METİN
Fıkhın mevzuu: isbat ve nefi cihetinden
mükellefin fiilidir.
Bir ilmin mevzuu, o ilimde bahsedilen zatî
ârızalardır. «El Bahr»'da şöyle denilmektedir: Fıkhın mevzuu mükellef
olmasına bakarak mükellefin fiilidir.
İZAH
Çünkü fıkıhta mükellefin fiiline ârız alan
hürmet, vücûp ve tedbirden bahsedilir. Mükellefden maksad âkilbâliğ olan
kimsedir. Binaenaleyh mükellef olmayan kimsenin fiili fıkhın mevzuundan
değildir. Telef edilen malların ödenmesi ve zevcelerin nafakası ile sabî ve
mecnun değil, onların velileri muhatap olur. Nitekim hayvanın itlâf ettiği
şeylerle de sahibi muhatap olur. Zira hayvanı muhafaza hususunda kusur
ettiği için onun yaptığı zarar kendisi yapmış gibi olur. Sabînin namaz ve
oruç gibi ibâdetlerinin sahih olup sevap kazandırması. hükümleri sebeblere
bağlamak kabilinden aklîdir. Onun için sabî ibadetlerle muhatap olmamıştır.
Ona ibadetlerin emîr olunması, alışsın da bülûğa erdikten sonra bırakmasın
diyedir.
«Mükellef olmasına bakarak» diye kayıdlamamız,
mükellef olmasına bakmayarak işlediği fiil fıkhın mevzuuna girmediği
içindir. Meselâ; bir mükellefin Allah'ın kulu olması cihetinden işlediği
fiili bu kabildendir.
İsbattan murad : Vacip ve haram gibi kendisi
ile teklif sabit olan; nefiden murad da mendup ve mubah gibi fiillerdir.
Musannıf bu sözlerle mukadder bir suale cevap vermek istemiştir. Sual şudur:
Tarifde haysiyet muteberdir. Maksad mükellefin
mükellef olması itibariyle işlediği fiildir. Binaenaleyh mükellefin mendup
ve mubah gibi fiilleri de fıkhın mevzuuna girmek lâzım gelir. Halbuki bu
filler hakkında teklif yoktur. Onları yapmak da, yapmamak da caizdir.
Cevap şudur: Fıkıhda böyle bir fiilden teklif
selbedilmesi itibariyle bahsedilir.
METİN
Fıkhın istimdadı yani kaynağı kitap, sünnet,
icmâ-i ümmet ve kıyas'dır. Gayesi iki cihanda saadete ermektir.
İZAH
Tâli derecede birtakım deliller daha varsa da
bunlardan bizden öncekilerin şeriatı ile amel, kitaba tabî olduğu gibi,
ashabın sözleri sünnete, halkın teamülleri icmâa, teharrî ve istishap kıyasa
tabîdirler.
İki cihandan murad: Dünya ve âhirettir. Fıkıh
okuyan bir kimse dünyada kendini cehalet çukurundan kurtararak ilmin
zirvesine çıkardığı gibi âhirette de görülmedik nimetlere nâil olur.
METİN
Fıkhın fazileti pek çok ve meşhurdur.
Bunlardan biri, «el-Hulâsa» ve diğer eserlerde beyan edildiği vecihle,
muallimden işitmeden fukahamızın kitaplarına bakmanın gece namazından daha
makbûl olmasıdır.
İZAH
Bir kitabı muallimden dinlemeden kendi kendine
mütalâa etmek, dinleyerek okumaktan daha aşağı olduğu halde gece namazından
efdal olursa, dinleyerek okuduğu zaman ne olacağını sen hesap et! Fıkhın
gece namazından efdal olması hâcetten fazlasını okumak farz-ı kifaye olduğu
içindir. Hacet mikdarı okuyup öğrenmek ise farz-ı ayın'dır.
METİN
Fıkhı okumak, Kur'an'ın ihtiyaçdan fazlasını
öğrenmekten efdaldir. Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.
İZAH
«Bezzâziye» nâm kitabda şöyle denilmiştir:
«Bir kimse Kur'an'ın bir kısmını öğrense de kalanı için vakit bulsa, efdal
olan fıkıhla iştigal etmesidir. Çünkü Kur'an'ı ezberlemek farz-ı kifaye;
fıkhın lâzım olan mikdarını öğrenmek ise farz-ı ayın'dır». «El-Hizâne» de,
«Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır» denildiği gibi, «E-Menâkıb»da da;
«Muhammed bin Hasan, helâl ve haram hakkında iki yüz bin mesele meydana
getirmiştir ki bunlar, bütün müslümanların bellemesi mutlaka lâzımdır»
denilmiştir.
