METİN
Mubah olan ilim. Müslümanlarla olay edilmeyen
şiirler gibi şeylerdir. El-Eşbâh ve'n-Nezair'in Fevaid-i şetta faslında
böyle denilmiştir.
İZAH
Bir müslümanın avret yerlerini anmak, ırz ve
namusa dil uzatmak, onu hafife almak bu kabildendir.
METİN
Bundan sanra «el-Eşbah» sâhibi İbn-i Nüceym,
rubâiyat meselesini nakletmiştir. Bu meseleden maksad şudur: Fıkıh hadîsin
semeresidir. Fakîhin kazanacağı sevab, muhaddisin sevabından az değildir.
Yine «el-Eşbah» da beyan olunduğuna göre peygamberler (ve cennetle
müjdelenenler) den maada hiçbir kimse Allah Teâlâ'nın kendisi için ne kadar
sevab vermeyi dilediğini ve kendine ne gibi güzel sıfatlar irade buyurduğunu
bilmez. Çünkü Allah'ın iradesi gaipdir. Bundan yalnız fukaha müstesnâdır.
Zira onlar Allah Teâlâ'nın kendileri hakkındaki iradesini sadık
peygamberinin tasdik edilen şu hadîsi ile bilmişlerdir: «Allah bir kimseye
hayır vermek dilerse, onu dinde fakih yapar». «el-Eşbah» da şu da vardır:
«Kıyâmet gününde kula her şey sorulacak. yalnız ilim sorulmayacaktır». Zira
Teâlâ Hazretleri, Peygamberine ziyadeyi istemesini tavsiye ederek «Hem de ki
Ya Rabbî benim ilmimi ziyâdeleştir!» buyurmuştur. şu halde ilmi nasıl sorar!
İZAH
Ancak Hamevi bu son söze itiraz etmiş;
hadisde, kul'a ilminin de sorulacağının bildirildiğini söylemiştir. Hadis
şudur: «Kıyâmet gününde kul'a dört şey sorulmadıkça ayakları kaymayacaktır:
1 - Ömrünü nerede ifna ettiği,
2 - Gençliğini nerede yıprattığı,
3 - Malını nereden kazandığı,
4 - İlmi ile ne yaptığı (sorulacaktır)»
Hamevî'nin itirazına cevaben, «İlmin
sorulmamasından murad, ziyadesini istemektir. Yani kul'a niçin ilminin
artmasını istedin? şeklinde bir sual sorulmayacaktır. Ta'lil de ancak
bununla sahih olur.» denilmiştir. Fakat buna da itiraz olunmuş, «Kul'a
ziyadeyi ne için istediği, bununla riya mı yoksa mevki mi kasdettiği
sorulacaktır. Yukarıdaki hadisde «Lakin sen ilmi âlim denilmek için
öğrendin; gerçekden sana âlim de denildi...», buyurulması buna delâlet
eder», denilmiştir.
Ben derim ki: En iyisi murad Allah Teâlâ'ya
ulaşdıran faydalı ilimdir; demektir. Faydalı ilim, hüsnüniyet ve amel ile
nefsin âfetlerinden kurtularak elde edilen ilimdir. Kul'a bu ilim sorulmaz.
Çünkü mahz-ı hayırdır. Faydalı olmayan ilim böyle değildir. Onu Allah
sâhibine sorar ve onunla sahibini azab eder. Nitekim yukardaki hadisin
tamamı da bunu göstermektedir. Onun içindir ki, bir hadisde şöyle
buyurulmuştur:
«Şübhesiz Allah Teâlâ, Kıyâmet gününde kulları
diriltecektir. Sonra ulemayı dirilterek, «Ey ulema cemaati! Ben size ilmimi
ancak sizi bildiğim için verdim. Size verdiğim ilmi size azap etmek
içinvermedim. Haydi gidin! Sizi affettim, buyuracaktır». Benim anladığım
budur, Allahu âlem.
METİN
Yine «el-Eşbâh» da şöyle deniliyor: «Bize
mezhebimiz ve muhâlifimizin mezhebi sorulursa vücûben şu cevabı veririz:
Bizim mezhebimiz savâbdır (doğrudur). Ama
hatâya ihtimâli de vardır. Muhâlifimizin mezhebi hatadır; ama savâba
ihtimali vardır. İtikadımız ve hasımlarımızın itikadı sorulursa vücûben
şöyle deriz: Hak yol bizim tuttuğumuz yoldur. Bâtıl ise hasımlarımızın
yoludur.
İZAH
Muhalıfimizden murad. fıkhî meselelerde bize
muhâlefet eden müçtehid imamlardır. Bize mezhebimiz sorulduğu zaman kesdirme
yoldan giderek «Doğru olan mezhep bizim mezhebimizdir», şeklinde cevap
verirsek «Müçtehid bazen hata eder; bazen isâbet», dememiz doğru olmaz. Onun
için kesin konuşarak «Bizim mezhebimiz mutlaka doğrudur». diyemeyiz.
Nitekim, «Muhalifimizin mezhebi kat'î olarak hatadır» da diyemeyiz. Şuna
binâen ki muhtar olan kavle göre Allah Teâlâ'nın her mesele hakkında muayyen
bir hükmü vardır. O hükmü aramak icap eder. O hükme isâbet eden doğruya
isâbet etmiş; isâbet edemeyen hata etmiş olur. Bu, dört mezhebin
imamlarından naklolunmuştur. Sonra muhtar kavle göre hatâ eden müçtehid
me'curdur. Nitekim «et-Tahrir» ve şerhinde de böyle denilmiştir.
Efdal varken mefdulü taklid câiz midir?.
Bilmiş ol ki, yine «et-Tahrir» ve şerhinde
beyân edildiğine göre efdal varken ondan aşağı olan mefdulü taklid etmek
câizdir. Hanefilerle Mâlikilerin ve ekseri Hanbelilerle Şafiîlerin kavli
budur. imam Ahmed'den bir rivâyete ve birçok fukahaya göre câiz değildir.
«et-Tahrir» sahibi bundan sonra şunları söylemiştir:
«Bir kimse Ebu Hanife ve Şafiî gibi muayyen
bir müçtehidin mezhebini iltizam etse bazılarına göre o mezhepde kalmak o
kimseye lâzımdır. Bazıları lâzım olmadığını söylemişlerdir ki, esah olan da
budur».
Ulema arasında şuyu' bulduğuna göre avamdan
olan bir kimsenin mezhebi yoktur. Bunu bilince anlarsın ki, Nesefî'nin, «Bir
kimsenin benim mezhebim doğrudur; ama hata olmak ihtimali vardır diye itikad
etmesi vacibdir», sözü mefdulün taklidi câiz olmaması kaidesi üzerine
kurulmuştur. Ve Âmmî hakkında kâbil-i tatbik değildir. Ben İbn-i Hacer'in
fıkhî fetvalarının sonunda bunun bir kısmının tasrih edildiğini gördüm.
İbn-i Hacer'e Nesefi'nin mezkûr ibaresi sorulmuş.O Şafiîye (imamlarının
kavli de bu olduğunu yazıyor ve sonra şöyle diyor:
«Bu söz zayıf bir kaideye, (en iyi bilen
taklid edilir; başkası taklid edilemez) kaidesine ibtina etmektedir. Esah
olan şudur ki. o kimse muhayyerdir. Kimi isterse onu taklid eder. Velev
mefdul olsun! Bu takdirde kendisinin sevap üzere olduğunu kat'î veya zannî
olarak söylemesi mümkün değildir. Mukallide düşen vazife imamının mezhebinin
hak olması ihtimali bulunduğuna itikad etmesidir».
İbn-i Hacer sözüne şöyle devam ediyor: «Sonra
muhakkik İbn-i Hümâm'ın söylediklerini tasrih edensözlerini gördüm.
«Hidâye» şerhinde diyor ki: Âmmînin kalbine
yatan kavil ile amel etmesi bence daha doğrudur. Şu halde iki müçtehidden
fetva ister de kendisine muhtelif cevaplar verirlerse, evlâ olan, kalbinin
yattığı müçtehidin sözü ile amel etmesidir.
Bana göre kalbinin yatmadığı müçtehidin sözü
ile amel etmesi de caizdir. Zira âmmînin kalbinin yatması yatmaması
müşsavidir. Ona vacip olan, bir müçtehidi taklit etmektir; bunu da
yapmıştır».
İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid
etmeksizin her mükellefe itikadı vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız
ehl-i sünnet velcemâat mezhebidir. Ehl-i sünnet, Eş'arilerle Mâtüridilerdir.
Bu iki fırka itikadda bir gibidirler. Bir kaç mes'elede birbirlerinden
ayrılırlar. Hatta bazıları oralarındaki hilâfın lafzî (yani sözden ibâret)
olduğunu söylemişlerdir.
Hasımlarımızdan murad da, itikadları küfre
varan hid'atçılarla küfre varmayanlardır. Bu âlemin kadim olduğunu
söyleyenler, Allah'ın yokluğunu, peygamberlerin gönderilmediğini. Kur'an'ın
mahlûk olduğunu, Allah'ın kötülüğü irade etmediğini iddia edenler gibi.
METİN
Yine «el-Eşbah» da beyân edildiğine göre
ilimler üç nevidir
1 - Pişmiş fakat yanmamış ilim. Nahiv ve usul
gibi,
2 - Ne pişmiş ne yanmış ilim. Beyân ve tefsir
ilimleri gibi,
3 - Hem pişmiş hem yanmış ilim, Hadis ve fıkıh
ilimleri gibi.
İZAH
İlmin pişmesinden murad, kâidelerinin
yerleşmesi. teferruatının zabtı ve meselelerinin izâhıdır. Yanması da bu
hususlarda son dereceye varmasıdır. Şübhesiz ki nahiv ve usul ilimleri bu
hususatta nihayet dereceye varmamışlardır. Zahire bakılırsa usulden murad,
usul-i fıkıh ilmidir. Çünkü usul, akâid, tahrir ve tenkihde nihâyet dereceye
varmıştır.
Beyân ilmi üç nev'e yani bed', beyân ve
meâniye şâmildir. Onun için Zemahşerî, «Diğer ilimlere nazaran ilmi beyânın
mevkiî yere nazaran semanın mevkıî gibidir», demiştir. Ulema bütün Kur'an'ın
belagat, fesâhat, nükte ve bedayiine vâkıf olamamışlardır. Onların
bildikleri pek az şeylerdir.
Allah Teâlâ Hazretleri, «De ki: Bu Kur'an'ın
bir mislini getirmek için bütün ins ve cin toplansalar mislini getiremezler.
İsterlerse birbirlerine yardımcı olsunlar!» buyurmuştur. İns ve cinin buna
kâdir olamaması onun belâgatındandır.
Kur'an'ın tefsiri hakkında ise Suyûtî
«el-İtkân» adlı eserinde şunları söylemiştir: «Filhakika Kur'an. Levh-ı
Mahfuzdadır. Onun her harfi Kafdağı gibidir. Her ayetinin altında öyle
tefsirler vardır ki, mânâlarını Allah'dan başka kimse bilmez».
Hadis ilmi hem yanmış hem pişmiştir. Çünkü
ondan maksad tamamlanmıştır. Muhaddisler - Allah cümlesinden razı olsun -
hadîs ricâlinin isimleri, nesebleri ve isimleri arasındaki farkları
hususunda kitaplar te'lif etmiş; belleyişi zayıf ve rivâyeti fâsid olanları
beyân etmişlerdir. Bu zevâttan bazıları yüzbin, üçyüzbin hadis ezberlemiş;
Peygamber (s.a.v.)den hadis rivâyet edenashab-ı kiramı münhasıran bildirmiş;
hükümleri ve o hükümlerden muradın ne olduğunu beyan etmişler: böylelikle
hadisin hakikatı açıklanmıştır.
Fıkıh da öyledir. Çünkü muhtelif yerlerde
yaşayan insanların hâdiseleri ya aynen kitaba geçmiş yahud onlara delalet
eden şeyler izah edilmiştir. Hatta fukâha hiç vukubulmayan yahud nâdiren
başa gelen şeylerden bile söz etmişlerdir. Nassan beyan edilmeyen mes'eleler
nâdirdir. Bazen bir mesele nassan beyan edildiği halde onu görmek isteyen
kimse yerinde araştıramadığı yahud yazılanı anlayamadığı için istifade
edemez.
Şöyle de denilebilir: Fıkıhdan murad, bizim
mezhebimizle diğer mezheblerdir. Zira bu mânâya fıkıh asla ziyade kabul
etmez. Dört mezhebin dışında yeni bir kavil icad etmek caiz değildir.
METİN
Derler ki : Fıkhı Abdullah b. Mes'ud (r.a.)
ekmiş, Alkame sulamış, İbrahim Nehai biçmiş, Hammâd harmanını döğmüş, Ebu
Hanife ununu öğütmüş. Ebu Yusuf hamurunu yoğurmuş, Muhammed ekmeğini yapmış,
sair insanlar onun ekmeğinden yemekdedirler. Bazıları bu söylediklerimizi
manzum olarak ifâde etmişlerdir.
İZAH
Fıkhı ekmekten murad, meselelerini ilk defa
delillerinden çıkarmaktır. Bu hususta ilk söz eden sahabî-i Celil Abdullah
b. Mes'ud (r.a.)dır.
Kendisi ilk müslüman olanlardan ve Bedir
gazâsına iştirak edenlerdendir. Sahabenin büyük âlimlerinden biridir.
Hazreti Ömer'den önce müslüman olmuştur. Nevevi «et-Takrib» nâm eserinde
şöyle demektedir:
«Rivâyete göre mesruk; «ashabın ilmi altı
kişide nihayet bulur. Bunlar: Ömer, Ali, babam, Zeyd, Ebu'd-Derda ve İbn-i
Mes'ud'ur. Sonra bu altı kişinin ilmi Ali ile Abdullah b. Mes'ud'da nihayet
bulmuştur». Demiştir.
Fıkhın sulanması, onu te'yid ve izâhdan
ibârettir. Fıkhı büyük fakih Alkame b. Kays b. Abdullah b. Mâlik en-Nehaî
izah etmiştir. Bu zat Esved b.Yezid'in amcası ve İbrahim Nehaî'nin
dayısıdır. Peygamber (s.a.v.)in hâl-i hayatında doğmuş; Kur'an'ı ve ilmi
İbn-i Mes'ud, Ali, Ömer, Ebu'd-Derda ve Âişe (r.a.)den telâkki etmiştir.
Fıkhın biçilmesinden murad, dağınık bir halde
bulunan nevâdır ve fâidelerini bir araya toplamaktır. Bu işi sulehâdan
meşhur imam, zahid Kûfe'li İbrahim b. Yezid b. Kays b. Esved Ebu İmran
en-Nehaî yapmıştır. Kendisi A'meş'den ve diğer birçok ulemâdan rivâyette
bulunmuştur. Vefatı 96 veya 95 tarihindedir.
Fıkhın harmanını döğmek, tenkıh ve izâhına
çalışmaktır. Bunu da İmam A'zam'ın üstadı Kûfeli Hammâd b. Müslim yapmıştır.
İmam A'zam onun sâyesinde yetişmiş, bilâhare Hammâd ondan ilim tahsil
etmiştir.
İmam A'zam, «Hiçbir namaz kılmamışımdır ki
arkasından babamla ona istiğfarda bulunmayayım», demiştir. Hammâd 120
tarihinde vefat etmiştir.
Fıkhın ununu öğütmekten maksad, usul ve
füruunu çoğaltmaktır. Bunun yollarını izah eden de imamlar imamı, ümmetin
kandili Ebu Hanife te'n-Numan'dır. Filhakika fıkhı ilk tedvin eden; bablara,
bölümlere bugünkü şekli ile ayırıp tertib eden odur. Onu da «el-Muvatta'»
nâm eseriyle İmam Malik takip etmiştir. Öncekiler sadece ezberlediklerine
itimad ederlerdi. «Kitabü'l-Ferâiz»i ve «Kitabü'ş-şurût»u ilk vazeden İmam
A'zam'dır.
Fıkhın hamurunu yoğurmaktan murad, İmam
A'zam'ın kavaid ve usulünü incelemektir. Bu kaidelerden ziyadesiyle hüküm
çıkarmak için çaba gösteren, İmam A'zam'ın tilmizi Kadı'l-Kudat Ebu Yusuf
Yakup b. İbrahim'dir.
Hatib Bağdadi'nın rivâyetine göre Ebu
Hanefi'nin mezhebinde ilk usul-i fıkıh kitabı yazan, fıkhî meseleleri
yazdırıp neşreden ve Ebu Hanife'nin ilmini cihâna yayan odur. Zamânının en
fakîhi o idi. İlimde, hüküm vermekde ve riyasette eşsiz idi. 113'de doğmuş,
182 tarihinde Bağdad'da vefat etmiştir.
Fıkhın ekmeğini yapmak. onu daha genişletmek,
tenkih ve tehzip ederek başka bir şeye ihtiyacı kalmayacak şekilde
yazmaktır. İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Ebu Hanîfe ile Ebu Yusuf'un
tilmizi, İmam A'zam mezhebinin muharriridir. Rivâyete göre bir adam
Muzenî'ye Irak ulemasını sormuş ve, «Ebu Hanîfe hakkında ne dersin?» demiş.
Muzenî, «Iraklıların seyyididir». cevabını vermiş. «Ebu Yusuf için ne
dersin?» sualine «Iraklıların hadîse en tabi' olanı odur», diye cevap
vermiş. «Muhammed b. Hasan hakkında ne dersin? » deyince «Fıkhı en çok
tefri' eden odur», demiş. «Züfer'e ne dersin?» sualine de «Kıyasda yektâ
olanlarıdır», cevâbını vermiştir. İmam Muhammed 132 tarihinde doğmuş 189'da
Rey'de vefat etmiştir.
Evet, fıkhı Ebu Hanîfe öğütmüş, Ebu Yusuf
hamur etmiş, İmam Muhammed ekmeğini yapmıştır. Onun içindir ki Hatib Bağdadî
Rabî'in şöyle dediğini rivâyet etmiştir: «Şafii'yi: İnsanlar fıkıhda Ebu
Hanîfe'nin ıyalidirler. Ebu Hanîfe kendisine fıkıh tevfik buyurulanlardandı,
derken işittim».
METİN
İmam Muhammed'in ilmi, te'lif ettiği
«el-Camiu'l-Kebir, el-Camiu's-Sagir. el-Mebsût, ez-Ziyâdât» ve «en-Nevâdir»
gibi eserlerl ile meydana çıkmıştır. Hatta dînî ilimlere dair 999 kitap
yazdığı söylenir.
İZAH
Mezhebinde «el-Cami'» nâmı altında kırkdan
fazla eser te'lif etmiştir. imam Muhammed «Sagîr» vasfı ile te'lif ettiği
eserlerini Ebu Yusuf vasıtasıyla, İmam A'zam'dan «Kebîr» vasfı ile te'lif
ettiklerini ise doğrudan doğruya imam A'zam'dan rivâyet etmiştir. Musannif
«en-Nevâdir» yerine «es-Siyer» dese daha iyi olurdu. Çünkü İmam Muhammed'in
bu beş eseri «Asıl» ve «Zâhir rîvâye» namları ile meşhurdurlar. Zira bu
kitapları ondan mevsûk zevat rivâyet etmişlerdir ki, onun eserleri oldukları
tevatüren yahud şöhret yolu ile sâbittir. Mezkûr kitaplarda mezhebin
sahipleri olan Ebu Hanife, Ebu Yusuf ve Muhammed'den rivâyet edilen
meseleler vardır.
Nevâdir'e gelince: bunlardan maksad İmam
Muhammed'in «Kisâniyât» Cürcâniyat», «Hâruniyât» ve«Rukıyat» gibi
kitaplarında rivayet ettiği mes'elelerdir ve ikinci derecede gelirler.
Üçüncü bir kısım daha vardır ki, onlar da «en-Nevâzii» mes'eleleridirler. Bu
meseleler mezhepde muçtehid olanlara sorulmuş, onlar da bu hususda nass
bulamadıkları için tahriç yolu ile fetvalar vermişlerdir. Bu bâbta
mukaddimenin sonunda daha geniş malûmat verilecektir.
