TÜM DETAYLARIYLA NAMAZ..
6
Yayıncıdan.
8
TAKDİM...
9
NAMAZIN TARİFİ
9
ÖNSÖZ..
14
"Salât (namaz)" Kelimesinin Anlamı
16
A. Sözlük Anlamı:
16
B. Şer'î Anlamı ile Salât (Namaz):
16
İSLÂM'DA İBADET.
16
İSLÂM'DA NAMAZIN YERİ
17
Namaz Neyi Gerçekleştirir?.
17
Namazın Yeri
18
Namaz Allah'ı Hatırlatır.
18
Namaz İslâmın Bütün Rükunlerini Bir Arada
Toplar.
19
Namaz Hayasızlıktan ve Münkerden Alıkoyar.
19
Namaz Şehâdet Kelimesinden Sonra İslâmın
En Önemli Esasıdır.
21
ABDEST.
21
Sözlük ve Şer'î Anlamı İtibariyle Vudû
(Abdest).
22
Abdestin Meşrû Oluşunun Delili
22
Abdestin Fazileti
22
Abdestli Olmayı Gerektiren Hususlar.
22
Abdestin Farzları
22
Abdest Alma Şekli
24
Abdestin Bazı Etkileri
26
Mestler Üzerine Mesh Etmek.
27
Mestler üzerine meshin şartları
27
Mesh Süresi
27
Meshi İptal Eden Haller.
27
Abdesti Bozan Haller.
27
Abdesti Bozan Haller İle İlgili Bazı
Meseleler.
29
TEYEMMÜM...
30
Teyemmüm’ün sözlük ve terim anlamı
30
Meşruiyetinin Delili
30
Teyemmüm yapmak ne zaman meşrudur.
31
Teyemmüm ne ile yapılır?.
31
Teyemmümün Şekli
31
Teyemmümü bozan haller.
32
Su ve toprak bulamayan (fakidu’t-tahurayn)'ın
hükmü.
32
NAMAZDAN ÖNCE YAPILMASI GEREKEN İŞLER..
32
1. Taharet
33
2. Avreti Setretmek.
34
Hür ve baliğa kadının namazdaki avreti
34
3. Ezan.
35
Ezan ve ikametin anlamı ve hükümleri
35
Sevimli bir nidâ (sesleniş).
35
Ezanın meşrû kılınışı
36
Ezan Şekilleri
36
Ezan Şeması:
36
Kamet Şeması:
37
Ezan lafızlarının çift, kamet lafızlarının
tek söylenmesindeki hikmet
37
Ezanın Şartları
38
4. Kıble’ye Yönelmek (İstikbal-i Kıble).
39
"Kıble"nin sözlük ve şer'î anlamı:
39
Kıble'ye yönelmenin (istikbâlin) hükmü.
39
Kıble Nasıl Bilinir?.
39
Kıble'ye yönelmek yükümlülüğü ne zaman
kalkar?.
40
5. Farz namaz için vaktin girmesi
40
Namazların vakitleri
41
Namaz nasıl vaktinde kılınmış olur?.
41
Mazeretsiz olarak namazı geciktirmenin
hükmü.
41
NAMAZ NASIL KILINIR?.
42
Namazı Doğru Dürüst Kılamayan Kimse İle
İlgili Hadis-i Şerif.
49
NAMAZIN RÜKUNLERİ
49
Namazda Bir Ruknü Terkeden Kimsenin Hükmü.
51
NAMAZIN ŞARTLARI
51
NAMAZIN VACİBLERİ
52
NAMAZIN SÜNNETLERİ
53
NAMAZDA HARAM OLAN ŞEYLER..
56
NAMAZDA MEKRUH OLAN ŞEYLER..
59
NAMAZDA MÜBAH OLAN ŞEYLER..
63
NAMAZ VAKİTLERİ
65
Gündüzün Oldukça Uzadığı Yahut Gecenin
Çokça Kısaldığı Yahut Senenin Bazı Günlerinde Gece Yahut Gündüzün Hiç
Görülmediği Ülkelerde Namaz Kılmak.
66
YOLCULUK HALİNDE NAMAZ..
67
Namazı Kısaltmanın Şartları
68
Kasr (Yolculukta Namazı Kısaltmak) İle
İlgili Bazı Meseleler.
70
Yolculukta Namazları Cem’ Etmek.
73
Cem’in tanımı ve hükmü.
73
Cem’ zamanı ve şekli
73
Cem’ yapmayı mübah kılan sebebler.
73
Cem’ ve Kasr Birbirinden Ayrılmaz mıdır?.
75
Yolculuğun (Seferin) Ruhsatları
76
İslâm'da musamahakârlık.
76
Yolculuğun ruhsatları nelerdir?.
76
Yolculukta revâtib sünnetlerin meşruiyeti
kalkar mı?.
76
Binek Üzerinde Olanın Namaz Kılma Şekli
76
Gemide Namaz.
77
Uçakta Namaz, Hükmü ve Kılınış Şekli
78
KORKU NAMAZI
78
Korku Namazının Meşru Oluşunun Delilleri
78
Korku Namazının Kılınış Şekilleri
79
Korku Halinde Akşam Namazının Kılınışı
80
Korku Namazı İle İlgili Bazı Meseleler.
80
Korku namazında silâh taşımak.
80
Güvenlik halinde korku namazı
81
İslâmın Kolaylığı ve Müsamahakârlığı
81
HASTANIN ve HASTA HÜKMÜNDE OLANLARIN
NAMAZLARI
81
CUMA NAMAZI
83
Cuma Namazının Hükmü.
83
Cuma Namazı Kimlere Vacibtir?.
83
Cuma Namazının Meşrû’ Kılınmasının Hikmeti
84
Cuma Gününün Fazileti
84
Cuma Namazına Gitme Adabı
86
Cumanın Sıhhat Şartları
87
Hutbenin Şartları
88
Hutbenin Sıhhat Şartları
88
İki Hutbenin Rükunleri
89
Hutbenin Sünnetleri
90
Cuma Hutbesini Dinleyenin Uyması Gereken
Âdâb.
91
Cuma Namazı İle İlgili Bazı Hükümler.
93
Cuma Namazının Sünneti
93
Cuma Namazını Kılmamayı Mübah Kılan
Özürler.
94
Radyo ve Televizyona Uyarak Cuma Namazı
Kılmanın Hükmü.
96
NAMAZI TERKEDENİN HÜKMÜ..
96
Namazı Terkeden.
97
Namazı Terketmek Suretiyle İrtidâd Etmenin
Sonuçları
99
A. Dünyadaki Sonuçları:
99
B. Âhiretteki Sonuçlar.
100
CENAZE NAMAZI VE İLGİLİ DİĞER HUSUSLAR..
100
Ölümü Hatırlamak ve Yüce Allah’a Kavuşmaya
Hazırlık.
101
Hasta Nasıl Hareket Etmeli?.
101
Ölüm Yaklaştığı Sırada Yapılması Sünnet
Olan İşler.
102
Ölümün alâmetleri
102
Ölümden sonra ve gasilden önce
yapılacaklar.
103
Ölünün Yıkanması ve Kefenlenmesi
103
Ölüyü yıkamanın ve kefenlemenin hükmü:
103
Ölüyü yıkamakta öncelik:
104
Ölüyü yıkayacak kimsede aranan şartlar:
104
Ölüyü yıkamanın şartları:
104
Ölüyü yıkama şekli:
104
Ölünün Kefenlenmesi
105
Cenaze Namazı
106
Cenaze namazının hükmü ve delili:
106
Cenaze namazının şartları:
106
Cenaze namazının Rükunleri:
106
Sünnetleri:
107
Cenaze namazını kılma şekli:
107
Cenaze Namazına Ait Bazı Hükümler.
107
Cenazenin Peşinden Gitmek Fazileti ve
Keyfiyeti
109
Ölünün Defnedilmesi
110
Ölü Defnine Dair Bazı Hükümler.
112
Ta’ziye.
113
NAFİLELER..
116
1. Revâtib (Nafileler).
116
Tatavvu’ (nâfile) namazın meşrûiyeti:
116
Revâtib sünnetler:
116
Sabah sünnetinin fazileti:
117
Sabah namazının sünnetinin bazı
özellikleri:
117
Râtib sünnet ile farz namaz arasını
ayırmak:
117
Nafile namazın kılınacağı yer:
118
Revâtib sünnetin kazasını kılmanın hükmü:
118
Tatavvu namazı kılınırken oturmak:
118
Yolculuk halinde revâtib sünnetlerini
kılmak:
119
2. Teravih Namazı
119
Hükmü ve bu ismin verilmesinin sebebi:
119
Teravihin fazileti ve vakti:
119
Rekatlerinin sayısı:
119
Terâvihte Kur'ân Okumak:
121
Vitir ve teravihte kunut:
121
Teravihin meşru şekli:
122
3. Teheccüd.
123
Hükmü ve Fazileti:
123
Teheccüde Kalkmanın Adabı
124
Gece Namazı Kılmayı Kolaylaştırıcı
Sebepler.
126
4. Bayram Namazları (Ramazan ve Kurban
Bayramları Namazları).
127
Bayram namazının meşru oluşunun aslî
dayanağı:
127
Bayram Namazının Hükmü.
127
Bayram Namazının Hükmü.
127
Bayram Namazının Edâ Edileceği Yer.
128
Bayram Namazının Kılınış Şekli
128
Bayram Namazları Dolayısıyla Ezan Okunmaz,
Kamet Getirilmez.
129
Bayram Namazından Önce Ya da Sonra Namaz
Kılınır mı?.
129
Bayram Namazı Kaza Edilir mi?.
129
Bayram Namazı Hutbesi
130
Musallâya Çıkmak ve Musallâdan Dönmek.
130
Cuma ve bayram aynı güne gelirse:
131
5. Kusûf (Güneş Tutulması) Namazı
131
Kusûf namazının hükmü ve delili:
131
Bu namazın meşruiyetinin hikmeti:
132
Kusûf namazının kılınış şekli:
132
Kusûf Namazına Dair Bazı Hükümler.
133
Kusûf namazına yetişmekte geç kalan (mesbûk)ın
hükmü:
134
İslâmın tashih ettiği bozuk inanışlar:
134
6. İstiskâ Namazı
135
Sözlük ve şer'î anlamı ile istiskâ:
135
İstiskâ (yağmur duası)nın hükmü:
135
İstiskâ ne zaman meşrû olur?:
135
İstiskâ Namazının Kılınış Şekli
135
İstiskâ Namazı İle İlgili Bazı Hükümler.
136
CEMAATLE NAMAZ..
138
Cemaatle namaz kılmanın fazileti:
138
Cemaatle Namaz Kılmanın Hükmü.
140
Cemaatle Namaz Kaç Kişi ile Kılınabilir ve
Cemaatle Namaza Gelmeyenin Hükmü.
141
Namazın Edâ edileceği Yer.
142
Memuriyet dairelerinde cemaatle namaz:
143
Cemaatle Namaz Kılmak İle İlgili Bazı
Hükümler.
143
MESCİD’İN MİSYONU..
144
Mescid bina etmenin fazileti:
144
Geçmişte Mescid.
145
Günümüzde Mescidin Yapabileceği Görevler.
147
Toplumu Mescide Bağlamanın Yolları
148
Prof. Dr.
Abdullah b. Muhammed et-Tayyar
Çeviren
M. Beşir
ERYARSOY
Yüce Allah
buyuruyor ki:
"Ben cinleri de,
insanları da bana ibadet etmekten başka, bir şey için yaratmadım. Ben
onlardan bir rızık da istemiyorum. Bana yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü
şüphesiz ki Allah'tır, hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet
sahibi olan."
(ez-Zâriyât,
51/56-58)
İbn Ömer
Radıyallahu
anh'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki:
"İslam beş temel
üzerine bina edilmiştir: Allah'tan başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed'in
Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı
vermek, hac ve ramazan orucu(nu tutmak)."
Buhârî, I, 8 -lafız ona ait-; Muslim, I, 45.
Bütün övgüler
“beni hatırlamak için namaz kıl” buyuran çok yüce ve ismi mübarek Allah
içindir. Salât ve selam kendi nefsinde ve toplum hayatında kelimenin tam
anlamıyla “namazı ikâme” eden Allah’ın elçisi, Abdullah’ın oğlu Muhammed
içindir.
Allah subhanehu
ve teala insanoğlunu sayılamayacak ihtiyaçlar ve sınırsız istekler ile
beraber yaratmış, bu ihtiyaçların giderilebilmesi ve isteklerin yerine
gelmesi için kendisine yönelmemizi emretmiştir. İnsan tarih boyunca
sıkıntılarının çözülebilmesi, problemlerinin halli, ihtiyaçlarının
giderilmesi için kendisinden daha güçlü birisine yönelme gereği
hissetmiştir. Bu yönelişe “ilah edinme” denilmektedir. Nebilerin davetinin
esası Allah’ı İlah edinmeye çağrı ve “Allah’ın yanı sıra ilah edinilenleri
reddetmek”tir. Allah’ın nebiler aracılığı ile gönderdiği dinde; Allah’ı ilah
edinmenin en mükemmel ve en açık görüntüsü ise namazdır. Bunun içindir ki
namazı terk etmek hadislerde, Allah’ı ilah edinmeyi reddetmek sayılarak
küfür; Yine Allah’ı ilah edinmeyi terkedip başkasına yönelmek sayılarak
şirk olarak adlandırılmıştır.
Kur’an’da
oldukça sık bir şekilde emredilen “namazı ikâme etme”nin kişinin nefsine ve
içerisinde yaşadığı topluma bakan iki boyutu bulunmaktadır. Her müslüman
kendi nefsinde namazı ikâme ettiği gibi toplum hayatında namaz ikâme olunsun
diye çalışmalıdır. Bu eseri yayınlayarak yüce Allah’tan toplumumuzda tamamen
zayi olma konumuna gelmiş olan namazın ikâme olunduğunu görmeyi umuyoruz.
Bilindiği gibi
yüce Allah insanları ve cinleri tek bir maksat ile -ki oda Allah’a ibadet
etmeleridir- yaratmıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: “Ben insanları da
cinleri de bana ibadet etmekten başka bir maksat için yaratmadım.”
(ez-Zâriyât, 51/56) İbadetlerin ise kabul edilmesi üç temel şarta
bağlanmıştır. Birincisi, doğru bir inanca sahip olmak; ikincisi yapılan
ibadeti Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem gibi yapmak; üçüncüsü
Allah’ı razı etmekten başka bir gayesi olmamaktır. Her müslümana ibadetleri
ve özellikle namazı Rasulullah Sallallahu aleyhi vesellem gibi eda
edebilmek için delilleriyle birlikte öğrenmek büyük bir gerekliliktir.
Buradan yola çıkan yayın evimiz büyük bir emek mahsulü olan, değerli ilim
adamı Prof. Dr. Abdullah b. Muhammed et-Tayyar’ın “Namaz” isimli eserini
Türkçe’ye kazandırmıştır.
Elinizdeki
kitabın en önemli özelliği Kitab ve Sünnet naslarını delil olarak öne
çıkarmış, taassub ve taklidten uzak kalarak, sahih deliller üzerine bina
edilmiş olmasıdır. Eserde ihtilaflı meseleler ve farklı hükümler yığın
halinde sunulup sonrada öylece bırakılmayıp, sonuca varılmaya çalışılmıştır.
Hanefî, Malikî, Şafiî ve Hanbelî ulemadan alıntılar yapan müellif aslı
bulunmayan bir meseleyi ortaya koymaktan, selefe muhalif içtihadlarda
bulunmaktan çekinmiştir. İhtilaflı olan bazı konularda bu kitabın son
noktayı koyduğunu söylemiyoruz ancak müellif her meseleyi delillere
dayandırarak sunmaya azami gayret sarf etmiştir.
Kitaptaki
ıstılahlar/terimler cumhurun kullandığı şekilde kullanıldığından buna alışık
olmayan okuyucu dikkatli davranmalıdır. Örnek olarak Farz ve vacib
kelimeleri aynı manayı ifade etmekte “kesin olarak bağlayıcılığı”
bildirmektedir.
Rasûlullah
Salallahu aleyhi ve selem’in namaz kılma şeklini delilleriyle beyan eden
bu kitabın faydasını çoğaltmak amacıyla gerekli yerlere resimler yayınevimiz
tarafından yerleştirilmiştir.
Yüce Allah’tan
Rasulullah’a ittiba etmek hususunda tevfik niyaz ediyoruz.
Guraba
Hamd, âlemlerin
Rabbi Alah'adır. Salât ve selâm, peygamberlerin sonuncusu Rasulullah'a, onun
ailesine, sahâbilerine ve kıyamet gününe kadar onun dostu olanlaradır.
Namazın,
İslâm'da büyük bir önemi ve hiçbir ibadetin ona denk olmadığı, bir mevkii
vardır. O, ilk farz kılınan ibadettir. Tevhid'den sonra, İslâm'ın en önemli
esasıdır. Amellerin en faziletlisi ve Allah tarafından en çok sevilenidir.
Allah Kitab'ında onun şanını yüceltti, onu ve onu kılanları şereflendirdi.