«Bütün fıkhı öğrenmek mutlaka lâzımdır.»
sözünden bunun farz-ı ayın olduğu anlaşılırsa da, maksad bütün fıkhın
insanların mecmuuna lâzım olmasıdır. Yoksa herkesin ayrı ayrı bütün fıkhı
öğrenmesı farz-ı ayın değildir. Bizim her birimize farz olan mikdar, muhtaç
olduğumuz kadarını öğrenmektir. Zira erkeğin hayız mes'elelerini, fakir bir
kimsenin zekât ve hac gibi ibadetleri öğrenmesi farz-ı kifaye'dir. Bunları
öğrenen bazı kimseler bulundu mu diğerlerinden borç sâkıt o!ur. Namaz için
yetecek' miktarda farzla Kur'an ezberlemek de böyledir. Evet, fıkhın
hacetten fazla mikdarını öğrenmek, Kur'an'ın fazlasını öğrenmekten efdaldir,
denilebilir. Çünkü âmmenin ibadet ve muamelatında buna ihtiyacı çoktur.
Hafızlara nisbetle fukaha da azdır.
METİN
«el-Mültekat» ile diğer kitaplarda beyan
edildiğine göre İmam Muhammed: «Bir kimsenin şiir ve nahiv ile şöhret
bulması lâyık değildir; çünkü şiirin sonu dilenmeye, nahvin sonu da çocuk
okutmaya varır. Hesapla şöhret bulması da gerekmez; zira sonu yer ölçümüne
varır. Tefsir ite şöhret bulması da öyledir. Çünkü sonu vâizlik ve
hikâyeciliğe varır. Bilâkis kişinin ilmi, helâl ve harama ve bilinmesi
zarurî olan ahkâma dâir olmalıdır», demiştir.
Nitekim şâir de «Bir ilim sahibi, ilim
sâyesinde azîz olursa, kıymet kazanmak için fıkıh ilmi daha lâyıktır. Etrafa
nice güzel kokular yayılmaktadır. Ama hiçbiri misk gibi değildir. Havada
nice kuşlar uçmaktadır, ama hiçbiri şâhin gibi değildir», demiştir.
İ Z A H :
Evet, şair, insanları medheder. Onlar da def-î
belâ kabilinden ve hicvinden korkarak kendisine para verirler. Nahiv okuyan
da eninde sonunda çocuklara nahiv dersi okutur. Zira büyüklerin nahivokuduğu
nadirdir.
METİN
Allah Teâlâ fıkha hayır adını vererek
medhetmiş. «Her kime hikmet verildi ise pek çok hayır verilmiş demekdir»,
buyurmuştur. Tefsir erbabı birçok ulema, hikmeti, furu' ilmi olan fıkıhla
tefsir etmişlerdir. Bundan dolayıdır ki: «İlimlerin en hayırlısı fıkıh
ilmidir. Çünkü bütün ilimlere vesiledir. Takva sahibi bir. fakîh bin
zâhidden daha fazîletti ve üstündür.» denilmiştir. Bu sözler İmam Muhammed
hakkında söylenen bir şiirden alınmıştır. İmam Muhammed'e «Fakîh ol! Zira
fıkıh ilmi. hayır ve takvaya götüren en faziletli önder, en kısa yoldur. Her
gün fıkıhtan bilgini artırmakla faydalan! Faydalar deryasında yüz! Çünkü
takva sahibi bir fakîh, şeytana bin âbidden daha şiddetli gelir,»,
denilmiştir.
İZAH
Ehl-i hakikatın ıstılahına göre zahid:
Dünyadan yüz çeviren, ona kıymet vermeyen kimsedir. Bazıları «zâhid âhiret
rahatını kazanmak için dünya rahatını terk eden kimsedir», demiş, bir
takımları da, «Elinin hâli kaldığı şeyden kalbinin de hâli kalmasıdır», diye
tarif etmişlerdir.
Takvâ: Lügatta «ittika» yani korunmak mânâsına
gelir. Ehl-i hakikata göre: Allah'a tâat ederek âzâbından korunmaktır.
Metindeki son cümle Peygamber (s.a.v.)in. «Allah Teâlâ'ya dinde fakih
olmaktan daha faziletli bir ibâdet yapılmamıştır. Gerçekten bir fakih,
şeytana bin âbidden daha şiddetli gelir Her şeyin bir direği vardır. Dinin
direği de fâkîhdir» hadis-i şerifinden mülhemdir; Bu hadisi Dârekutnî ile
Beyhâkî rivayet etmişlerdir.
METİN
Hazreti Ali (r.a.), «Fazîlet, ancak ehl-i ilme
mahsustur. Çünkü onlar doğru yoldadır; hidâyet arayana yol gösterirler.
Herkesin kadir ve kıymeti başarısına göredir. Cahiller ehl-i ilme
düşmandırlar. İmdi sen ilim elde etmeye bak, ilmin ebediyyen cahili olma!
İnsanlar ölü, ehl-i ilim diridirler» demiştir.