Temimi'nın «Tabâkat»ında Serahsi'nin
«es-Siyeru'l-Kebir»ı hakkında şöyle denilmektedir. «Siyer-ı Kebir. İmam
Muhammed'in fıkıhtakı son telifidir. Bunun yazılmasına sebep şu idi:
«Es-Siyeri's-Sagir» Şamlıların imamı Evzâi'nin eline geçmiş de «Irak
ulemasının bu babda kitap te'lîfe ne hakları var! Onlar Siyer ilmini
bilmezler», demiş. İmam Muhammed bunu haber alınca hemen «Siyer-i Kebir»i
tasnif etmiş. Rivayete göre Evzaî bunu görünce, «Eğer bu kitabın içinde
hadisler olmasa idi, bu adam ilmi uyduruyor derdim. Gerçekden Allah Teâlâ
onun reyine doğruyu tayin etmiştir. Allah Teâla doğruyu söylemiştir. Her
ilim sahibinin üstünde bir alîm vardır'» demiş; sonra İmam Muhammed'e altmış
defter yazıp halifeye götürmesini emretmiş. Halife İmam Muhammed'i takdir
etmiş ve zamanının medar-ı iftiharı saymıştır».
METİN
İmam Şafiî (r.a.) İmam Muhammed'in
talebelerindendir. İmam Muhammed, Şafiî'nin annesi ile evlenmiş ve
kitaplarını, malını ona bırakmıştır. Şafiî onun sayesinde fakih olmuştur.
Şafiî hakikaten insaf göstermiş ve, «Kim fakih olmak isterse Ebu Hanîfe'nin
eshabına devam etsin! Çünkü mânâları anlamak ancak onlara müyesser olmuştur.
Vallahi ben ancak Muhammed b.Hasan'in kitapları ile fakih oldum» demiştir.
İZAH
Hazreti şafiî'nin İmam Muhammed sayesinde
fakih olmasından maksad fıkhının onun sayesinde artmasıdır. O zamana kadar
görmediği meseleleri İmam Muhammed'in eserlerinde görmüştür. Çünkü İmam
Muhammed birçok meselelerin istihracında örnek bir zattır. Yoksa Şafiî
(r.a.) Bağdad'a gelmezden önce müçtehid bir fakih idi. Müctehid-i mutlak
olan bir zat, kendi derecesinde olmayandan böyle bir içtihadı nasıl
alabilir!
Rivâyete göre İmam Şafiî, «Ben, Muhammed b.
Hasan'ın ilminden bir deve yükü kitap yüklendim. Fıkıhta en güvendiğim kimse
Muhammed b. Hasan'dır.» demiştir.
METİN
İsmâil b. Ebi Recâ' diyor ki: «imam Muhammed'i
rüyamda gördüm. Allah sana ne muamele yaptı? diye sordum. Beni affetti,
Sonra sana azap etmek istese idim bu ilmi sana vermezdim; buyurdu dedi. Ebu
Yusuf nerede? dedim. O iki derece bizim fevkimizdedir; cevabını verdi. Ya
Ebu Hanife? dedim. Heyhat!.. O İlliyyûn'ın alâsındadır dedi».
İZAH
Heyhat kelimesi uzak oldu manâsına gelen bir
ismi fiildir. Burada ondan murad, onun yeri benden ve Ebu Yusuf'dan uzaktır,
demektir. İlliyyûn, Cennet'in en yüksek yerinin ismidir. Yani Ebu Hanîfe,
Ebu Yusuf'la Muhammed'e nisbetle Cennet'in en yüksek yerindedir. Yoksa
mutlak surette Cennet'in en yüksek yerinde demek değildir. Çünkü
peygamberler ve ashâb-ı kiram kat'i suretteEbu Hanîfe'den daha yüksek
derecededirler. «Ya Rabbi beni peygamberlerle beraber haşreyle!» gibi
dualara gelince... Bunlardan maksad toplantı ve sohbetlerdir. Menzile ve
dereceler değildir. Teâla Hazretleri'nin, «İşte bunlar, Allah'ın kendilerine
in'amda bulunduğu peygamberlerle sıddiklarla beraberdir.» âyet-i kerimesi de
bu mânâyadır.
METİN
Ebu Hanife'ye bu yüksek makam nasıl verilmesin
ki. kendisi kırk sene yatsının abdesti ile sabah namazını kılmış, ellibeş
defa hacca gitmiş, Rabbini rüyasında yüz defa görmüştür. Bu rüya
mes'elesinin meşhur bir kıssası vardır: Son haccında geceleyin Kâ'be'ye
girmek için Kâ'be'nin bekcilerinden izin almış. Ve içeri girerek iki direk
arasında namaza durmuş. Namazda evvelâ sağ ayağının üzerine basmış. sol
ayağını onun üstüne koymuş ve Kur'an-ı Kerim'i yarıya kadar okumuş. Sonra
rükû' ve secdeye vararak ikinci rek'ata kalkmış. Bu sefer sol ayağı üzerine
basmış, sağ ayağını onun üstüne koymuş. Ve Kur'an-ı Kerim'i hatmedinceye
kadar okumuş. Selâm verince ağlayarak Rabbine münâcâtta bulunmuş, «Ey
Allahım! Bu zayıf kul sana hakkı ile ibâdet edemedi, ama seni hakkı ile
bildi. İmdi hizmetimin noksanını marifetinin kemâline bağışla!», diye niyaz
etmiş. Bunun üzerine Beyt-i Şerif'in yan tarafından biri seslenerek: «Ya Eba
Hanife! Bizi nasıl lazımsa öyle bildin! Bize hizmet ettin; hizmeti de güzel
yaptın. Seni ve mezhebine girerek kıyamete kadar sana tâbi olanları
affettik!».
İZAH
Rüya kıssası şudur: İmam A'zam (r.a.) diyor
ki: «Rabbimi rüyamda 99 defa gördüm. Kendi kendime: «Eğer yüzüncü defa
görürsem ona mutlaka soracağım. Kıyâmet gününde kulların senin azabından ne
ile kurtulacak?» diyeceğim. Arkacığından Rabbimi rüyamda gördüm ve Ya Rabbi!
Kıyamet gününde kulların senin azabından ne ile kurtulacak? dedim. Tealâ
Hazretleri şu cevabı verdi; «Her kim sabah ve yatsı namazlarından sonra.
«Subhane'l-ebediyyi'l-ebed; Subhâne'l-vâhidi'l-ahad.
Subhâne'l-ferdi's-samed. Subhane rafi-i's-semâi bi gayri amed. Subhâne men
besata'l-arda alâ mâin cemed. Subhâne men haleka'l-halka feahsâhüm adedâ.
Subhâne men kaseme'r-rizka velem yense ehadâ. Subhânellezi lem yettehız
sâhibeten velâ veledâ. Subhânellezi lem yelid velem yûled velem yekün lehü
küfüven ehad», derse azapdan kurtulur».
Tahtâvi'nin beyanına göre «Namazda bir ayağını
diğerinin üstüne kaymak sünnete muhaliftir», denilerek İmam A'zam'ın bu
yaptığına itiraz edilmişse de Şurunbulâlî buna cevap vermiş. Onun fiilini
terâvüha hamletmiştir. Çünkü teravüh iki ayağın üzerinde durmaktan efdaldir.
Teravüh, namaz kılan kimsenin ağırlığını biraz bir ayağının, biraz öteki
ayağının üzerine vermesidir. Ayaklar yerden kalkmayacaktır. Fakat bu cevap
kabule şayan görülmemiştir. Çünkü İmam A'zam bir ayağını diğerinin üstüne
koymuştur. Buna şöyle cevap verilebilir:
Hazreti imam'ın bunda güzel bir maksadı vardır
ki. kendinden keraheti gidermiştir. Nitekim fukaha baş açık namaz kılmayı
mekruh saymış; takat tezellül ve tevâzu kasdı ile alırsa mekruh
sayılmayacağını söylemişlerdir. Sonra ulemadan birinin buna cevap verdiğini
gördüm: Şöyle diyor: «Hazreti İmam bunu nefsi ile mücâhede için yapmıştır.
Huşûu bozulmayan bir kimsenin nefsi ile mücâhede maksadı ile bunu yapmasının
kerahete mâni olması ihtimalden uzak değildir».
METİN
Ebu Hanife'ye; bu mertebeye ne ile ulaşdın?
diye sormuşlar da, «İfâde de cimrilik etmedim. İstifadeden de çekinmedim»,
cevabını vermiş. Müsâfir b. Kıram, «Her kim kendisi ile Allah Teâlâ arasına
Ebu Hanîfe'yi koyarsa korkmayacağını umarım». demiştir. Bu bâbta kendisi şu
beyitleri söylemiştir:
«Bana Kıyamet gününde Allah'ın rızası için
sayacağım hayırlar namına mahtûkatın en hayırlısı Peygamber Muhammed'in
dini, ondan sonra Numan'ın mezhebine itikadın yeter». Peygamber (s.a.v.) den
rivâyet olunmuştur ki: «Şüphesiz Âdem benimle iftihar etmiştir. Ben de
ümmetimden ismi Numan, künyesi Ebu Hanîfe olan bir zatla iftihar edeceğim.
O, ümmetimin kandilidir», buyurmuştur. Yine Peygamber (s.a.v.)den rivâyet
olunduğuna göre; «Sâir Peygamberler benimle iftihar edecekler. Ben de Ebu
Hanîfe ile iftihar edeceğim. Her kim onu severse beni sevmiş, kim ona buğz
ederse bana buğz etmiş olur», buyurmuşlardır.
Ebu'l-Leys'in «Mukaddime»si şerhi «Takdime» de
böyle denilmekdedir «ez-Ziyaü'l-Ma'nevî» adlı eserde şöyle deniliyor:
İbni'l-Cevzî'nin bu hadis hakkında «Uydurmadır» demesi bir taassupdur, Çünkü
hadis muhtelif yollardan rivâyet olunmuştur.
İZAH
«Et-Ta'iim» adlı eserde, «Cimrilik etmedim.
İstifadeden de çekinmedim», sözünü İmam Ebu Yusuf'un söylediği bildiriliyor,
Sonra şöyle devam ediliyor: «Ebu Hanife (r.a.). bu ilime ne ile ulaşdın?
diye sorulduğundu, «Ben ilme ancak çaba sarf etmek ile ve şükürle nâil
oldum. Bu fıkıh ve hikmeti anlayıp muvaffak oldukça elhamdülillah dedim.
Böylelikle ilmim arttı». demiştir».
Kitabımızda Müsafır b. Kıram şeklinde tesbit
edilen bu ismi ben birçok yerlerde Mıs'ar b Kedam şeklinde gördüm. Mis'ar'ın
«korkmayacağını umarım, demesi, o kimse imam, âlim ve sağlam itikadlı bir
müçtehide uyduğu içindir. Her kim bir âlimi taklid ederse Allah'a sâlim
olarak kavuşur.
İftihar etmek iyi huylarla öğünmektir.
Peygamber (s.a.v.)in iftiharı. Allah Teâlâ'nın kendisine ihsan buyurduğu
nimetler cümlesinden olmak üzere bu zatı kendine tabi' kıldığını anmasıdır.
Ebu Hanîfe Hazretleri as-hab-ı kiramla tabiîn'in ekserisi inkıraz bulduktan
sonra İslâm dinin binasını tahkim etmiştir. Bu ümmetten ona tabi' olanlar
sayılamayacak kadar çoktur. İçtihad ve fıkhın tedvini hususunda bütün
imamlardan önce gelmiş; onun ashabı mühim hükümleri delillerinden çıkarmak
ve diğer bir çok faydalar bâbında sonra gelen müctehidlere yardımcı
olmuşlaradır.
İbn-i'l-Cevzi'nin sözü, Hatib Bağdadi'den
naklen söylenilmiştir. Onların «uydurmadır» dedikleri hadisi allâme Taşköprü
muhtelif rivâyetlerini serd ederek nakletmiştir. Bu gösterir ki hadisin aslı
vardır. En azından zaif bir hadistir. Ve makbuldür; çünkü onun üzerine bir
hüküm terettüp etmiş değildir. Bu hadisin mânâ itibariyle İmam A'zam'da
tahakkuk ettiğinde şübhe yoktur. Zira o birkandildir. İlminin nurundan
ziyadar olunur; isâbetli fikri ile doğru yol bulunur. Ancak bazı ulemanın
beyânına göre Hafız Zehebî, Suyuti ve İbn-i Hâcer Askalâni ile zamanında Ebu
Hanife mezhebinin riyâseti kendinde nihayet bulan Kasım Hanefi gibi zevat,
bu haberlerin uydurma sayılacağında İbn-i Cevzi'yi tasdik etmişlerdir. Onun
içindir ki, İmam A'zam'ın menkabeleri hakkında kitablar yazan Tahavî
«Tabakâtü'l-Hanefiyeye sahibi Muhyiddin-i Kureşâ ve diğer mutemed hadis
imamları ile mütâlâası geniş bütün tenkitçiler bu haberlerin hiçbirini
zikretmemişlerdir.
Âllamne İbn-i Haceru'l-Mekki «el-Hayratu'l
Hısân» nam eserinde şöyle demektedir: «Bir kimse bu kitabda Ebu Hanife'nin
ahvâlini, kerametlerini, ahlâk ve siyretini mütalâa ettikden sonra
anlayacaktır ki, o zat faziletini isbat için uydurma haberle istişhada
muhtaç değildir. Ebu Hanife'nin şanı büyük olduğuna şu hadisle istidlal
yerinde olur: Resûlüllah (s.a.v.), «Dünyanın zineti yüz elli tarihinde
kaldırılacaktır» buyurmuştur. Onun için Şemsu'l-Eimme Kerderi «Bu hadis Ebu
Hanife'ye hamledilmiştir. Çünkü o sene vefat etmiştir», demiştir. İbn-i
Hacer sözüne devamla şunları söylemiştir: «Ebu Hanife'nin faziletine işâret
eden sahih hadisler de vârid olmuştur. Onlardan biri Buhari ile Müslim'in
Ebu Hureyre'den, Taberânî'nin de İbn-i Mes'ud'dan rivâyet ettikleri şu
hadistir: Peygamber (s.a.v.), «İman, Süreyya yıldızında olsa onu Acemlerden
bazı kimseler alacaklardır», buyurdular. Ayni hadisi Ebu Nuaym, Ebu
Hureyre'den; Şirâzî ile Taberânî de Kays b. Sa'd b. Ubâde'den şu lâfızla
rivâyet etmişlerdir: «Peygamber (s.a.v.); İlim, Ülker yıldızında asılı olsa
onu Acemlerden bazı kimseler alacaklardır», buyurdu. Taberani'nin bir
rivâyetinde, «Onu Araplar alamayacak; Acemlerden bazı kimseler
alacaklardır», buyurulmuş: Müslim'in Ebu Hüreyre'den rivâyetinde, «İman,
Ülker yıldızında olsa onu Acemlerden bir zat gidip alacaktır.» denilmiştir.
Buhari ile Müslim'in Ebu Hureyre'den naklettikleri bir rivâyette de, «Nefsim
yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, din, Ülker yıldızında asılı
olsa onu Acemlerden bir zat alacaktır.» buyurulmuştur.
Ekser ulemaya göre Ebu Hanîfe'nin dedesi
Acem'dir. Hafız Suyutî diyor ki: «Buhari ile Müslim'in rivâyet ettikleri bu
hadis Ebu Hanîfe'ye işaret hususunda sahih ve mutemed bir asıldır. Hadisin
sahih olduğu muttefekûn aleyhdir. Bununla ilm-i hadisde dirâyetsiz olan
menâkıp sahiplerinin söylediklerine hacet kalmaz. Çünkü onların
naklettikleri haberin senedinde yalancılar ve hadis uyduranlar vardır».
Hafız Suyutî'nin tilmizi allame Şâmî'den
rivâyet olunduğuna göre kendisi, «Üstadımızın bu hadisden Ebu Hanife
kasdedildiğini kat'iyetle kabul ettiği aşikârdır. Bunda şüphe yoktur. Zira
ilimde Acemlerden Ebu Hanîfe derecesine varan tek bir kimse yoktur»,
demiştir.
METİN
Cürcâni'nin «Menâkıb»ında senediyle Sehl b.
Abdullah et-Tüsteri'den rivâyet ettiğine göre şöyle demiştir: «Musa ve
İsâ'nın ümmetlerinde Ebu Hanîfe gibi biri bulunsa idi, ne Yahudi olurlardı
ne de Nasranî». Ebu Hanîfe'nin menâkıbı sayılamayacak kadar çoktur. Onun
menakibı hakkında İbni'l-Cevzî'nin torunu iki büyük cild kitap yazmış, bu
kitaba «el-İntisâr li İmam-i Eimmeti'l-Emsar» adını vermiştir. Başkaları
bundan daha büyük kitaplar te'lif etmişlerdir.
İZAH
Sehl b.Abdullah et-Tüsterî büyük bir imamdır.
«Ben Allah Teâlâ'nın zerre âleminde iken benden aldığı ahid ve misaka riayet
etmekteyim. Ve zürriyetimi tâ o zamandan başlayarak Allah kendilerini şuhud
ve zuhur alemine çıkarıncaya kadar murâkebe ediyorum», demiştir.
Hazretin buradaki «ne Yahudi olurlardı ne de
Nasrani!» Sözünden maksadı, bâtıl dinlerinde, âtıl itikadlarında devam
etmezlerdi. Âlimleri on lara desise ve hile yaparak bizim Peygamberimizin
getirdiği nefâise karşı gözlerini kör etmezdi, demektir. Filhakika onların
bu nefaisi kabul etmemeleri, ancak fâsid akıllarının ve kâsıd fikirlerinin
ermemesinden ileri gelmiştir. Aralarında Ebu Hanife gibi ilmi çok ve
isâbetli düşünceli biri olup da hakkı hak bilerek sadakatle hareket etse
idi, onları bu fâsid fikirlerinden döndürür; işi azıtmadan helâkden
kurtarırdı. Akıllarında şüphe yer etmezdi. Zira böyle birinin kendilerinden
olması sözünün daha çabuk kabul edilmesine sebeb olurdu. Çünkü cins cinsine
daha meyyal olur. Bundan Ebu Hanife'yi Peygamber (s.a.v.) den üstün tutmuş
olmak lâzım gelmez.
«el-intisâr li-İmam-ı Eimme-ti'l-Emsar»ın
mânâsı «Şehirle imamlarının imamı için intikam» demektir. Kitaba bu ismin
verilmesine sebep muhâliflerinin hasedliğidir. Hazreti İmam'ın fazîleti
cihana yayılınca eski âdet mucibince hasedlik çekenler kendisine dil
uzatmaya başladılar. Bu adamlar Allah'ın nurunu söndürmek maksadı ile onun
içtihadına ve akidesine bile saldırdılar. Halbuki Hazret-i İmam onların
iftira ettikleri şeylerden tamamen münezzeh idi. Ama Allah, nurunu
tamamlanmasından başka bir şeye râzı olmaz!
Nitekim bazıları İmam Mâlik hakkında, bazıları
İmam Şafiî, birtakımları İmam Ahmed hakkında söz ettikleri gibi bir fırka
Ebu Bekir'le Ömer, diğer bir fırka da Osman ile Ali (r.a.) haklarında söz
etmişlerdir. Hatta bir fırka bütün ashâb-ı kiramı tekfir etmişlerdir.
İmam A'zam Ebu Hanîfe (rahimehullah) lehine
müdâfaa eseri yazanlardan biri de Allâme Suyûtî'dir. Kitabının adı
«Tebyîz'z-Sahife»dir. Allame İbn-i Hacer dahi bu vâdide «el-Hayratü'l-Hısân»
adlı eserini yazmıştır. Hanbelilerden Allame Yusuf b. Abdülhâdî de büyük bir
cilt kitap yazmıştır. «Tenvîru's-Sahife» adını verdiği bu eserde İbn-i
Abdi'l-Ber'den şunu nakleder: «Ebu Hanife hakkında kötü söz söyleme! Sakın
onun hakkında kötü söz söyleyen bir kimseyi de tasdik etme! Vallahi ben
ondan daha fazîletli, daha vera' ve takva sahibi ve daha fakih kimse
görmedim».-Sonra sözüne şöyle devam eder: «Hatîb'in sözüne kimse
aldanmamalıdır. Çünkü onun ulemadan Ebu Hanîfe, İmam Ahmed ve bazı
arkadaşları gibilerine karşı aşırı asabiyeti vardır. Onlara her yönden
saldırmıştır. Ulemadan biri onun hakkında «Es-Sehmü'l- Musib-i fi
Kebidi'l-Hatîbi» adlı eseri yazmıştır.»
İbni'l-Cevzi'ye gelince... O, Hatibe tabi'
olmuştur. Torunu İbni'l-Cev-zı'ye şaşmış; «Mir'atü'z-Zaman» adlı eserinde
şöyle demiştir: «Hatib'e şaşılmaz; çünkü o ulemadan bir cemaata taan
etmiştir. Fakat dedeme şaşılır. Nasıl olmuş da onun üslubunda yürümüş; daha
büyüğünü de irtikap edebilmiştir».