Diğer ibadetler arasında özellikle onu zikretti, kullarına onu tavsiye etti.
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem onu, kendi gözünün aydınlığı ve
ruhunun rahatlatıcısı yaptı. Ashabına namazın faziletini öğretti, böylece
onların hem kalpleri hem organları haşyetle doldu, davranışları düzeldi,
ahlakları güzelleşti, bundan dolayı onlar önderler ve liderler oldular.
Sahih ve huşulu
bir namazın, ümmeti zafere götüren en belirgin sebeplerden olduğunda kuşku
duymuyoruz. Çünkü o, umulana ermenin, korkulandan emin olmanın yolu ve iki
cihanda kurtuluşun sebebidir.
Buna dayanarak,
namazı tarif etmek, önemini belirtmek ve onda gevşeklik göstermeme konusunda
uyarıda bulunmak için bu kısa risaleyi yazmaya karar verdik.
Yüce Allah'tan,
bu risaleyi okuyanlara dinleyenlere, basıp dağıtanlara yararlı kılmasını
dilerim. O, çok iyi duyan ve cevap verendir.
• Namaz
(salât)ın dildeki asıl anlamı, duadır. Meselâ Arapça "Sallâ aleyhi" yani ona
hayır duada bulundu denilir.
Allah'ın salâtı,
temize çıkarmak ve övmek; meleklerin salâtı ise dua demektir.
• Namaz (salât)
dinî bir terim olarak, farz ve sünnetleriyle, rükû, secde, kıyâm, istikbal-i
kıble gibi belirli hareketleri olan, Allah'a mahsus bir ibadettir. Birtakım
şartları, rükünleri, farz ve sünnetleri vardır.
• Namaz, dini
ayakta tutan direktir. Direk yıkılırsa, ona dayanan yapı da yıkılır. O,
Allah'ın farz kıldığı ilk ibadettir, en büyük bedeni ibadettir. Allah'ın
onu, diğer ibadetler gibi yeryüzünde ve Cebrail vasıtasıyla farz kılmaması,
derecesinin yüksekliğini göstermektedir. Allah onu, kendisiyle Peygamber'i
Salallahu aleyhi vesellem arasında bir vasıta olmaksızın farz
kılmıştır. Bu ise Miraç gecesi, yedi kat göğün üstünde olmuştu. Önemi
sebebiyle yüce Allah onu elli vakit olarak farz kılmış, sonra onu bir gün ve
gecede (24 saatte) beş vakte indirmiştir. O, fiiliyatta beş olmakla birlikte
mizanda ellidir.
Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
"Gerçekten ben,
(evet) ben Allah'ım. Benden başka ilâh yoktur. Onun için bana ibadet et ve
beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 14)
"Ey iman
edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize kulluk edin, hayır işleyin ki
felâh bulabilesiniz." (Hac, 77)
"Namaz, müminler
üzerine belirli vakitlerde yazılı bir farzdır." (Nisâ, 103)
"Söyle iman
etmiş olan kullarıma, namazı kılsınlar." (İbrahim, 31)
Peygamberimiz Salallahu aleyhi vesellem'de şöyle buyurmuştur: "İşin
başı İslâm, direği namaz, zirvesi de cihattır."
(Tirmizî)
"İslâm, beş
temel üzerine kurulmuştur: Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in
Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmek, namaz kılmak, zekât vermek, Ramazan
ayında oruç tutmak, imkân bulanın Beyt'i haccetmesi."
(Buhârî ve
Muslim)
•
Namaz, erkek veya kadın, hür veya köle, zengin veya fakir, mukim (ikamet
eden) veya yolcu, sağlıklı veya hasta, ergenlik çağına ulaşmış, akıllı her
müslümana farzdır. Aklı yerinde olduğu sürece, hastadan ölünceye kadar namaz
kılma yükümlülüğü kalkmaz. O, bir gün ve gecede (24 saatte) beş defadır.
Yüce Allah: "Namaz, müminler üzerine
belirli vakitlerde yazılı bir farzdır." (Nisâ, 103)
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem Muâz'ı Radıyallahu anh
Yemen'e gönderirken şöyle buyurmuştu: Onlara, Allah'ın her gün ve gecede beş
vakit namazı farz kıldığını bildir."
(Buhârî)
Beş vakit namaz
şunlardır:
1- Sabah namazı:
İki rekattır. Vakti, sabahın aydınlığının güneşin doğduğu yerde ortaya
çıkmasından yani fecr-i sadığın (sabaha karşı doğu ufkunda tan yeri boyunca
genişleyerek yayılan aydınlık) doğmasından başlar. Güneşin doğuşuna kadar
sürer. Son vaktine kadar geciktirilmesi caiz değildir.
2- Öğle namazı:
Dört
rekattir. Vakti, güneşin tepe noktasını geçip batıya doğru kaymasından
başlar, her şeyin gölgesi, zevalin gölgesinden sonra bir misli oluncaya
kadar devam eder.
3- İkindi
Namazı:
Dört
rekattır. Vakti, öğlenin vaktinin sona ermesinden sonra başlar, güneşin
sararmasına kadar sürer, zanruret dışında, son vaktine kadar geciktirilmesi
caiz değildir.
4- Akşam namazı:
Üç
rekattir. Vakti, güneşin yuvarlığı battıktan hemen sonra başlar ve şafak
kızıllığının kaybolmasıyla sona erer. Ancak; zaruretten dolayı son vaktine
bırakılabilir.
5- Yatsı namazı:
Dört rekattır. Vakti akşam namazının vakti sona erdikten sonra başlar, gece
yarısına kadar sürer. Ondan sonrasına bırakılmaz.
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Öğlenin vakti,
güneş zevale vardığı zamandan başlayarak, bir kimsenin gölgesi uzunluğu
kadar oluncaya kadar yani ikindinin vakti girmediği müddetçedir, ikindinin
vakti güneş sararmadığı müddetçedir, akşam vakti şafak kaybolmadığı
müddetçedir. Yatsı namazının vakti mutedil uzunluktaki gecenin yarısına
kadardır; sabah namazının vakti tan yeri ağardıktan sonra, güneşin doğmasına
az kalıncaya kadar devam eder."
(Muslim)
Bu arada, beş
vakit farz namazlarla birlikte kılınan revâtib sünnetleri, teheccüd namazı,
vitir namazı, teravih namazı, iki rekat kuşluk namazı, iki rekat
tahıyyetu'l-mescid, iki rekat abdest namazı, tövbe namazı, yolculuktan
dönenin kıldığı namaz, istihare namazı, küsûf ve Hüsûf namazları (Güneş ve
ay tutulması esnasında kılınan namaz), Cumanın sonraki sünneti, Beyt-i atîki
tavaftan sonra kılınan iki rekatlik namaz, ezanla Kâmet arasında kılınan
namaz gibi sünnet ve müstehap olan namazlar vardır.
• Namazın bazı
şartları vardır. Bunların namaz kılanda bulunması gerekir. Namaz kılan
bunlardan birisini terkederse, namazı olmaz:
1-
Müslüman olmak: Kâfirin namazı geçersizdir.
2-
Akıllı olmak: Akılsız olana namaz farz değildir.
3-
Ergenlik çağına
ulaşmak: Bülûğa ermedikçe çocuğa namaz farz değildir.
4-
Küçük ve büyük
hadesten taharet: Küçük hades, abdesti gerektiren her şeydir. Büyük hades,
cünüplükten dolayı gusletmeyi (boy abdesti) almayı gerektiren her şeydir.
5-
Beden, elbise ve namaz kılınacak yerin temiz olması.
6-
Vaktin girmesi:
Namaz ancak vakti girince farz olur. Vakti girmeden kılınırsa geçersizdir.
7-
Setr-i avret:
Avret yerlerinin temiz elbiselerle örtülmesidir.
8-
Niyet: Niyetin yeri kalptir. En iyisi, iftitah tekbiriyle birlikte
yapılmasıdır.
9-
İstikbal-i Kıble (namaz kılarken kıbleye yönelmek): Kıble, Mekke-i
mükerreme'deki Kâbe'dir.
• Namaz,
kalpteki inanç, dildeki konuşma, kıraat, tesbih getirme, tehlîl (lâ ilâhe
illa'llah demek) ve tekbir (Allahu ekber demek), rükû ve secde gibi
organlarla yapılan davranışlardan tutunda, necasetlerden maddi temizliğe ve
şirk ve küfürden manevî temizliğe kadar, kulluğun bütün türlerini kapsar.
• Namazın bazı
rükünleri vardır. Bunlar: Kıyâm, iftitah tekbiri (namaza başlarken "Allahu
ekber" demek), Fatiha'yı okumak, rükû ve ondan doğrulmak, yedi organ (alın
ve burun, eller, dizler ve ayak parmakları) üzerinde secde yapmak, secdeden
doğrulmak, iki secde arasında oturmak, bütün rükünlerde tume'nine (bir
miktar beklemek), tertîb, son teşehhüt ve onun için oturmak, Peygamber'e
Salallahu aleyhi vesellem salât getirmek ve iki defa selâm vermek.
• Namaz,
ergenlik çağına ulaşmış ve akıllı müslümana, korku, hastalık ve yolculuk
durumunda bile, her türlü halinde farzdır. İster yaakta, ister oturarak
ister yatarak, gücünün yettiği şekilde namazı kılar, Hatta sadece, gözü veya
kalbiyle işaret etmek suretiyle kılabiliyorsa, öyle yapar. Aklı olduğu
sürece, namaz yükümlülüğü üzerinden düşmez.
• Namaz, kulun
yüce Rabbi'yle kurduğu bir irtibattır. Sen gizlice konuşmak üzere Rabbinin
huzurunda durursun, o da seninle konuşur, ona dua edersin, o da duanı kabul
eder. Müslümanın namazı temiz olarak eda etmesi; her gün, Rabbinin huzurunda
temiz, huşûlu, itaatkar ve mütevazi olarak, nimetlerinden dolayı Allah'a
şükretmek, kendisine lûtfetmesini istemek ve günahlarının bağışlanmasını
dilemek üzere durması gerekir.
• Namazın
anahtarı, bedenin, elbisenin ve namaz kılınacak yerin temiz olması,
hadeslerden temizliktir. Onda huşûlu olmak ve kalp huzuru şarttır.
Yüce Allah şöyle
buyurmuştur:
"Namazlara
dikkat edin, özellikle orta namaza ve kalkın Allah için divan durun."
(Bakara, 238)
"Gerçekten felah
buldu müminler. onlar namazlarında huşûludurlar." (Müminûn, 1-2)
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Hiçbir müslüman
yoktur ki farz bir namazın vakti geldiğinde, o namazı güzel bir abdest
alarak huşûsuna ve rükûsuna dikkat ederek kılsın da büyük günah işlemedikçe,
o namaz ondan önceki günahların kefareti olmasın. Bu, her zaman için
böyledir" (Muslim)
Abdullah b.
eş-Şihhîr şöyle demiştir:
"Rasulullah'ı Salallahu aleyhi vesellem namaz kılarken gördüm.
Ağlamaktan dolayı, göğsünde, tencere sesi gibi bir ses vardı"
(Sahihtir. Ebû Dâvud)
•
Namaz, vücut temizliğiyle başlar ve ruh temizliğiyle sona erer. Kim onu
hakkıyla eda ederse, Allah'ın onu cennete koymaya sözü vardır. Onu yerine
getirmeyenlere sözü yoktur. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Beş vakit namazı, Allah kullara farz kılmıştır. Bunları yerine
getirip hiçbirini kaçırmayan ve bu namazların hakını hafife almayan kimseyi
Allah cennete koymaya söz vermiştir. Fakat bu namazları yerine getirmeyenler
hakkında böyle bir sözü yoktur. "Dilerse azap eder, dilerse onu cennete
koyar" (Sahihtir. Ebû Dâvud)
•
Namaz, edepsizlikten ve kötü şeylerden alıkoyar. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "O kitaptan sana
vahyedileni oku ve namazı da kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden
meneder. Elbette Allah'ı anmak, en büyük ibadettir. Allah, ne yaptığınızı
bilir" (Ankebut, 45)
•
Namaz, günahları örter, Allah iki namaz arasındaki ve önceki günahları,
onun sayesinde bağışlar. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurdu: "Büyük günah işlenmedikçe, beş vakit namaz kendi aralarında, cuma
namazı diğer cumaya kadar, Ramazan öbür Ramazan'a kadar, arada işlenen
günahları örterler." (Muslim)
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Hiçbir müslüman
yoktur ki farz bir namazın vakti geldiğinde, o namazı güzelce abdest olarak
huşû ve rükû ile kılsın da, büyük günah işlemedikçe o namaz ondan önceki
günahların kefareti olmasın. Bu, her zaman için böyledir."
(Muslim)
•
Yüce Allah namazla dereceleri yükseltir ve günahları yok eder. Onu beklemek,
Allah yolunda nöbet tutmak demektir. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurdu: "Size, Allah'ın günahları ne ile sildiğini ve dereceleri ne
ile yükselttiğini bildirmemi ister misiniz?" Sahabiler: Elbette, dediler.
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem: "Güçlüklere rağmen, güzelce
abdest almak, mescidlere giden adamları çoğaltmak ve namazdan sonra öbür
namazı beklemek. İşte sizin Allah yolunda nöbet tutmanız budur. İşte sizin
Allah yolunda nöbet tutmanız budur."
(Muslim)
• Namaz,
Cennette, Nebi Salallahu aleyhi vesellem ile birlikte olma
sebeplerinin en önemlilerindendir.
Rabia b. Kâb el-Eslemî Radıyallahu anh şunu anlattı: Bir gece
Rasûlullah'ın yanında kaldım. Ona abdest suyunu ve ihtiyaç duyduğu şeyleri
getirdim. Bana: "Benden bir şey iste" dedi. Ben de: Cennette seninle
birlikte olmak isterim, dedim. O: "Bundan başka bir şey de olabilir" dedi.
Ben: Onu istiyorum, dedim. Bunun üzerine Rasûlullah Salallahu aleyhi
vesellem: "O zaman çok secde etmek suretiyle bana yardımcı ol" dedi.
(Muslim)
• Namaz, kıyamet
günü, hakkıda sorgu yapılacak şeydir.
Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Kıyamet günü, kulun ilk hesaba
çekileceği şey, namazdır. Eğer o düzgün olursa, diğer amelleri de düzgün
olur, şayet o bozuk olursa, diğer amelleri de bozuk olur."
(Sahîhu'l-Câmi':
2537)
•
Namaz, dünyadan ayrılırken ve ölümüne sebep olan hastalığında son
nefeslerini alıp verirken, Peygamber'in yaptığı son tavsiye idi. O şöyle
diyordu: "Namaza ve sağ ellerinizin sahip olduklarına önem verin, onları
ihmal etmeyin." (Sahihtir. İbn Mâce)
• Allah bize
namaza dikkat etmemizi emretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Namazlara
dikkat edin, özellikle orta namaza... kalkın Allah için divan durun"
(Bakara, 238)
Yine yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Gerçekten felâh
buldu müminler. Onlar namazlarında huşûludurlar." (Müminun, 1,2)
• Namaz, dinden
gidecek olanların sonuncusudur. Dinin son şeyi giderse, ondan hiçbir şey
kalmaz. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"İslam'ın kulpları birer birer yıkılacak, bir kulp yıkılınca, insanlar
sonrakine tutunacaklar, bunların ilk yıkılanı, yönetim, sonuncusu da
namazdır"
(Sahihtir. İmam
Ahmed)
•
Allah bizi namazı ihmal etmekten sakındırmış ve ihmal edenlerle ona karşı
gevşek davrananları yermiştir. Yüce Allah onu ihmal edenlerin sonunu şu
sözlerle bildirdirmiştir: "Onlardan
sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı ihmal ettiler, şehvetlerine
uydular. Onlar kötülük bulacaklardır." (Meryem, 59)
Yüce Allah yine
şöyle buyurmuştur:
"Her can,
kazandığıyle (Allah katında) rehin alınmıştır. Yalnız kitapları sağdan
verilenler hariç, onlar cennetler içinde sorarlar: Suçluların durumunu:
"Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi?" Onlar da derler ki "Biz namaz
kılanlardan olmadık." (Müddesir, 38-43)
Başka bir ayette de yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O gün gerçek ortaya çıkar ve secdeye davet
edilirler; o vakit güçleri yetmez. Gözleri düşmüş, kendilerini bir zillet
sarmış bulunur. Halbuki o secdeye onlar sağ salimken davet olunuyorlardı."
(Kalem, 42-43)
• Namaz,
müslümanın parolası, müminin alâmetidir.
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer
tövbe ederler, namazı kılarlar ve zekâtı verirlerse, sizin din
kardeşinizdirler. biz bilen bir kavme âyetleri böyle uzun uzun açıklıyoruz."
(Tevbe, 11)
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Kişi ile
küfür arasındaki fark, namazı terketmektir."
(Muslim)
Yine Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Bizlerle onların
(münafıkların) arasındaki ahit, namazdır. Kim onu terkederse kâfir olur."