İZAH
Hazreti Ali (r.a.)nın sözündeki cahillerden
murad, şer'î ilimleri bilmeyenlerdir. Böyleleri başka ilimleri bilirlerse de
ulemaya avamdan daha fazla düşmanlık ederler. Câhilin düşmanlığına sebeb
Hakk'ı bilmemesi yahud âlimin onun fikrine muhalif fetva vermesi ve
insanların âlime olan teveccühünü görmesidir. İnsanların ölü olmasından
murâd, hükmen ölü olmalarıdır. Zira hiçbir faydaları yoktur. Onlar nebat
yetişdirmeyen çorak toprağa benzerler. Teâlâ Hazretleri; «Yoksa ölü iken
diriltdiğimiz ve kendislne verdiğimiz nurla insanlar içinde yürüyen kimse
karanlıklar içinde olan gibi midir!», buyurmuştur. Bu âyet-i kerimedeki
ölüden murâd câhil, diriltmekten murâd ilim ve'rilmesidir. Karanlıklar
içinde yüzen de cahildir. Yani cahil iken öğretilerek nurlandırılan bir
kimsenin, cehâlet karanlıkları içinde bocalayan cahillerle bir olamayacağı
beyan buyurulmaktadır. Yahut ölüden maksad kalblerinin ölmesidir.
İlyau'Ulûmi'd-Dîn'de şöyle deniliyor:
«Fethu'l-Mevsılî, «Hastaya yiyecek, içecek ve
ilâç verilmezse ölmez mi?» demiş. «Evet ölür» demişler. «İşte kalb de
öyledir. Ona üç gün hikmet ve ilim verilmezse ölür!» demiş. Gerçekten doğru
söylemiş! Çünkü kalbin gıdası ilim ve hikmettir; onun hayatı bunlarla
kâimdir. Nitekimvücûdun gıdası da yemektir. Kimde ilim yoksa onun kalbi
hastadır, ölmesi lâbüddür.
METİN
«İlim her fazilete vesiledir», «İlim köleyi
krallar meclisine yükseltir». «Ulema olmasa ümera helâk olurdu». derler.
Şâir de. «İlim, erbabı için azli olmayan bir sultandır. Gerçek emîr odur ki,
azledildiği zaman dahî emîr kalır. Sultanın velâyeti elinden gitse de
fazîleti saltanatında kalır.» demiştir.
İZAH
İhyâu'l-UIûm'da beyan edildiğine göre
Peygamber (s.a.v.), «Hikmet kişinin şerefine şeref katar; köleyi yükselterek
krallar meclisine oturtur», buyurmuştur. Aleyhisselam Efendimiz, bununla
ilmin dünyevi semeresine işaret buyurmuştur. Malûmdur ki âhiret daha hayırlı
ve bakidir. İmam Gazâlî bundan sonra Salim bin Ebi Ca'd'ın şu sözünü
nakletmiştir:
«Sahibim beni üçyüz dirheme satın alarak azâd
etti: acaba ne iş tutsam dedim ve ilmi san'at edindim. Bir sene geçer geçmez
Medine'nin Emiri ziyaretime geldi. Ama ziyaretine izin vermedim».
Evet ilim sahibi azledilmez bir sultandır.
Çünkü onun saltanatı ilâhidir, kulların onu azle güçleri yetmez. Mutemed
kavle göre Tealâ Hazretleri'nin. «Allah'a itâat edin! Resûlü'ne ve sizden
ülü'l-emir olanlara da itâat edin'i) âyet-i kerimesindeki Ülu'l-emirden
murad ulemadır. İhyâu'l-Ulum'da beyan edildiğine göre Ebu'l-Esved «İlimden
kıymetli bir şey yoktur. Sultanlar insanlara hüküm" ederler; ulema ise
sultanlara hükmederler» demiştir.
METİN
Farz-ı ayın ve farz-ı kifaye:
Bilmiş ol ki, ilmi öğrenmek farz-ı ayın ve
kifâye olmak üzere evvelâ iki nev'idir.
Farz-ı Ayın : Bir kimsenin dini için muhtaç
olduğu mikdar ilimdir.
Farz-ı Kifâye: Başkalarına fayda vermek için
halen muhtâç olduğu mikdardan fazlasını öğrenmektir.
İZAH
İlimden murad : Âhirete ulaşdıran ilimdir.
Yahud ondan eamdır. Allami, «Fusûl» ünde şunları söylemiştir:
«Kulun dinini icrâsı Allah için amelinin
ihlâsı ve kulları ile muâşeretli hususunda muhtâç olduğu ilmi öğrenmesi
İslâm'ın farzlarındandır. Her erkek ve kadının din ve hidâyet ilmini
öğrendikten sonra abdest, gûsül, namaz ve orucunu öğrenmesi, nisaba malik
olanın zekâtı, kendisine hac farz olanın haccı ticaretle meşgul olanın
alışverişini öğrenmesi farzdır. Tâ ki sair muamelatta şüphelerden ve mekruh
olan şeylerden korunabilsinler. San'at sahipleri ve diğer her hangi bir işle
meşgul olanlarda da böyledir. Haramdan korunmak için onların da meşgul
oldukları işin hukmünü bilmeleri farzdır.»