Ebu Hanife'ye karşı mutaassıp davrananlardan
bazıları da Dârekutnî ile Ebu Nuaym'dır. Ebu Nuaym «el-Hilye» nâm eserinde
ilim ve zühd itibariyle ondan daha aşağı olanları zikretmiş, fakat
EbuHanîfe'den bahsetmemiştir. Ebu Hanife'yi müdafaa edenlerden biri de
Şa'ranî'dir. «el-Mizan» nâm eserinde mütalâaya değer şeyler söylemiştir.
İbn-i Hacer «el-Hayratü'l-Hisân» da şöyle
diyor: «Hatîb'in kaailinden naklettiği sözün doğru olduğu farzedilse bile o
söze itimad edilmez. Çünkü söyleyen kimse İmam A'zam'ın akranından değilse
düşmanlarının söylediğini veya yazdığını taklid etmiştir. Akranından ise
hüküm yine budur. Çünkü akran olanların birbirleri hakkında "söyledikleri
makbul değildir. Nitekim Zehebî ile Askalanî bunu tasrih etmişler, bahusus
söylenen söz bir düşmanlıktan veya mezhepden dolayı olursa hiç kabul
edilmez» demişlerdir. Zira hasedden Allah'ın koruduklarından başka kimse
kurtulamaz. Zehebî, «Peygamberlerle sıddîklar asrı müstesnâ, hasedden hiç
bir zaman halkı hâli kalmamıştır», diyor. Tâc Subkî' de şunları söylüyor:
«Ey irşâd arayan! Sana yaraşan hal, geçmiş imamlara karşı edep yolunu
tutmandır. onların birbirleri hakkındaki sözlerine bakma! Ancak
söylediklerine açık delil getirirlerse o başka! Te'vil ve hüsn-ü zanna
muktedir isen bunu yap! Aksi takdirde vazgeç! Sakın Ebu Hanîfe ile Süfyan-ı
Sevrî yahud Malik ile İbn-i ebi Zi'b veya Ahmed b. Salih ile Nesâî, Ahmed'le
Hars Muhâsibi arasında gecen şeylere kulak asma». Sübkî, İmam Malik'in
akranından birçoklarının onun hakkındaki sözlerini ve İbn-i Mâî'nin İmam
Şafiî hakkındaki sözünü nakletmiş ve şöyle demiştir: «Bu iki imam ve emsali
hakkında söz edenler ancak Hasan b. Hânî'nin şu beytinde dediği gibidirler:
«Ey yüksek dağı yarmak için toslayan! başına acı, dağa acıma!».
Subkî gerek bu bâbda gerekse gelmiş geçmiş
imamlardan Ebu Hanîfe'yi medih ve senâda bulunanlar; onun geniş bilgisini,
zekâsını, zühd ve takvâsını, ibâdetlerini, ihtiyatını, Allah'dan korkmasını
ve sâir hususâtını nakledenler hakkında sözü pek uzatmıştır. Bu hususâtın
tafsilâtı cildlerle kitap doldurur.
Ebu Hanîfe hakkında İmam Gazâlî'ye nisbet
edilen sözün aslı yoktur. Bunu Gazâli'nin kendinden tevâturen nakledilen
«İhyâu'l-Ulûm» undaki sözleri reddetmektedir. Gazâlî dört mezhep imamının
hal tercemelerinden bahsederken şunları söylemiştir: «Ebu Hanîfe'ye gelince:
Gerçekten o dahi âbid, zâhid, ârif-i billah ve Allah'dan korkan, ilmi ile
Allah'ın rızâsını dileyen bir zat idi...».
Ben derim ki: Selefin birbirleri hakkında söz
etmelerine şaşılmaz. Nitekim bunu sahabe de yapmışlardır. Çünkü onlar
müçtehid idiler. Birinin diğerine muhalefetini gördüler mi itiraz ederler;
bilhassa muhâlifin hata ettiğine delil bulurlarsa susmazlardı. Ama onların
maksadı kendilerini değil, ancak dini müdafaa etmek idi. Şaşılacak olanlar
bizim zamanımızdaki âlim geçinenlerdir. Yemesinde, içmesinde, giyiminde,
akidlerinde, nikâhlarında ve birçok ibâdetleri hususunda İmam A'zam'ı taklid
eder; sonra ona ve onun ashâbına dil uzatır! Böylesi ancak hücum ve firar
hallerinde bulunan bir atın kuyruğu altına konan sineğe benzer. Keşke bilse
idim! Bu adam neden Ebu Hanîfe hakkında söyleneni tasdik ediyor da kendi
mezhebinin imamı hakkında söylenenleri tasdik etmiyor! Ve bu büyük imama
karşı gösterdiği edep ve terbiye hususunda kendi mezhebinin imamını neden
taklid etmiyor!
Filhakika ulema üç mezhep imamının bilhassa
İmam Şafiî (r.a.) nin Ebu Hanîfe'yı, senâ ettiklerini ona karşı edep ve
nezaket gösterdiklerini nakletmişlerdir. Kâmilden ancak kemal sâdır olur.
Nakıs onun aksinedir. İtirazcıya itirazda bulunduğu zâtın bereketinden
mahrum kalması kâfidir. Bizi bundan Allah korusun! Vesair müçtehid imamlarla
bütün salih kullarını sevmekte dâim kılsın! Bizi kıyâmet gününde onlarla
birlikte haşreylesin! Rivayet olunduğuna göre İmam Şafiî'nin Ebu Hanîfe'ye
karşı gösterdiği edep ve terbiyeye bir misal, onun şu sözüdür: «Ben Ebu
Hanîfe ile teberrük ederim. Kabrine giderim; bir hacetim olursa iki rekât
namaz kılarım; onun kabrinin yanında hacetimi Allah'dan dilerim ve hemen
hacetim görülür». «el-Minhac» üzerine şerh yazanlardan birinin beyanına göre
İmam Şafiî sabah namazını Ebu Hanîfe'nin kabri yanında kılmış da kunut
yapmamış, kendisine niçin kunut yapmadığı sorulunca, «Şu kabrin sahibine
karşı teeddübümünden,» cevabını vermiş. Başka biri imam Şafiî'nin besmeleyı
âşikâr okumadığını da kaydetmiştir. Ulema, Hazret-i Şafiî'nin bu hareketini
şöyle izah etmişlerdir:
Bazen sünnete öyle şeyler ârız olur ki,
ihtiyaç anında onun terkini tercih ettirir. Hasedlik çeken kimseye ağzının
payını vermek, câhile öğretmek gibi.
Şübhesiz Ebu Hanîfe'nin birçok hasedçileri
vardı. Bir şeyi fiil ile anlatmak, sözle anlatmaktan daha açıktır. İmam
Şafiî (r.a.) nin kunutu ve besmeleyi fiilen göstermesi daha iyi olmuştur.
Ben derim ki: İmam A'zam'a dil uzatan bu ahmak
adamın, kendi mezhebinin imamına da taan etmiş olduğu meydandadır. Onun için
«el-Mizân» nâm eserde şöyle denilmiştir:
«Ben Aliyyü-l-Havvâs Rahimellah Hazretleri'ni
tekrar tekrar şunu söylerken işittim : Müçtehid imamlara tâbi olanların,
imamları kimleri medih etmişse onları ta'zimde bulunmaları lâzımdır. Çünkü
bir mezhep imamı bir âlimi medhettiği vakit ona uyarak bütün tâbi'lerinin de
o âlimi medih etmeleri, Allah'ın dini hakkında kendi re'yi ile söz söylemiş
olmaktan onu tenzih etmeleri vacip olur. İmam Malik'in ve Şâfi'nin
mezhebinde olanlar insaf etseler, kendi imamlarının Ebu Hanîfe'yi medih
ettiklerini işittikden sonra hiç biri Ebu Hanîfe'nin kavillerinden bir kavli
hafif bulmazlardı. Onun yüksek makâmını medh ve senâ hususunda İmam Şafiî
(r.a.)in sabah namazında kunutu terk etmesinden başka bir şey olmasa,
tabilerinin de ona karşı edepli ve terbiyeli olması lâzım geldiğine bu
yeterdi».
METİN
Hâsılı Ebu Hanîfe-te'n-Numan, Muhammed Mustafa
(s.a.v.)in Kur'an'dan sonra en büyük mucizelerinden biridir. Sonra onun
menkabeleri nâmına mezhebinin şöhret bulması kâfidir. Hiçbir kavli yoktur
ki, onunla büyük imamlardan biri amel etmemiş olsun. Hükmü, Allah Tealâ onun
zamanından şu günlere kadar onun ashâb ve etbâına tahsis buyurmuştur. Bu
hal, tâ İsâ Aleyhisselam (gökden inip de) onun mezhebi ile amel edinceye
kadar böyle devam edecektir.
İZAH
Evet, Ebu Hanîfe Hazretleri Kur'an-ı Kerim'den
sonra Peygamber (s.a.v.)in en büyük mucizelerinden biridir. Çünkü Resûlüllah
(sallallahû aleyhi ve sellem) onu, dünyaya gelmeden önce
yukarıdanaklettiğimiz sahih hadislerle haber vermiştir. Bu hadisler hiç
şüphesiz ona hamledilmiştir. Nitekim, «Kureyş'e sövmeyin; çünkü onun alimi
yeryüzünü ilimle dolduracaktır!» hadis-i şerifi de İmam Şafii'ye
hamledilmiştir. Lâkin bazıları bu hadisi İbn-i Abbas (r.a.) a
hamletmişlerdir. Ve o buna lâyıktır. Zira bu ümmetin âlimi ve Kur'an-ı
Kerim'in tercümanıdır. Ve nitekim, «İnsanların ilim tahsili uğrunda
develerini mahmuzlayacakları zaman yakındır. Ama Medine'nin âliminden daha
bilgilisini bulamayacaklardır» hâdîsi dahi İmam Malik'e hamledilmiştir.
Ancak bu hadisin, İmam Malik'den başka o zamanın güzide Medine âlimleri
hakkında vârid olması ihtimali vardır. Naklettiğimiz sahih hadisler böyle
değildir. Onları Ebu Hanife ile ashabından başkalarına hamletmeye imkân
yoktur.
Tahtavî de bunu söylemiştir. Selman-ı Fârisî
(r.a.) ye gelince sahabi olması cihetinden Ebu Hanîfe'den efdal ise de ilim,
içtihad, neşri, din ve tedvin hususlarında Ebu Hanîfe gibi değildir. Bazen
üst derecede olanda bulunmayan bir meziyet, ondan aşağı derecedekinde
bulunabilir Buna
Müslim'in bir rivâyetinde Resulüllah
(s.a.v.)in. «Din Ülker yıldızında olsa Acemlerden bir zat onu alacaktır.»
buyurduğu bildirilmektedir. Hadisin bazı tariklerinde din yerine ilim
denilmiş ve «İlim ülker yıldızında olsa ilah...» buyurulmuştur. Bu hadisi
rivayet eden Ebu Hüreyre (r.a.) onun sebebini anlatırken, «Aramızda Selman-ı
Fârisî de vardı. Peygamber (s.a.v.) elini Selman'ın üzerine koyarak: «İman,
Ülker yıldızında olsa şunlardan bazı kimseler- bir rivâyette bir zat- onu
alacaktır, buyurdu» diyor. Bu gösteriyor ki, kimseler yahud o zat Hazreti
Selman'dan sonra gelecektir, ondan sonra gelenler içinde ise ilim ve diyanet
hususunda İmam A'zam'dan daha meşhur kimse gelmemiştir (Mütercim).
mucize denilmesi, mucizenin tarifindeki
«tehaddi» kaydından peygamberlik dâvâsı kastedildiğine göredir. Muhakkikin
ulemânın kavli budur. Bazıları «tehaddî» den muradın, muâraza ve mukabele
olduğunu söylemişlerdir. Bu takdirde Ebu Hanîfe'nin zuhuru mucize değil,
kerâmet olmuş olur.
İmam A'zam Ebu Hanîfe Hazretleri'nin mezhebi
bütün İslâm memleketlerinde iştihar etmiştir. Hatta Rum diyarı ile Hind,
Sind, Maveraünnehr (Kore) ve Semerkand gibi birçok memleketlerde onun
mezhebinden başkasını bilen yoktur. Rivayete göre Semerkand'da «Muhammed'ler
Türbesi» namında bir yer varmış ki, bu yerde her biri te'lifât ve fetva
sahibi dört yüz kadar Muhammed isimli âlim yatmakda imiş. «Hidâye» sahibi
Burhaneddin Ali Merginânî vefât edince oraya defnedilmesine müsaade
olunmamış; yakın bir yere defn edilmiştir.
İmam A'zam'ın mezhebini dört bin kadar âlimin
naklettiği rivayet olunur. Elbette bunlardan her birinin ashabı ve ashabının
ashabı ilah... olacaktır. İbn-i Hacer'in beyânına göre imamlardan biri,
«Meşhur İslâm imamlarından hiç birinin Ebu Hanîfe'nin kadar ashap ve
talebesi görülmemiş Ulema ve bütün müslümanlar, müteşabih hadislerin tefsiri
ile istinbat edilmiş meseleler, vâki hâdiseler, kazaya ve ahkâm hususunda
ondan ve ashabından faydalandıkları kadar kimseden istifade etmemişlerdir.
Allah kendilerini hayrı tâm ile mükâfatlandırsın! Müteehhirin hadis
imamlarından birisi yazdığı «Tercüme» de bunların sekiz yüz kadarından
isimleri ile, nesepleri ile bahsetmiştir. Tafsilatı uzun sürer», demiştir.
İmam A'zam'ın hiçbir kavli yoktur ki, onunla
bir müçtehid imam amel etmemiş olsun. O kavildendönsün dönmesin kendi
ashabından biri mutlaka onunla amel etmiştir. Zira müçtehid müçtehidi taklid
edemez.
Mezhebi, o zamandan bu zamana kadar
mahkemelerde hüküm merciî olmuştur. Meselâ, Abbâsiler dedelerinin mezhebinde
olmakla beraber ekseri hâkimleri ve şeyhülislâmları Hanefî idi. Tarih
kitaplarını karıştıranlar bunu bilirler. Abbasiler beşyüz seneye yakın hüküm
sürmüşlerdir Selçukîlerle onlardan sonra gelen Harzemlilerin ise hemen hemen
bütün hâkimleri Hanefi idi. Zamanımızın Osmanlı sultanlarının hâkimleri
dokuzyüz tarihinden günümüze kadar hep Hanefilerdir. Bunu ulemadan bazıları
söylemişlerdir. Ama kitabımızın şârihi bütün zaman ve mekânlarda hâkimliğin
Hanefîlere tahsisini iddia etmiş değildir. Onun için kendisine, «Mısır'da
hâkimlik Zahir Beybers'in zamanına kadar Şafiî mezhebine mahsus idi»,
şeklinde bir itiraz vârid olamaz.
İsa Aleyhisselâm meselesinde musannıf.
Kuhistanî'ye tâbi' olmuştur. O da bunu ehl-i Keşf'in sözlerinden almış olsa
gerektir. Ehl-i Keşif, «İmam A'zam'ın mezhebi, bütün mezheplerden sonra
inkıtaa uğrayacaktır» der ler. İmam Şâ'rânî «el-Mizan» da şunu
söylemektedir. «Yukarıda arz ettiğim vecihle Allah'Teâlâ bana şeriatın
künhüne vâkıf olmayı lütuf ve ihsan edince rüyamda bütün mezheplerin şeriata
bağlı olduklarını, dört imamın mezheplerinin bütün ırmaklarının aktığını,
yıkılan bütün mezheplerin taşa inkılâp ettiğini gördüm. Irmağı en uzun olan
imamın Ebu Hanîfe olduğunu, ondan sonra Malik, ondan sonra Şafiî, ondan
sonra Ahmed'in geldiğini; en kısa ırmaklı imamın ise Davud Zâhirî olduğunu
müşâhede ettim. Davud'un mezhebi beşinci asırda munkariz olmuştur. Ben bunu
mezkûr imamların mezhepleri ile uzun zaman amel edilip edilmeyeceği şeklinde
te'vil ettim. İmam A'zam'ın mezhebi tedvin edilen ilk mezhep olduğu gibi,
inkıraz cihetinden de son mezhep olacaktır. Ehl-i Keşif de bunu
söylemişlerdir».
Ancak bu sözde İsa Aleyhisselâm'ın İmam A'zam
mezhebi ile amel edeceğine delil yoktur. O zamanda Hanefî âlimleri bulunsa
bile o mezheble amel edeceğine mutlaka bir delil bulunmak lâzımdır. Onun
içindir ki Hâfız Suyûtî «el-İlâm» adını verdiği risâlesinde hulâsaten
şunları söylemiştir:
«İsa Aleyhisselam'ın dört mezhepden biri ile
hüküm edeceğine dair söylenen söz bâtıldır; aslı yoktur. Bir peygamberin bir
müçtehidi taklid etmesi nasıl düşünülebilir? Halbuki müçtehid, bu ümmetin
ferdlerinden biri olduğu halde ona bile taklid câiz değildir. isa
Aleyhisselam ancak içtihadı ile, yahud bizim şeriatımızdan önce vahiy
suretiyle bildiği veya gökyüzünde iken öğrendiği şeylerle hükmedecektir.
Yahud bizim Peygamberimiz (s.a.v.) in anladığı gibi Kur'an'a bakarak
hükümleri ondan anlayacaktır».
Sübkî bu izahın son cümlesiyle yetinmiştir.
Molla Aliyyü'l-Kârî'nin beyânına göre Hafız İbn-i Hacer Askalânî' ye. «İsa
Aleyhisselâm Kur'an ve sünneti ezberlemiş olarak mı inecek, yoksa bunları o
zamanın ulemasından mı öğrenecek?», diye sormuşlar da şu cevabı vermiş:
«Bu hususta açık bir söz nakledilmemiştir. Ama
İsa Aleyhisselâm'ın makamına lâyık olan şudur ki, bunları Resulüllah
(s.a.v.) dan öğrenir ve ondan aldığı şekilde ümmetinin arasında hükmeder.
Çünkü hakikatta Peygamber (s.a.v.)in halifesidir».
Bazıları İmam Mehdî'nin de Ebu Hanîfe'yi
taklid edeceğini söylemişlerse de Molla Aliyyü'l-Kârî bunu reddetmiş ve onun
bir müçtehid-i mutlak olduğunu söylemiştir. Alıyyü'l-Kârî «el-Meşrebü'l
Verdiyyü fi Mezhebi'l-Mehdi» adlı risalesinde, bazı yalancıların uydurduğu
uzun bir kıssayı da reddetmiştir. Hulâsası şudur:
«Güya Hızır Aleyhisselâm şer'î ahkâmı Ebu
Hanife'den öğrenmiş, sonra onları İmam Ebu'l-Kasım el-Kuseyrî'ye öğretmiş. O
da bu bâbda kitablar te'lif ederek bir sandığın içine koymuş ve
müridlerinden birine emir vererek Ceyhun nehrine attırmış. İsa Aleyhisselâm
gökden inince bu kitabları Ceyhun nehrinden çıkararak onlarla
hükmedecekmiş». Bu söz bâtıldır; aslı yoktur. Tahtavî'nin de izah ettiği
vecihle bu söz ancak reddetmek için hikâye edilir. Tahtavî mezkûr sözü red
ve iptal hususunda uzun beyanatta bulunmuştur. Müracaat olunabilir.
METİN
Bütün bu zikrettiğimiz hadîsler, menkabeler
vesâireler büyük bir şeye delâlet etmektedir ki, bu büyük haslet, diğer
büyük ulemanın arasında sadece Ebu Hanîfe'ye mahsus kalmıştır. Nasıl mahsus
kalmasın ki, o zat Hazreti Ebu Bekiri's-Sıddîk (r.a.) gibidir. Fıkhı tedvin
ederek kazandığı ecri kendinin, başkalarının tedvin, te'lif ve ahkâmını onun
kurduğu büyük temeller üzerine tefri' ettikleri fıkhın ecri misli de haşr ve
kıyâmet gününe kadar onundur.