(Sahihtir. Tirmizî)
•
Namazı terkedenin İslâm'dan nasibi yoktur. Kasıtlı olarak onu terkeden kâfir
olur. Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Yalnız ona yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve Allah'a ortak
koşanlardan olmayın." (Rûm, 31)
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Hiçbir farz
namazı bile bile bırakma. Çünkü kim bir farz namazı kasıtlı olarak (yani
unutmak gibi meşru bir mazeret olmaksızın) bırakırsa zimmet kendisinden
uzaklaşmış olur." (Sahihtir. İbn
Mâce)
Abdullah b. Ömer
Radıyallahu anh bir gün, Rasulullah'a Salallahu aleyhi vesellem
namazdan bahsetti, Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Kendisine dikkat edene
namaz, kıyamet gününde nur, delil ve kurtuluş vesilesi olur. Kim namaza
dikkat etmezse, onun için ne bir nur, ne bir delil nede kurtuluş vardır. O
kimse, kıyamet günü, Kârun,Firavun, Hamân ve Ubeyy b. Halef'le birliktedir"
(Sahihtir. İmam Ahmed)
• Yüce Allah
bizi, onun vaktini geciktirmemeye teşvik eti; namazı geciktiren ve vaktinde
kılmayı ihmal edenlere azap edeceğini söyledi. O şöyle buyurdu: "Şu
namaz kılanların vay haline! ki onlar, namazlarından gaflet ederler." (Mâûn,
2-5) Âyette geçen "gaflet edenler", çıkıncaya kadar namazın vaktini
geciktirenlerdir. Ya onu tamamen terkedenin hali nicedir!
Abdullah b. Mes'ûd Radıyallahu anh şu rivayet eti: Rasulullah'a: Yüce
Allah hangi ameli daha çok sever? diye sordum. O da şöyle cevap verdi:
"Vaktinde namaz kılmayı" (Buhârî ve
Muslim)
•
Yüce Allah bize, küçük çocukların namaza alışmış olarak yetiştirilmelerini
ve on yaşına geldiklerinde, namaza dikkat etmezlerse dövülmelerini
emretmiştir. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
Çocuklarınıza yedi yaşına gelince, namaz kılmalarını emredin, on yaşına
geldiklerinde bu yüzden onları dövün."
(Sahihtir. Ebu Dâvud)
•
Bir namazı kaçıran, ailesini malını kaybetmiş gibi olur. Peygamber
Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Kim bir namazı kaçırırsa,
o ailesini ve malını kaybetmiş gibidir."
(Sahihu't-Terğib ve't-terhib: 576)
• Namaz, kulun
dünya ve ahiretteki yolunu aydınlatan ışık ve kurtarıcıdır.
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Temizlik
imanın yarısıdır. El-Hamdulillah mizanı doldurur, "Subhanallah" ve
"el-Hamdulillahı" göklerle yerin arasını doldurur, namaz nurdur, sadaka
(zekat) delildir. Sabır ışıktır. Kur'an, senin lehine ve aleyhine olan
hüccettir (kanıttır)." (Muslim)
•
Namaz, Allah'ın rahmetinin inme sebeplerinden birisidir. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Namazı kılın, zekâtı
verin, Peygamber'e itaat edin ki rahmete erdirilesiniz." (Nûr, 56)
• Hayatın
sıkıntılarına sabretmek, ancak namaza dikkat edenlerin dayanabileceği bir
şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Doğrusu insan
hırslı (ve huysuz) yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.
Kendisine hayır dokundu mu (yoksullara) yardım etmez (sıkı sıkı tutar).
Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki, namazlarını sürekli
kılarlar." (Meâric, 19-23)
• Namaz, sıkıntı
ve güçlüklerde kula yardım demektir.
Yüce Allah şöyle buyurdu: "Sabırla,
namazla (Allah'tan) yardım dileyin, şüphesiz bu, (Allah'a) saygı
gösterenlerden başkasına ağır gelir." (Bakara, 45)
• Rasûlullah'ı
birşey üzdüğünde veya müslümanların başına bir musibet geldiğinde, namaz
kılar ve şöyle derdi: "Bilâl! Kalk. Bizi namazla rahatlat."
(Sahihtir. Ebû
Dâvud)
•
Namaz, rahatlık, huzur ve mutluluk demektir. Peygamber Salallahu aleyhi
vesellem şöyle buyururdu: "Benim mutluluğum namazdadır."
(Sahihtir. Nesâî)
•
Huşu ile ve alçak gönüllü bir şekilde kılınan namaz, müslümanı Allah'a
yaklaştırır, iğrenç ve kötü şeylerden meneder. Onda Allah azze ve celle'yi
anmak, ruhun cesetteki konumu gibidir. Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Kitaptan sana vahyedileni oku ve namazı da
kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette Allah'ı anmak,
en büyük ibadettir. Allah ne yaptığınızı bilir." (Ankebût, 45)
• Mescidlerde
cemaatle birlikte namaz kılmak -şer'î bir özür bulunması hali hariç- bütün
müslüman erkeklere farzdır.Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Namazı kılın,
zekâtı verin, rükû edenlerle beraber (Allah'ın huzurunda eğilenlerle
beraber) eğilin." (Bakara, 43)
•
Cemaatle camide namaz kılmak, cennete girme sebebidir. Nitekim bunu Nebi
Salallahu aleyhi vesellem haber vermiştir: "Kim (namaz için) mescide
gider gelirse, her gidip gelişinde, Allah ona cennetteki konağını hazırlar"
(Muslim)
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Cemaatle
kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmi yedi derece üstündür."
(Buhârî)
•
Beş vakit namazın farzları dışında, müslümanın en faziletli namazı evinde
kıldığıdır. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Cemaat! Evlerinizde de namaz kılın. Çünkü farz namaz dışında, kişinin
kıldığı en faziletli namaz evinde kıldığıdır."
(Buhârî)
• Beş vakit
namaz günahları siler.
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Ne dersiniz?
Sizden birinin kapısı önünden bir nehir aksa ve o kişi, her gün beş defa bu
nehirde yıkansa, kendisinde kir diye bir şey kalır mı?" Sahabiler: Böyle
birisinin bedeninde hiç kir kalmaz, dediler. Bunun üzerine Nebi Salallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Beş vakit namaz da böyledir. Yüce Allah
bu namazlar sebebiyle kulun hatalarını siler."
(Muslim)
Yine Rasûlullah Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Beş vakit
namaz aralarındaki (günahlara) kefarettir."
(Sahihu't-Terğib ve't-terhib)
•
Namazdan sonra namazı beklemek, meleklerin namaz kılanlar için af
dilemelerine sebeptir. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurdu: "Sizden biri, namazdan ayrılmadığı sürece hep namazda gibidir.
Namaz kıldığı yerden kalkıp gitmediği veya abdesti bozulmadığı sürece
melekler şöyle derler: Allah'ım! Onu bağışla ve ona acı."
(Buhârî)
• Allah'ın en
sevdiği namaz:
Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Allah'ın en
sevdiği namaz, Davud'un namazıdır. O, gecenin yarısında uyur. Üçte birini
namazla geçirirdi ve son altıda birisini uyurdu."
(Muslim)
• Müslüman
kardeşim! Revatib denilen nafile namazları unutma. Bunların da büyük
fazileti vardır. Nitekim, bir gün bir gecede on iki rekat (nafile) namaz
kılan için, cennette bir köşk yapılır. Peygamber Salallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Hiçbir müslüman kul yoktur ki, Allah için,
her gün farzın dışında, nafile olarak on iki rekat namaz kılsın da Allah ona
cennette bir ev yapmasın."
(Muslim)
•
Güzelce bir abdest almanın ve ona devam etmenin, günahlara kefaret olduğunu,
günahları, vücuttan çıkardığını ve onun sebebiyle dereceleri yükselttiğini
de unutma. Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Bir müslüman güzel bir abdest aldıktan sonra namaz kılsın da Allah bununla
ondan sonraki namaz arasındaki günahları affetmesin."
(Muslim)
Yine Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Kim böyle
bir abdest alırsa, günahları bağışlanır. Onun namazı ve camiye kadar
yürümesi nafile olur." (Muslim)
Bir
başka hadiste de Peygamber Salallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Kim güzel bir abdest alırsa günahları, tırnaklarının altından çıkacak
şekilde, vücudundan çıkar gider."
(Muslim)
• Her
müslümanın, ister imam, ister cemaat, ister tek başına olsun, Hz.
Peygamber'in "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, öyle namaz kılın."
(Buhârî) sözüne göre hareket etmek için, onun namaz kılmadaki usulüne dikkat
etmesi gerekir.
Namazında,
Peygamber'inin Salallahu aleyhi vesellem yolunda yürüdüğünü hisseden
kul, ona uymuş olmanın tadını duyar. Hangi sevgi, Rasûllah'in adımlarını
takip etmekten daha büyüktür?
Yüce Allah aziz
kitabında şöyle buyurmuştur:
"(Ey Peygamber)
De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve
günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafûr ve Rahîmdir" (Âl-i İmrân)
Ebû Eyyûb
el-Ensârî Radıyallahu anh şöyle demiştir: Rasulullah'ın Salallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurduğunu duydum: "Kim emredildiği şekilde
abdest alır ve emredildiği şekilde namaz kılarsa, geçmiş günahları
bağışlanır."
(Sahihtir.
Nesâî)
Namaz kılmakla
şu sonuçlar elde edilir: Rahatlık, huzur, mutluluk, ruh temizliği,
günahların örtülmesi, sevapların artması, derecelerin yükselmesi, çirkin ve
kötü şeylerden uzak olma, her zaman yüce Allah'la irtibat halinde olma.
Muhterem
Okuyucu! Elinizde tuttuğunuz bu kitap sizinle Rashulullah’ın mübarek sünneti
arasındaki engelleri ortadan kaldırmak için çalışkan bir ilim yolcusu
tarafından hazırlanmıştır. Değerli müellif namazı her yönüyle ve sağlam
deliler ışığında ele almış çeşitli mezhep ulemasının kıymetli notlarınıda
zikretmiştir. Rasûlulullah’ın namaz kılma şekliyle ilgili ihtilafların bir
kısmı sahih delillerle zayıf delillerin çatışması şeklindedir. Bu durumda
her müslümana düşen görev Rashulullah’tan sahih yollar ile sabit olan hadise
varılmak ve hiçbir kimsenin sözünü Rashulullah’ın sözünün önüne almamaktır.
İhtilafların diğer bir kısmı ise sahih delillerin çatışması şeklindedir. Bu
durumda ise ehlince bilinen kaideler ışığında ya delillerin arası cem edilir
veya ikisinden biri tercih edilir. Kitabın müellifi gücü yettiğince sahih
sünnetten deliller ile Rasûlullah’ın namaz kılma şeklini ortaya koymaya
çalışmıştır. Ancak okuyucu bu kitabın en son nokta olduğunu düşünmemeli,
taassuptan sıyrılarak kendi gücü nisbetinde sahih delillere uymaya
çalışmalıdır.
Yüce Allah sizi
ve bizleri.Rasûlullah’a ittiba ile şereflendirsin.
Abdullah Yolcu
1.4.2003
İstanbul
Âlemlerin
Rabbi Allah'a hamdolsun. O, insanı yarattı. Onun şerefini yücelterek
kendisine ibadet etmesini emretti. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey
insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin ki
takvâ sahibi olasınız."
(el-Bakara, 2/21)
İnsana başarı ve mutluluk yolunu göstererek şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minler gerçekten refâha ermişlerdir. Onlar ki namazlarında huşû’
içindedirler." (el-Mu'minun, 23/1-2); "Gerçek şu ki; umduğunu
elde eder iyice temizlenen ve Rabbinin adını anarak namaz kılan."
(el-A'lâ, 87/14-15)
Nebilerin ve rasûllerin sonuncusuna da salât ve selam ederim. Rabbi ona
semaya yükselmek nimetini ihsan etmiş, bu üstün makamda Rabbinden namaz
mükellefiyetini almıştır... Bu sebeble namaz akideden sonra farzların başı,
mü'minlerin en önemli ayırıcı özelliği olmuştur. Cabir b. Abdullah
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kişi ile şirk ve küfür arasında
sadece namazın terki vardır."
Bundan sonra
şunları belirtelim ki; namaz her müslümanın öğrenerek ve uygulayarak
hükümlerini iyice bellemesi gereken en önemli bir ibadettir. Çünkü İslamda
namazın değeri pek büyük, yeri çok yüksektir. İman eğer (inandığını) dil ile
söylemek, kalb ile inanmak ise; namaz da azalar ile amel etmek ve Rahman
olan Allah'a itaat etmektir.
Namaz, kendisi
ile yalnızca yüce Allah'a yönelmeyi sağlayan ve mü'mini dünyada şerefli bir
hayata, âhirette ebedi mutluluğa hazırlayan imanî özelliklere nefsi eğiten
ve alıştıran bir ibadet olduğundan ötürü, bütün risaletler boyunca ardı
arkasına namaz emri verilmiştir. Göklerin ve yerin yaratıcısı ile ilişki
onunla kurulabilmiştir. İtaatlere bağlı kalmaya, haramlardan uzak durmaya
ruhun yardımcı azığı olmuştur.
Namaz, şeriatin
koyucusu tarafından tesbit edilmiş şekliyle yerine getirilmesi gereken bir
ibadettir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de öylece namaz
kılınız."
O halde müslümanın bu ibadeti doğru şekliyle edâ edebilmesi için namaz ile
ilgili hükümleri öğrenmesi kaçınılmaz bir husustur.
İşte namazı,
namazın değerini, müslümanın hayatındaki etkilerini, Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in bize öğrettiği şekilde eksiksiz ve doğru
bir şekilde insanın namazı nasıl edâ edeceğini öğreten bu kitapçığın önemi
de burada ortaya çıkmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim namaza çok büyük önem vermiştir. Namazın dosdoğru
kılınmasını, onun gereği gibi korunmasını emreden pekçok âyet-i kerime
vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namazı dosdoğru kılın, zekâtı
verin ve Rasûle itaat edin ki, rahmete kavuşturulasınız." (en-Nur,
24/56); "Güneşin (batıya doğru) kaymasından, gecenin karanlığına
kadar namazı dosdoğru kıl..." (el-İsra, 17/56); "Gündüzün iki
tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde namazı dosdoğru kıl!"
(Hud, 11/114)
Kur'ân-ı Kerim iman ehli olanları namazı dosdoğru kılmakla nitelendirerek
şöyle buyurmaktadır: "Onlar gayba iman ederler, namazı dosdoğru
kılarlar." (el-Bakara, 2/3) Namazı önemsemeyip, onu unutan
kimseleri tehdit ederek yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte (böyle)
namaz kılanların vay haline ki onlar namazlarından yana gaflet
içindedirler." (el-Maun, 107/4-5) Namazı unutup, onu büsbütün
kaybedenleri de şöyle tehdit etmektedir: "Bunlardan sonra ise namazı
terkeden, arzularına uyan bir kavim geldi. İşte onlar ğay (kötü bir sonuç,
cehennem) ile karşılaşacaklardır."
(Meryem, 19/59)
Namazın önemli yeri Kur'ân-ı Kerim'de açıkça ortaya çıkmaktadır. Bundan
dolayı namaz için nidâ (ezan okumak)dan sözedildiğini görüyoruz: "Ey iman
edenler! Cuma günü için namaza çağrıda bulunulduğu vakit, Allah'ı anmaya
koşun ve alışverişi bırakın..."
(el-Cum'a, 62/9)
Yine Kur'ân-ı Kerim namaz dolayısıyla temizlenmeyi (abdest almayı) da
emrederek şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız
zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başlarınıza,
meshedin her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünub
iseniz yıkanıp temizleniniz..."
(el-Maide, 5/6)
Kur'ân-ı Kerim
namazların edâ edilmesi için mescid bina edilmesine de işaret etmekte,
mescidleri imar etmeyi teşvik etmekte ve mescidlere giderken güzel giyinmeye
davet etmektedir.
Tertemiz sünnet de ümmete namazın faziletini, yerini, çeşitlerini ve
keyfiyetini öğretip durmuştur. O kadar ki, bu ümmetin hidayete ileticisi
Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'in son sözü namaza dair vasiyeti
olmuştur: "Namaz, namaz! Ve bir de ellerinizin altındaki kölelerinize dikkat
ediniz."
Namaz dinden en
son kaybedilecek husustur. O da kaybedildi mi din bütünüyle kaybedilmiş
olur. Kıyamet gününde kulun kendisinden hesaba çekileceği ilk ameldir...
İslam ile küfür arasında ayırıcı bir sınır teşkil etmesi bile önemini
anlatmak için yeterlidir.
Okuyucu
kardeşim! Bu İslamı tanıtmaya dair yazdığım kitabçıkların üçüncüsüdür. Daha
önce yüce Allah lütfuyla zekat, oruç ve hacca dair bir şeyler yazmayı nasib
etmişti. Böylelikle İslamın rukünleri ile ilgili yazacaklarım tamam
olmaktadır. Bu kitabçığımı kaleme alırken gereken faydanın elde edilmesi ve
yaygınlaşması için kısa yazmaya dikkat ettim, anlamı açık ve sağlam ifadeler
kullanmaya çalıştım. Namaz konusu ile ilgili gerek duyulan hususlara el
attım, geniş açıklama gerektiren yerleri delilleri de zikretmekle birlikte
genişçe açıkladım, ilim ehlinin ifadelerini sunarken kuvvetli gördüğüm
görüşü tercih ettim, doğru zannedilen pekçok hatayı ortaya koymaya gayret
gösterdim.