«Tebyinü'l-Maharim» nâm eserde de şöyle
deniliyor:
«Beş farz ile ilm-i ihlâsı öğrenmenin farz
olduğunda şübhe yokdur. Çünkü amelin sahih olması buna bağlıdır. Helali,
haramı ve riyâyı öğrenmek de farzdır. Zira ibadet eden kimse riya
yaparsaamelinin sevabından mahrum olur. Hasedle ucbu (yani kendini
beğenmeyi) öğrenmesi dahi farzdır. Çünkü bu iki şey ateşin odunu yediği gibi
ameli yerler. Alış veriş, nikah, talâk gibi şeyleri yapmak isteyenlerin da
bunları öğrenmeleri farzdır. Haram kılan, küfre müeddi olan sözleri öğrenmek
de farzdır. Yemin ederim ki, şu zamanda bunlar en mühim şeylerdendir. Zira
çok defa avamın küfre varan sözler söylediklerini işitirsin. Halbuki onlar
bundan gafillerdir. İhtiyaten cahil, imanını her gün, karısının nikâhını da
ayda bir veya iki defa iki şahid huzurunda tazelemelidir. Çünkü hata
erkekten sadır olmasa bile kadınlardan çok sudur eder».
«et-Tahrir» şerhinde farz-ı kifaye şöyle tarif
edilmiştir.
«Bizzat failine bakılmaksızın yapılması farz
olan şeydir. Bu tarif cenaze namazı gibi dinî ve ihtiyaç duyulan san'atlar
gibi dünyevi olan şeylere şâmildir. Mesnûn olanlar tarifden hariçdir. Çünkü
bunlar mutlaka lâzım şeyler değildir. Farz-ı ayın dahi tarifden hariçdir.
Zira onun bizzat failine bakılır,».
«Tebyinü'l-Maharım» adlı kitapda dahi şu
izahât vardır:
«İlmin farz-ı kifaye olanına gelince; dünya
işlerinin kıvamında yürümesi için muhtâç olunan her ilimdir. Tıp, hesap,
Nahiv, Lügat, kelâm, kırâat, hadis isnadları vasiyet ve mirâs taksimleri ile
kitâbet, meânî, bedi', beyan, usûl, nâsih ve mensûh, âmm, hâs, nas ve zahir
- ki bunlar tefsir ve hadis ilimleri için alettirler - ilimlerini öğrenmek
bu kabildendir...».
TENBİH : Farz-ı ayın, farz-ı kıfaye'den
efdaldir. Çünkü farz-ı ayın nefsin hakkı için farz kılınmıştır. Nefis için o
daha mühim ve daho meşakkatlidir. Farz-ı kifaye öyle değildir. O, umumun
hakkı için farz olmuştur. Bu umumda kâfir bile dahildir. Bir iş umumi olursa
hafifler; hususi olursa ağırlaşır. Bazıları farz-ı kifaye'nin efdal olduğunu
söylemişlerdir. Zira bu farzın edası bütün ümmetten borcu iskat eder. Terk
edilirse edaya imkân' olan herkes günahkâr olur. Bu sıfatta olan bir farzın
te'sir cihetinden daha büyük olacağında şüphe yoktur.
Mamafih Tahtavi'nin nakline göre birinci kavil
mutemed sayılmıştır.
METİN
İlmin mendûp, haram, mekruh ve mubah kısımları
da vardır. Fıkhın derinlerine dalmak ve kalb ilmini öğrenmek mendûp;
felsefe, şa'beze, tencîm, remil, tabiat, sihir ve kehanet öğrenmek haramdır.
Felsefede mantık dâhildir. Harf ilmi ile musikî de bu kısımdandır.
İZAH
Fıkhın inceliklerine dalmak mendûp olduğu gibi
sair şer'i ilimleri ve bu ilimlere âlet teşkil eden bilgileri öğrenmek de
menduptur.
Kalb ilminden murâd, ahlâktır. Ahlâk.
faziletlerin nevilerini ve nasıl kazanılacaklarını, reziletlerin nevilerini
ve onlardan nasıl korunulacağını bildiren ilmidir. Kitabımızın metninde bu
ilim «Fıkıh» kelimesi üzerine atf edilmiştir. çünkü ilm-i ihlâs, ucub, hased
ve riya gibi şeylerin öğrenilmesinin farz-ı ayın olduğu malûmdur. Nefsin
diğer âfetlerinden kibir. cimrilik, kin, hıyanet, gadab, düşmanlık, buğuz.
tamah. açgözlülük, böbürlenmek, müdahale. Hakk'a karşı büyüklenme, hîle,
hud'a, kasvet ve tûl-i emel gibi şeyler de böyledir. Bunlar İhyâu'l-Ulûm'un
Muhlikat faslında beyanyahut kendisinin gâibi bildiğini iddia ederse. kâfir
olur. Bunlardan namaz vakitlerini ve kıbleyi bilecek kadar bir şeyler
öğrenmekde beis yoktur».