İZAH
Musannıf merhumun Ebu Hanîfe'yi Ebu
Bekiri's-Sıddîk (radıyallahû anh)e benzetmesinin vechi şudur:
Bu zatların ikisi de misli görülmemiş bir şeyi
ilk defa yapmışlardır. Hazreti Ebu Bekir, Peygamber (sallallâhû aleyhi ve
sellem)in vefâtından sonra Ömer (r.a.)ın meşvereti ile Kur'an-ı Kerim'i bir
araya toplayan ilk zattır. Ebu Hanîfe de fıkhı tedvin eden ilk zattır. Yahud
teşbih, Hazreti Ebu Bekir'in erkeklerden ilk Müslüman olmasına bakarak
yapılmıştır. Üstadımız Ba'lî «el-Eşbah» hâşiyesini şerhederken şöyle
demiştir:
«Birinci şık daha güzeldir. Çünkü onda vecih-i
şebe daha tamamdır. Bazıları ikinci şıkkın daha zâhir olduğunu söyleyerek,
«Zira Kur'an'ın bir defa toplandıktan sonra tekrar toplanması tasavvur
olunamaz», demişlerse de bu söz açık değildir. Kur'an ikinci defa
toplanmıştır. Toplayan da Hazreti Osman (r.a.) dır. Hazreti Ebu Bekir onu
mushaflarda cem etmemiştir. Malum olduğu şekilde onu Hazret-i Osman
toplamıştır.»
TENBİH: Sahih hadislerde buyurulmuştur: «Zulüm
yolu ile öldüren hiçbir nefis yoktur ki, Âdem'in ilkoğlunun onun günahından
nasibi olmasın. Her kim güzel bir çığır açarsa onun ecri ile kıyâmet gününe
kadar o çığırdan gidenin ecri -sevaplarından hiç bir azaltma yapılmaksızın-
kendine âittir. Ve her kim kötü bir çığır açarsa onun günahı ve kıyâmet
gününe kadar o çığırdan gidenin günahı-günahlarından hiçbir şey
azaltılmaksızın- kendine âittir».
«Her kim bir hayra delâlet ederse ona da o
hayrı yapanın ecri kadar sevap vardır»,
Ulema bu hadislerin İslâm'ın temellerinden
olduğunu söylemişlerdir. Yani bir kimse bir kötülük icâd ederse ona uyarak o
kötülüğü yapanların günahlarının bir misli de kıyâmete kadar kendinin
olacakdır. Hayır icad eden dahi öyledir. Onun icâd ettiği hayrı işleyenlerin
kazandıkları sevabın bir misli kıyâmete kadar kendinin olacaktır. Bahsin
tamamı Lakânî'nin «Umdetü'l-Mürid» adlı eserinin sonundadır.
METİN
Evliyâ-i kiramdan müşâhede meydanında at
oynatan ve mücâhede de sebat ile vasıflanan İbrahim b. Edhem, Şakik Belhî,
Ma'ruf Kerhî, Ebu Yezid Bistamî, Fudayl b. İyaz, Davud Tâî, Ebu Hâmid
el-Leffaf Halef b. Eyyûb, Abdullah b. Mübârek. Veki' b. Cerrâh, Ebu Bekir
Varrâk ve diğer pek çok zevât Ebu Hanîfe'nin mezhebine tâbi' olmuşlardır.
İZAH
Evliyâ, velinin cem'idir. Veli, feîl vezninde
ismi fâildir. ve araya isyan karışmamak üzere tâatı devam eden kimse
mânâsınadır. Bu kelime ism-i mef'ul mânâsına da gelebilir. Bu takdirde
kendisine, Allah'ın ihsânı kesilmeden devam eden kimse demek olur. Bir
kimsenin hakikatta velî olabilmesi için bu iki vasfın tehakkuku mutlaka
lâzımdır. Bir de peygamberin mâsûm olması nasıl şart ise velinin de mahfuz
olması şarttır. İmam Kuşeyrî'nin «Risâle» sinde böyle beyân edilmiştir.
Mücâhede, lügatta muhârebe mânâsına gelir,
Şeriatta ise kötülüğü emreden nefis ile muharebe etmek, Şeriatta matlûp olan
şeylerden nefse güç gelenleri ona yüklemektir. Buna Cihâd-i ekber (Büyük
cihad) adını veren hadis vârid olmuştur. Irakî bu hadisi Beyhakî'nin zayıf
bir senedle Câbir'den rivâyet ettiğini söylemiştir. Ayni hadîsi Hatib-i
Bağdadî. Tarihi'nde Hazret-i Cabir'den şu lâfızlarla rivâyet etmiştir:
«Peygamber (s.a.v.) bir gazadan geldi de. «Hoş
geldiniz! Ama küçük cihaddan büyüğe geldiniz», buyurdular. Ashap, büyük
cihad nedir? diye sordular. Resülüllah (s.a.v.) «Kulun heva hevesi ile
mücahedesidir», buyurdu».
İbrahim b. Edhem b. Mansur el-Belhî: Kral
çocuklarından idi. Bir gün ava çıkmış: kendisine bir ses, «Sen bunun için mi
yaratıldın?» diye seslenmiş. Bunun üzerine atından inerek bir çobanın
cübbesini almış ve yürüyerek Mekke'ye varmış, bilâhare Şam'a gelmiş ve orada
vefât etmiştir.
Şakik Belhi b. İbrahim: Meşhur bir âbid ve
zâhiddir. Kadı Ebu Yusuf'un sohbetinde bulunmuş, namaz bahsini ona okuyarak
dinletmiştir. Bunu Ebu'l-Leys «el-Mukaddime» nâm eserinde bildirmiştir.
Kendisi Hâtem-i Esam'mın üstâdıdır. İbrahim b. Edhem'le sohbette bulunmuş.
194 tarihinde şehid edilmiştir.
Ma'ruf Kerhî b. Feyrûb: Büyük meşâyihden duası
makbul bir zattır. Kabrinde yağmur duası yapılır. Kendisi Sırrîi Sakatî'nin
üstâdıdır. İkiyüz tarihinde vefat etmiştir.
Ebu Yezid Bistamî: Şeyhûlmeşâyih ve sebatkâr
bir zattır. İsmi Tayfur b. İsâ'dır. Dedesi Mecûsi imiş. Bilâhare müslüman
olmuş. Ebu Yezid 261 tarihinde vefat etmiştir.
Fudayl b. lyâz el-Horasani: Rivâyete göre
vaktiyle yankesicilerden imiş. Bir câriyeye âşık olarak duvarına tırmanmış.
O anda birinin, «İman edenler için kalplerinin korkması zamanı gelmedi mi?»
âyet-i kerimesini okuduğunu işitmiş ve hemen tövbe ederek Mekke'ye gelmiş.
Orada Harem-i Şerif mücâviri olarak kalmış. Mekke'de 187 tarihinde vefat
etmiştir. Dumayrî'nin beyânına göre Fudayl b. iyaz fıkhı Ebu Hanîfe'den
öğrenmiş. İmam Şafiî'den rivâyette bulunmuş; kendisi büyük bir imamdan ders
aldığı gibi ondan da büyük bir imam ilim öğrenmiştir. İki büyük imam yani
Buharî ile Müslim ondan hadis rivâyet etmişlerdir. Temimî ve başka biri onun
geniş hal tercemesini yazmışlardır.
Davud Tâî b. Nasr b. Nasir b. Süleyman
el-Kûfî: Âlim, âmil, zâhid, âbid bir zat olup İmam A'zam'ın ashabındandır.
Vaktiyle ilim, fıkıh dersi ve sâire ile meşgul iken sonra tenhayı seçerek
kendini ibâdete vermişler.
Muharip b. Disâr, «Davud, geçmiş ümmetlerde
olsa idi Allah Teâlâ mutlaka onu bize hikâye ederdi» demiştir. Ebu Nuaym,
Davud'un 160 tarihinde vefat ettiğini söylemiştir.
Ebu Hâmid el-Leffaf: Horasan meşâyihinin
büyüklerinden Ahmed b. Hadraveyh el-Belhî'dir. 240 tarihinde vefat etmiştir.
Halef b. Eyyüb : İmam Muhammed'le Züfer'in
arkadaşlarındandır. Ebu Yusuf'dan dahi fıkıh okumuştur. Zühd dersini İbrahim
b. Edhem'den almış; bir müddet onun sohbetinde bulunmuştur. Vefat tarihi
ihtilâflıdır. Esah kavle göre 215 tarihinde vefat etmiştir. Nitekim Temimî
de bunu söylemiştir. Rivâyete göre Halef şöyle demiştir:
«İlim, Allah'dan Muhammed (s.a.v.)e, ondan
ashab-ı kirama, onlardan tabiîne, onlardan da Ebu Hanîfe'ye geçmiştir.
İsteyen razı olsun, isteyen razı olmasın!».
Abdullah b. Mübarek: Zâhid, fakih, muhaddis
imamlardan biridir. Fıkıh, edebiyat, nahiv, lügat, fesâhat, vera' ve ibâdeti
kendinde cem etmiş, birçok eserler yazmıştır. Zehebî, «O; ilim, hadis ve
zühdde bu ümmetin erkânından biri olduğu gibi İmam Ahmed'in de üstadlarından
biridir. Ebu Hanîfe'den ders almış; onu birçok yerlerde medih etmiştir.
İmamlar onun lehine şehadette bulunmuşlardır» diyor. İbnü'l-Mübarek 171
tarihinde vefat etmiştir. Temimî onun terceme-i halini uzun uzadıya yazmış;
ona aid güzel haberler vermiştir. Mezhebin fürûuna dair birçok rivayetleri
vardır. Bunlar büyük eserlerde mevcuttur.
Veki' b. el-Cerrah b. Melih b. Adiy el-Kûfi:
Şeyhülislâm ve büyük imamlardan biridir. Yahya b. Eksem, «Veki' seneyi
oruçla geçirir; her gece Kur'an'ı hatmederdi» demiştir. İbn-i Maîn, «Ben
ondan faziletti bir kimse görmedim,» demiş, kendisine İbnu'l-Mubârek de mi
ondan faziletli değildi?» denilince, «İbnü'l-Mubarek'in fazileti vardı.
Lâkin ben Vekî'den faziletli kimse görmedim. Kıbleye dönerek namaz kılar;
boyuna oruç tutar, Ebu Hanîfe'nin kavli ile fetva verirdi. Ondan çok şeyler
dinlemişti. Yahya b. Said el-Kattân da Ebu Hanîfe'nin kavli ile fetva
verirdi», demiştir Veki' 198 tarihinde vefat etmiştir. Kendisi Şafiî ile
İmam Ahmed'in üstadlarındandır.
Ebu Bekir el-Verrâk: Muhammed b. Amre
Tirmizi'dir. Belh'de yaşamış; Ahmed b. Hadraveyh'in sohbetinde bulunmuştur.
Riyâziyat vesâire hakkında te'lifatı vardır. «el-Kınye» nâm eserde beyân
edildiğine göre Verrâk hacca diye yola çıkmış; bir konak yol aldıktan sonra
arkadaşlarına, «Beni geri çevirin! Ben bir konak mesafede yediyüz büyük
günah işledim», demiş, arkadaşları da onu geri çevirmişlerdir.
METİN
Bu zevat Ebu Hanîfe'de bir şübhe bulsalar ona
tabi' olmazlar, uymazlar ve muvafakat etmezlerdi. Üstad Ebu'lKasım
el-Kuşeyrî, mezhebinde son derece salâbetli ve bu tarikatta ileri
gelenlerden olduğu halde risalesinde şunları söylemiştir:
«Üstad Ebu Ali ed-Dekkâk'ı şöyle derken
işittim: Ben bu tarikatı Ebu'l-Kasım en-Nasr Ebâzi'den aldım. Ebu'l-Kasım da
ben onu Şiblî'den aldım dedi. O da Sırrı Sakatî'den, o da Mâ'ruf Kerhî'den,
o da Davud Tâî'den almış. Davud da ilim ve tarikatı Ebu Hanîfe'den almış».
İZAH
Ebu'l-Kasım: İbrahim b. Muhammed en-Nasr
Abâzî, Horasan'ın şeyhidir. Mekke'de mücâvir olarak yaşamış ve 357 tarihinde
orada vefat etmiştir.
Şıbli: İmam Ebu Bekir Dülef el-Bağdadî'dir.
Mâliki mezhebindedir. Cüneyd-i Bağdadî ile sohbet etmiş 334'de vefat
etmiştir.
Sırri: Ebu'l-Hasan b. Muglis es-Sakatî'dir,
Cüneyd'in dayısı ve üstadıdır. 257 tarihinde vefat etmiştir. Ebu Hanîfe bu
meydanın suvarisidir. Çünkü hakikat ilminin temeli ilim amel ve nefsin
tasfiyesidir. Bunlarla onu bil'umum selef uleması vasıflandırmışlardır. Onun
hakkında İmam Ahmed b. Hambel, «Ebu Hanîfe ilim. vera' zühd ve âhireti
tercih hususlarında kimsenin erişemeyeceği bir mevkide idi. Kadılığı kabul
etmesi için kamçılarla döğüldü: fakat kabul etmedi», demiştir. Abdullah b.
Mubarek de «Uyulmaya Ebu Hanîfe'den daha lâyık kimse yoktur. Zira o İmamdı.
Takva sahibi, nezih, âlim, fakih bir zat idi. İlmi öyle açıklamıştır ki, onu
hiçbir kimse bu derece basiret, anlayış, zekâ ve takva ile
açıklayamamış»tır. der. Sevrî'ye birisi «Ebu Hanîfe'nin yanından mı geldin?»
diye sormuş da «Gerçekden yeryüzünün en âbid adamının yanından geldim»
cevabını vermiş. Bunun misalleri çoktur. Bunları İbn-i Hacer ve diğer
mutemed ulema nakletmişlerdir.
METİN
Bütün bu zevat onu medih ve senâda bulunmuş;
faziletini ikrar etmişlerdir. Şaşarım sana kardeşim! Bu büyük zevat sona
örnek olamıyor mu? Bu ikrar ve iftiharlarında onlar müttehem mi idiler?
Halbuki kendileri bu tarikatın imamları, şeriat ve hakikatın erbabı idiler.
Bu hususda onlardan sonra gelenler, onlara tâbidirler. Onların itimad
ettiklerine muhalefet eden her şahıs merdud ve bid'atçıdır.
İZAH
Kadı Zekeriya'nın «Risaletü'l-Fetûhat»ında şu
satırlar vardır:
«Tarikat, şeriat yolunu tutmaktır. Şeriat,
mahdud birtakım şer'i amellerdir. Tarikat, Şeriat ve hakikatbirbirinden
ayrılmayan üç şeydir. Çünkü Allah Teâlâ'ya götüren yolun zâhir ve bâtını
vardır. Zahiri tarikatla Şeriat, batını da hakikattır. Hakikatın Şeriat ve
tarikat içindeki gizliliği, sütün içindeki kaymağın gizliliği gibidir. Süt
çalkalanmadan kaymağı çıkmaz.
Bu üç şeyden murad; kuldan beklenen kulluk
vazifesinin beklendiği şekilde yapılmasıdır».
Bu tarikat imamlarından sonra gelenler Şeriat
ve tarikat İlmi hususunda onlara tabidirler. Binaenaleyh mezkûr imamların
medar-ı iftiharı Ebu Hanife olduğu gibi onların medar-ı iftiharı da odur.
Tarikat imamlarının itimad ettikleri şeyden
maksad Ebu Hanîfe'yi medih ve senâ ve onunla iftihar etmeleridir. Bunlara
muhalefet edenler merdud ve bid'atçıdırlar.
METİN
Hâsılı Ebu Hanîfe'ye zühdü, verâı. ibâdeti,
ilmi ve anlayışı hususunda ortak olacak kimse yoktur. Aşağıdaki sözler İbn-i
Mubârek (r.a.)in Ebu Hanîfe hakkında söylediği beyitlerden alınmıştır:
«Gerçekten bütün beldeleri ve onlarda
yaşayanları, müslümanların İmamı Ebu Hanîfe ahkâm. âsar ve fıkıhla. sahife
üzerine yazılan Zebur âyetleri gibi süslemiştir. Onun bir eşi ne maşrıkta
vardır, ne de mağrip ve Küfe'de. Geceleri uyumamaya azmederek geçirir.
Gündüzleri de Allah korkusundan oruç tutardı. İmdi yüceliği hususunda Ebu
Hanîfe gibi kim olabilir! O halkın da, halifenin de imamıdır. Câhillik
ederek onu ayıplayanları ben Hakk'a muhalif görürüm. Hüccetleri de zayıfdır.
Bir fakihe eziyet vermek nasıl helâl olur ki, onun yeryüzünde şerefli
eserleri vardır».
İZAH
Ebu Hanîfe şer'î hükümleri delillerinden
istinbat etmiş (çıkarmış), onları tedvin ile müslümanlara öğretmiştir. Bu
sayede onlarla amel edilmiştir. Şüphesiz ki şer'î hükümlere inkıyad ederek
gerek hâkimlerin gerekse halkın onlarla amelde bulunması hem memleket hem de
halk için bir zînet ve süsdür. Dünya ve ahiret umuru bununla yoluna girer.
Zıddı cehalet ve fesaddır. Çünkü cehâlet beldeler yıkan, mamureleri harap
eden bir leke ve âr'dır.
Âsar: Eserin cem'idir. Müslim şerhinde Nevevî
şöyle diyor;
«Hâdis ulemasına göre eser, haber gibi merfu'
ve mevkuf rivâyetlere âmm ve şâmil bir kelimedir. Muhtar olan kavle göre bu
kelime gerek sahabiden, gerekse Peygamber (s.a.v.) den nakledilen rivayetler
hakkında mutlak kullanılır. Horasan fukahasından bazıları sahabiye mevkuf
olan rivâyetlere hassaten eser, merfu' hadislere de haber demişlerdir».
Gerçekten Ebu Hanîfe (rahimellah) bu bâbda da
imam idi. Hadisi dörtbin üstaddan okumuştur ki, bunlar. tabiînden ve gayri
tabiînden müteşekkil imamlardı. Bundan dolayı Zehebî ve başkaları onu
muhaddislerin hâfızlar tabakasından saymışlardır. Onun hadise az ehemmiyet
verdiğini söyleyenler ya dikkatsiz davranmış yahud hasedlerine kurban
olmuşlardır. Hadîsle az meşgul olan bir kimse, Ebu Hahîfe'nin istinbat
ettiği hükümleri nasıl istinbat edebilir! Halbuki tilmizlerinin
kitablarındaki ma'ruf hükümleri delillerinden hususi surette ilk istihraç ve
istinbat eden odur. En mühim bir vazife olan bu istinbat meselesiyle meşgul
olduğu için, hadisi hariçde duyulmamıştır. Nitekim Hazret-i Ebu Bekir'le
Ömer (r.a.) müslümanların umumî işleri ile meşgul oldukları için hariçde
sahabenin küçükleri kadar hadis rivayet ettikleri görülmemiştir.
İmam Malik ile Şafiî de öyledir. Onların da
Ebu Zür'a ve İbn-i Maîn gibi kendilerini hadis rivayetine veren zevat
derecesinde hadis rivâyet ettikleri duyulmamıştır.
Çünkü onlar delillerden hüküm istinbatı ile
meşgul olmuşlardır. Şu da var ki. dirayetsiz olarak çok hadis rivayeti pek
methedilecek bir şey değildir. Hatta Zemmî hakkında İbn-i Abdi'l-Ber, ayrıca
bir bâb yazmıştır. İbni Abdi'l-Ber, «Müslüman cemaatının fukahasiyle
ulemasının kavillerine göre anlayıp incelemeden çok hadis rivayet etmek
mezmumdur (çirkindir)», diyor. İbn-i Şubrume, «Az rivayet et ki, fakih
olasın! » demiş. İbn-i Mubarek de şunları söylemiştir: «İtimad edeceğin şey
hadis olsun! Rey ve fikirden sana hadisi izah edecek kadariyla iktifa et!».
Ebu Hanife'nin özürlerinden biri şu sözünün
ifade ettiği mânâdır:
«Bir adamın işittiği gün ezberleyip edâ ettiği
güne kadar hatırında tutamadığı bir hadisi rivayet etmemesi lâzımdır». Demek
ki o, rivayeti ancak ezberleyen kimseye câiz görmüştür. Hatîb Bağdadî,
İsrâil b. Yunus'un şu sözünü rivayet eder: «Numan ne iyi adamdı! İçinde
fıkıh bulunan bir hadisi ne kadar güzel beller; onu ne kadar inceler ve
ondaki fıkhı ne kadar çok bilirdi». Tamamı İbn-i Hacer'in
«el-Hayretü'l-Hısan» adlı eserindedir.
İbn-i Mubârek'in sözündeki « f ı k ı h »,
tevhid ilmine de şâmildir. Çünkü Ebu Hanîfe'nin tarifine göre fıkıh; nefsin,
leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Metindeki teşbih hüküm hususunda
değil, izah ve beyan hususundadır. Çünkü Zebur mev'ızalardan ibâretti.
