cümlesi
ömrüne bereket duasıdır. Zira ecel kesindir. Tahtari «Şir'a» ve «Şir'a»
şerhinden naklen bu duanın mekruh olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki: Buna Peygamber (s.a.v.)
in hizmetçisi Enes'e yaptığı dualarla itiraz olunur. Bu dualardan
biri de ömrünün uzun olması hakkındaki duasıdır. Ehl-i Sünnet'in
meshebine göre her şey takdir-i İlâhi ile olsa da dua yine
faydalıdır. Şârihin sözünden anlaşılıyor ki, bu kitabı mezkûr
şeyhinin hayatında yazmıştır. Evet öyle olmuştur. Çünkü kitabın
sonunda te'lifini (1071) yılında bitirdiğini, bunun, mezkûr şeyhinin
vefatından on sene önce olduğunu söyleyecektir.
«O eski de yeni idi; bu yeni dahi
eskiyecektir». Yani kişi evsafı ile kıymetlendirilir. Önce yaşamış
olmakla kıymet kazanmaz. Çünkü her geçmiş insan vaktiyle yeni idi.
Ama önce yaşaması gençliği zamanında ki kıymetine bir şey katmadı.
Bu muasır da zamanla eskiyecektir. Siz bunun vasıflarını öncelikle
kıymetlendirirseniz bu muâsır geçmişte kaldığı zaman onu da
vasıflarıyla kıymetlendirmeniz lazım gelecektir.
İmam Muberred'in, «Önce yaşamış diye
zayıf akıllıya kıymet verilmez. İsabet edenin de gençtir diye hakkı
yenmez. Lâkin herkese hak ettiği verilir», sözünün mânâsı budur.
Demâmini Teshil şerhinde Müberred'in sözünü naklettikten sonra
şunları söylemiştir: «Birçok insanlar bu çirkin belayı araştırırlar.
Bakarsın muayyen bir şahsa nisbet edilmeyen güzel bir nükte
işitirlerse bu geçmişlere aiddir diye onu beğenirler. Ama onun kendi
zamanlarında yaşayan birine aid olduğunu öğrenirlerse hemen dönerek
çirkin sayarlar; yahut bu sözün makbul olmayan bir zamane tarafından
söylendiğini iddia ederler. Bu adamları buna sevkeden kötü hasedden
ve neticesi vahim olan zulümden başka bir şey değildir».
Muhammedü'l-Mehâsinî Efendi: Bu zat
hakkında Muhibbî şunları söylemiştir: «Mehâsinî Taceddin Ahmed
el-Mehâsini'nin oğludur. Dımaşk Camiî'nin hatibi ve Mehâsin
oğullarının en meşhuru ve en faziletlisi idi. Edip, fâzıl, kâmil,
şekli latîf, yüzü güzel, bütün ahlâk güzelliklerini kendinde
toplamış, güzel sesli bir zat idi. Dimaşk'ın Salihiyyesindeki Sultan
Selim Camii hatibliğini üzerine almış; sonra Beni Ümeyye Camii'ne
imam ve hatib olmuştur. Orada iken Müslim'in Sahih'ini okuyarak
onunüzerine ta'likler yazmış; mezkûr camiin Kubbetü'n-Nasr denilen
kubbesi altında hadis dersi okutmuştur. Lisanı fasih idi. İlminden
birçok Dımaşk uleması faydalanmıştır ki, üstadımız Şam müftüsü
allâme Alaeddin Haskefî de onlardan biridir. Mehâsinî'nin güzel
şiirleri ve ilmine delâlet eden yazılan vardır. (1012) tarihinde
doğmuş (1072)'de vefat etmiştir».
Şârîh HASKEFÎ