Merginâni'nin bu izahatından anlaşılıyor ki
fazlasını öğrenmekte beis vardır. Hatta «el-Fusul» da bunun haram olduğu
açıkca söylenmiştir. Kitabımızın şarihi Muhammed Alâaddin de bu yoldan
gitmiştir. Zâhire bakılırsa Merginânî ilm-i nücumun ikinci kısmını
kasdetmiştir. Onun içindir. ki İmam Gazâlî, İhyâu'l-Ulûm'da, «İlm-i nücum.
haddizatında kötü değildir. Çünkü o iki kısımdır...» demiştir. Hazreti Ömer
(r.a.), «İlm-i nücumdan karada, denizde yolunuzu bulacak kadarını öğrenin;
geri kalanından vaz geçin!». demiştir. Fazlasından men etmesinin sebebi
üçtür:
Birincisi : Bu ilim, halkın ekserisine
zararlıdır. Çünkü kendilerine bu eserlerin yıldızların hareketi neticesinde
meydana geldiği anlatılınca yıldızların hakikî müessir olduğu kanaatine
varırlar.
İkincisi: Yıldızlar hakkındaki hükümler sadece
bir tahminden ibarettir. İlm-i nücûm rivayete göre İdris Aleyhisselâmın
mucizesi imiş; sonra ortadan kalkmış.
Üçüncüsü: Bu ilimde bir fayda yoktur. Zira
mukadder olan mutlaka meydana gelecektir. Ondan korunmaya imkân yoktur.
İlm-i remil: Birtakım çizgi ve noktalardan
meydana gelen şekillerle malûm kaideler tahtında harfler çıkaran ve
bunlardan ileride olacak şeylere delâlet eden cümleler kuran bir ilimdir.
Bunun kat'î haram olduğu malûmdur. Aslının İdris Aleyhisselâm'a mahsus
olduğunu az yukarıda gördük. Onun şeriatı mensuhtur. İbn-i Hacer'in «F e t â
v â» sında bu ilmi öğrenmenin ve öğretmenin şiddetle haram olduğu beyan
edilmektedir. Çünkü bu ilimde avam tabakasını aldatarak remilcinin gaibi
bilmek hususunda Allah'a ortak olduğunu îhâm vardır.
Tabii ilim: Çeşitli hallerde değişip
değişmemesi yönünden cismin halinden bahseden ilimdir. İbn-i Hacer'in «F e t
â v â» sında bu ilmin felsefeciler tariki üzere olanının haram olduğu
bildirilmiştir. Çünkü birçok mefsedetlere yol açar. Bu âlemin kadîm olduğuna
inandırması bu kabildendir. Tabiî ilim haram olması hususunda ilm-i nücûma
benzer. Zira her ikisi de ayni şekilde mefsedetlere yol açarlar.
Sihir: Bir ilimdir ki, ondan nefsâni bir
meleke hasıl olur ve o meleke ile gizli birtakım sebeblere dayanan garip
fiiller yapılabilir. Bîrîzâde'nin «el-İzâh» haşiyesinde, «Şumunnî, sihri
öğrenmek ve öğretmek haramdır demiştir», ibaresi vardır.
Ben derim ki: Bu mutlak sözün iktizası sihrin
müslümanlardan zararı defi için öğrenilmesnin bile haram olmasıdır.
Zağferânî şerhinde şöyle deniliyor: «Bize göre
sihrin vücudu, tesavvuru ve eseri haktır. «Zahiretü'n-Nâzır adlı eserde
beyan edildiğine göre ehli harp kâfirin sihrini bozmak için sihir
öğrenilmesi farz; karı ile kocayı birbirinden ayırmak için öğrenilmesi
haram; aralarını yatıştırmak için öğrenilmesi mubahdır.» Tahtavî bu sözü
«el-Muhit» den rivayet eden bir zattan naklettikten sonra «Muhit'te şu da
vardır: Hadisde tivele'den de nehiy buyurulmuştur. Tivele kadını kocasına
sevdirmek için yapılan büyüdür." demiştir.
Ben derim ki: Tivele'nin haram olduğu,
«el-Hâniyye» nâm eserde tasrih edilmiştir. İbn-i Vehbânonun illetini beyan
ederken, tivele, sihrin bir nevidir, demiştir. İbn-i Şıhne, «Bunun muktezâsı
bu işin sadece âyet yazmaktan ibaret olmamasıdır, belki onda ziyade bir' şey
vardır.» diyor. Bahsin tamamı inşâallah «İhyaü'l-Mevat» tan az evvel
gelecektir. Fethü' kadir'de sihir yapanın ve zındıkın tevbesinin kabul
edilmeyeceği beyan edilmiştir. Binaenaleyh sihir yapanın öldürülmesi
vacipdir. Fesad için çalışması sebebiyle kendisinden tevbe de istenmez. Ama
itikadında küfrü icap eden bir şey yoksa mucerred bu işi yapdığından dolayı
katli vacip olmaz.