Mamafih zînet hususunda yapılmış da olabilir. Bu takdirde mânâ şöyle olur:
Ebu Hanîfe beldeleri ve insanları, nakışların
kağıtları süslediği gibi süslemiştir.
Mağrible maşrıktan karine ile onların arası da
anlaşıldığı halde ayrıca Kûfe'yi zikretmesi bu şehir Ebu Hanîfe'nin vatanı
olduğu içindir, yahut o gün İslâm şehirlerinin en büyüğü Kûfe olduğundan
hassaten onu anmıştır. Kâmus'da beyan edildiğine göre Kûfe, yuvarlak kızıl
kum yahud içersine çakıl karışmış kum mânâsınadır. Irak'ın büyük şehri.
İslâm'ın kubbesi ve müslümanların hicret yeri Kûfe'yi Sd'd b. Ebî Vakkas
(r.a.) te'sis etmiş, mescidini de o yapmıştır. Burası Hazreti Nuh
Aleyhisselam'ın yeri imiş.
Bu şehre Küfe denilmesi yuvarlak ve insanların
toplantı yeri olmasındandır.
«Tenviru's-Sahife» adlı eserde İbn-i
Mubarek'in şiirine şu beyitler de ilâve edilmiştir:
«Dilini de her iftiradan korudu. Bütün âzâsı
iffetli idi.»
«Haram şeylerden ve eğlencelerden korunurdu.
Allah'ın rîzası ona vazife idi.»
Biz bu beyitlere şâhid olmak üzere İbn-i
Hacer'den birkaç söz naklediyoruz:
«Hâfız Zehebî der ki: Ebu Hanîfe'nin gece
namazı, teheccüd ve teabbüdü tevatürle sabit olmuştur. Yani geceleyin çok
namaz kıldığı için kendisine «veted» (kutup) denilmesi bundandır. Hatta
geceyi, bir rekâtta Kur'an-ı Kerim'i okumak suretiyle otuz sene ihya
etmiştir. Geceleyin ağladığı işidilir; komşuları kendisine acırlardı. Bir
adam İbn-i Mubarek'in yanında Ebu Hanîfe'ye söğmüş de İbn-i Mubarek' ona şu
karşılığı vermiş: «Yazık sana. Kırkbeş sene beş vakit namazı bir abdestle
kılan biradama söğüyor musun"? O bir rekâtta bütün Kur'an'ı okurdu. Ben
bildiğim fıkhı ondan almışımdır».
Hasan b. Umâre, Ebu Hanîfe'nin cenazesini
yıkarken şunları söylemiştir: «Allah sana rahmet ve mağfiret eylesin! Otuz
seneden beridir oruçsuz kalmadın. Arkada bıraktıkları mahzun, âbidleri
dilhûn ettin!». Fadl b. Dükeyn de şöyle demiştir: «Ebu Hanîfe heybetli idi,
yalnız cevap vermek için konuşur; işine girmeyen hususatta söz etmez;
konuşulanı da dinlemezdi. Biri kendisine; Allah'dan kork, dedi. O hemen
silkindi ve başını eğdi. Sonra; «Kardeşim, Allah sana hayır mükâfatı ihsan
etsin! İnsanlar her zaman kendisine Allah'ı hatırlatacak kimseye ne kadar da
muhtaçtırlar.» dedi».
Hasan b. Salih dahi, «Ebu Hanîfe son derece
takvâ sahibi, haramdan korkar, şüphe endişesiyle birçok helâl şeyleri terk
ederdi. Ben onun kadar kendini koruyan bir fakih görmedim» demiştir.
METİN
İbn-i İdris dahi sahih nakle göre lâtif
hikmetleri meyanında şunu söylemiştir: «İnsanlar fıkıhda İmam Ebu Hanîfe
fıkhının iyalidirler. Ebu Hanîfe'nin kavlini reddedene Rabbimiz, kumların
sayısınca lânet eylesin.».
İZAH
İbn-i İdris'den murad; İmam Şafii (radıyallahü
anh)dir. İsmi Muhammed b. İdris eş-Şafiî el-Kureşî'dir. İbn-i Hacer'in
beyânına göre İmam Şafiî. «Her kim fıkıhda derinleşmek isterse o kimse Ebu
Hanîfe'nin ıyalidir. Çünkü o kendisine fıkıh ihsan edilenlerdendir»
demiştir. Bu sözü İmam Şafıî' den Harmele rivayet etmiştir. Rebî'in
rivâyetine göre ise Hazret-i Şafiî, «İnsanlar fıkıhda Ebu Hanîfe'nin
ıyalidir. Ben ondan daha fakih kimse görmedim» demiştir, Şafiî'nin, «Bir
kimse Ebu Hanîfe'nin kitablarına bakmazsa ne ilimde derinleşir. ne fakih
olur» dediği de rivayet olunmuştur.
Musannıf lâtif hikmetleri açıkça boyan
etmemişse de onlardan bazıları halkı İmam A'zam mezhebine teşvik, onu
ayıplayanlara red cevabı, bu büyük imam hakkındaki kanâatı beyan ve
geçmişlerin faziletini ikrar gibi şeylerdir.
lyalden murad; bir kimsenin geçimlerini
sağladığı çoluk çocuğu ve aile efradıdır.
İmam Şafii'nin lânet ettiği kimseler, Ebu
Hanife'nin ahkâm-ı şer'iyye bâbındaki sözlerini hakaretle reddedenlerdir.
Lâneti hak eden bunlardır. Yoksa mücerred istidlal hususunda ona ta'n
edenler lanete müstahak değillerdir. Çünkü büyük imamlar birbirlerinin
kavillerim reddedegelmişlerdir. Ebu Hanîfe Hazretleri'nin şahsına ta'n etmek
de lânete sebeb olamaz. Bu nihayet haram işlemekten ibarettir, lâneti
gerektirmez. Ancak Şafiî'nin sözünde muayyen bir şahsa lânet yoktur. Onun
sözü yalancılara ve emsali asîlere yapılan lânet kabilindendir. Bunu iyi
anlamalı!
METİN
İmam A'zam'ın babası Sûbit'in Haz. Ali İbni
Ebi Talip (r.a.)e yetişdiği sübut bulmuştur. Hazreti Ali kendisine ve
zürriyetine bereket duasında .bulunmuştur. Sahih kavle göre Ebu Hanife
hadîsi eshabı kiramdan yedi zattan dinlemiştir. Nitekim «Münyetü'l-Müfti»
nâm kitabın sonlarında izab edilmiştir. Yaş itibariyle yirmi sahabiye
yetişmiştir. Bu da «Ziya» nâm kitabın başlarında izahedilmiştir.
İZAH
İbn-i Hilligân'ın tarihinde Hatîb-i
Bağdadi'den naklen rivâyet edildiğine göre Ebu Hanîfe'nin torunu şöyle
demiştir:
«Ben İsmail b. Hammâd b. Numan b. Sabit b.
Numan b. Merzabân'ım. Acemlerin hür evladındanım. Vallahi bizim neslimize
astâ kölelik arız olmamıştır.
Dedem Ebu Hanife 80 tarihinde doğmuş ve Sabit
Ali İbni Ebi Talip (r.a.)e gitmiş. Dedem o zaman küçükmüş. Hazreti Ali ona
ve zürriyetine bereket duasında bulunmuş. Biz Hazreti Ali'nin hakkımızda
yaptığı duanın Allah tarafından kabul buyurulmasını niyaz eyleriz. Numan b.
Merzabân Sabit'in babasıdır. Hazreti Ali'ye mihrecan günü yani bayram günü
palûze hediye eden zat odur.
Ali (r.a.) bize, her gün böyle bayram yapın
demiştir. Bundan anlaşılıyor ki, bazı kitaplarda kaydedilen «Sabit, dedemi
Hazreti Ali'ye götürdü» ifadesi açık değildir. Çünkü Hazreti Ali hicretin
kırkıncı yılında vefat etmiştir. Nitekim İrakî'nin «Elfiyesi» nde de böyle
denilmektedir. Anlaşılan ibâredeki «biceddî» sözü kâtiplerden biri
tarafından ziyâde edilmiştir. Yahut kelimedeki «b» harfi ziyadedir. Aslı
«ceddî» şeklindedir.
Sahabeden hadis rivayetine gelince:
Müteahhirin muhaddislerden İmam A'zam'ın
menâkıbı hakkında büyük bir kitab te'lif eden bir zat şöyle diyor: «Ebu
Hanîfe'nin Ebu Yusuf, Muhammed b. Hasen, İbni Mubarek, Abdürrezzâk ve
diğerleri gibi büyük ashabı, bu hususta ondan hiçbir şey nakletmemişlerdir.
Böyle bir şey olsa naklederlerdi. Çünkü bu iş muhaddislerin yarış ettikleri
bir meseledir.
Onunla pek çok iftihar ederler. Bir de onun
sahabiden dinlediğini ifade eden her hadisin senedi yalancı râvilerden hâli
değildir.
Enes'i görmesine ve sahabeden bir cemaata
yaşça yetişmesine gelince: Bunların ikisi de doğrudur. Bunda şübhe yoktur.
Aynî, İmam A'zam'ın sahabeden bir cemaattan hadis dinlediğini ispat etmişse
de arkadaşı Hâfız Kasım el-Hanefi bunu reddetmiştir. Zâhire göre yetiştiği
ashabdan hadis dinleyememesinin sebebi ilk zamanlarında ticaretle meşgul
olmasıdır. Sonra kendisini Şabî irşat etmiş, ondan necabeti, asaleti görünce
kendisini ilimle meşgul olmaya teşvik etmiştir.
Hadis ilminden en az nasibi olan bir kimse bu
söylediğimin aksini iddia edemez. Lâkin Aynî'nin sözünü hadis ulemasının şu
kaidesi te'yid etmektedir: Bir hadisi muttasıl olarak rivayet eden ravi,
mürsel veya münkatı' rivayet edene tercih olunur. Çünkü muttasıl rivayet
edende fazla ilim vardır. Bunu bellemelisin, zira mühimdir. Her ne hal ise,
Ebu Hanîfe tâbiîndendir.
Hâfız Zehebî ile Hâfız Askalânî ve başkaları
buna katiyetle kaildirler. Askalânî şöyle demiştir: «Ebu Hanîfe ashabı
kiramdan bir cemaata yetişmiştir ki kendisi 80 tarihinde Kûfe'de doğduktan
sonra da bu zevat oradaydılar». Onun muasırları olan şehirler, imamlarından
hiçbirine bu nasip olmamıştır. Mesela Şam'da Evzaî, Basra'da iki tane
Hammâd, Kûfe'de Sevrî, Medine-i Münevvere'de Mâlik, Mısır'da Leys b.Sa'd
gibi zevat bulunuyorlardı.
Yaşca yetişmekten murad: Onların zamanında
bulunmasıdır. Velev ki hepsini görmemiş olsun. «Ziyâ» nam eserde adları
geçen ashab-ı kiram şunlardır: İbn-i Nüfeyl, Vâsile, Abdullah b. Âmir, İbn-i
Ebi Evfâ, İbn-i Cüz, Utbe, Mıkdâd, İbn-i Büsr, İbn-i Sa'lebe. Sehl b. Sa'd,
Enes, Abdurrahman b. Yezîd, Mahmud b. Lebîd, Mahmud b. Rebî, Ebu Ümâme ve
Ebu't-Tufeyl. Aynı eserde bunlar 18 sahabidir. İhtimal benim muttali
olamadığım başkalarına da yetişmiştir deniliyorsa da görüldüğü vecihle
sayılanlar 18 değil 16'dır.
«Tenviru's-Sahife» nâm eserde bunlara ilâveten
Amr b. Hureys, Amr b. Seleme, İbn-i Abbas ve Sehl b. Huneyf zikredilmiş.
Sonra ve diğer büyük ashab-ı kirama yetişmiştir, denilmiştir.
METİN
Allâme Şemsüddin Muhammed Ebu'n-Nasr b.
Arabşâh el-Ensârî, el-Hanefi, Cevahiru'l-Akaid ve Dürerü'l-Kalaid» ismini
verdiği manzum el fiyesinde; İmam A'zam Ebu Hanîfe'nin sekiz sahabiden hadîs
rivâyet ettiğini söylemiş, şöyle demiştir:
«İlim ve dinde imamların öncüsü, ümmetin
kandili, tabiînden şânı büyük, sahevetli Ebu Hanîfete'n-Numan'ın mezhebine
itikad ederek söylüyorum ki, kendisi, Peygamberin ashabından bir cemaata
yetişmiş. onların izinden giderek koyu sapıklıktan salim, açık bir yol
tutmuştur».
Hazret-i İmam, Enes, Câbir, İbn-i Ebi Evfâ,
Âmir yani Ebu't-Tufeyl b. Vâsile, İbn-i Üneys, Vâile, İbn-i Cez' ve bintı
Acret'den hadîs rivâyet etmiştir. Binti Acred ile sekiz tamam olmuştur.
Allah onlardan ve cümle ashab-ı kiramdan razı olsun.
İZAH
Enes b. Malik (r.a.) büyük bir sahabî ve
Rasûlüllah (s.a.v.) in hizmetkârıdır. Basra'da bir rivayete göre 92, diğer
bir rivayete göre 93 tarihinde vefat etmiştir. Nevevî ve başkaları 93
tarihini tercih etmişlerdir. Vefatında 100 yaşını geçmişti.
İbn-i Hacer, Ebu Hanîfe'nin küçüklüğünde onu
gördüğü sahihdir, demiştir. Nitekim Zehebî de ayni şeyi söylemiştir. Bir
rivayette Ebu Hanîfe «Ben Hazret-i Enes'i birkaç kere gördüm, sakalını
kırmızıya boyardı», demiştir. Ebu Hanîfe'nin ondan üç hadis rivayet ettiği,
birkaç tarikle naklolunmuştur. Lâkin hadis imamları bunların hadis
uydurmakla müttehem ravilere istinad ettiğini söylerler.
Ulemadan birinin beyanına göre; allâme
Taşköprü, Ebu Hanîfe'nin Hazreti Enes'den hadis dinlediğini ispat eden sahih
nakilleri uzun uzadıya sıralamıştır. İsbad eden hadis, nefi'den hadise
tercih olunur.
Cabir'den murad; Hazret-i Cabir b. Abdullah
(r.a.) dır. Fakat buna itiraz olunmuş ve «Hazret-i Cabir 79 tarihinde yani
İmam A'zam'ın doğmasından bir sene önce vefat etmiştir» denilmiştir. Bundan
dolayıdır ki Ebu Hanîfe'nin Cabir (r.a.)den, onun da Peygamber (s.a.v.)den
naklen rivayet ettiği hadis mevzû'dur, yani uydurmadır demişlerdir. Hadis
şudur. «Resulüllah (s.a.v.) çocuğu olmayan bir zata çok istiğfar etmesini ve
sadaka vermesini emir buyurdu. O da bunları yaptı, müteakiben dokuz erkek
evladı doğdu.». Lâkin Tahtavî'nin Harezmî şerhinden naklettiğine göre İmam
A'zam sâirhadislerinde işittim tabirini kullanmış, fakat Cabir (r.a.) den
rivayet ettiği hadisde bu tabiri kullanmamış, sadece Cabir'den rivayet
olundu, demiştir. Nitekim mürsel hadislerde tabiînin âdetleri budur. İmam
A'zam'ın 70 tarihinde doğduğunu söyleyenlere göre onun Hazret-i Cabir'den
hadis rivayeti doğrudur, demek de mümkündür.
Ben derim ki : Mezkûr hadis İmam A'zam'ın
Müsned'inde mevcud ise olsa olsa mürseldir. Ama uydurmadır diye hüküm
vermeye imkân yoktur. Çünkü Hazret-i İmam hüccettir, mevsuktur. Hadis
uydurmaz, hadis uydurandan rivayette de bulunmaz.
İbn-i Ebi Evfâ'nın ismi Abdullah'dır. Hazreti
Abdullah Kûfe'de vefat eden ashab-ı kiramın sonuncusudur. Bir rivayete göre
86, diğer bir rivayete göre 87 tarihinde vefat etmiştir. 88'de vefat
ettiğini söyleyenler de vardır.
İbn-i Hacer diyor ki: «İmam A'zam şu mütevatir
hadisi ondan rivayet etmiştir: «Her kim Allah için bir mescid bina ederse,
velev ki katat (bağırtlak) kuşunun yuvası kadar olsun, Allah ona cennette
bir köşk bina eder.»
Ebu't-Tufeyl b. Vâsile alelıtlak ashab-ı
kiramın en son vefat edenidir. Mekke'de vefat etmiştir. Bazıları Kûfe'de
vefat ettiğini söylerler.
Irakî'nin kat'iyetle söylediğine göre 100
tarihinde vefat etmiştir. Zehebî 110 tarihinde vefat ettiğinin doğru
olduğunu söylemiş, bazıları bunun 127 olduğunu iddia etmişlerdir.
Ulemadan biri imam A'zam Hazretleri'ne isnad
ederek onun şöyle dediğini tahriç etmiştir:
«Ben 80 tarihinde doğdum. Abdullah b. Üneys
(r.a.) Kûfe'ye 94 tarihinde geldi. Kendisini gördüm ve ondan Resülüllah
(s.a.v.) in şu hadisi şerifini dinledim:
«Bir şeyi sevmen gözünü kör, kulağını sağır
eder. » Buna itiraz olunmuş hadisin senedinde iki tane mechül ravi olduğu
İbn-i Üneys'in de 54 tarihinde vefat ettiği söylenmiştir. Fakat buna cevap
verilmiş, ashab-ı kiramdan 5 kişinin isminin Abdullah olduğu, ihtimal ki bu
Abdullah'ın Cühenî'den başkası olacağı bildirilmiştir. Ancak bu da
reddedilmiş «Başkaları Kûfe'ye girmemiştir». denilmiştir.
Vesile b. Eskâ Şam'da 83 veya 85 yahut 86
tarihlerinde vefat etmiştir. İmam A'zam ondan iki hadis rivayet etmiştir.
Bunlardan birincisi: «Din kardeşinin başına
gelen bir belâya sevinme! Zira Allah ona âfiyet verir de seni mübtelâ
kılar.»
İkincisi ise «Sana şübhe veren şeyi bırak!
şübhe vermeyeni al!» hadisleridir. Birinci hadisi Tirmizî başka bir
vescihden de rivâyet etmiş ve hasen olduğunu söylemiştir. İkincisi ashab-ı
kiramdan bir cemaat tarafından rivayet edilmiştir. Hadis imamları onun sahih
olduğunu kabul etmişlerdir.
İbn-i Cez Abdullah b. Hars b. Cez'dir.
Ebu Hanîfe'nin babası ile birlikte 96
tarihinde hac ettiği ve bu Abdullah'ı Mescid-i Haram'da ders okuturken
gördüğü, ondan hadis dinlediği dahi rivayet edilirse de bu rivayeti ulemadan
bir cemaat reddetmişlerdir. Reddedenler arasında Kasım-ı Hanefî de vardır.
Reddin sebebi hadisin senedinde kalb ve tahrif yapılmış olması ve râvileri
arasında bilittifak yalancı bulunmasıdır. Bir sebebi de İbn-i Cez'
Hazretleri'nin Mısır'da vefat etmesidir. Ebu Hanîfe o zaman altı yaşlarında
imiş İbn-i Cez' bumüddet-te Kûfe'ye girmemiş.
Binti Acred'in ismi Âişe'dir. Buna da itiraz
olunmuş, «Zehebî ile Şeyhûl İslâm İbn-i Hacer'in sözlerinden anlaşıldığına
göre bu kadın sahabi değildir. Hatta hemen hemen kendisini tanıyan da
yoktur» denilmiştir. Bu sebeble Ebu Hanîfe'nin ondan rivayet ettiği
bildirilen şu sahih hadis reddedilmiştir:
«Allah'ın yeryüzündeki ordularının adetçe en
çok olanı çekirgedir. Ben önu yemem oma haram da etmem». Bu hadisi İbn-i
Hacer Heytemî rivayet etmiş ve burada İmam A'zam'ın kendilerinden hadîs
rivayet ettiği bildirilen ashab-ı kirama şunları da ilave etmiştir:
Sehl b. Saad: Vefatı 88'dir, ondan sonra vefat
ettiğini söyleyenler de vardır.
Sâid b. Yezîd 91. yahut 92, yahut 94
tarihlerinde vefat etmiştir. Abdullah b. Büsr : 96 tarihinde vefat etmiştir.
Mahmud b. Rabi' 99'da vefat etmiştir.