Yüce Allah'tan
bu yazdıklarımın yararlı olmasını, bundaki yanılma yahut kusurlarımı bana
bağışlamasını, salih ameller işlemeye bizleri muvaffak eylemesini niyaz
ederim. Şüphesiz ki o bunları yapabilecek ve buna muktedir olandır.
Peygamberimiz Muhammed’e onun aile halkına ve ashabına da Allah'ın salât ve
selamları olsun.
Ebu Muhammed
Abdullah b. Muhammed b. Ahmed et-Tayyâr
(el-Kasîm Şeriat
ve Usulu'd-Din Fakültesi
Fıkıh Anabilim
Dalı Öğretim Üyesi)
8. 10. 1415 H.
Tâcu'l-Arûs adlı
sözlükte şöyle denilmektedir.
(Salât'ın) dua anlamında olduğu söylenmiştir. Bu, bu kelimenin anlamlarının
esasını teşkil etmektedir. Yüce Allah'ın: "Onlara salât eyle."
(et-Tevbe, 9/103) buyruğunda da bu anlamda kullanılmıştır ki, onlara dua
et demektir. Bir kimse, birisine dua edip, onu tezkiye edecek olursa: “o
filana salât getirdi” denilir. el-A'şa'nın: "O (şarab) testisi üzerine salât
getirdi." şeklindeki ifadesi, şarabının ekşimemesi ve bozulmaması için dua
etti demektir.
Hadis-i şerifte
şöyle buyurulmaktadır: "Eğer (yemeğe davet edilen kişi) oruçlu ise salât
getirsin." denilmektedir ki hayır ve bereket ile dua etsin anlamındadır. Dua
eden herkese de "musallî" denilir. İbnu'l-A’rabî dedi ki: Salât, Allah'tan
rahmet demektir. Yüce Allah'ın: "O size salât getirendir."
(el-Ahzab, 33/43) buyruğu size rahmet buyurandır, demektir. Salâtın
meleklerden mağfiret dilemek ve dua etmek anlamında olduğu söylenmiştir.
Nitekim "melekler o kimseye on defa salât getirir" ifadesi ona mağfiret
dilerler, demektir. Salât bazen meleklerden başkaları tarafından da
getirilebilir. Sevde Radıyallahu anha'nın rivayet ettiği hadiste
kullandığı: "Biz ölürsek Osman b. Maz'un bize salât getirir" ifadesi (Rabbi
huzurunda) bize mağfiret dileyecek demektir. O sırada Osman vefat etmiş
bulunuyordu.
Yüce Allah'tan,
Rasûlüne "salât"ın ona güzel övgüde bulunmak anlamında olduğu da
söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğu bu kabildendir: "İşte Rablerinden
"salât"lar ve bir rahmet hep onların üzerindedir." (el-Bakara, 2/157)
buyruğu da bu anlamdadır. (Allah'tan güzel övgüler onların üzerindedir,
demek olur.)
el-Lisân
(Lisanu'l-Arab)'da şöyle denilmektedir: Allah'ın "salât"ı rahmet etmesi;
melek, insan ve cin gibi yaratılmışların “salât”ı kıyam, rükû’, sücûd, dua
ve tesbihi ihtiva eden bir ibadet, kuşların ve haşeratın "salât"ı ise tesbih
getirmek demektir.
Özel söz ve
fiillerden meydana gelen, tekbir ile başlayıp, selam vermek ile sona eren
yüce Allah'a bir ibadettir.
"Sözler"den
kasıt, tekbir getirmek, kıraat (Kur'ân okumak), tesbih, dua ve benzeri
sözlerdir.
"Fiiller"den
maksat, kıyam, rükû’, sucûd, tahiyyâta oturmak ve benzeri amellerdir.
Namazın sözlük
ve şer'î manası üzerinde düşündüğünüz takdirde bu iki anlam arasında sıkı
bir ilişki olduğunu görürüz. Dua etmek birtakım işleri yapmak ve tazim,
hepsi de namazın şer'î anlamında bulunan birtakım işler ya da manalardır.
Dolayısıyla "salât (namaz)" adının verilmesi bir şeye onun birtakım
bölümlerinin isminin verilmesi kabilindendir.
Namaz, duayı
şer'î bir hakikat olarak kapsamaktadır. "Bağlılık" ise namazın yüce Alah'ın
farz kıldığı şeylere riayet etmekte ortaya çıkar. Hatta bağlı kalınması
emrolunan en büyük farzlar arasında yer alır. Şeriatin tarif ettiği şekliyle
namaza (salât) adının verilmesi, yüce ve her türlü eksiklikten münezzeh
Rabbimizin ta'zim edilmesini ihtiva ettiğinden ötürüdür.
Eğer namaz
sözlük anlamı itibariyle (kalçalar demek olan) "es-Salavân"den alınmış ise,
bunlar insanın rükû ve sücûdda önemli yer tutan azalarıdır. Onları hareket
ettirmeden rükû ve sücûd yapılamaz. O halde "salât" isminin burdan alınmış
olması, alıcı ve satıcının (kol demek olan) "baâ"larını alışveriş halinde
uzatmalarından ötürü alışverişe "bey'" adının verilmesi kabilindendir.
"Salûta" de
namaz kılınan yer demektir. Her iki anlam arasındaki ilişki de gayet
açıktır. Böylelikle "salât"ın hem sözlük, hem şer'î anlamı arasındaki ilişki
açığa çıkmış olmaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben cinleri de, insanları da bana ibadet
etmekten başka, birşey için yaratmadım. Ben onlardan rızık da istemiyorum,
bana (yemek) yedirmelerini de istemiyorum. Çünkü şüphesiz ki Allah'tır hem
rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan."
(ez-Zâriyât, 51/56-58)
Oldukça kısa ve
belağatli bir üslubla yaratılmışların yaratılış gayesini bize gösteren,
bizlere hayatın üzerinde yükseldiği ve o pek büyük hakikati ve temel taşı
gözlerimizin önüne koyan, bu âyet-i kerimeler üzerinde düşündüğümüz
takdirde... Cinlerin ve insanların varlığından belirli bir amaç
gözetildiğini görürüz. Bu amaç oldukça yüce ve üstün bir görevin yerine
getirilmesinde ifadesini bulmaktadır. Bunu yerine getiren varlığının
gayesini gerçekleştirmiş, bu hususta kusurlu hareket eden kimsenin ise
hayatında yaratılış maksadı ortadan kalkmış, aslî anlamı kaybolmuş olur.
Sözkonusu bu belirli amaç yalnızca yüce Allah'a kulları için kendisine
ibadet etmelerini teşrî ettiği şekilde ibadet etmektir. Kulun hayatının
tamamı ancak bu görev ve bu gaye ışığında doğru yolunu izleyebilir.
İnsan varlığının amacı ve hayattaki mesajı olan ibadetin anlamına açıklık
getirmek maksadıyla Allah'ın âyetlerini araştırmaya koyulacak olursak, yüce
Allah'ın şu buyruklarını okuyabiliriz: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak
ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti. Melekler: 'Biz seni hamdinle
tesbih ve takdis edip dururken, orada bozgunculuk yapacak, kanlar dökecek
bir kimse mi yaratacaksın?' demişlerdi. 'Sizin bilmediğinizi herhalde ben
bilirim' demişti." (el-Bakara,
2/30)
Bununla insanın
yeryüzündeki halifeliğinde yapması gerekenler, onun halifelik mefhumunun
gereklerini gerçekleştirecek hayatî faaliyetlerin tümünü yerine getirmesi
gerektiği açıkça anlaşılmaktadır. Bunlar ise yüce Allah'ın yeryüzündeki
şeriatine ve yöntemine uygun bir şekilde yeryüzünün imar edilmesi,
sırlarının bilinmesi, bunların kullanılmaları ve geliştirilmeleridir.
İnsanın,
misyonunu yerine getirebilmesi, hayatta yerine getirmekle yükümlü olduğu ve
yüce Allah'ın kendisi sebebiyle onu yaratmış olduğu ibadetin anlamını
gerçekleştirerek yükümlü olduğu rolünü ifa edebilmesi için iki hususa
ihtiyacı vardır:
1-
İnsanın ruhunda yalnızca yüce Allah'a ibadet etmek manasıyla şuurunun karar
bulması,
2-
Nefsin bütün hareketleriyle ve azalarının bütün davranışlarıyla, hatta
hayattaki bütün hareketlerle yalnızca Allah'a yönelmek, yalnızca Allah'a
ibadet anlamına aykırı olan herbir düşünce ve herbir halden tamamıyla
uzaklaşıp, yalnızca Allah'a yönelmek.
Mü'mini
çalışmaya, halifelik makamında gayretini ortaya koymasına ve
yükümlülüklerini yerine getirmesine iten duygunun, rızkı elde etme isteğinin
olmaması için şanı yüce Allah insanı rızık endişesi ile meşgul olmaktan
kurtarmış bulunmaktadır. Tâ ki insanın kalbi bu tür endişelerden uzaklaşarak
bütün gayretini, yaratılış amacını gerçekleştirmek için harcayabilsin.
İnsanın
yeryüzündeki halifelik görevini yerine getirebilmesi için yüce Allah'ın "yap
ve yapma" şeklindeki teklif yönteminde ortaya koymuş olduğu şeriate uygun
bir amel ve bir akideye sahib olması kaçınılmaz bir şeydir. Böylelikle insan
vazifesini yerine getirdiği için kalbinde ve vicdanında duyacağı huzur ile
dünyadaki saadetini, ilahi lütuf, nimet ve ihsanlar ile âhiret saadetini
elde edebilecektir.
Hatırımızdan çıkmaması gereken gerçek şudur: Şanı yüce Allah kendisine
ibadet edilmesini ihtiyacı dolayısıyla bize farz kılmış değildir. Aksine bu
ibadeti bizzat bizim hayrımız için emretmiştir. Böylelikle takvayı elde
edelim, yanılmalardan ve masiyetlerden kendimizi koruyabilelim, yüce
Allah'ın rızasına ve nimetlerine kavuşarak azabından kurtulabilelim. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de
yaratan Rabbinize ibadet edin ki, takvâ sahibi olasınız."
(el-Bakara, 2/21)
Bizim yüce Allah'a ibadet etmemiz, ibadet edenin elde edebileceği pek büyük
bir şereftir. Şanı yüce Allah, nezdinde yaratılmışların en değerlisini ve en
üstününü Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde bu vasıf ile nitelendirmiştir.
Bunlardan birisi de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kulunu geceleyin
Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren
Allah, hertürlü eksiklikten münezzehtir."
(el-İsra, 17/1)
Tevhid akidesi
ve yüce Allah'a ibadet, bütün peygamberlerin getirdikleri mesajdır.
Müslümanların
pek çoğu "ibadet" kavramının sadece namazı kılmayı, zekatı verip, oruç
tutarak haccetmeyi kapsadığını zannedecek hale düşmüşlerdir. Sözü geçen bu
rükunler ibadet kapsamı içerisinde olmakla birlikte "ibadet"in anlamı sadece
bunlardan ibaret değildir. İbadet kavramı Allah'ın dinine davet etmek,
iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak, Allah'ın şeriatını hakim kılmak,
Allah yolunda cihad etmek, niyeti sadece yüce Allah için halis kılarak
ibadete dönüştürülmesi mümkün olabilen bütün amelleri yani İslamın bütün
isteklerini kapsayacak kadar geniştir.
Namaz insanın
yaratıcısına ibadet maksadı ile ifa ettiği şekillerden birisidir. Namaz kul
ile Rabbi arasındaki bağlantıdır. İslamda namazın yeri tıpkı başın bedendeki
yeri gibidir. İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Emaneti olmayanın imanı yoktur. Abdesti olmayanın namazı olmaz. Namazı
olmayanın dini olmaz. Şüphesiz namazın dindeki yeri tıpkı başın bedendeki
yeri gibidir."
Namaz şehadet
kelimesinden sonra İslamın ikinci esasıdır. Onunla müslüman ile kâfir
birbirinden ayırdedilir. Namaz İslamın göstergesi, imanın alâmeti, gözün
bebeği, kalbin huzurudur. Enes b. Malik Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "Ve gözümün bebeği namazdadır."
Namaz, sürekli
Allah'ı anmayı ve O'nunla sürekli ilişki halinde olmayı gerçekleştiren bir
ibadettir. Bütün itaatleri ve yüce Allah'a teslim olmayı, O'na hiçbir şeyi
ortak koşmaksızın yalnızca O'na yönelmeyi ifade eder. İnsan nefsini eğitir,
ruhu arındırır, kalbi aydınlatır. Bunu da kalbe Allah'ın celal ve azametinin
tohumlarını ekerek yapar. Kişiyi tertemiz eder, ahlâkın üstün değerleri ile
bezenmesini sağlar.
Namaz
dindarlığın özünü teşkil eden bir ameldir. Bundan dolayı namaz tevhidden
sonra bütün peygamberlerin risaletinde arka arkaya kesintisiz bir ibadet
olarak emredilegelmiştir. Namaz sayesinde Allah'a ulaşmanın yolları
güçlenir, kul namaz ile ilahi yükümlülüklerin zorluklarına karşı manevi bir
yardıma sahib olacak şekilde güç ve enerji kazanır.
Yüce Allah,
müslümanlara kendisini layık olduğu şekliyle övsünler, bu yolla emirlerini
onlara hatırlatsın, dünya hayatında karşılaşacakları çeşitli zorluk ve
belaların yükünü hafifletmek için namazın yardımını alsınlar diye namazı
farz kılmıştır.
Namaz kılmakla
insan, Rabbinin huzurunda tam bir saygı ve boyun eğiş haliyle durur.
Kalbiyle ma’budunun azametinin farkına varır. Bununla birlikte ma’budun
cemal ve celâline karşı sevgi ve korku hisseder. Onun yanındaki hayırları
ümit eder, sıkıntılarının giderilmesini arzular, onun çetin azabından
korkar.
İslâmda namazın
pek büyük yeri vardır. Başka herhangi bir ibadet bu konuma ulaşamaz. Namaz
dinin direğidir, onsuz din ayakta durmaz. Muâz b. Cebel Radıyallahu anh'ın
rivayet ettiği bir hadise göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Sana bütün işin başını ve onu ayakta tutan direğini,
zirve noktasını söyleyeyim mi? Ben, söyle ey Allah'ın Rasûlü dedim. Şöyle
buyurdu: "İşin başı İslam, onu ayakta tutan direği namaz, zirve noktası ise
cihaddır..."
Namazın yeri şehadet kelimesinden sonradır. Böylelikle namaz akidenin
doğruluğuna ve sağlıklı oluşuna delil teşkil eder. Kalbde yerleşenin doğru
bir belgesi ve onu tasdik eden bir burhan olur. Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "İslam beş temel üzerine bina
edilmiştir. Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın
kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı
vermek, Beyt’i haccetmek ve ramazan ayında oruç tutmak."
“Namazı dosdoğru kılmak (ikamu's-salah)” onu sözleriyle, fiilleriyle
-Kur'ân-ı Kerim'de geçtiği üzere- muayyen vakitlerinde eksiksiz olarak eda
etmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "... Şüphesiz namaz mü'minler
üzerine vakitleri belli bir farzdır."
(en-Nisa, 4/103)
Şehadet
kelimesinden sonra namaz bütün esasların önündedir. Çünkü namazın yeri ve
şanı pek büyüktür. Namaz yüce Allah'ın Mekke'de farz kıldığı ve Medine'de
hükümleri tamamlanan ilk ibadettir. Mü'minlerin annesi Âişe Radıyallahu
anhâ'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah namazı farz kıldığı
vakit hem yolculukta, hem ikamet halinde ikişer rekât olarak farz kıldı.
Yolculuk namazı olduğu gibi kaldı, ikamet halindeki namaz arttırıldı."
Medine'de diğer
ibadetler namazdan sonra tamamlandı ve mükellefiyetlerin pekçoğu ondan sonra
farz kılındı.
Farz oluşu
itibariyle namazın özel bir yeri vardır. Namazın farziyetini yeryüzüne bir
melek indirmedi, fakat yüce Allah, Rasûlü Muhammed Sallallahu aleyhi
vesellem'a semavâta miraç ile yükselme nimetini ihsan etti, Rabbinin
huzurunda en yüksek bir mevki ve en büyük bir karşılaşma halinde o yüce
Rasûl, bu pek büyük mükellefiyet ile muhatab kılındı.