«Tebyinü'l-Meharim» adlı eserde İmam Ebu
Mansur'dan naklen şöyle denilmiştir: «Sihir yapan kimse alel'ıtlak kâfirdir.
demek hatadır. İşin hakikatini araştırmak icap eder. Eğer sihirde imanın
şartlarından birini inkâr varsa küfürdür. yoksa küfür değildir.»
Ben derim ki: Filhakika Malikilerden İmam
Karâfi küfür olan sihirle küfür sayılmayan sihir arasında fark olduğunu
söylemiş ve bu babda sözü hayli uzatmıştır. İsteyenler «Cevhere» şerhi
«Lakkani-i-Kebîr'in sonlarına müracaat edebilirler. Bu meseleyi Allâme İbn-i
Hacer'in «el-İlâm fi Kavatıi'l-İslâm» adlı eserinden de mütalâa edebilirler.
Hâsılı şudur ki: «Sihir üç nev'e şâmil bir cins ismidir.
Bunların birincisi simya'dir. Simyâ, yerin
hassalarından olan hususi içyağ gibi şeylerden terkip edilen yahud hususî
kelimelerden meydana getirilen bir şeydir ki, bu kelimeler beş duygunun veya
beş duygudan birinin hakikî vücudu olan bir şeyi yahud sırf hayalî olan bir
yiyeceği, koklanan bir nesneyi veya başka bir şeyi anlamasını gerektirir.
İkincisi: himya'dır. Bu da aynı şeyi
gerektirirse de yerin hassalarına değil, gök cisimlerinin eserlerine
izafetle yapılır.
Üçüncüsü: bazı hakikatların hassalarıdır.
Mesefâ, yedi taş alınarak bir nevi köpeğe atılır. Köpek ağzı ile taşı
kapınca o taş bir suya atılır. Bu süretle taşlar bitince su istenilen
kimseye içirilir ve içen kimsede hususi birtakım eserler görülür. işte
sihrin üç nev'i bunlardır ki. bazıları küfür sayılan söz, itikad veya fiil
ile. bazıları da taş atmak gibi küfür sayılmayan şeylerle yapılır. Sihir
yapanların kitaplarında birçok fasılları vardır. Ve her sihir denilen şey
küfür değildir. Çünkü sihir sebebiyle bir kimseyi tekfir, onun zararından
dolayı değil, yapdığı işin küfür olmasındandır. Meselâ, yıldızların Allah
olduğuna itikad eder yahut Kur'an'a ihanette bulunur veya küfrü icap eden
bir söz söyler». İbn-i Hacer'in bu beyanâtı İmam Ebu Mansur Mâturidî'nin
sözüne muvafıktır. Sanra sihir yapan kimseye mutlak surette kâfir
denilememesinden onun öldürülmemesi lâzım gelmez.
Zira yukarıda görüldüğü vecihle onun
öldürülmesi fesada çalışdığı içindir. Yapdığı sihirle başkalarına zarar
verdiği sabit olursa - velev ki küfrü icap etmeyen bir şeyle yapmış olsun -
şerrinden kurtulmak için öldürülür. Nitekim ihsan boğanlarla yol kesenler de
öldürülürler.
Kehânet: Kâinattan geleceğe aid haber vermek
ve esrarı bildiğini iddia etmektir. «Nihâyetü'l-Hadis» de beyan .edildiğine
göre Araplarda Şık ve Satîh gibi kâhinler varmış. Bunlardan bazıları
kendisinin bir tâbii bulunduğunu ve ona haber getirdiğini söyler; bir
takımları do olacak şeyleri bazı mukaddimelerle bildiğini, bu mukaddimelerle
sual sorduğu kimsenin sözünden, halinden veyafiilinden onlara muvafık
şekilde istidlâlde bulunduğunu iddia ederlermiş. Araplar buna Arrâf adını
verirlermiş. Çalınan şevi bildiğini iddia edenler bu kabildendir. «Her kim
bir kâhine giderse...» hadisi arrâf ve müneccimlere şâmildir. Araplar ince
bir ilimle meşgul olan herkese kâhin derler. Bazıları müneccim ve tabibe de
kâhin derler.