METİN
Ebu Hanîfe 150 tarihinde Bağdad'da vefat
etmiştir. Kadılığı kabul etmediği için 70 yaşında olduğu halde hapishanede
öldüğü söylenir. Onun vefat ettiği gün İmam Şafii (r.a.) doğmuştur. Bu da
onun menâkıbından sayılır.
İZAH
Ebu Hanîfe'ye teklif edilen kadılık,
Kâdı'l-Kudât makamı idi. Bu makamda oturan zat bütün İslâm kadılarına
hükmederdi. Kendisini bu makama Halife Mansur davet etmiş, fakat o kabul
etmemişti. Bunun üzerine Mansur, kendisini hapsetti. Artık her gün hapisten
dışarıya çıkarılarak sırtına on kırbaç vurulur ve sokaklarda gezdirilerek
aleyhine nidâ edilirdi. Daha sonra öyle şiddetle dövüldü ki üzerinden kanlar
topuklarına aktı ve aleyhine nidâ edildi. Fakat Hazret-i İmam halini
değiştirmedi. Nihayet son derece tazyike maruz bırakıldı. Hatta yiyeceği,
içeceği hususunda da meşâkkatlere muztar kaldı. Bunun üzerine ağladı ve
olanca gücü ile dua etti ve nihayet beş gün sonra vefat etti.
Ulemadan bir cemaatın rivayetine göre Hazret-i
İmam'a bir kadeh zehir verilmiş, o bunu içmekten imtina ederek «Ben kendimi
öldürmeye yardım edemem», demiş. Bunun üzerine zehir zorla ağzına dökülmüş.
Bu işin Halîfe Mansur'un huzurunda yapıldığı söylenir.
Sahih rivayete göre Hazret-i İmam öleceğini
anlayınca secdeye varmış ve secdede iken vefat etmiştir. Bunun sebebinin
bazı düşmanlarının Halife Mansur'un huzurunda yaptıkları desise olduğu
söylenir. Bunlar Basra'da Mansur'a karşı çıkan İbrahim b. Abdullah b. Hasen
b. Hüseyin b. Ali'yi, Ebu Hanîfe'nin ayaklandırdığını söylemişlerdir. Bu
sebeble Mansur kabul etmeyeceğini bildiği halde ondan kadı olmasını
istemiştir. Tâ ki öldürmeye imkân bulabilsin.
Temîmî'nin beyanına göre Hatîb Bağdadî senedi
ile rivayet etmiştir ki Ebu Hübeyre Mervan'ın Irak valisi imiş. Bu adam Kûfe
kadılığını kabul etmesi için Ebu Hanîfe ile konuşmuş. Hazreti İmam bunu
kabul etmeyince kendisini 110 kırbaç vurmak suretiyle dövmüş, sonra serbest
bırakmış.
İmam Ahmed b. Hanbel, bu kıssa anlatılınca
ağlar ve İmam Hazretleri'ne acırmış. Bilhassa kendisi de dövüldükden sonra
daha da çok ağlamıştır. Anlaşılıyor ki dövülme hâdisesi iki defa olmuştur.
Çünkü Mervan oğullan Mansur'dan öncedir. Mansur, Abbas oğullarındandır.
Binaenaleyh Ebu Hübeyre kıssası evvel geçmiştir.
Faide: İmam A'zam'ın 80 tarihinde doğup 150
tarihinde vefat ettiğini gördük. Kendisi 70 sene yaşamıştır.
İmam Mâlik: 90 tarihinde doğmuş, 159'da vefat
etmiştir. 89 sene yaşamıştır.
İmam Şâfii: 150 tarihinde doğmuş, 204'de vefat
etmiştir. 54 sene yaşamıştır.
İmam Ahmed: 164 tarihinde doğmuş, 241'de vefat
etmiştir. 77 sene yaşamıştır.
METİN
Söylendiğine göre talebelerinin İmam A'zam'a
muhalefet etmelerinin sebebi şudur: Hazret-i İmam çamurda oynayan bir çocuk
görmüş de düşmesin diye ona tenbihde bulunmuş. Çocuk ona şu cevabı vermiş:
«Düşmekten sen sakın, çünkü âlimin sukutu âlemin sukutudur». İşte o zaman
Hazret-i İmam arkadaşlarına şunu söylemiştir: «Elinizde bir delil bulunursa
onunla hükmedin».
İZAH
Âferin bu çocuğa,! çok hikmetliymiş. kendi
düşmesinin, vücuduna zararı olsa da dine bir zararı dokunmayacağını bilmiş.
Bu âdeta düşmek sayılmaz. Ama bir âlimin hak yolunda düşmesi böyle değildir.
Çünkü âlim maksadına nâil olmazdan önce ilmî gücünü sarfetmeden düşerse,
bundan ona tâbi olanların da düşmesi lâzım gelir ve zararı hepsine âid olur.
Bu ise dinde zarardır.
Teâlâ Hazretleri'nin, «Gerçekten zararlı
körlük, gözlerin görmemesi değil, ancak ve ancak kalplerin körlüğüdür»,
âyet-i kerimesi bu kabildendir.
İmam Ebu Cafer'in rivayetine göre şakîk-i
Bethî şöyle dermiş: «İmam Ebu Hanîfe insanların en takvalılarından, en âbid,
en kerim ve dinde en ihtiyatlılarından. Allah'ın dini hususunda kendi reyi
ile söz söylemekten en uzak olanlarından biri idi. İlmî bir mesele hakkında
bütün arkadaşlarını toplayarak bir meclis kurmadıkça hüküm vermezdi. Bütün
arkadaşları o meselenin şeriata muvafık olduğunda ittifak ederse, o zaman
Ebu Yusuf'n yahut başka birine «Bu meseleyi filan bâb'a koy», derdi».
İmam Şa'rânî'nin «el-Mizân» namındaki
kitabında böyle beyan edilmiştir: Tahtâvi'nin Müsned-i Harezmî'den
naklettiğine göre Hazret-i İmam'ın etrafında 1000 kadar talebesi
toplanmıştır. Bunların en büyükleri ve en faziletlileri 40 kişidir ki hepsi
içtihad mertebesine ulaşmışlardır. Ebu Hanîfe bunları yanına çağırarak
kendilerine şunu söylemiştir: «Ben sizin için bu fıkhın ağzına gem, sırtına
eğer vurdum, siz de bana yardım edin! Çünkü insanlar beni Cehennemin üzerine
köprü yaptılar. Menzil-i maksuda benden başkası varacak, oyun benim sırtımda
oynanacaktır».
Bir hâdise vukubuldu mu talebesini toplar
onlarla müşavere eder. münazarada bulunur, konuşur, sorar, bildikleri haber
ve eserleri dinler, kendi bildiğini ortaya atar, onlarla bir ay yahut daha
fazla münazara eder, nihayet son söz karara bağlanınca Ebu Yusuf onu tesbit
ederdi.
Ebu Yusuf bütün aslî meseleleri bu şûrâ yolu
ile tesbit etmiştir. Yoksa Ebu Hanîfe, diğer imamlargibi bu hususta tek
başına hareket etmemiştir.
Ebu Hanife talebesine, «Delil bulursanız
onunla hüküm verin» demiş. Onlar da bu söze göre hareket etmişlerdir.
Neticede Ebu Yusuf'la Muhammed, mezhebin aşağı
yukarı üçde biri hususunda üstadlarına muhtelif içtihadlarda bulunmuşlardır.
Ancak bunların ekserisinde İmam A'zam'ın kavline itimad olunmuştur.
METİN
Artık talebesinden her biri onun bir
rivayetini alır. o rivayeti tercih ederdi. Bu onun son derece ihtiyatından,
vera' ve takvasındandır.
İZAH
Demek oluyor ki talebesinden hiçbiri onun
sözlerinden dışarı çıkmamıştır. Onun içindir ki «el-Valvalciye» nâm eserin
cinâyât bahsinde beyan edildiğine göre Ebu Yusuf, «Ben Ebu Hanîfe'ye muhalif
hiçbir söz söylememişimdir. Söyledimse o sözü vaktiyle mutlaka İmam Ebu
Hanife söylemiştir» demiştir.
İmam Züfer'in dahi, «Ben Ebu Hanife'ye hiçbir
hususta muhalefet etmedim, ancak vaktiyle söyleyip sonra rücu ettiği sözünü
aldım» dediği rivayet olunmuştur. Bu gösteriyor ki talebesi muhalefet yolunu
tutmuş değillerdir. Bilakis içtihad ve reyleri ile söyledikleri sözleri,
isnadları Ebu Hanîfe'nin sözüne tâbi olarak söylemişlerdir.
«el-Hâvi'l-Kudsî» nâm eserin sonunda şöyle deniliyor:
«Bir kimse onun talebelerinden birinin kavli
ile amel ederse, kat'i olarak bilmelidir ki, Ebu Hanîfe'nin kavli ile amel
etmiştir. Çünkü onun Ebu Yusuf, Muhammed, Züfer ve Hasan gibi bütün büyük
ashabından rivayet olunduğuna göre bu zevatın hepsi, biz bir meselede bir
söz söylersek o söz mutlaka Ebu Hanîfe'nindir, demişler ve üzerine ağır
yeminler vermişlerdir. Şu halde fıkıhta hiçbir cevap ve mezhep tahakkuk
etmemiştir ki, ona aid olmasın. Başkasına ancak mecaz yolu ile nisbet
edilir. Çünkü onun sözüne uymuştur».
Müçtehid, bir sözden dönerse artık o söz onun
olmaktan çıkar. Hatta «el-Bahr» nâm eserin kaza bahsinde sarahaten
bildirildiğine göre zâhir-i rivayeden hariç olan söz, Ebu Hanîfe'nin döndüğü
sözdür. Onun döndüğü söz ise kendisinin değildir. Yine ayni eserde şöyle
denilmektedir: «Müçtehidin döndüğü söz ile amel caiz değildir». Böyle olunca
onun ashabının ona muhalif olarak söyledikleri söz Ebu Hanîfe'nin mezhebi
değildir. Ve talebelerinin sözleri kendi mezhepleri olur. Halbuki biz
başkasının değil, onun mezhebini taklid etmeyi iltizam etmiştik. Onun
içindir ki «bizim mezhebimiz Hanefî'dir, diyoruz. Yusufî vesaire demiyoruz»
dersen ben de derim ki: Bu suale şöyle cevap verilebilir:
Hazret-i İmam talebelerine kendi kavillerinden
hangisine uygun delil bulurlarsa onu almalarını emredince onların
söyledikleri kendi sözü,olmuş olur. Çünkü onun kurduğu kaidelere ibtina
etmektedir. Binaenaleyh bu söz her vecihle döndüğü sözlerden değildir. Ve
onun mezhebinden olur. Bunun nazîri allâme Bîrî'nin «el-Eşbâh» şerhinde
naklettiği şu sözdür: «Hadîs sahih olur damezhebin hilâfını ifade ederse,
hadisle amel edilir. Ve bu hadis onun mezhebi olur. İmam A'zam'ı taklid eden
bir kimse o hadisle amel etmekle onun mezhebinden çıkmış olmaz». Sahih
rivayete göre Hazreti İmam, «Hadîs sahih ise benim mezhebimdir» demiştir.
Bunu İbn-i Abdi'l Ber ve başkaları diğer imamlardan da rivayet etmişlerdir.
Nitekim İmam, Sa'ranî dört mezhep imamının ayni sözü söylediklerini
nakleder. Malumdur ki bu iş, delillere bakarak onların muhkemini, mensubunu
anlayanlara mahsustur. Ehl-i mezhepten olanlar bir delile bakıp onunla amel
ederlerse, o delilin mezhebe nisbet edilmesi sahihdir. Çünkü mezhep
sahibinin izni ile sadır olmuştur. Şüphesiz o zat bu delilin zayıf olduğunu
bilmiş olsa ondan döner ve daha kuvvetli delile tabi olur. Bundan dolayıdır
ki, muhakkik İbn-i Hümâm bazı ulemanın İmameyn kavli üzere fetva vermelerini
reddetmiş. İmam A'zam'ın kavlinden ancak delili zayıf ise o zaman
vazgeçilir» demiştir.
METİN
Bir de ulemanın ihtilâfının rahmet
eserlerinden olduğunu bilmesidir. İhtilaf ne kadar çok olursa, rahmet de o
kadar bol olur. Çünkü ulema, «Müftünün alâmeti mezhebimiz âlimlerinin zahir
rivayetlerde ittifak ettikleri sözde kat'i olarak fetva vermesidir»
demişlerdir.
İZAH
İhtilâftan murad: müçtehidler arasında fer'i
meselelerde cereyan eden ihtilâftır. Yoksa mutlak ihtilâf değildir. Evet
mezhep imamlarının ihtilâfı ümmet için bir genişlik ve kolaylıktır. Nitekim
«Tatarhâniyye» nâm kitabın boş taraflarında izah edilmiştir. Bu söz halkın
dilerinde dolaşan meşhur bir hadis-i şerife işaret etmektedir. Hadis şudur:
«Ümmetimin ihtilâfı rahmettir». «el-Makasıdü'l-Hasene» adlı kitapda bu
hadisi Beyhakî'nin münkatı' bir senedle İbn-i Abbas (r.a) dan şu sözle
rivayet ettiği bildiriliyor:
Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: «Size
Allah'ın kitabından bir delil bulunursa onunla amel etmek icap eder. Terki
hakkında hiçbir kimsenin özrü olamaz. şayet Allah'ın kitabında yoksa o zaman
geçerli sünnete müracaat etmek gerekir. Bu bâbda benden bir sünnet de yoksa,
ashabımın söyledikleri ile amel edilir. Şübhesiz benim ashabım gökteki
yıldızlar mesabesindedir. Hangisinin kavli ile amel etseniz hidayeti
bulursunuz. Ashabımın ihtilâfı sizin için rahmettir». İbn-i Hâcip bu hadisi
Muhtasar'ında şu sözlerle nakletmiştir: «Ümmetimin ihtilâfı insanlar için
rahmettir».
Molla Aliyyü'l-Kârı der ki: Suyutî bu hadisi
Nasr-ı Makdisî'nin «el-Huc-cet» nâm eserinde, Beyhakî'nin de
«er-Risaletü'l-Eş'ariyye» de senedsiz olarak rivayet ettiklerini
söylemiştir. Ayni hadisi Huleymî, Kâdı Hüseyin ve İmamü'l-Harameyn gibi
zevat rivayet etmişlerdir. İhtimal onu bizim muttali' olamadığımız
hâfızların kitaplarında bulmak da mümkündür. Suyuti, Ömer İbn-i Abdülaziz'in
şu sözünü nakleder: «Eğer Muhammed (s.a.v.) in ashabı ihtilaf etmemiş
olsalardı sevinmezdim. Çünkü onlar ihtilaf etmeseler ruhsat meydana
gelmezdi». Hatîb Bağdadî'nin beyanına göre Harune'r-Reşîd, İmam Malik b.
Enes'e «Yâ Ebâ Abdillah! Şu kitapları, yani senin kitaplarını yazalım da
İslâm âfakına dağıtalım. Ve ümmeti bunlarla amele sevkedelim» demiş. İmam
Malik'in cevabı şu olmuş: «Ya emire'l -Mü'minin! Ulemanın ihtilâfı Allah
Teâlâ'nın bu ümmete bir rahmetidir. Herkeskendince sahih olana tâbi olsun.
Ulemanın hepsi hidayet üzeredir. Hepsi Allah Teâlâ'nın rızasını talep
etmektedir». Bahsin tamamı «Keşfü'l-Hatâ ve Müzîlü'l-İlbâs» adlı eserdedir.
Müftü meselesine gelince: Bu bâbda
«Fethü'l-Kadir» de şöyle denilmektedir: Usul-ü fıkıh ulemasınca kararlaşan
rey'e göre müftî müçtehid demektir. Müçtehid olmayan ve sadece müçtehidlerin
kavillerini ezberlemiş bulunan bir kimse müfti değildir. Ona düşen vazife
kendisine bir mesele sorulduğu vakit İmam A'zam gibi bir müçtehidin kavlini
hikâye ederek söylemesidir. Bundan anlaşılır ki zamanımızda mevcud ulemanın
fetvaları fetva değil, müftînin sözünü nakilden ibarettir. Bu sözü
müctehidden nakletmenin iki yolu vardır. Ya elinde bir senedi vardır, yahut
maruf ellerde dolaşan bir kitaptan alarak söyler. Meşhur kitaplar; İmam
Muhammed b. Hasen'in ve diğer ulemanın kitaplarıdır ki, bunlar haber-i
mütevatir yahut meşhur haber mesabesindedirler.
Şimdi biraz da zahirî rivayetlerden bahsedim:
Malûmun olsun ki mezhebimiz ulemasının meseleleri üç tabakaya ayrılmıştır.
Ben bunlara evvelce kısaca temas etmiş idim.
Birinci Usul mesâilidir. Bunlara zahir-i
rivaye de derler ki mezhep sahipleri olan Ebu Hanîfe, Ebu Yusuf ve
Muhammed'den rivayet edilen meselelerdir. Bu zevata İmam Züfer, Hasan İbn-i
Ziyâd ve diğer birkaç İmam da katılırlar. Çünkü onlar da İmam A'zam'dan ilim
talep etmişlerdir. Lâkin ekseriyetle şuyû bulduğuna göre zâhir-i rivaye
denilince üç imam anlaşılır. Zahir-i rivaye kitapları İmam Muhammed'in altı
kitabıdır. Bunlar, el-Meb-sût, ez-Ziyâdât, el-Camiu's-Sagîr,
es-Siyeru's-Sagir, el-Camiu'l-Kebîr ve es-Siyeru'l-Kebir'dir.
Mezkûr kitaplara zâhir-i rivaye denilmesinin
sebebi; İmam Muhammedin mevsûk zevât vasıtasıyla rivayet edildikleri
içindir. Bu kitaplar İmam Muhammed'den ya tevatür yolu ile yahut şöhret
tariki ile rivâyet edilerek sübût bulmuşlardır.
İkhci tabaka, Nevadir meselelerdir. Bu
meseleler mezkûr imamlarımızdan rivayet edilmişlerdir. Ancak yukarıda
isimlerini saydığımız kitaplarda değil, ya İmam Muhammed'in diğer
kitaplarında yani Kîsâniyât, Harûniyât, Curcâniyât ve Rukiyyât gibi
eserlerinde, yahut İmam Muhammed'den başka bir zatın kitaplarında
nakledilmişlerdir. Meselâ; Hasen ibn-i Ziyâd'ın «el-Muharrer» nâmındaki
eseri bunlardandır. Bunlara zâhir-i rivaye adının verilmemesi birinciler
gibi sahih ve sabit rivayetlerle nakledilmedikleri içindir.
İmam Ebu Yusuf'dan rivayet edilen «el-Emâli»
nâmındaki kitaplar da nevadiren sayılırlar. Emâli, imlanın cem'idir. İmlâ;
âlimin ezberden söyleyerek yazdırdığı şeydir.
Selef ulemasının adetleri buydu. İbn-i Semâa,
Mualla b. Mansur ve diğer bazı ulemanın muayyen meselelerdeki münferid
rivâyetleri de nevadır meselelerden sayılırlar
Üçüncü tabaka, Vakıat denilenlerdir.
Bu meseleleri müçtehidlerle onlardan sonra
gelen müteehhirin ulema soruldukları zaman istinbat etmişler, fakat bu bâbda
bir rivayet bulamamışlardır.
Müteehhirin ulemadan murad; Ebu Yusuf'la
Muhammed'in talebeleri, talebelerinin talebelerivesairedir ki bunlar pek
çoktur.
Ebu Yusuf'la Muhammed'ın talebelerinden
bazıları: Hısam b. Yusuf, İbn-i Rüstem, Muhammed b. Semâa, bu Süleyman
el-Cürcânî ve Ebu Hafs el-Buhari'dir.
Onlardan sonra gelen zevat da: Muhammed b.
Seleme, Muhammed b. Mukâtil, Nasir b. Yahya ve Ebu'n-Nasır el-Kasım gibi
zevattır. Bu zevat bazen elde ettikleri delil ve sebeb dolayısıyla mezheb
sahiplerine muhalefet etmişlerdir.
Onların fetvaları hakkında yazılıp elimize
geçen ilk kitap Fakih Ebu'l-Leysi Semerkandî'nin «Kitabu'n-Nevâzil»'idir.
Ondan sonra ulema başka kitaplar toplayarak te'lif etmişlerdir.
Mecmuu'n-Nevâzil, Natifî'nin «Vakıât»ı, Sadru'ş-Şehid'in «Vakıât»ı
bunlardandır.