Namaz kılan,
yüce Allah'ın huzurunda durur. Kendisi ile Allah arasında herhangi bir aracı
bulunmaz. Yüce Allah'a yakın olduğu şuuruna erer. Yüce Allah'ın kendisiyle
beraber olduğunu hisseder. Buna bağlı olarak bütün azaları huzura, güvene,
kesin yakîne ulaşır. Huşû ile rükûa ve secdeye varır, Allah'ın yardım ve
desteğine kavuşur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler gerçekten
felâh bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşû içindedirler. "
(el-Mu'minun,
23/1-2)
Müslüman
farzıyla, nafilesiyle namaza kesintisiz devam eder. Hastalık ya da yolculuk
gibi herhangi bir mazeret sebebiyle namazdan uzak kalamaz. Nereye giderse
namaz farizası onunla beraberdir. O nerede fırsat bulursa namazını orada eda
eder. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:
"...Ve yeryüzü benim için bir mescid ve bir temizlenme aracı kılındı.
Ümmetimden herhangi bir kimseye namaz nerede erişirse, orada kılıversin..."
Yeryüzünün tamamı ibadet yeridir. Çünkü ibadet Allah'ın evlerinin sadece
duvarları arasında yapılmaz. Yeryüzünün tamamı Allah'ın hakimiyeti
altındadır. Kişi de nereye giderse gitsin Allah'tan korkmakla, O'na karşı
takvalı olmakla yükümlüdür.
Namaz vakitleri arasında müslüman az önce Allah'ın huzurunda olduğunu,
ellerini havaya kaldırarak O'ndan hidayet istediğini, biraz sonra yine namaz
vaktinin geleceğini, yeniden Allah'ın huzurunda duracağını bilir. Bu durumda
olan bir kimsenin Allah'ın zikrinden, O'nu hatırlamaktan gaflete düşmesi,
O'nu unutması yakışmaz. Bundan dolayı kul her zaman namazın etkisi altında
kalmaya devam eder. İmanı güçlenip, artar. Kararlılığı daha bir pekişir ve
kişiyi hayatın meşguliyetlerinden çekip alır, insanı aldatıcı hususlar
karşısında nefsin muzaffer olmasını sağlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Bunlar) kendilerini ticaretin de, alışverişin de Allah'ı anmaktan,
namazdan, zekâtı vermekten alıkoyamadığı yiğitlerdir. Onlar kalblerin ve
gözlerin (dehşetten) halden hale döneceği bir günden korkarlar."
(en-Nur, 24/37)
Çeşitli hallerde ve zamanlarda namazın sürekliliği ve kesintisiz oluşu, onu
diğer amelî mükellefiyetlerden ayıran bir niteliğidir. Namaz, zekat, oruç ve
hac gibi İslamın temel esasları dışında kalan bütün mükellefiyetler genel
olarak belirli birtakım maslahatlara bağlıdır, o maslahatlar etrafında
döner, dolaşırlar. Maslahat umulduğu takdirde o mükellefiyetler sabit kalır,
ortadan kalktığı takdirde yahut bitmesi halinde de ortadan kalkar. Yahut bu
yükümlülükler muayyen şartlarda vacib olan insanlar arası ilişkilerine
bağlıdır, affetmek ve başka yollarla da bunlar ortadan kalkabilir. Sözü
geçen İslamın rükunleri ise muayyen vacibler (farz-ı ayn)dir. Allah'a ait
haklar hiçbir zaman ortadan kalkmaz. Fakat bu rükunler arasında yine
namazın, süreklilik özelliği ile onlardan ayrıldığını görüyoruz. Çünkü oruç
ancak gücü yetene farzdır, hac ancak oraya gidebilecek yolu bulabilenler
için bir yükümlülüktür. Zekatı ancak nisaba malik olan (zengin sayılan)
kimseler verir. Namaza gelince, güç yetirebilme mazeretleri namazı ortadan
kaldırmamaktadır. Sadece zorluğu ortadan kaldırmak için namazın rükunleri
hafifletilebilir. Esası ise, ihtiva ettiği üstün özellik ve manaların
ortadan kalkmaması için devam eder."
Namaz hemen hemen İslamın Rükunlerinin bir toplamıdır. Çünkü namaz birinci
ve ikinci teşehhüdde iki şehadeti kapsar. Namazın bizzat kendisi günlük bir
zekâttır. Çünkü namaz kılan bir kimse namazı eda etmek için vaktinin bir
bölümünü feda eder. Halbuki aynı zamanda zekatını vereceği bir mal kazanmak
suretiyle bu zamanında bir iş yaparak bu vakti değerlendirebilir. Kişi namaz
kılınca malın da esasını teşkil eden vaktinin bir bölümünü harcar. Nasıl ki
zekat malın temizleyicisi ise namaz da vakitlerin temizleyicisidir. İnsanın
çeşitli zamanlarda ve namazları arasındaki zaman fasılalarında işlediği
masiyetlerden bir temizleme aracıdır. Buna tanık olarak Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in şu buyruğu yeterlidir: "Sizden herhangi
birinizin kapısı önünde bir ırmak bulunup da o kişi o ırmakta günde beş defa
yıkanacak olursa ne dersiniz? Bu o kişi üzerinde herhangi bir kir bırakır
mı?” Ashab, hayır kirinden bir şey bırakmaz deyince, Peygamber şöyle
buyurdu: "İşte beş vakit namazın misali de bunun gibidir. Allah onunla
günahları siler."
Hatta namaz bu
hususu da aşarak insanın cimrilikten ve bencillikten kurtulmasına bir
hazırlık olabilmektedir. Buna göre namaz
ve namazdaki Allah'ın rububiyetinin itirafı, kapsadığı; Allah karşısında
itaatle boyun eğmek, kıyam, rükû’ ve sücûd nefsi eğitir ve onun büyüklük
duygusunu alçaltır. Nefsi ilahi emirleri kabul edip, gereklerince amel
etmeye itaat edecek bir hale getirir.
İşte bundan
dolayı zekâtı emreden âyetlerin birçoğunda zekât ile birlikte namazın da
sözkonusu edildiğini görüyoruz. Bu buyruklarda zekât emri namaz emrinden
sonra gelmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin.";
"Namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler...";
"Namazı dosdoğru kılar ve zekatı verir...";
"Namazı da dosdoğru kılın, zekatı verin." (el-Ahzab, 33/33);
"Hayatta olduğun sürece namaz kılmamı, zekât vermemi emretti."
(Meryem,
19/31)
Zekât çeşitli üslublarla namaz ile birlikte sözkonusu edilmektedir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu o kitabtır ki, onda hiç şüphe yoktur.
Takva sahibleri için bir hidayettir. Onlar gayba iman ederler, namazı
dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler."
(el-Bakara, 2/2-3)
Bütün bunlarla
birlikte namaz özel birtakım söz ve fiillerdir. Bu ibadet tekbir ile
başlamakta, selam vermek ile sona ermektedir. Bu ibadette insanın nefsi ve
azaları namazın tümünü ya da kemalini bozan hertürlü namaza muhalif
davranıştan yana oruç tutar (uzak kalır).
Namaz kılan kimse Mescid-i Haram'a doğru yönelir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirmeni elbette görüyoruz.
Onun için andolsun seni hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık
yüzünü Mescid-i Haram'a (Ka’be'ye) doğru çevir. Siz de nerede bulunursanız
yüzlerinizi o yöne çeviriniz..."
(el-Bakara, 2/144)
Kişi bunu
yaparken kıbleye yönelmek şeklindeki namazın bir ruknünü yerine getirirken,
diğer taraftan İslamda hac diye bilinen rükun ile de ortak bir tarafı ortaya
koymaktadır.
Namaz insan
nefsini bayağı hallerden arınsın diye kötü eğilimlere karşı tedavi eder.
Böylelikle namaz kılan kişi hertürlü kötülükten uzak kalabilir. Müslüman
huşû ile Rabbinin huzurunda dururken, rükû’ ve secde yaparken, yaratıcısı
ile ilişki kurar. Böylelikle ruhu yücelir, değerinin yüksekliğinin farkına
varır. Yaratıcısını gazablandıran işlerden uzak kalır. Çünkü onun ruhunda
Allah'ın gözetimi altında olduğu inancı yer etmiş bulunmaktadır. Nefsi
içinden bir kötülük geçirdikçe Allah'ın, üzerindeki nimetlerini hatırlar.
Çünkü var olmak nimetini kendisine bağışlayan, müslüman olmakla onu değerli
kılan, namaz kılmakla Rabbi ile karşı karşıya gelmek ve O'na yakınlaşmak
şerefini bağışlayan yüce Allah'tır. Bundan dolayı kötülük işlemek noktasında
nefsi ona itaat etmez.
Namaz kılarken Kur'ân'ı okur. Allah'ın âyetleri üzerinde düşünür,
anlamlarını tefekkür eder. Azab âyetleri Allah'ın cezasının çetin olduğunu
belirten buyruklar geçince, benliğinden titrer ve nefsi azgınlıklardan yüz
çevirir. Ruhunda Allah korkusu yer ettikçe bu onu hertürlü hayasızlıklardan
ve münkerlerden alıkoyar... Rahmet, nimetler ve cennetlere dair âyetler
geçince bu sefer ruhu bu derecelere yükselmeyi, cennetlere erişmeyi arzu
eder. Bundan dolayı Allah'a karşı duyduğu haşyet daha bir artar. Allah'ın
azabından sakınmaya çalışır, O'nun rızasını elde etmeye, nimetlerine nail
olarak umduklarına kavuşmaya çalışır. Bütün bunları Allah'ın emirleri
karşısında alçak gönüllülükle ve yasaklarından sakınmakla ulaşmaya çalışır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namazı da dosdoğru kıl, çünkü namaz
insanı hayasızlıktan ve münkerden alıkor. Allah'ı zikretmek ise elbette en
büyüktür. Allah ne yaptığınızı bilir."
(el-Ankebût, 29/45)
Namaz kılanların
çokluğu ile birlikte namazın hayatlarındaki etkisinin az olmasının sırrı
belki de onların namazı ancak şekli ile edâ etmelerinden ötürüdür. Ayakta
durur, rukûya varır, secde ederler, dua ve tesbihte bulunurlar, tekbir
getirir, hamd ederler. Fakat namazda huzurlu bir kalb ile onu eksiksiz bir
şekilde edâ etmek seviyesine ulaşamamaktadırlar. İşte namaz kılanlar
aldıkları mükâfat ve sevab ile yüce Allah'ın nizamını uygulamakta,
istikametleri itibariyle farklı farklıdırlar. Halbuki namaz esnasında yerine
getirdikleri ameller aynıdır. İşte bu namaz kılanların namazın ruhunu, özünü
kavramakta farklı olduklarını gösteren hususlardan birisidir. Kalbin huzuru
oranında namaz dosdoğru kılınmış olur, namaz kılanın yaşantısındaki etkisi
ve yansıma boyutları yine o oranda ortaya çıkar.
Bir
rivayette şöyle denilmektedir: "Her kimin kıldığı namaz kendisini
hayasızlıktan ve münkerden alıkoymuyor ise onun namazı yoktur."
Şimdi Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte namazlarını
eda eden münafıkların durumuna bakınız. Buna rağmen onlar yine de cehennemin
en alt basamaklarında olacaklardır: "Doğrusu münafıklar Allah'ı aldatmak
isterler. Halbuki o hilelerini başlarına geçirir. Namaza kalktıkları vakit
de tembelce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı ancak pek az
anarlar. Onlar ikisi arasında bocalayan kararsız kimselerdir. Ne bunlara, ne
de onlara (taraf) olurlar. Allah'ın şaşırttığı kimseye sen asla yol
bulamazsın." (en-Nisa,
4/142-143)
Namazın
Etkilerinden
Namaz her bir
hayrın anahtarıdır. Kalbe bir ünsiyet ve bir mutluluk kazandırır. Ruha
sevinç ve huzur verir. Bedeni çalışkan ve canlı kılar. İnsan tek bir durumda
devam edip gitmez. Kimi zaman onu arı-duru görürüz, kimi zaman hali
bulanıverir. Herhangi bir husustan ötürü sevinçli bulursak, bir başka
sebepten ötürü kederleniverir.
Namazların da
çeşitleri pek çoktur. İkamet halinde ayrı bir namaz, yolculuk halinde ayrı
bir namaz, hastanın ayrı bir namazı, korku namazı, cuma namazı, bayram
namazları, cenaze namazı, istiska (yağmur) namazı, gece namazı, kuşluk
namazı vardır... Sanki namaz bu çeşitleriyle insanın rahatsızlıklarını
giderir, hastalıklarını tedavi eder, değişip duran ve pek çeşitli
rahatsızlıklarını, kederlerini tedavi eder.
Farz namazlar tekrarlanır durur. Böylelikle namaz kul için sürekli bir bakım
gibidir. Müslüman nefsini yaratıcısına sunar, Rabbinin huzurunda devam eder.
Rabbinin gözetimi altında olup, O'nun tarafından korunduğu şuuruna erer.
Yüce Rabbinden hayatın meşguliyetlerine karşı kendisine yardım ve destek
sağlayacak imanî güçler alır. Dünyanın aldatıcı fitnelerine kanmaz. Maddiyat
onu meşgul etmez. Çünkü namazdan namaza kalbini hayra iten hususları
besleyen, şerre götüren sebepleri ortadan kaldıran bir azıkla dolar.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır: "...Sizden
herhangi bir kimse (bir sonraki) namaz vaktini beklemeye devam ettikçe
namazda demektir."
Namazın eğitici
etkileri de vardır. Namaz nefsi yaratıcıya itaat üzere eğitir, kula kulluğun
âdâbını ve rububiyete karşı görevlerini öğretir. Bunu ise namaz kılanın
kalbine yerleştirdiği Allah'ın kudreti, azameti, O'nun şiddetle yakalaması,
rahmeti ve mağfireti ile ilgili inançtır. Aynı şekilde namaz kişiyi üstün
ahlâkî değerlerle bezer ve güzelleştirir. Çünkü namaz nefsi basit ve
aşağılık sıfatlardan alıp yükseltir. Namazın insandaki etkisini araştıracak
olursak, namaz kılan bir kimsenin doğru sözlü, güvenilir, kanaatkâr,
vefakâr, halim (başkalarının hatalarını affedebilen), alçak gönüllü,
adaletli, yalan söylemekten, hainlikten, aç gözlülükten, sözlerini,
ahidlerini bozmaktan, gazab etmekten, büyüklenmekten, zulümden... uzak
kaldığını görürsünüz.
Dünyanın dört
bir yanında namaz kılanlar kıbleye yöneldiklerinde, müslüman başkalarıyla
kaynaştığını, onlarla bir ve beraber olduğunu hisseder. Tefrikayı bir kenara
atar. Rengin, ırkın veya sınıflaşmanın hiçbir yerinin olmadığını görür.
Hepimiz Allah'ın kullarıyız, ilahımız bir ve tektir, dinimiz birdir,
kıblemiz birdir. Zengin ile fakir, üstün ile değersiz arasında bir fark
yoktur. Müslüman Allah'ın evine dosdoğru yönelmeye gayret eder. Bundan
dolayı sağa ve sola sapmaz. Bu yolla o, hayatının bütün işlerinde adaletli
olmak esası ile herşeyi olması gereken yerine koymakla da hikmet esası
üzerine eğitilmiş olur.
Aynı mescidde
cemaate gelen müslüman, kardeşlerinin acılarını ve emellerini paylaşır.
Böylelikle kendi cemaati ve toplumu arasında faal bir unsur haline gelir.
Namaz onu verilen sözde dikkatle durmaya, vakit konusunda titiz olmaya
alıştırır. Çünkü namaz onun vakitlerini düzene koyar. Böylelikle hayatının
bütün işlerinde düzene alışır. İmama uyarak itaate, verilen emirlere uyma
alışkanlığını elde eder.
Kur'ân-ı Kerim içinde bulundukları azabın sebebi kendilerine sorulduğu
vakit, cehennem ehlinin halini tasvir ederken şöyle buyurmaktadır:"Herbir
kişi kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır. Ashabu'l-yemîn müstesnâ,
cennetlerdedirler. Birbirlerine soru sorarlar; suçlular hakkında: 'Sizi
Sakara (cehenneme) ne sürükledi?' Derler ki: 'Biz namaz kılanlardan
değildik, yoksullara yedirmezdik, biz de dalanlarla birlikte dalardık. Din
gününü de yalanlardık, nihayet ölüm gelip bize çattı.' Artık şefaat
edenlerin şefaati onlara fayda vermez."
(el-Müddessir, 74/38-48)
Buna göre namaz bu yalanlayıcıların inkâr ettikleri ilk amel, kıyamet
gününde de değerini bilmediklerinden ötürü pişmanlık duyacakları ilk husus
olacaktır. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmaktadır:
"Kıyamet gününde kulun kendisinden hesaba çekileceği ilk husus namaz
olacaktır. Eğer o düzgün çıkarsa, diğer amelleri de onun için düzgün çıkar.
Eğer o bozuk çıkarsa, diğer amelleri de bozuk çıkar."
Şehadet kelimesinden sonra namazın pek büyük fazileti olduğundan Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in son nefeslerini verirken ümmetine
yaptığı son vasiyet olmuştur. Um Seleme Radıyallahu anha'dan rivayete
göre o şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
yaptığı son vasiyet arasında şu da vardır: "Namaza dikkat edin namaza, bir
de elinizin altındaki kölelere!" Öyle ki Allah'ın Peygamberi (salât ve selam
ona) dili bunu açıkça söyleyemezken, göğsünde onu tekrar edip duruyordu.