Felsefede mantık dahildir. Zira yukarıda da
beyan. ettiğimiz gibi mantık, felsefenin ikinci cüz'üdür. Burada mantıktan
murad. Felsefecilerin bâtıl mezheplerine istidtâl için kitaplarına
yazdıkları şeylerdir. Mukaddimelerini İslâm'ın kâideleri teşkil eden İslâm
feylesoflarının mantığına gelince onun haram olduğunu söylemeye imkân
yoktur. Hatta İmam Gazâli ona Mi'yarü'l-Ulûm adını vermiştir. İslam uleması
mantık hakkında kitaplar te'lif etmiştirlerdir. Muhakkiklerden Kemal ibn-i
Hümâm bunlardandır ve usul-i fıkıha dair yazdığı «et-Tahrir»in
mukaddimesinde mantıkın ekseri bahislerini beyan etmiştir.
Harf ilminden murad, kimyaya işaret olan «Kâf»
olabilir. Bunun haram olduğunda şüphe yoktur. Çünkü mal zayi etmekten ve
faydasız şeylerle iştigalden ibarettir. İhtimal bütün harfler
kastedilmiştir. Bunlardan harekâta delâlet çıkarılır. Harf ilminden
harflerin esrarı kasdedilmiş de olabilir. Bu esrar istihdam vefikleri ile
çözülür. Tılsımların kasdedilmiş olması da muhtemeldir. «Lokkaanî»nin
şerhinde beyan edildiğine göre tılsım ilmi, bu ilim erbabının iddialarına
göre felek ve yıldızlarla teallûku olan birtakım hususî isimleri, maden ve
diğer cisimlere nakşederek bir hassa meydana getirmek ve o hassa ile
cisimleri âdî vakalara bağlamaktır.
Allâme İbn-i Hacer «et-Tuhfe» namındaki
eserinin Necasetler Babında şunları söylemiştir:
«Bir şeyin hakikatinden değişip değişmeyeceği,
meselâ bakırın altın olup olmayacağı sübut bulmuş mudur bulmamış mıdır? Bu
suale bazıları evet cevâbını vermişlerdir. Çünkü Hazret-i Musa'nın asası
hakikaten yılan olmuştur; aksi takdirde mucize bâtıl olurdu. Birtakımları
hayır cevabını vermişler. «zira hakikatlerin değişmesi imkânsızdır»,
demişlerdir. Hak olan söz birincisidir.» İbn-i Hacer bu bâbdaki sözünden
sonra «Tenbih» diyerek şunları ilâve etmiştir:
«Çok defalar ilm-i kimya ve bu ilmin
öğrenilmesinin helâl olup olmadığı soruluyor. Biz bu bâbda hiçbir âlimin
sözüne rastlayamadık. öyle görünüyor ki. bu da yukarıdaki hilafa ibtinâ
etmektedir. Ve birinci kavle göre bir kimse bu ilmi yüzde yüz cismin
hakikatini değişdirecek şekilde bilirse öğrenmesi ve öğretmesi caizdir. Zira
bunda hiçbir vecihle mahzur yoktur.
İkinci kavli ele alırsak yahud bir insan bu
ilmi yakiken bilmez de aldatmaya vesile olursa söylenecek söz haram
olmasıdır».
İbn-i Hacer'in kısaca arzettiğimiz sözünün
hâsılı şudur: Eğer hakikatlerin değişmesi sabittir, dersek ki hak olan da
budur, bununla amel câizdir; öğrenmesi de câizdir. Çünkü aldatma değildir.
Gerçekten bakır altına veya gümüşe inkılâp eder. hakikatlerin değişmesi
sübût bulmamıştır, dersek; amel ve ilim caiz değildir. Çünkü aldatmadır.
Nitekim ilmin hakikatini bilmeyene de caiz değildir. Zira bunda mal itlâfı
yahut müslümanları aldatma vardır. Zâhir şudur ki bizim mezhebimize göre
hakikatlerin değişmesi sabittir. Delili, fukahamızın aynı necasetin
değişmesi hususundakisözleridir. Şarabın değişerek sirke olması ve kanın
miske inkılâbı gibi şeyler bu kabildendir.
İlm-i Musiki: Riyazı bir ilimdir. Onunla
nağmelerin halleri, ikâları, bestelerin te'lifi ve âletlerin icâdı bilinir.
Bu ilmin mevzuu ruhlara tesiri yönünden sesdir. Semeresi, ruhları
ferahlandırmak, değişdirmek, takviye etmek yahud hüzünlendirmektir.
METİN
Mekruh olan ilim müvelledinin gazel ve betâlet
şiirleridir.
İZAH
Gazelden murad, kadın ve oğlanları vasfeden
şiirlerdir. Betâlet de gazelin bir nevidir. Sevenle sevilenin, yahud sevenle
onu suçlayanların birleşme,. Ayrılma, aşk ve sevda gibi hallerlerini tasvire
şâmildir. Âmmın hâss üzerine atfı kabil'nden gazel üzerine matufdur. Betâlet
kelimesi bitâlet ve bütalet şekillerinde de okunur.