Daha sonra gelen ulema bu meseleleri
birbirinden ayrılmayacak şekilde karışık yazmışlardır. Nitekim Kâdihân'ın
«Fetâvâsı» ile «Hulâsa» ve diğer kitaplar böyle yapzılmışlardır. Fakat
bazıları ayırmışlardır. Mesela Radıyyuddin'in «Kitabu'l-Muhît»i böyledir.
Radıyyuddin-i Serahsi evvela usul meselelerini, sonra Nevazil'ı sonra
Fetava'yı sıralamıştır ki pek güzel bir iş yapmıştır.
Şunu da arzedelim ki Mesailü'l-Usul yani temel
meselelere aid kitaplardan biri Hâkim-i Şehid'in Kitabûl-Kâfisi'dir. Bu
kitap mezhebimizin nakli hususunda mutemed bir eserdir. Onu ulemadan bir
cemaat şerhetmişlerdir. İmam Şemsu'l-Eimme Serahsî bunlardan biridir.
Serahsî'nin eseri «Mebsûtu Serehsi» nâmıyla meşhurdur. Allâme Tarsusî,
«Serahsî'nin Mebsut'u öyle bir kitaptır ki, onun muhalifi ile amel edilmez.
Ancak ona bel bağlanılır. Ve ancak onunla fetva verilir», demiştir.
Mezhebimizin kitaplarından biri de
«el-Müntekâ»dır. Bu eser de Hakim-i Şehîd'indir. Ancak eserde bazı Nevâdir
bulunmaktadır.
Malûmun olsun ki. İmam Muhammed'den rivayet
edilen Mebsût nushaları çoktur. Bunların en meşhuru Ebu Süleyman
el-Cürcani'nin Mebsut'udur
Müteehhirin ulemadan bir cemaat, Mebsût
üzerine şerhler yazmışlardır. Hâherzâde ismi ile mâruf olan Şeyhülislam
Bekir ile Şemsü'l-Eimme el-Hulvânî ve diğerleri bunlardandır. Hazerzade'nin
yazdığı şerhe «Mebsut-u Kebir» nâmı verilir.
Bu zevatın Mebsut'ları hakikatte şerhlerden
ibarettir. Onlar eserlerini İmam Muhammed'in Mebsût'u ile karışık olarak
yazmışlardır. Nitekim «el-Câmiu's-Sagir»i şerh eden Fahru'l-İslâm Kâdîhân ve
diğer ulema da böyle yapmışlardır. Bu meseleyi Kâdıhan «el-Câmiu's-Sagir»de
beyan etmiştir; denilir. Halbuki murad Câmiu's-Sagir'in şerhidir. Diğerleri
de böyledir.
Ben bunları el-Bîrî'nin «el-Eşbâh» şerhi ile
İsmail-i Nablusî'nin «Dürer» şerhinden kısaltarak aldım. Bunları belle!
Çünkü mezhebimiz ulemasının «Tabakât» gibi bellenmesi mühim şeylerdendir.
Mezhebimiz ulemasının tabakalarını inşallah az ileride beyan edeceğim.
«el-Bahr» nâm eserin hac bahsinde beyan
edildiğine göre Hakim-i şehîd'in «el-Kâfî»sinde İmam Muhammed'in altı
kitabındaki bütün meseleler toplanmıştır. Bunlara zâhir-i rivaye derler.
Mi'râcu'd-Diraye sahibi «Asl»ı Mebsut diye
tefsir etmiştir. «el-Bahr ve en-Nehir» nâm eserlerin bayram bahsinde İmam
Muhammed'ir, el-Asıl'dan sonra el-Câmiu's-Sagir'i te'lif ettiği kaydedilmiş,
itimat edilecek kitap ancak bu eserdir, denilmiştir. en-Nehir sahibi sözüne
şöyle devam ediyor: el-Asl'a bu ismin verilmesi, İmam Muhammed ilk eser
olarak onu te'lif ettiği içindir. Sonra el-Camiu's-Sağir'i, daha sonra
el-Camiu'l-Kebir'i daha sonrada ez-Ziyâdât'ı yazmıştır.
Serahsî'nin beyanına göre imam Muhammed'ın
fıkıh babında tasnif ettiği son eseri es-Siyeru'l-Kebir'dir.
İbn-i Emirûl-Hacc'ın «Şerhu'l-Münye» nâmındaki
eserinde İmam Muhammed'in ekseriyetle kitaplarını Ebu Yusuf'a okuduğu, ancak
Kebîr ismini verdiği kitaplarını okumadığı kaydedilmektedir.
Kebîr ismini verdiği kitaplar:
El-Mudârabetü'l-Kebir, ez-Ziraatü'l-Kebir, el-Me'zünü'l-Kebir,
el-Câmiu'l-Kebir ve es-Siyeru'l-Kebîr gibi eserleridir ki: bunlar onun kendi
emeğinin mahsulüdür.
Kitaplardan nasıl fetvâ verileceğini az
yukarda Fethü'l-Kadir'den naklen bildirmiştik. Binaenaleyh garip kitaplardan
fetva vermek câiz değildir.
«el-Eşbah» şerhinde şöyle deniliyor:
«en-Nehir» Aynî'nin Şerhü'l-Kenzi, Tenvirü'l-Ebsar, Dürrü'l-Muhtar gibi
muhtasar kitaplardan fetva vermek caiz değildir. Bunun sebebi ya müellifinin
hali bilinmemesidir.meselâ Molla Miskîn'in «Kenz» şerhi ile Kuhistâni'nin
«en-Nikâye» şerhi bu kabildendir, yahut bu gibi kitaplarda zayıf kaviller
nakledilmiştir. Meselâ: Zahidî'nin «el-Künye»si bu kabildendir. Binaenaleyh
bu kitaplardan fetva vermek câiz değildir. Ancak kendisinden nakledilen zat
malûm olursa o başka.
Ben derim ki: «el-Eşbah Ve'n-Nazâir»i de
bunlara katmak gerekir. Çünkü kitapta öyle kısa tabirler vardır ki mânâları
ancak me'hazları görüldükten sonra anlaşılır. Hatta kitabın birçok
yerlerinde mânâyı bozacak şekilde kısaltmalar vardır. Bunlar kitap
hâşiyeleri ile beraber mütâlâa edildiği zaman anlaşılır.
Binaenalyh, kitabın sırf metnini okumakla
iktifa eden bir müftü, hatadan salim olamaz. Mutlaka, onun hâşiyelerine
yahut başka kitaplara müracaat etmesi gerekir. Ebu's-Suûd el-Ezherî'nin
«Miskin» şerhi hâşiyesinde, İbn-i Nüseym'in «Fetâvâ»sı ile «Fetâvâ-i
Tûriyye»e itimad câiz değildir denildiğini gördüm.
METİN
Ulemamızın ihtilâf ettikleri hususlarda
hangisinin kavliyle amel edileceği ihtilâflıdır. Esah olan es-Siraciyye ve
diğer kitaplarda belirtildiği üzere evvelâ alel-ıtlak İmâm A'zam'ın
kavliyle, sonra ikinci imâm'ın, sonra üçüncü imâm'ın, sonra Züfer ve Hasan
b. Ziyâd'ın kavilleriyle amel etmektir.
«el-Hâvi'l-Kudsi» nâm eserin sahibi, delilin
kuvvetini anlayan kimsenin kavliyle amel edileceğini sahih bulmuştur.
«el-Bahr» ve diğer kitapların vakıf bahsinde
beyan olunduğuna göre, bir meselede iki sahih kavil bulunursa, kavillerden
biriyle fetvâ ve hüküm vermek câizdir.
İZAH
Siraciyye'nin ibaresi şöyledir: Fetvâ,
alel-ıtlak Ebû Hanife'nin kavline göre verilir. Sonra Ebu Yusuf'un, sonra
Muhammed'in, sonra Zü'fer ve Hasan b. Ziyâd'ın kavilleri gelir. Bazıları,
Ebu Hanîfebir tarafta, iki arkadaşı yani Ebu Yusuf'la Muhammed de bir
tarafta olurlarsa, müfti muhayyerdir, demişlerse de, müfti müctehid olmadığı
zaman, birinci kavil daha sahihtir.
Musannıf «esah'' tabirinin karşılığını
zikretmemiştir.
Ebu Hanife'nin mutlak surette diğerlerine
tercih edilmesinin sebebini İbn-i Mübârek şöyle anlatmaktadır: «Çünkü o
ashab-ı kirâmı görmüş, fetva hususunda tabiin'in ulemasına galebe çalmıştır.
Onun sözü daha muhkem, daha sağlamdır, zaman ve asrın ihtilâfına dair
olmadıkça en kuvvetlidir».
Buradaki «alel-ıtlak»tan murad, ister Ebu
Hanife bir kavilde yalnız başına kalsın, ister kalmasın demektir. Nitekim,
Siraciyye sahibinin sözü de bunu ifade etmektedir. İkinci imamdan maksat Ebu
Yusuf'tur. Bir meselede İmam A'zam'dan bir kavil bulunmazsa Ebu Yusuf'un
kavliyle amel olunur. Ondan da bir rivayet yoksa üçüncü imamın, yani İmam
Muhammed'in kavliyle amel edilir.
Halebî diyor ki:«el-Hâvi» ile «Siraciyye»nin
ibareleri birleştirilirse şu mânâ meydana çıkar: «Bir kimsenin delilin
kuvvetini anlamaya kudreti varsa, o kimse kuvvetli olan delil ile fetva
verir. Buna kudreti yoksa tertibe riâyet gerekir».
Ben derim ki: Siraciyye'nin sözü de buna
delâlet etmektedir. Müfti, müçtehid değilse birinci kavil esahtır. Bu kavil,
açık açık gösteriyor ki müçtehid delile bakar. Delillerin hangisi daha
kuvvetli ise onunla amel eder. Müctehid değilse yukarıdaki tertibe riayet
eder. Bundan dolayıdır ki, bazen İmam A'zam'ın kavli dururken ashabından
birinin kavlini tercih ettiklerini görürsün. Nitekim 17 meselede yalnız İmam
Züfer'in kavlini tercih etmişlerdir. Onların tercihlerini araştır, çünkü
onlar delilden anlayan kimselerdir.
İmam A'zam'dan gelen rivayetler muhtelif olur,
yahut ne ondan ne de arkadaşlarından bir rivâyet bulunmazsa ne yapılacağını
musannıf zikretmemiştir. Birinci şıkta, yani rivâyetler muhtelif olduğu
zaman. en kuvvetli hüccet olanı ile amel edilir. Nitekim «el-Hâvi» sahibi de
bunu söylemiş, sonra sözüne şöyle devam etmiştir:
Bir hâdisede ulemamızdan açık bir cevap
bulunmaz da, sonra gelen ulemamız bir kavil üzerinde ittifak ederlerse o
kaville amel olunur. İhtilâf ettikleri takdirde, derece derece ekseriyetin
kavliyle amel olunur. Ekseriyetten murad; Ebu Hafs, Ebu Cafer, Ebu'l-Leys.
Tahavi ve diğer mutemed, meşhur, büyük ulemadır. Bunların hiçbirinden nassan
cevap bulunmazsa, o zaman müfti, teemmül, tedebbür ve ictihad ederek
zimmetten kurtulmanın yolunu bulmaya çalışır. Ama, bu hususta aklına geleni
söyleyemez. Allah Teâlâ'dan korkması, onu murakebe etmesi gerekir. Çünkü bu
iş, pek büyük bir iştir, ona, cahil ve şakîden başka kimse cesaret edemez.
TETİMME : Ulema, ibadetlerde fetvanın, mutlak
surette İmam A'zam kavline göre verileceğini söylemişlerdir.Ondan, muhalifin
kavline uyan bir rivayet yaksa, istikra budur.
Yine ulema, bütün zevi'l-erhâm meselelerinde
fetvanın İmam Muhammed'in kavline göre verileceğini tasrih etmişlerdir
«el-Eşbah ve'n-Nezair»in kaza bahsinde mahkemelere ait hususlarda fetvanın,
Ebu Yusuf kavline göre verileceği bildirilmiştir. Aynı mesele «el-Kınye ve
ef-Bezza-ziye»nâm eserlerde de mevcuttur. Çünkü bu hususta onda,
bi't-tecrübe fazla ilim hâsıl olmuştur. Onun içindir ki bir zamanlar, Ebu
Hanife, «Sadaka, nafile hacdan efdaldir» derken, hacca gidip onun
meşakkatını gördükten sonra bu kavilden dönmüştür.
«Biri» şerhinde bildirildiğine göre,
şehadetler babında da fetvâ, Ebu Yûsuf'un kavline göredir Ve on yedi
meselede fetvâ, Züfer'in kavline göre verilmiştir. Bu izahat, metin
sahiplerinin sahih kavli bildirmediklerine göre olması gerekir. Aksi
takdirde hüküm, metinlerde yazılanlara göredir. Çünkü bu metinler, mütevâtir
olmuşlardır.
Bir mesele hakkında, hem kıyas hem istihsan
bulunursa, kıyasla amel edilir. Bundan ancak madut ve meşhur birçok mesele
müstesnadır. «el-Bahr» adlı kitabın «Kaza -i Fevâit» babında şöyle
deniliyor:
Bir mesele, zahirü'r-rivâyetde zikredilmemiş,
fakat başka bir rivayette sabit olmuşsa, o rivayet ile amel taayyün eder.
İmam Nesefî'nin «el-Müstasfâ» adlı eserinin
sonunda da deniliyor ki: Bir meselede üç kavil zikredilirse, tercih edilecek
olanı birincisi yahut sonuncusudur, ortadaki tercih edilmez. «el-Münye»
şerhinde de; dirâyete rivayet muvafakat ederse, dirâyetten ayrılmamak
gerekir, deniliyor.
Musannıf'ın dediği gibi, bir mesele hakkında
iki sahih kavil bulunursa onlardan biriyle fetva ve hüküm vermek caizdir.
Ancak, bu söz, o kavillerden biri diğerinden daha kuvvetli olmadığına
göredir. Biri diğerinden daha kuvvetli ise, bu takdirde muhayyerlik yoktur,
hangisi daha kuvvetli ise onunla amel olunur.
Ben derim ki: Muhayyerlik meselesini dahi, iki
kavilden biri metinlerde bulunmamakla kayıtlamak gerekir. Çünkü «el-Bahr»
nâm kitapta bildirildiğine göre; bir kavlin sahihliği ile fetvâ ihtilâf
ederse, amel metinlere muvafık olana göredir. İki kavilden biri şerhlerde,
diğeri fetvâ kitaplarında olursa hüküm yine budur. Çünkü, ulemanın sarahaten
bildirdiklerine göre, metinlerde beyan edilenler, şerhlerde beyan
edilenlerden evlâdır. Şerhlerdekiler de fetva kitaplarındakilerden evlâdır.
Ancak bu hüküm, her iki kavlin sahih olduğu sarahaten bildirildiğine, yahut
hiç tasrih yapılmadığına göredir.
Bir mesele metinlerde zikredilir de, sahih
olduğuna dair sarahaten bir şey söylenmez, bilâkis, mukabilinin sahih olduğu
açıkça bildirilirse,Allâme Kâsım'ın beyanına göre, ikinci kavil tercih
edilir. Çünkü, sarahaten sahih olduğu bildirilmiştir. Metinlerin sahih kabul
etmesi ise iltizamidir. Sarahaten sahih kabul etmek, iltizâmen sahih kabul
etmekten önce gelir. İki sahih kavilden biri İmam A'zam'a, diğeri başka bir
müçtehide ait olursa, yine muhayyerlik yoktur. Çünkü, iki sahih tearuz
edince tesakut ederler, yani ikisinin de hükmü kalmaz, biz de asla rücû
ederiz. Asıl olan, İmam A'zam'ın kavlini tercih etmektir. Hatta, «Fetâvâ-i
Hayriyye»nin şehadat bahsinde şöyle denilmektedir:
Bize göre tekarrur etmiştir ki, bir meselede
ancak İmam A'zam'ın kavliyle amel edilir, onunla fetvâ verilir. Onu bırakıp
İmameyn'in kavline yahut bunlardan birinin kavline, yahut daha başka
birmüçtehidin kavline geçilmez. Bu, ancak müzâraa meselesi gibi bir zaruret
halinde caizdir. Ulema, fetvâ İmameyn'in kavline göredir, deseler bile, yine
İmam A'zam'ın kavliyle amel olunur. Çünkü, mezhebin sahibi odur, önce gelen
imam odur. Hatta, el-Bahr'da, İmam A'zam'ın kavliyle fetva vermek helal,
hatta vaciptir. Velev ki nereden alıp söylediği bilinmesin denilmektedir.
Keza, iki kavilden birinin illeti gösterilir,
diğerinin ki gösterilmezse, biri istihsan, diğeri kıyas olursa, biri zahir-i
rivâye, diğeri gayri zahiri rivaye olursa, biri vakf için daha faydalı,
diğeri faydasız olursa, biri ekseri ulemanın kavli, diğeri ekalliyetin kavli
olursa, bütün bu hususatta muhayyerlik kalkar. Hâsılı, iki kavilden birini
tercih ettirecek bir müreccih bulunursa o kaville amel olunur. Çünkü, o
kavilde, diğerinde bulunmayan bir kuvvet ziyadeliği hasıl olmuş demektir.
METİN
«el-Muzmarât» namındaki kitabın başında şöyle
deniliyor: «Fetvâya yarayan alâmetlere gelince, fetvâ bunun üzerinedir,
bununla fetva verilir, biz bununla amel ederiz, itimad bunadır, bugünün
ameli buna göredir, ümmetin ameli buna göredir, sahih olan budur, esah olan
budur, azhar olan budur, eşbeh olan budur, evcah olan budur, muhtar olan
budur», gibi sözlerdir ki, bunları Pezdevi hâşiyesinde sıralamıştır.
Şeyhimiz Remlî «Fetâvâ» namındaki eserinde
şunları söylüyor «Bu sözlerin bazısı bazısından daha kuvvetlidir. Meselâ;
fetva sözü, sahih, asah, eşbah ve diğer sözlerden daha kuvvetlidir. Fetva
bununladır sözü, fetva bunun üzerine sözünden daha kuvvetlidir. Esah sözü,
sahihden, ahvat sözü ihtiyattan daha kuvvetlidirler». Üstadımızın sözü
burada sona erdi.
Ben derim ki: Lâkin Halebi «el-Münye» adlı
eserini şerhederken, Mushafa, kılıfsız olarak el sürmek caiz değildir,
dedikten sonra şunları söylemiştir: «İki muteber imam muaraza ederler de,
birisi bir kavil hakkında; bu esahtır, diğeri sahihtir derse, sahihtir
diyenin kavli tercih edilir. Çünkü her ikisi bu kavlin sahih olduğunda
ittifak etmişlerdir. Müttafakunaleyh olan kavli tercih etmek daha
muvafıktır, bu mesele bellenilmelidir.
Sonra «Âdabü'l-Müfti Risalesi»nde şunu gördüm:
Mutemed bir kitaptaki rivâyetin altına esahtır, evlâdır, evfaktır veya
benzeri bir ibare yazılırsa o rivayetle fetvâ vermek caiz olduğu gibi,
muhalifi ile dahi fetva verilebilir. Ama, rivayetin altına sahihtir, yahut
amel olunmuştur veya bununla fetva verilir, fetva bunun üzerinedir gibi
sözler yazılmışsa muhalifi ile fetva verilemez. Ancak, «Hidâye» gibi bir
kitapta bir kavil için, sahih olan budur, «Kâfi»de de-mesela muhalif kavil
için-sahih olan budur denilirse muvhayyerlik sabit olur. Bu takdirde, fetva
verecek olan kimse kendince daha kuvvetli, daha layık ve daha yararlı olan
kavli tercih eder. Bu, bellenmelidir.
İZAH
Musannıfın, bellenmesini tavsiye ettiği
şeyler. buraya kadar söylediklerimizin hepsidir. Hulâsası şudur: Bir hüküm
hakkında ulemamız ittifak etlilerse, onunla kati surette fetva verilir.
İttifak etmedilerse mesele üç şeyden hâli değildir: Ya ulema iki kavilden
birini, yahut her ikisini sahiholarak kabul etmişlerdir, yahut
etmemişlerdir. Üçüncü şıkta tertibe riâyet olunur. Yani, evvelâ Ebu
Hanîfe'nin kavliyle, sonra Ebu Yûsuf'un, daha sonra İmam Muhammed'in
kavilleriyle amel olunur. Yahut, delilin kuvvetine göre hareket edilir. Bu
babdaki izahatımız az yukarıda geçmişti. Birinci şıkta tashih, ism-i tafdil
sıgasıyla yapılmış, yani bu kavil esahtır denilmişse müftü muhayyer kalır.