Dinin yitirilecek en son bölümü namazdır. Namaz kayboldu mu din de bütünüyle
kaybolur. Cabir b. Abdullah Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasûlulah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kişi
ile şirk ve küfür arasındaki fark namazdır."
Bundan dolayı müslümanın namazı vakitlerinde eda etmeye gayret etmesi, bu
hususta tembellik göstermemesi yahut unutmaması gerekir. Kur'ân-ı Kerim
vakit çıkıncaya ve namaz geçinceye kadar başka şeylerle oyalanan kimselerin
hallerini uygun bir hal olarak karşılamamakta ve şöyle buyurmaktadır:
"İşte (böyle) namaz kılanların vay haline ki, onlar namazlarından gaflet
içindedirler." (el-Mâun, 107/4-5) Namazı kaybedenleri tehdit
etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Bunlardan sonra ise namazı zayi eden,
arzularına uyan bir kavim geldi. İşte onlar gay (cehennem) ile
karşılaşacaklardır." (Meryem,
19/59)
Ebu
Umame el-Bahilî Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Eğer bir kaya
parçası on halkadan kaldırılarak cehennemin kenarından aşağıya atılacak
olursa, yetmiş yıl düşse bile gay ve âsâma ulaşmadıkça cehennemin dibine
ulaşamaz." Ona gay ve âsâm nedir diye sorulunca şöyle buyurdu: "Bunlar
cehennemin dib tarafındaki iki kuyudur. Cehennemliklerin irinleri bunlardan
akar. Yüce Allah'ın kitabında:"Namazı terkeden, arzularına uyan bir kavim
geldi. İşte onlar Gay ile karşılaşacaklar." (Meryem, 18/59) ile
"kim bunları işlerse âsâm ile karşılaşır." (el-Furkan, 25/68)
buyruklarında sözkonusu ettikleridir."
İşte bu
hususları sunduktan sonra şunu belirtelim ki; muvahhid Rabbinden korkan,
sevabını uman bir müslümana herhangi bir şekilde namazı elden kaçırması
yakışmaz. Aksine müslüman namazı eksiksiz olarak dimdik ayakta tutup kılmak
için bütün gayretini ortaya koymalıdır. Namazını kılarken gerekli huşûu ve
Allah'a karşı itaatla boyun eğmeyi (hudû’) gerçekleştirmeli, hayatın her
türlü aldatıcı fitnelerinden soyutlanabilmelidir. Namaz ile ilgili bir söz
söyleyecek veya bir iş yapacak olursa mutlaka kalbiyle, aklıyla, ruhuyla,
bedeniyle Allah'a yönelmelidir. İşte o vakit böyle bir kimseye kurtuluşun
müjdesi verilebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler gerçekten
felâh bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşû’ içindedirler."
(el-Mu'minûn,
23/1-2)
Kul, namaza
başlamadan önce büyük hades (denilen cünüblük) ile küçük hades (denilen
abdestsizlik) halinden temiz olmalıdır. Büyük hades gusül ile küçük hades
ise abdest ile ortadan kalkar. Suyun bulunmaması ya da kullanılmasından
zarar görülmesi halinde ise teyemmüm hem abdestin, hem de guslün yerine
geçer.
Sözlükte vudû
(vav harfi ötreli olarak) mastar olup fiilin adıdır. Vav harfi üstün olarak
(vedû şeklinde) ise kendisiyle abdest alınan suyun adıdır.
Şer'î anlamı ile vudû (abdest), abdest azalarının su ile temizlenme
şeklidir. Bu azalar yüz, eller, baş ve iki ayaktır. Bu azaların özel bir
şekilde yıkanmasına şer'an "vudû" denilmesi abdest alanın bu yolla
temizlenmesi ve güzelleştirilmesinden ötürüdür.
Abdestin meşrû oluşu kitab, sünnet ve icmâ’ ile sabit olmuştur. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman
yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Başlarınıza mesh edin.
Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünub iseniz
yıkanıp temizleniniz."
(el-Maide, 5/6)
Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir
kimse eğer abdestini bozacak bir iş yapmış ise abdest almadıkça namazı kabul
edilmez."
İbn
Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: Abdestsiz
hiçbir namaz kabul edilmez."
Abdestin
meşruiyeti üzerinde müslümanların icmâ’ı gerçekleşmiş bulunmaktadır.
Dolayısıyla abdest, dinden olduğu kesin olarak bilinen hususlardandır.
Abdest kulun
Allah ile karşılaşması için hazırlandığı bir temizliktir. Abdest ile kul,
azalarını temizler ki, Rabbinin huzurunda temiz olsun. Namazda Allah'ın
huzurunda durmak ne büyük bir iştir! Kulun güzelce abdest alması ne
güzeldir. Bu yolla duyularını, vicdanını yaratıcısı ile kavuşmaya
hazırlanmak üzere uyarmış olur.
Abdullah
es-Sunabihî Radıyallahu anh'dan rivayete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Kul abdest alıp da
ağzında suyu çalkaladı mı günahlar ağzından dışarı çıkar. Burnuna su verdi
mi günahlar burnundan dökülür. Yüzünü yıkadı mı günahlar yüzünden dökülür.
Hatta göz kapaklarının altından bile dökülür. Ellerini yıkadı mı günahlar
ellerinden hatta tırnakları altından bile dökülür. Başına mesh etti mi
günahları başından hatta kulaklarından dökülür. Ayaklarını yıkadı mı
günahlar ayaklarından hatta ayaklarının tırnaklarının altından bile dökülür.
Bundan sonra ise mescide yürümesi ve kılacağı namaz ise nafile (fazladan
mükâfat) olur."
Abdestli olmayı
gerektiren hususlar üç tanedir. Namaz, Ka’be etrafında tavaf ve mushafa
dokunmak.
Çünkü Rasûlullah (tavaf ile ilgili olarak) şöyle buyurmuştur: "Tavaf ta bir
namazdır. Şu kadar var ki Allah tavaf sırasında konuşmayı helal kılmıştır.
Buna göre kim (tavaf ederken) konuşursa hayırdan başka bir şey söylemesin."
Mushafa el değdirmeye gelince; yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ona ancak
tertemiz olanlar el değdirebilir." (el-Vakıa, 56/79) Bunun diğer
bir gerekçesi de Hakim b. Hizam'ın şöyle dediğine dair gelmiş olan
rivayettir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem beni Yemen'e
gönderince şöyle buyurdu: "Kur'ân'a taharetli (abdestli) olmadıkça el
değdirme."
1. Yüzü bir kere
yıkamak.
Çünkü yüce Allah: "Yüzlerinizi yıkayın." (el-Maide, 5/6) diye
buyurmuştur. Bundan maksat da suyu yüzün üzerinden akacak şekilde
bırakmaktır. Çünkü gasl (yıkamak) akıtmak demektir. Mazmaza ve istinşak da
buna dahildir. Çünkü burun ve ağız yüzün sınırları içerisindedir. Kasten ya
da yanılarak bunların terkedilmemesi gerekir. Çünkü sahih sünnet bunlar
hakkında varid olmuş bulunmaktadır. Lakît b. Sabra Radıyallahu anh'ın
rivayet ettiği hadise göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Abdest aldığın takdirde ağzını çalkala."
Ayrıca Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden
herhangi bir kimse abdest aldığı takdirde burnuna su versin, sonra onu
dışarı çıkarsın."
Burna alınan
suyun dışarı çıkartılması uykudan uyandıktan sonra alınan abdestte icab
eder. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'ın şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden
herhangi bir kimse uykudan uyandı mı üç defa burnuna su alıp dışarı
çıkarsın. Çünkü şeytan geceyi onun burun deliklerinde geçirir."
2. Dirseklerle
birlikte ellerin yıkanması.
Çünkü yüce Allah: "Dirseklere kadar ellerinizi yıkayın."
(el-Maide, 5/6) diye buyurmaktadır. Burada "ila (kadar)" lafzı "beraber
(mea)" anlamındadır. Muslim'de Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "...Sonra pazusuna geçinceye kadar sağ elini yıkadı."
Dirsek ise kol
ile pazu arasındaki eklem demektir. Sünnette bunun delilleri pek çoktur.
3. Başın
tamamını mesh etmek.
Kulaklar da kapsamına girer. Bu hükmün sebebi de yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin." (el-Maide, 5/6) buyruğudur. Burada "be
(e,a)" fiilin mefule (fiilden etkilenen nesneye) yapıştırılması,
bitiştirilmesi anlamını ifade eder. Yani meshetme işini başlarınıza
bitiştirerek yapınız. Kulakların başın kapsamına girmesi ise Peygamber
efendimizin: "Kulaklar baştandır." diye buyurmuş olmasıdır.
4. Ayakları
topuklarla birlikte yıkamak.
Çünkü yüce Allah: "Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın)."
(el-Maide, 5/6) diye buyurmuştur. Buradaki "ayaklarınızı da (ve
erculekum)" buyruğundaki lam harfinin nasb ile okunması yıkama emrinin
kapsamı içerisine girmesi içindir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'ın
fiilî ve kavlî uygulaması olarak tevatüren sabit olan da budur. Abdullah b.
Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir seferde
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bizden geri kaldı. Bize
yetiştiğinde ikindi vakti çıkmak üzereydi. Bunun için biz de abdest alıp
ayaklarımıza mesh etmeye koyulduk. Sesi çıkabildiği kadarıyla -iki ya da üç
defa-: "Ateşte yanmaktan ötürü topukların vay haline!" diye buyurdu.
(Ayak topukları ayağın oynama yerindeki sağ ve solda bulunan çıkıntı
kemiklerdir. Yoksa topuk kelimesiyle taban kasdedilmemektedir)
Su değmeden
küçük dahi olsa herhangi bir bölümü yıkamadan bırakmak caiz değildir. Çünkü
Ömer b. el-Hattab Radıyallahu anh'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Bir adam abdest aldı, ayağı üzerinde tırnak kadar bir yeri (yıkamadan)
bıraktı. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem onu görünce: "Geri dön
güzelce abdest al" diye buyurdu.
5. Kur'ân-ı
Kerim'in zikrettiği şekilde farzlar arasında sırayı gözetmek.
Çünkü bizler başa meshetme emrinin yıkanması emredilen diğer azalar arasında
sözkonusu edildiğini görüyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman
edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar
ellerinizi yıkayın. Başlarınıza mesh edin. Her iki topuğunuza kadar
ayaklarınızı da (yıkayın)."
(el-Maide, 5/6)
Ayrıca Cabir
Radıyallahu anh'dan gelen rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Allah'ın (buyruğunda) zikrederek başladığı
ile siz de başlayınız."
Bu buyruk her ne
kadar (Safâ ile Merve arasında) sa’y hakkında verilen bir emir ise de abdest
hususunda da Allah'ın başa aldığı ile başlamaya delildir.
Buna göre abdest
alan kişi eğer yüzünü yıkamadan önce herhangi bir azasını yıkamak ile
başlayacak olursa sadece onun yüzünü yıkadığı kabul edilir, çünkü sıralamayı
gözetmemiş olur. Aynı şekilde bir kimse tek bir defada bütün abdest
azalarını yıkayacak olursa, sadece yüzünü yıkadığı kabul edilir.
6. Abdest
azalarını arka arkaya yıkamak (müvalât):
Bu sözü geçen abdest azalarını arka arkaya yıkamak demektir. Herhangi bir
azayı yıkamayı daha önce yıkadığı uzuv kuruyuncaya kadar geciktirmemelidir.
Mesela yüzü kuruyuncaya kadar ellerini yıkamayı geciktirmemelidir ve diğer
azalar için aynı şey söylenir.
Eğer abdest alan
kişi sakalının arasına suyun girmesini sağlamak, yahut suyun azalarının dış
taraflarının her yerine ulaşması için suyu götürmek ya da bir vesveseye
kapılmak gibi bir sebeple uğraşacak olursa -mesela azasını iki defa mı üç
defa mı yıkadığında tereddüt ederse- yahut abdest azalarına bitişik bir kiri
izale etmekle uğraşırsa bunun bir zararı yoktur. Çünkü bütün bu hususlar
abdest almak fiilleri ile alakalıdır.
Abdest azalarını
yıkarken abdest alan kimsenin su bulmak yahut bir necaseti gidermek, yahut
abdest azaları dışındaki bir yerdeki bir kiri gidermek gibi bir işle
uğraştığı için abdest azalarını ardı arkasına yıkamaya kesinti verecek
olursa, durum farklıdır. Bu takdirde eğer daha önce yıkanan organ kuruyacak
olursa müvâlât gerçekleşmemiş olur.
Bu farzlardan
herhangi birisini terketmek yahut meşrû’ olan şekle göre yapmamanın
-sünnetlerden farklı olarak- abdesti bozacağı ve kişinin yeniden abdest
almasını gerektirdiği aklı başında herkesin açıkça anlayabileceği bir
husustur.
1.
Abdest alacak olanın hadesi gidermek niyetini ya da taharet maksadını abdest
fiillerine başlamadan önce hatırına getirmesi icab eder. Niyet, yüce
Allah'ın rızası ve onun ve Rasûlünün emrine uymak maksadı ile abdest almak
üzere kalbin kararlılığından ibarettir. Yüce Allah da: "Halbuki onlar
onun dininde ihlâs sahipleri olarak Allah'a ibadet etmelerinden... başkası
ile emrolunmadılar." (el-Beyyine, 98/5) diye buyurmaktadır. Mabud
için ihlâslı bir niyet ile ibadet etmek ise ibadetin esasıdır. Niyet ile
ibadetler ve adetler birbirinden ayrılır. Çünkü ibadet kastıyla abdest alan
kimse ile abdesti niyet etmeksizin su ile bedenini serinletmek isteyen kimse
arasında fark vardır. Kısacası niyet kulluğun sırrıdır.
Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem Ömer b. el-Hattab Radıyallahu anh'ın
rivayet ettiği hadiste bunu açıklamıştır. Ömer Radıyallahu anh dedi
ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'ı şöyle buyururken
dinledim: "Ameller ancak niyetlere göredir. Şüphesiz her kişi için ancak
niyet ettiği şey vardır."
İbn Hacer şöyle
demiştir: "Bazı ilim adamları yüce Allah'ın: "Namaza kalkacağınız zaman"
(el-Maide, 5/6) buyruğundan niyetin abdest almak için vacib olduğu
hükmünü çıkarmışlardır. Çünkü ifadenin takdiri şöyledir: Sizler namaza
kalkmak istediğiniz vakit namaz için abdest alınız."
Niyetin
yapılacağı yer kalbtir. Dilin niyet ile bir alakası yoktur. Eğer abdest
alacak kişi diliyle niyeti söylemekle birlikte kalbinde niyetini
kesinleştirmemiş ise abdesti sahih değildir. Çünkü muteber olan onun
içindeki niyettir. Lafzan söyledikleri değildir.
2.
Azaları yıkamaya başlamadan önce abdest alan kimsenin "bismillah" diyerek
abdestin başında besmele çekmesi vacibtir. "Bismillahirrahmanirrahim"
demesi daha mükemmeldir. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "...Yüce Allah'ın adını üzerine zikretmeksizin (abdest alanın)
abdesti olmaz..."
Bilmemek ve
unutmak halinde besmele çekmek sorumluluğu kalkar. Ancak abdest alırken
besmele çekmediğini hatırlayacak olursa az önce geçen hadis-i şerif dolayısı
ile yeniden abdest alır ve besmele çeker. Taberânî'nin rivayet ettiği Ebu
Hureyre'den gelen şu hadis te buna delildir: "Ey Ebu Hureyre, abdest alacak
olursan, “bismillahi velhamdulillahi” de. Şüphesiz senin hafaza meleklerin o
abdestini bozuncaya kadar durup dinlenmeden sana hasenât yazmaya devam
eder."
3.
Abdestin başında elleri üç defa yıkamak. Çünkü Evs b. Ebi Evs
dedesinden Radıyallahu anh şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ben
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i ellerini üç defa yıkarken
gördüm."
Her iki elini de üç defa yıkadı demektir.
Ellerin
parmaklarının arasını hilallemek (suyun oralara girmesini sağlamak) da
sünnettir. Çünkü İbn Abbas Radıyallahu anh'ın rivayetine göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Abdest
aldığın vakit ellerinin ve ayaklarının parmaklarının arasını hilalle (suyun
girmesini sağla)."
Bir eliyle öbürünün parmakları arasına su girmesini sağlar.
Abdesti bozacak
derecede derin uykudan uyanmak halinde elleri üç defa yıkamak müstehabtır.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem abdest almasını anlatanın
naklettiğine göre böyle yapmıştır. Yine Ebu Hureyre Radıyallahu anh'ın
rivayetine göre de Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse uykudan uyandığı vakit elini üç defa
yıkamadıkça suya daldırmasın. Çünkü o elinin nerede geceyi geçirdiğini
bilemez."
4.