İbn-i Abdürrezzak'ın beyânına göre kendisi
«ei-Misbâh»ın hâmişinde musannıfının hattıyla şunu bulmuş: «Feâfe vezni
bazen tabiatın vasfı olur: Rezâlet, cehalet gibi. Fiâle şeklinde okunursa
sanâat için gelir. Ticâret gibi. Fuâle okunursa atılan şeylerde kullanılır.
Kulame (kırpıntı) gibi. Bu kelime bazen her üç mânâyı tazammun eder. Bu
takdirde üç hareke ile okumak câiz olur. Betâlet kelimesini fetha hareke ile
okumak câizdir, çünkü sâbit bir vasıfdır. Kesre ile okumak da câizdir; çünkü
devam ettiği için sanata benzer. Zamme ile de okunabilir; zira terk edilen
şeylerdendir».
Ben derim ki: Şu halde câiz ki mekruh olan
bitâlenin devam üzere yapılan ve sanat edinilip Allah'ı zikirden ve şer'î
ilimleri tahsilden alıkoyan şiir olduğuna işâret edilmiş olsun. Muttefekun
aleyh olan şu hadis bu mânâya tefsir edilmiştir: «Birinizin içinin irinle
dolması, şiirle dolmasından daha hayırlıdır». Binaenaleyh nükte yapmak,
letâfet göstermek, üstün teşbihler ve ince manâlar ifâde etmek maksadıyla az
mikdarda şiir söylemekde beis yoktur; velev ki kadının yüz ve boy
güzelliğini tasvir etsini Çünkü ayni maksadla bedî' uleması müvelledinin ve
diğer şâirlerin şiirleriyle' istişhadda bulunmuşlardır. Kemal bin Hümân'ın «Fethû'l
- Kadir» de şehadet bahsinde beyan ettiği vecihle şiirin haram olanı
sözlerinde helâl olmayan vasıflar bulunanıdır. Erkekleri, hayatta olan
muayyen bir kadını ve o kadına karşı heyecanı arttıracak şarabı ve şarkıları
tasvir; bir müslümanı veya zimmiyi hicvetmek bu kabildendir. Ama hiciv
maksadı ile değil de sırf istişhad için yahud fesahat ve belagatını
bildirmek niyetiyle şiir söylmekte bir beis yoktur.
İbn-i Abbas'ın ve Ebu Hüreyre (r.a.) nin
ihramlı iken şiir okuması, Kâ'b bin Züher (r.a.)'ın Huzur-u Nebevî'de meşhur
kasidesi Bânet Suâd'ı söylemesi buna delildir. Hazreti Hassan b. Sabit'in bu
nevi şiirleri çoktur.
Kadın ve oğlan tasvirinden mücerred olan
güllere, çiceklere ve sulara aid tabiî şiirleri ise men etmek için bir sebeb
yoktur. Ancak oyun yerlerinde vaaz ve hikmete dair bile olsa şiir söylemek
memnudur. «ez-Zâhire» nam eserde «en-Nevazil»den naklen, «Edebi şiirde'fisk,
içki ve oğlandan bahsedilirse onu okumak mekruhdur.» deniliyor. Oğlan
mevzuunda mutemed olan söz kadın hakkında söylediğimizdir. Yani hayatta olan
muayyen bir oğlandan bahsetmek mekruhdur. Kadın veoğlan ölmüş iseler
kendilerinden bahsetmek mekruh değildir. Bu husustaki sözün tamamı inşaallah
«vitir» ve «nevâfil» babından az önce gelecektir.
Müvelledinden murad; Arap şâirlerinden sonra
gelen şâirlerdir. Kamus'un beyânına göre müvelled; her şeyin sonradan icad
edilenidir. Müvelled şâirler de sonradan geldikleri için kendilerine bu isim
verilmiştir. Şihap Hafacî'nin «er-Reyhâne» adlı eserinin sonunda şiir ve
hutbe hususunda Arap edipleri altı tabakaya taksim edilmişlerdir.
Birinci tabaka: İlk cahiliyet devrinde Âd ve
Kahtân'dan yetişenlerdir.
İkinci tabaka : Muhadramîn nâmı verilen ve hem
câhiliyet hem de islâm devirlerinde yaşamış olanlardır.
Üçüncü tabaka : İslâmiyet devri şâirleri.
Dördüncü tabaka : Müvelledler,
Beşinci tabaka : Yeni şâirler.
Altıncı tabakâ : Son devir şâirleridir.
İlk üç tabaka belâgât ve fesâhatta
merci'dirler. İslâm fukahasına göre onların şiirlerini dirâyet ve rivâyet
yönleriyle öğrenmek farz-ı kifaye'dir. Çünkü Arap kavâidi bunlarla sabit
olur. Kitabullah ile sünnet de bu kavâidle öğrenilir. Helâl ile haramı
ayırdeden hükümler ise kitap ile sünnete mütevakkıfdır. Şâirlerin sözlerinde
mânâ itibarı ile hata olsa bile lâfız ve terkip itibariyle hata câiz
değildir.