Böyle değilse muhayyer olamaz. Bilakis, yalnız sahih kabul edilen kaville
fetva verir. Musannıfın risaleden naklettiği de budur.
İkinci şıkta, ya iki kavilden biri ismi tafdil
sıgasıyla beyan edilmiştir, yahut edilmemiştir. İsmi tafdil sıgasıyla, yani
esahtır denilerek söylenilmişse, bazılarına göre bununla fetva verilir.
«Hayriyye»den nakledilen de budur. Bazıları, sahihtir denilen kaville fetva
verileceğini söylemişlerdir ki, Münye şerhinden nakledilen de budur. İki
kavilden biri ism-i tafdil sigasıyla söylenmemişse müftü muhayyerdir.
«el-Bahr» ve «er-Risâle» nam kitapların vakıf
bahsinden nakledilen de budur. Bunu, Halebi ifade etmiştir.
METİN
Şeyh Kâsım'ın «Tashih» namına verdiği
kitabında söylediklerinin hasılı şudur ki, müftü ile kadı arasında fark
yoktur. Ancak, müftü hükmü haber verir, kadı ise onu ilzam eder. Mercuh,
yani terkedilmiş bir kaville hüküm ve fetva vermek cehalettir, icmaa
muhalefettir. Müleffek hüküm, bi'l-icma batıldır. Bir müçtehidi amelde
taklid etlikten sonra rücû etmek, bilittifak batıldır. Mezhepte muhtar olan
budur. Hilâf, müçtehid olan kadıya mahsustur. Mukallide gelince; onun,
mezhebi hilafına hüküm vermesi asla nafiz değildir. «el-Künye» nam kitapta
da böyledir.
Ben derim ki: Bilhassa bizim zamanımızda
katiyyen nafız olamaz. Çünkü Sultan zayıf kavillerle hüküm vermekten
nehyettiğini fermanında hassan bildirmiştir. Şu halde. mezhebi hilâfına
nasıl hüküm verebilir? Böylesi, mezhebinden olup kendisine itimad etmeyene
nisbetle mazul sayılır. Binaenaleyh, onun hakkındaki hükmü nafız olmaz,
bozulur. Nitekim «el-Fetih», Kel-Bahr» ve «en-Nehir» gibi kitapların kaza
bahislerinda yeterince izah edilmiştir.
İZAH
Müftü ile kadı arasında fark olmaması,
ikisinin de kendi arzularına göre amel etmelerinin câiz olmamasına göredir.
Gerçi, müftü muhbir. kadı mülzimdir. Fakat, yine her hadisede ulemanın
tercih ettiklerine tâbi olmaları gerekir, yoksa aralarında her cihetten fark
yok demek değildir.
Mercuh, yani terkedilen kaville hüküm ve fetva
vermek caiz olmadığı gibi, fetvâyı verenin kendisi dahi amel edemez.
Allâme Şurunbulâlî «el-lkdü'l-Ferid» adını
verdiği risalesinde şöyle diyor: Şafiî'nin mezhebi muktazası Subkî'nin de
dediği gibi mercuh kaville hüküm ve fetvâ vermek memnudur. Fakat, fetvâyı
verenin kendi ameli memnu değildir. Hanefiyye'nin mezhebi ise, fetvâ verene
daha mercuh kaville amel memnudur. Çünkü, mercuh kavil neshedilmiştir. Bu,
bellenmelidir.
«Bîrî» bunu, nassların mânâsını anlayacak
fikri, re'yi olmayan âmmi ile kayıtlayarak şöyle demiştir: davası söz
götürür. Bu hususta hilâf olduğu rivayet edilmiştir. Binaenaleyh, cevaza
kail olana tâbi olmak caizdir. Bunu allâme Şürunbulâlî «Ikd-i Ferîd»
ismindeki kitabında beyan etmiş, sonra mezhep ulemasının birçok fürû
meselelerini anlattıktan sonra sarahaten, caiz olduğunu söylemiş, sözü
uzatmıştır.
Bu anlattıklarımızın hulâsası şudur ki: bir
insana, muayyen bir mezhebi iltizam etmek lâzım değildir, mûhalıf mezheple
amel edebilir, şartlarını havi olursa o mezhebin imamını taklid edebilir.
Birbirleriyle bağlantısı olmayan iki hadisede, iki ayrı mezheple amel etmesi
caizdir.Ancak, muayyen bir fiili bozarak başka bir müçtehidi taklid edemez.
Çünkü bir fiili başa çıkarmak hâkimin imzası gibidir, bozulamaz Şürunbulâli
sözüne şöyle devam etmiştir:
Amelden sonra taklid etmesi de caizdir.
Meselâ, bir kimse kendi mezhebine göre kıldığı namazın sahih olduğunu
zanneder de, sonra mezhebine göre o namazın batıl olduğu anlaşılır, fakat.
muhalif mezhebe göre sahih olduğu meydana çıkarsa, muhalif mezhebi taklid
etmesi ve o namazla yetinmesi caizdir. Buraya Bezzaziye'nin şu sözünü de
ilave edelim: Rivâyete göre Ebu Yûsuf, hamamda yıkanarak cuma namazını
kılmış. sonra hamamın kuyusunda ölü bir fare bulunduğunu haber vermişler.
Ebu Yusuf, «Biz, Medineli kardeşlerimizin kavliyle amel ediyoruz, onlara
göre su, iki kulle miktarını buldu mu pislik taşımaz», demiştir.
Musannıf'ın; «Hilâf, müçtehid olan kadıya
mahsustur» sözünden murad, İmam A'zam'la İmameyn arasındaki hilâftır.
Bunlar, bir müftü kasden kendi re'yine muhalif hüküm verirse geçerli midir,
değil midir? meselesinde ihtilâf etmişlerdir. İmam A'zam'dan iki rivâyet
vardır: Bunların esah olanına göre evet, geçerlidir. İmameyn'e göre geçerli
değildir. Nitekim «et-Tahrîr» nâm kitapta da böyle beyan edilmiştir. Mezkûr
kitabın şârihi şöyle diyor: «Hıdâye«de ve «el-Muhît»de fetvânın imameyn
kavline göre olduğu zikredilmektedir. Yani gerek kasden, gerekse unutarak
verdiği fetvâ geçerli değildir. Gerçi, «Fetâvâ-yı Suğra» ile «Hâniyye»de
fetvanın İmam-ı A'zam kavline göre olduğu kaydedilmekte ise de, İmameyn'in
kavli müraccahtır. Çünkü müctehid zannına göre amel etmekle memurdur, bunda
bütün ulema müttefiktir. Buradaki hükmü ise zannının hilâfınadır.
Bazıları bu meseleyi, usul-i fıkıh ulemasının
kavline göre müşkül bulmuşlardır. Çünkü onlara göre müctehid, bir hadisede
içtihad ederek hüküm verirse, artık o hadise hakkında başka müçtehidi taklid
etmesi bilittifak memnudur. Hilaf, içtihat etmezden önce taklid edip
edememesi hususundadır. Ekseri ulemaya göre bu da memnudur. İşte, bu mesele
musannıfın ittifak davasını iptal eder. Ama, «et-Tahrir» sahibi buna cevap
vermiş, İmam A'zam'ın nafizdir sözü, bu hükmü vermeye teşvîk icab etmez.
Evet, bazı yerlerde İmam A'zam ile İmameyn orasındaki hilâfın helâl olup
olmama meselesine dair olduğu kaydedilmiştir. Ve helal olmaması rivâyetini
tercih etmek icap eder, demiştir. Bu takdirde işkal ortadan kalkar.
Mukallidin, mezhebi hilâfına verdiği hüküm
asla nâfiz değildir. Bunu «el-Kınye» sahibi, «el-Muhît» ve diğer kitaplardan
nakletmiştir. Muhakkîk İbn-i Hümam, «Fethü'l-Kadîr»de buna katiyetle kâil
olduğu gibi, tilmizi allâme Kasım de aynı şekilde katiyetle kaildir.
«el-Bahr» sahibinin iddiasına göre, birmukallid, mezhebi hilafına yahut
zayıf bir rivâyetle veya zayıf bir kaville hüküm verirse, hükmü nâfizdir.
«Bahr» sahibinin bu husustaki en kuvvetli delili. Bezzaziye'nin «Tahâvî»
şerhinden naklettiği şu sözdür.
Müctehid olmayan kadı bir fetvâ verir de,
sonra verdiği fetvânın mezhebi hilafına olduğu anlaşılırsa, hükmü nâfizdir.
başkası bu hükmü bozamaz, kendisi bozabilir. İmam Muhammed'den böyle
nakledilmiştir. Ebu Yusuf, hükmü kendisinin de bozmayacağını söylemiştir.
«en-Nehir» nâm kitapta şöyle deniliyor: Mezheb
hakkında «Fethü'l-Kadîr»de beyan edilenlere itimad etmek vaciptir.
Bezzaziye'deki ise İmameynden gelen bir rivâyete hamledilmiştir. Çünkü bu
iş, nihayet mezhebini unutan bir kimse mesabesindedir. Az yukarıda gördük
ki, İmameyn, müctehid hakkında hükmü nâfiz değildir, demişlerdir, mukallidin
verdiği hükmün geçerli olmayacağı ise evleviyette kalır.
Ferman, Sultanın mühürsüz yazısı demektir.
Mukallid bir hakimin,kendi mezhebindeki zayıf kavillere dayanarak verdiği
hüküm, sultanın emriyle geçersiz sayılırsa, mezhebi hilâfına verdiği hüküm
evleviyetle geçersizdir. Ulemanın beyanına göre, bunun esası şuna
dayanmaktadır: Hâkim tâyini, zamana, mekâna ve şahsa mahsus bir iştir. Eğer
sultan, hâkimi hususi bir zaman, hususi bir mekân, yahut hususi bir cemaat
için tayin etmişse bunlara aynen rivâyeti gerekir. Çünkü hâkim, sultanın
nâibidir Hâkimi, bazı davaları dinlemekten menederse, o davalar hakkında
vereceği hükmü geçersiz kalır. Meselâ hasım inkâr ettiği, ve şer'i bir mâni
de bulunmadığı halde, üzerinden on beş sene geçen bir davayı dinlemekten
menetmesi bu kabildendir.
METİN
«el-Burhân» nâm eserde; bu, öyle açık bir
haktır ki üzerine parmak ısırmak gerekir deniliyor. Evet, sultanın emri
içtihat götüren bir fasla tesadüf ederse, o babda emri geçerlidir. Nitekim,
Tatarhâniyye'nin Siyer'in-de ve Siyer-i Kebir'de beyan edilmiştir. Bunu
bellemelidir. Ulema, zamanımızda mutlak müçtehid kalmadığını söylemişlerdir.
Mukayyed müçtehide gelince, bunlar yedi meşhur mertebeye ayrılmışlardır.
İZAH
Parmak ısırmak, sımsıkı sarılmaktan kinâyedir.
Burada, sultanın emrinden murad hüküm değil de sırf bir istekse bir
diyeceğimiz yoktur. Bu takdirde geçerlilikten maksat; emrine imtisalin vacip
olmasıdır. Benim Siyer-i Tatarhaniyye'de gördüğüm de budur. Nassı şudur:
İmam Muhammed demiştir ki: Kumandan, askere bir şey emrederse askerin ona
itaat etmesi vaciptir. Meğer ki emrettiği şey yakinen mâsiyet olsun. Lâkin
bu sözün burada yeri yoktur. Velev ki emrinden murad hüküm vermek olsun.
Zira yukarıda gördük ki zayıf kavil, mensuh hükmündedir. Onunla hüküm vermek
cehâlettir, İcmâa muhalefettir. Halbuki sultanın havalesi olmaksızın
kumandanın hüküm salâhiyeti de yoktur. «el-Eşbah»da şöyle deniliyor:
«Hüküm vermek için tayin edilen kumandanın
hüküm vermesi câiz olduğu gibi, hâkime mektup yazması da caizdir. Meğer ki
hakim, halife tarafından tayin edilmiş olsun. Bu takdirde kumandanın hükmü
caiz değildir». «el-Mültekat» nâm eserde de böyle denilmiştir.
Siyer, siyretin cem'idir. Siyret, yapılan
işlerde tutulan yoldur. Şeriatta ise Peygamber (s.a.v.)in gazalarındaki
siyretine mahsustur. Siyer-i Kebîr İmam Muhammed'in kitabıdır. İmam Muhammed
bu kitapdaki kavilleri vâsıtasız olarak doğrudan doğruya İmam A'zam'dan
nakletmişdir. «el-Mugrip» nâm eserde şöyle deniliyor:
«Ulema, Siyer-i Kebîr diyerek müzekkere olan
kebîr kelimesini Siyere sıfat yapmışlardır. Çünkü muzaaf yerindedir. Muzaaf
kitabtır. Nitekim öğle namazına Salatı'z-Zuhur demeleri de bu kabildendir.
Halbuki Camiu's-Sağir, Camiu'l-Kebîr, kelimeleri gibi Siyeru'l-Kebir de
hatadır.
Musannıfın «Mukayyet müctehid yedi meşhur
mertebeye ayrılır» sözünde iki husus göze çarpmaktadır.
Birincisi: Müçtehid-i mutlak, bu yedi
mertebeden biridir.
İkincisi : Bu yedi mertebe ulemanın bazıları,
bilhassa yedincisi müçtehid değildir. Binaenaleyh fukaha yedi mertebedir,
demesi gerekirdi. Bunlar bu mertebeleri muhakkik İbn-i Kemâl Paşa
risâlelerinin birinde izah etmiş ve şöyle demiştir:
«Müftü mutlaka kavli ile fetva vereceği
kimsenin halini bilmelidir: sadece ismini ve nesebini bilmesi kâfi değildir.
Rivâyet ve dirâyetteki derecesini, fukaha arasındaki tabakasını bilmesi de
lâzımdır ki birbirine muhâlif kavilleri olan zevatı ayırabilsin ve iki
mütearız kavli tercih için yeterli kudreti bulunsun».
Yedi kısma ayrılan fukahanın birinci tabakası;
Şeriatta müçtehid olanlardır. Dört mezhebin imamları ile usul-i fıkıh
kâidelerini tesis hususunda onların yolundan gidenler gibi. Bu zevat
başkalarından bununla ayrılırlar.
İkinci Tabaka : Mezhepte müçtehid olanlardır.
Ebu Yûsuf, Muhammed ve Ebu Hanîfe'nin diğer ashâbı gibi, bu zevat ahkâm
hususunda üstadları Ebu Hanîfe'nin takrir ettiği kaideler gereğince
delillerden hükümçıkarmaya muktedirdirler. Velev ki bazı fer'î hükümlerde
ona muhâlefet etmiş olsunlar. Lâkin aslî kaidelerde onu taklid ederler.
Onlar mezhep muârızlarından bununla ayrılırlar. Mezhep muârızlarından murad;
ahkamda İmam A'zam'a muhâlif, usulde de onu taklit etmeyen Şafiî ve diğer
müçtehidlerdir.
Üçüncü Tabaka: Mezhep sahibinden nâss olmayan
meselelerde içtihad eden ulemadır. Hassâf, Ebu Caferi Tahavî, Ebu Hasen
el-Kerhî. Şem-sü'l-Eimme Hulvânî, Şemsü'l-Eimme Serahsî, Fahru'l-İslam
Pezdevî, Fahruddin, Kâdıhan ve emsali bunlardandır. Bu zevat usul ve
füru'da, İmam A'zam'a muhâlefet edemezler. Ancak nâss olmayan meselelerde
usul ve kavaide göre hüküm çıkarırlar.
Dördüncü Tabaka : Mukallidlerden ashabı
tahriçdir. Râzî ve emsali bunlardandır. Böyleleri asla içtihada muktedir
değillerdir. Lâkin usulü iyi bildikleri ve me'hazları zabtettikleri için iki
vecihli mücmel bir kavli tafsil, mezhep sahibinden veya bir arkadaşından
nakledilen iki manâya ihtimalli mübhem bir hükmü emsaline mukayese etmek
suretiyle kendi reylerine göre izah edebilirler. «Hidâye» deki Kerhî'nin
tahricinde böyledir. Râzi'nin tahricinde bu mesele böyledir, gibi sözler bu
kabildendir.
Beşinci Tabaka : Mukallidlerden ashabı
tercihtir. Ebu'l-Hasan Kudurî ve «Hidâye» sahibi gibi zevat bunlardandır.
Vazifeleri bazı rivayetlerin diğerlerinden üstün olduğunu göstermektir.
Mesela «Bu evladır, bu daha sahihdir, insanlar için bu daha münâsibdir»,
gibi sözler söylerler.
Altıncı Tabaka : Mukallitlerden zahir mezhebi,
nâdir rivayetleri, kavi-yi, zayıfı, daha kaviyi ayırabilenlerdir.
Müteehhirin ulemadan Kenz sahibi, Muhtar sahibi, Vikâye sahibi, el-Mecma'
sahibi gibi muteber metin yazanlar bunlardandır. Bunların vazifeleri merdût
kavilleri, zayıf rivayetleri nakletmemektir.
Yedinci Tabaka : Bu söylediklerimize iktidarı
olmayan mukallitlerdir. Bunlar, kuvvetli ile zayıfı farkedemezler.
METİN
Bize gelince... Vazifemiz, onların tercih
ettiklerine, sahih gördüklerine tâbi olmaktır. Nitekim hayatlarında fetva
vermiş olsalar, yapacağımız bu idi. Ama onlar bazen tercihsiz birtakım
kaviller hikâye ediyor, bazen de sahih kavilden ihtilâf ettikleri oluyor
dersen, ben de derim ki:
Onların yaptıkları gibi yaparız, örf ve
ahvâlin değişmesini, insanlara daha muvafık olanı, teamülün gösterdiğini,
vechi daha kuvvetli olan delili nazar-ı itibara alırız. Bu dünya, cihetleri
zannen değil, hakikaten ayırabilecek kimselerden hâli değildir. Ayıramayacak
kimseye düşen, zimmetini kurtarmak için ayıranlara müracaat etmektir. Allah
Teâlâ'dan niyazımız, Resülü'nün yüzüsuyu hürmetine, tevfik ve kabüldür.
Nasıl kabul dilemeyelim ki, Allah Teâlâ bu kitabın tebyızına başlamayı,
Ravza-i Mutahhara'da ve Bük'ayı Mubâreke'de Resül-i Zişan'ın huzurunda ve
iki büyük arslan kâmil kabir arkadaşının yanında nasib etti. Allah onlardan
ve diğer bütün ashab-ı kiramdan, onlara iyilikle tâbi olanlardan.
annelerimizden, babalarımızdan kıyâmet gününe kadar râzı olsun. Daha sonra
Kâbe-i Şerife'nin karşısında altın oluğun altında. Hatîm'de ve Makam-ı
İbrahim'de devam etmek nasip eyledi. Allah itmamını da müyesser kılsın...
İZAH
Musannıfın «Bize gelince» sözünden muradı
yedinci tabaka ulemasıdır. Yukarıda beyan edilenleri ayıramayanlar
zamanımızın ekseri kadıları ile müftüleri gibi kimselerdir. Böyleleri
mansıplarını, mertebelerini malla satın alırlar. Tevfik, kulun muhtaç olduğu
ibâdet ve tâat kudretini halk etmek demektir. Musannıf bu kudreti
müçtehidlerce tercih edilen kavle ve zimmetten kurtarmaya doğru götüren yola
tâbi olmak için niyaz etmektedir. Çünkü bu makam kadılık ve müftülükle
iptila edilen kulların başına gelen en sarp ve güç bir makamdır.
Ravza : Peygamber (s.a.v.)in mescidinde,
minberle kabr-i şerifinin arasındaki yerdir. Bazen bütün mescide de Ravza-i
Mütahhara denir.
Hatîm : Kâbe-i Şerife'nin dışındaki yarım
duvarla çevrili yerdir ki içersi Kâbe'den maduttur.
Makam-ı İbrahim: Hazret-i İbrahim
Aleyhisselâm'ın Kâbe'yi binâ ederken üzerine basdığı taştır. Bu hususta
başka sözler de söylenmiştir.
Şu evrakı toplayan günahkâr kul dahi aynen
musannıfın dediğini der. Mevlâ-i Kerim'inden Nebiyyi Azîm'ı ve nezd-i
İlâhisindeki her makâm sâhibi hörmetine, bu sâ'yi gayretini kabul ile
kendisine fadl-ü ihsanda bulunmasını, bu eserle bütün memleketlerdeki
kullarını faydalandırmasını, son nefesinde hüsn-ü hitâm nasip ederek
merâmına nâil buyurmasını niyaz eyler!...Âmîn.....