Mazmaza ve istinşak: Mazmaza suyun ağza alınarak ağzı yıkamak için
ağızda çalkalanmasıyla, istinşak da nefesini içine çekerek, suyu burnun
içine çekmekle gerçekleşir. Oruçlu olmayan kimsenin mazmaza ve istinşakı
ileriye götürmesi sünnettir. Çünkü oruçlu olan kimsenin içine birşeyler
girmekle orucu bozulabilir. Ayrıca Lakît b. Sabra’nın Radıyallahu anh
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben! Ey Allah'ın Rasûlü bana abdest
hakkında haber ver dedim. Şöyle buyurdu: "Abdest azalarını iyice yıka.
Parmaklarının arasını hilalle. Oruçlu olma halin dışında ileri derecede
istinşak yap."
Mazmaza ve istinşak üç avuç su almak suretiyle üç defa yapılır. Herbir
defasında hem mazmaza, hem de istinşak yapar. Çünkü Amr b. Yahya'nın
naklettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Aldığı üç avuç su ile hem mazmaza
yaptı, hem istinşak yaptı, hem de burnundan suyu dışarı çıkardı."
Nevevi der ki:
Bu hadis-i şerifte sahih ve tercih edilen görüşün lehine apaçık bir delâlet
bulunmaktadır. Buna göre mazmaza ve istinşakta sünnet olan üç avuçla
yapılmasıdır. Bunların herbirisinde mazmaza ve istinşakı birlikte yapar.
İstinşak (burna
su çekmek) sağ elle, istinsar (burundan suyu dışarı çıkarmak) sol elle,
suyun burundan nefes yoluyla dışarı atılması suretiyle yapılır. Bu arada sol
elin iki parmağı burun üzerine konulur. Abde Hayr dedi ki: "...Bizler bu
sırada oturuyor ve ona (yani abdest almakta olan Ali Radıyallahu anh'a)
bakıyorduk. Sağ elini (su kabına) soktu, ağzını su ile doldurdu. Mazmaza ve
istinşak yaptı, sol eliyle suyu burnundan dışarı çıkardı. Bu işi üç defa
tekrarladı, sonra şöyle dedi: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
abdest almasını görmek isteyen kimse bilsin ki onun abdest alması bu şekilde
idi."
Abdest alırken
mazmaza esnasında misvak kullanmak sünnettir. Misvak müekked
sünnetlerdendir. Bu da ağzı misvak çubuğuyla ovalamaktan ibarettir. En iyi
misvak erak ağacından olandır. Bunun pek çok ve pek büyük faydaları vardır.
Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Eğer ümmetime zorluk vermeyecek olsaydım,
her abdest ile birlikte misvak kullanmalarını emrederdim."
Esasen misvak kullanmak her vakit sünnettir. Çünkü Ebu Bekir Radıyallahu
anh'ın rivayet ettiği hadise göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Misvak ağzın temizleyicisi, Rabbin de razı
olacağı bir iştir."
5.
Yüzü boydan başta saçın bittiği yerden, çenelerin ve sakalın altına
kadar, enine de iki kulağın yumuşakları arasında üç defa yıkamak. Çünkü
yüce Allah: "Yüzlerinizi yıkayın" diye buyurmuştur. Ayrıca Osman
Radıyallahu anh'ın azadlısı Humran'nın da haber verdiğine göre Osman b.
Affan Radıyallahu anh abdest almak üzere bir su getirilmesini istedi,
abdest aldı. Daha sonra Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in nasıl
abdest aldığını sözkonusu etti. Sonra Humran şunları söyledi: "Sonra da
yüzünü üç defa yıkadı..."
Sakalı
birbirinden ayırmak ve arasından suyu akıtmak suretiyle sakalın hilâllenmesi
de sünnettir. Çünkü Osman Radıyallahu anh'ın rivayet ettiği hadise
göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem sakalını hilâllerdi
(arasına su girmesini sağlardı).
Enes Radıyallahu anh'dan gelen rivayete göre de Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem abdest aldı mı bir avuç su alır ve bunu
çenesinin altından sokarak onunla sakallarını hilaller ve: "Aziz ve celil
olan Rabbim bana böylece emretti." derdi.
Yüzdeki diğer kılların da hilallenmesi böyle olur. Bununla birlikte
sakalın dışta kalan kısmının yıkanması yeterlidir.
6.
Dirseklerle birlikte ellerin üç defa yıkanması. Çünkü Osman
Radıyallahu anh'ın azadlısı Humran'ın verdiği habere göre: "Osman
Radıyallahu anh bir abdest suyu getirilmesini istedi..." ve Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in nasıl abdest aldığını sözkonusu etti.
Humran dedi ki: "Sonra sağ elini dirseğine kadar üç defa yıkadı. Sonra sol
elini de aynı şekilde yıkadı."
7.
Elleriyle başın tamamını sadece bir defa meshetmek. Bunu yaparken
başın ön tarafından başlar, arka tarafına doğru elini götürür. Daha sonra
yine elini başladığı yere doğru meshederek geri getirir. Çünkü Amr b. Yahya
el-Mâzîni'nin babasından rivayetine göre "bir adam Abdullah b. Zeyd'e -ki o
da Amr b. Yahya'nın dedesidir- şöyle dedi: Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'in nasıl abdest aldığını bana gösterebilir misin?... Sonra
elleriyle başını meshetti. Onları geri götürdü ve getirdi. Başının ön tarafı
ile başladı. Daha sonra onları arkasına doğru götürdü, sonra başladığı yere
onları tekrar geri getirdi."
Sonra şehadet
parmaklarıyla kulaklarının içini, başparmaklarıyla da dış taraflarını
mesheder. Çünkü Abdullah b. Amr, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
abdestini anlatırken şunları rivayet etmektedir: "...Sonra başını meshetti.
Şehadet parmaklarını kulaklarına soktu, baş parmaklarıyla kulaklarının
dışını, şehadet parmaklarıyla kulaklarının içini meshetti..."
8. Topuklarla
birlikte ayakları üç defa yıkamak:
İmam Muslim Sahih'inde Osman Radıyallahu anh'ın azadlısı Humran'dan
rivayet ettiğine göre "Osman b. Affan Radıyallahu anh abdest suyu
getirilmesini istedi..." Ve bu arada Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
nasıl abdest aldığını sözkonusu etti. Daha sonra Humran dedi ki: "...Sonra
sağ ayağını topuklarına kadar üç defa yıkadı. Sonra sol ayağını aynı şekilde
yıkadı..."
Ayak
parmaklarının arasını sol elinin serçe parmağı ile hilallemesi sünnettir.
Sağ ayağın serçe parmağından başlayıp, başparmağına doğru gelir. Sonra da
sol ayağın baş parmağından başlayıp, serçe parmağına doğru gider. El verir
ki parmakların bir kısmı ya da tamamı birbirine bitişik olmasın, o takdirde
bu hilâlleme sakıt olur. Çünkü İbn Abbas Radıyallahu anh'ın
rivayetine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Abdest aldığın takdirde ellerinin ve ayaklarının parmaklarının
arasını hilâlle (aralarına su girmesini sağla)."
Yıkamak için kullandığı eli yıkamakta olduğu azanın üzerinde su ile birlikte
veya ondan sonra geçirmek suretiyle ovalamak da sünnettir. Böylece suyun
oraya varması ve tahareti sağlanmış olur. Abdullah b. Zeyd Radıyallahu
anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e bir
muddün üçte ikisi kadar su getirildi, o da abdest aldı, kollarını ovalamaya
başladı."
Yine ondan gelen
rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem abdest alıp: "İşte
böyle ovalanır." diye buyurmuştur.
el-Müstevrid b. Şeddad'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i abdest aldığında ayak parmaklarını serçe
parmağı ile ovaladığını gördüm."
Ovalamak abdesti iyice almak (isbağu'l-vudû’) kapsamında sayılır. Hadis-i
şerifte de: "İyice abdest almak (isbağu'l-vudû’) imanın yarısıdır."
diye buyurulmuştur. Çünkü abdest dışı paklar, iman ise içi temizler.
Sağ uzuvlarla
başlamak da sünnettir. Bu da sağ taraftan başlamak demek olup, genel olarak
bütün hayırların nafileleri arasında sayılır. Çünkü Aişe Radıyallahu anha'nın
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
ayakkabı giymekte, saçlarını taramakta, abdest almakta ve bütün işlerinde
sağdan başlamaktan hoşlanırdı."
Ayrıca Ebu
Hureyre Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "(Bir şey)
giyindiğiniz vakit, abdest aldığınız vakit sağ taraflarınızla başlayınız."
Abdestten sonra
rivayet olarak varid olmuş zikirleri yapmak sünnettir. Çünkü Ömer b.
el-Hattab Radıyallahu anh şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse iyice abdest alır
ya da abdest azalarını iyice yıkar, sonra da:
Allah'tan
başka hiçbir ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve rasûlü olduğuna
şehadet ederim “diyecek olursa, mutlaka ona cennetin sekiz kapısı açılır,
hangisinden dilerse girer."
Ebu Said
el-Hudrî Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: Her kim abdest alıp
da;
Allah'ım seni
hamdinle tesbih ederim. Şehadet ederim ki, senden başka hiçbir ilah yoktur,
senden mağfiret diler ve sana tevbe ederim” diyecek olursa, bu bir kağıda
yazılır. Daha sonra üstü mühürlenir, kıyamet gününe kadar onun mührü
açılmaz."
Abdestin nasıl
alındığını sözkonusu ettikten sonra abdestin abdest alanın ruhunda bıraktığı
bazı etkiler üzerinde durmamız gerekiyor. Abdest bir ibadettir. Kul bu
ibadeti yaratıcısının emirlerini, O'nun rızasını arayarak yerine getirmek
için yapar. Abdest ile azalarını temizler, imanını besler. Böylece Allah'ın
huzurunda durmak için gerekli hazırlığı yapmış olur...
Abdest vücudu
harekete getirir. Onu tembellikten, gevşeklikten ve miskinlik hallerinden
kurtarır. Yüce Allah'ın huzuruna çıkmak üzere hazırlanmak için zihni
faaliyete geçirir. Müslümanı ibadet zevkini tatmaya hazırlar. Çünkü abdest
ile abdest azalarını maddi olarak temizlemiş, asabilik ve kızgınlığını da
gidermiş olur. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Öfke şeytandandır. Şüphesiz şeytan da ateşten yaratılmıştır. Ateş de ancak
su ile söndürülür. Dolayısıyla sizden biriniz öfkelenecek olursa hemen
abdest alıversin."
Aynı günde
birkaç defa abdest tekrarlanabilir ve bu hergün devam eder. İnsan abdestle
daha bir huzur ve sükûn bulur. İmani birikimi artar. Nefis yaratıcının
gözetimi altında olduğu duygusu ile eğitilir. Kul bir günah işledi mi hemen
ondan döner ya da tevbe eder. Çünkü onun yaratıcısı ile bir sözleşmesi
vardır. Rabbinin huzuruna onu hoşnut etmeyecek bir şekilde çıkması ona
yakışmaz.
Abdestin maddi
etkiyi aşarak, günahları su ile yıkayan, hataları izale eden manevi temizlik
derecesine kadar etkisinin uzandığına dair hadis-i şerifler delil teşkil
etmektedir. Böylelikle kul rahman olan Rabbinin huzurunda tertemiz bir
şekilde durur.
Ebu
Umame Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Müslüman kimse abdest aldı mı
günahları kulağından, gözünden, ellerinden, ayaklarından çıkıp gider. O
oturdu mu günahları bağışlanmış olarak oturur."
Mest (el-huff);
ayağa giyilen; deri veya deri hükmünde kabul edilen keten, yün ve benzeri
maddelerden imal edilmiş şeylerdir. Mestin üzerine mesh etmenin meşruiyeti
kitab, sünnet ve icma ile sabit olmuştur. Yüce Allah'ın: "Her iki
topuğunuza kadar ayaklarınızı da" (el-Maide, 5/6) buyruğundaki
"ayaklarınızı da" (anlamı verilen "erculekum" lafzının lam harfi) cer ile
"erculikum" şeklinde okunuşu (bu anlamı verir: ayaklarınızı da topuklarınıza
kadar meshedin, demek olur).
Sünnetten deliline gelince; bu hususta Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'den rivayet edilen hadisler tevatür derecesindedir. Bunlardan
birisi Hemmam Radıyallahu anh'dan gelen rivayettir. O şöyle demiştir:
"Cerir küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti.
Ona: Böyle mi yapıyorsun? denilince o: Evet diye cevab verdi. (Çünkü) ben
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i küçük abdest bozduğunu, sonra
abdest alıp mestleri üzerine mesh ettiğini gördüm."
Ehl-i sünnet
mestler üzerine meshetmenin caiz olduğu üzerinde icmâ’ etmişlerdir.
Mestin ve onun
hükmünde olan diğer ayakkabıların abdestli olarak giyilmeleri meshin caiz
olması için bir şarttır. Çünkü Urve b. el-Muğire babasından şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte
bir yolculukta bulunuyorduk. Onun mestlerini çıkarmak için eğildim; "Hayır
onları bırak, çünkü ben o mestleri (ayaklarım) taharetli (abdestli) iken
giydim" diye buyurdu ve üzerlerine meshetti.
Abdest alan
kimsenin abdesti bitirdikten sonra bir mest yahut bir çorap giyinmesi
caizdir. Eğer abdestini bozacak olursa abdest almak istediği her seferinde
ayaklarını yıkamak yerine üzerlerine mesh yapabilir. Mestlerin üst tarafını
mesh eder. Çünkü Ali Radıyallahu anh şöyle buyurmuştur: "Eğer din
re'ye (aklî görüşe) dayalı olsaydı, mestin alt tarafının meshedilmesi üst
tarafına göre daha uygun olurdu. Halbuki ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'i mestlerin üstüne mesh verirken gördüm."
İkamet halinde
olan kimse için mesh süresi bir gün, bir gecedir. Yolcu için geceli-gündüzlü
üç gündür. Meshin zamanı ise sahih kabul edilen görüşe göre meshe başlama
vaktinden itibaren hesaplanır.
Mesheden kimse şer'an belirlenmiş süre içerisinde cünubluk hali dışında
mestlerini çıkarmaz. Çünkü Safvân b. Assâl Radıyallahu anh'ın rivayet
ettiği hadiste o şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
bizlere yolcu isek mestlerimizi -cünubluk hali dışında- geceli gündüzlü üç
gün çıkarmamızı emrederdi. Ancak büyük abdest, küçük abdest ve uyku
dolayısıyla çıkarmamızı emretmezdi."
Ali
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem yolcu için geceli gündüzlü üç gün, ikamet
halinde olan için bir gündüz ve bir gecelik süre tesbit etmiştir."
Sürenin bitmesi
yahut mestlerin çıkartılması ya da cünubluk dolayısıyla, mestler üzerine
meshin hükmü sona erer.
Abdesti bozan ve
kişinin yeniden abdest almasını gerektiren birtakım haller vardır. Bunları
şöylece sıralayabiliriz:
1. Ön ve arka
yoldan çıkanlar.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yahut herhangi biriniz ayak
yolundan gelirse..." (en-Nisa, 4/43) Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in: "Ancak ses ya da koku çıkmasından dolayı abdest
alınır."
Hadisi de bunu gerektirmektedir.
Nevevi dedi ki:
"Buna göre erkeğin yahut kadının önünden yahut her ikisinin arkasından çıkan
herşey abdesti bozar. Bu ister büyük abdest, ister küçük abdest olsun, ister
yel yahut kurtçuk olsun, irin, kan ya da küçük taş parçası ya da başka
herhangi bir şey olsun. Bunun alışılagelen olması ile nadiren görülmesi
arasında da fark yoktur."
2. Derin uyku:
Çünkü Ali Radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Nebi
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Göz dübürün ağız bağıdır.
Dolayısıyla kim uyursa abdest alsın."
Uyku bizatihi,
hades (abdesti bozan bir iş) değildir. Fakat uyku sebebiyle abdest bozan
durum ortaya çıkabilir. Çünkü kişi farkına varmadan ondan dışarıya bir
şeyler çıkabilir. Halbuki uyanık olan kendisinden çıkanın farkına varır.
Buna göre abdest alan bir kimse düzgün ve sağlam bir şekilde oturmaksızın
uzanarak yatacak olursa, az önce geçen hadis sebebiyle abdest almalıdır.
Eğer uzanmadan, makadı yere iyice oturmuş halde oturarak uyursa, abdesti ve
taharet hali olduğu gibi devam eder. Çünkü o bu haliyle torbanın ağzından
bir şey çıkmayacağından yana emindir. Çünkü Enes'den gelen rivayete göre o
şöyle demiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ashabı
yatsı namazını oturarak başları uykudan aşağı düşene kadar beklerler. Sonra
da abdest almaksızın namaz kılarlardı."
3. Uyumadan
aklın gitmesi.
Baygınlık, delilik, sarhoşluk, aklı gideren hastalık gibi haller dolayısıyla
abdest bozulur. Çünkü kişi bu durumda kendisinden birşey çıkıp çıkmadığının
farkına varamaz. Diğer taraftan uyku sebebiyle abdest bozulduğuna göre
delilik, baygınlık ve ihtiyaç dolayısıyla bir ilaç almak sebebiyle -az ya da
çok olsun- bozulması öncelikle söz konusudur. Bu durumda makadının yere
iyice oturmuş olup olmaması arasında bir fark yoktur. Çünkü aklın baştan
gitmesi uykudan daha ileri bir haldir. İlim adamlarının çoğunluğunun
(cumhûrun) kabul ettiği görüş budur.
4.
Bazı ilim adamları arada herhangi bir engel (hâil) bulunmaksızın ön ya da
arka ferce elle dokunmanın abdesti bozduğu kanaatindedir. Bu hüküm erkek
ve kadın için fark etmez. İster kendisinin zekerine, ister başkasınınkine
dokunsun, kadın da ister kendi fercine, isterse başkasınınkine dokunsun
farketmez. Çünkü Safvan kızı Busre'nin Radıyallahu anha rivayet
ettiği hadise göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Her kim zekerine dokunursa, abdest almadıkça namaz kılmasın."
Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Her kim arada bir
örtü bulunmaksızın eli ile fercini tutarsa, namaz için abdest alması vacib
olur."
Amr
b. Şuayb babasından, o dedesinden Radıyallahu anhuma şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki:
"Herhangi bir erkek fercine dokunacak olursa abdest alsın, herhangi bir
kadın fercine dokunacak olursa abdest alsın."
Talk b. Ali'nin de rivayetine göre: "Bedevileri andıran bir adam gelip, ey
Allah'ın Rasûlü dedi. Erkeğin abdest aldıktan sonra kendi zekerine dokunması
hakkında ne dersin? Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: O senden
bir parça -yahut bir çiğnem et-den başka bir şey midir? diye buyurdu."
İlim adamlarının
birçoğunun kanaatine göre de ferce şehvetle dokunmak abdesti bozar. Bazıları
da şöyle demiştir: Hiçbir şekilde abdesti bozmaz. Bu meselede açık ve sahih
bir delil yoktur. Bununla birlikte abdest almanın müstehab olduğunun daha
ihtiyatlı olduğunda da şüphe yoktur.
5. Deve eti
yemek:
Buna delil Cabir b. Semura Radıyallahu anh'ın rivayet ettiği
hadistir. Buna göre bir adam Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’e:
Koyun eti yemekten ötürü abdest alayım mı? diye sormuş, Peygamber: "Dilersen
abdest al, istersen abdest alma" diye buyurmuştur. Yine: Deve etinden dolayı
abdest alayım mı? diye sormuş, Peygamber: "Evet, deve etinden ötürü abdest
al..." diye buyurmuştur.
el-Berâ b. Âzib
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'e deve etinden dolayı abdest almak hakkında
soru sorulmuş. O da: "Ondan dolayı abdest alınız." diye buyurmuştur. Koyun
etleri hakkında sorulunca da: "Ondan dolayı abdest almayın" diye
buyurmuştur.
Bir grubun
kanaatine göre deve eti yemek abdesti bozmaz. Buna delil olarak da Cabir
Radıyallahu anh'ın şu hadisini gösterirler: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'in iki husustan son yaptığı, ateşin halini değiştirdiği
şeylerden (pişirilen etten) dolayı abdesti terketmek olmuştur.
Bu ifade hem deve etini, hem başkalarını kapsar. İki halin sonuncusu bu
olduğuna göre, birincisini neshetmiş olacağından bunu kabul etmek gerekir
denilmiştir. Ayrıca İbn Abbas Radıyallahu anh'ın rivayet ettiği
hadisi de delil gösterirler. Buna göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Abdest dışarı çıkandan dolayıdır. İçeri
girenden dolayı değildir."
Cabir
Radıyallahu anh'ın rivayet ettiği hadise şöyle cevab verilmiştir: O
hadis umumidir. Deve eti dolayısıyla abdestin bozulacağına dair varid olan
rivayetler ise hususidir. Umumi olan ifadeler hususi olanlara göre
yorumlanır. İki hadisin birarada telif edilme imkânı dolayısıyla burda nesh
olduğu söylenemez. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bir işin
yapılmasını emredip, kendisi onun aksini yapacak olursa onun fiili
uygulaması verdiği o emrin vücub ifade etmediğinin delilidir.
İbn
Abbas'ın rivayet ettiği hadis ise zayıftır. İbn Hacer dedi ki: Senedinde
el-Fudayl b. el-Muhtar vardır. Bu da oldukça zayıf bir ravidir. Ayrıca İbn
Abbas'ın azadlısı Şube de vardır. O da zayıf bir ravidir.
Deve etinin çiğ
ya da pişmiş olarak yenilmesi de abdesti bozar. Karaciğer, iç yağı, işkembe,
böbrek, bağırsaklar ve benzeri sakatat ta kapsamına girer. Deve etinin az ya
da çok yenilmesi ile devenin yaşlı ya da küçük olması arasında bir fark
yoktur.
Deve sütü
içmekten ötürü abdest almak müstehabtır.
Çünkü İmam Ahmed Musned'inde hasen bir sened ile Esid b. Hudayr'dan
rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Deve sütünden ötürü abdest alınız."
6. İrtidad
etmek:
İrtidad kişiyi İslamdan çıkartan herhangi bir söz söylemek, bir iş yapmak ya
da bir itikada sahip olmakla olur. Her kim müslüman olduktan sonra küfre
girerse, abdesti de bozulur. Yüce Allah: "Eğer şirk koşarsan, andolsun ki
amelin boşa çıkar." (ez-Zümer, 39/65) diye buyurmuştur. Şirk
ameli boşa çıkartır, abdest de bir ameldir. (Dolayısıyla o da bozulur.)
7. Erkeğin
hanıma şehvetle dokunması veya aksi:
İlim ehli abdesti bozan bu hal hakkında farklı görüşlere sahibtir. Kimisinin
görüşüne göre şehvetle dokunmak abdesti bozar. Buna da yüce Allah'ın: "Ya
da kadınlara dokunmuş iseniz..." (el-Maide, 5/6) buyruğunu delil
gösterirler. Âyet-i kerime'de ise "şehvet" kaydı bulunmamaktadır. Fakat
şehvet dolayısıyla abdestin bozulma ihtimali vardır. Eğer sadece dokunmak
abdesti bozsaydı Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem namaz kılarken
Âişe Radıyallahu anha'a eliyle dokunması üzerine ayaklarını geri
çekmesi halinde abdestinin bozulması ve namaza yeniden başlaması gerekirdi.
Diğer taraftan
mücerred dokunmaktan ötürü abdest almayı gerekli kabul etmek çok büyük bir
zorluğu gerektirir. Böyle bir zorluk gerektiren bir iş ise şer'an menfidir.
Daha başkaları
ise dokunmanın kayıtsız ve şartsız olarak abdesti bozduğu kanaatindedir.
İsterse şehvetsiz yahutta maksatsız dokunulsun. Ancak delilleri açık
değildir. Bir başka kesimin kanaatine göre şehvetle dahi olsa kayıtsız ve
şartsız olarak abdesti bozmaz. Delil olarak da Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'in hanımlarından birisini öpüp, sonra da abdest almadan
namaza gitmesini gösterirler. Ayrıca İbn Abbas Radıyallahu anh'ın
yüce Allah'ın: "Ya da kadınlara dokunmuş iseniz" (el-Maide, 5/6)
ile ilgili bunun büyük taharet almayı (guslü) gerektirdiği şeklindeki
açıklamasını delil almışlardır.
Tercihe değer
olan, kadına dokunmanın -kişiden bir şey çıkması hali dışında- abdesti
bozmadığıdır.
İlim ehli,
abdesti bozduğu söylenen bazı hususlarda farklı görüşlere sahibtir. Ancak
sahih olan bunların abdesti bozmadıklarıdır. Bazıları :
1. İki yoldan
başka yolla çıkan çok miktarda kusma ve benzerleri.
Bunlar bu görüşlerine Ebu'd-Derda Radıyallahu anh'dan gelen şu
rivayeti delil göstermişlerdir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
kustu ve orucu bozuldu ve abdest aldı."
Onu güzel bir şekilde örnek almak, bizim de onun yaptığı gibi yapmamızı
gerektirir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizin için
Rasûlullah'ta uyulacak güzel bir örnek vardır." (el-Ahzab, 33/21)
Diğer taraftan kusmak, bedenden dışarı çıkan birtakım fazlalıklardır. Bu
yönüyle küçük ve büyük abdeste benzer. Çıktıkları yerlerin farklı oluşlarını
gözönünde bulundurarak; küçük ve büyük abdestin azı da, çoğu da abdesti
bozmakla birlikte, kusma ve benzeri hallerin ancak çok miktarda olanı
abdesti bozar.
Buna şöylece cevab verilmiştir: Aslolan abdestin bozulmamasıdır. Bu hususta
sahih ve açık şer'î bir delil bulunmamaktadır. Onların delil diye
gösterdikleri hadis-i şerifi pekçok ilim adamı zayıf kabul etmiştir. Ayrıca
bu (Peygamber Efendimiz’in) mücerred bir fiilidir. Bu haliyle -emir ihtiva
etmediğinden ötürü- vücuba delil gösterilemez. Ayrıca bunun karşılığında
yine bir zayıf hadis daha vardır. Buna Enes b. Malik Radıyallahu anh
şöyle demiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hacamat
yaptırdı ve abdest almaksızın namaz kıldı..."
2. Ölü yıkamak:
Bu hususta İbn Ömer, Ebu Hureyre ve İbn Abbas Radıyallahu anhum'dan
rivayet edilen: "Onlar ölü yıkayan kimseye abdest almalarını
emretmişlerdir."
rivayetini delil gösterirler. Ölü yıkama işini yerine getiren yıkayıcı
kimsedir. Yoksa ona su döken kimse değildir. Diğer taraftan ölü yıkayan
çoğunlukla ölünün fercine dokunur. Ferce dokunmak da abdesti bozan
hususlardandır.
Bu görüş,
kitabtan, sünnetten ya da icmadan bunun abdesti bozacağına dair bir delil
bulunmadığı gerekçesiyle reddolunmuştur. Bu üç sahabiden gelen bu rivayet
ise müstehab olanı göstermektedir, diye kabul edilebilir.
Ölenin fercine
dokunmaya gelince; bu sahih olmayan bir kıyastır. Çünkü bir defa ferce
dokunmasının abdesti bozucu olduğu kabul edilemez. Abdesti bozduğunu kabul
etsek bile, ferce dokunmak ve dokunmamak ihtimali kalır. İhtimal dolayısıyla
da abdest bozulmaz. Diğer taraftan ölüyü yıkayan kimsenin arada bir hail
(engel) bulunmadıkça ölenin fercine dokunması da caiz değildir. Ferce
dokunma ihtimali ile birlikte, diri birisini yıkasa dahi abdest bozulmaz.
Buna göre
tercihe değer olan, ölüyü yıkamanın abdesti bozmadığıdır. el-Muvaffak'ın
(Muvaffaku'd-Din İbnu Kudame'nin), Şeyhu'l-İslam'ın (İbn Teymiye'nin) ve
ilim ehlinden bir topluluğun tercih ettiği görüş budur.
İbn Kudame dedi
ki: “Ebu'l-Hasen dedi ki: Bundan dolayı abdest almak gerekmez. Fukahanın
çoğunluğunun görüşü budur. İnşaallah sahih olan da budur. Çünkü bir şeyin
vücubunu tesbit etmek şeriattendir. Bu hususta ise bir nass gelmiş değildir.
Ayrıca bu hüküm, hakkında nass bulunmuş gibi de değerlendirilemez. O halde
asıl hali üzere kalır. Çünkü bu bir insanı yıkamak olup, canlı olan birisini
yıkamaya benzer."
3. Namazda olsa
dahi kahkaha ile gülmek:
Bir kesim bunu abdesti bozan haller arasında saymıştır. Sahih olan ise, ilim
adamlarının cumhûrunun (büyük çoğunluğunun) kabul ettiği gibi abdesti
bozmadığıdır.
4. Üzeri meshli
mestlerin çıkartılması:
Bu hususta farklı görüşler vardır. Kimisinin kanaatine göre üzerinde mesh
yapılan mestlerin yerlerinden çıkartılmaları dolayısıyla taharet batıl
olduğundan abdest almak icab eder. Çünkü taharet parçalanma kabul etmez.
Herhangi bir organ hakkında batıl oldu mu bütünüyle batıl olur.
Kimisi ise
abdest almakta müvâlât (bir önceki uzuv kurumadan sonraki uzvun yıkanması)'ı
şart kabul etmektedir. Müvâlât ortadan kalkmadığına göre -çünkü azalar
kurumamıştır- birinci abdestini esas alarak sadece ayaklarını yıkar...
Kimileri de
müvâlâtı şart koşmamakta ve buna bağlı olarak sadece ayakların yıkanması
gerektiği görüşündedir.
Asıl olan ise
şer'î bir delil ile aksi sabit oluncaya kadar taharetin kalıcılığıdır.
5. Mukim ya da
misafir (yolcu) olarak meshedenin süresinin tamamlanması;
Ancak buna dair kitab, sünnet ya da ilim ehlinin icmaından delil
bulunmamaktadır. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem mesh müddeti
için vakit tesbit etmiştir yoksa taharetin sona ermesi için değil. Buna göre
kişi eğer taharet üzere olmakla birlikte müddet sona erecek olursa acaba
tahareti de batıl olur mu? Bu mesele ilim ehli arasında ihtilâf konusudur.
Teyemmüm,
sözlükte kastetmek, yönelmek demektir.
Terim olarak,
yüz ve ellere meshetmek maksadıyla temiz toprağı kastetmek suretiyle yüce
Allah'a ibadet etmektir.
Teyemmümün meşru
oluşu kitab, sünnet ve icmâ’ ile sabittir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer hasta olur veya yolculukta iseniz
yahut herhangi biriniz ayak yolundan gelirse ya da kadınlara dokunur da su
bulamazsanız temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi
meshedin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, bağışlayıcıdır."
(en-Nisâ, 4/43)
Umame el-Bâhilî Radıyallahu anh'ın rivayetine göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Arzın tamamı hem benim,
hem ümmetim için hem bir mescid (namaz kılacak yer), hem de bir temizlenme
vasıtası kılındı. Ümmetimden herhangi bir kimse her nerede namaz vaktine
erişirse yanıbaşında mescidi vardır ve yanıbaşında abdest alıp
taharetleneceği vasıtası vardır."
Cabir b. Abdullah Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Benden
önceki hiçbir peygambere verilmemiş beş husus bana verildi. Bir aylık
mesafeden (düşmanımın kalbine salınan) korku ile bana yardım olundu. Yeryüzü
benim için hem bir mescid, hem de bir temizlenme aracı kılındı. Binaenaleyh
ümmetimden herhangi bir kimse nerede namaz vaktine erişirse orada namaz
kılsın..."
İlim ehli özel
hallerde abdest ve guslün yerine geçmek üzere teyemmümün meşrû’ olduğunu ve
teyemmümün küçük ve büyük hadesi kaldırdığını icmâ’ ile kabul etmişlerdir.
İnsanın herhangi
bir zamanda hadesini giderme ihtiyacını duyup da su bulamaz yahutta
ödemekten âciz kalacağı bir paha karşılığında buluyorsa o da suyu bulamayan
kimse hükmündedir. Çünkü yüce Allah: "... Su bulamazsanız..."
(el-Maide, 5/6) diye buyurmaktadır. Yahut su bulmakla birlikte suyu
kullandığı takdirde bedeninin hastalık ve benzeri şeylerle zarar
göreceğinden korkuyor ise (yine teyemmüm) yapabilir. Yüce Allah: "Eğer
hasta olur veya yolculukta iseniz..." (en-Nisa, 4/43) diye
buyurmaktadır.
Yahut su aradığı
takdirde aşırı soğuk yahut yolda yırtıcı bir hayvanın bulunması ve benzeri
sebepler dolayısıyla bedenen zarar göreceğinden korkarsa... Çünkü yüce
Allah: "Kendinizi öldürmeyin." (en-Nisa, 4/29) ve:
"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." (el-Bakara, 2/195)
diye buyurmaktadır.
Eğer suyu
kullandığı takdirde yol arkadaşlarını yahutta kendilerini gözetmekle yükümlü
olduğu hanımları yahut bineklerinin susuzluktan ya da tedavi edilmesi için
suya ihtiyaç duyulan bir hastalıktan ya da aşırı derecede susuzluktan ötürü
telef olmaktan korkuyor ise... (teyemmüm) yapabilir.
Suyu aramak,
eşyaları arasından, arkadaşlarından yahutta bulunduğu yere yakın yerlerde
sıkı bir şekilde suyu araştırmak gerekir. Eğer kendisi suyun nerede olduğunu
bilmiyor ise, ücret karşılığında dahi olsa, başkasından kendisine suyun
bulunduğu yeri göstermesini ister.
Namaz vaktini geçirmemeye bilhassa dikkat eder. Eğer suyun bulunmadığından
emin olursa teyemmüm eder. Ebu Zerr Radıyallahu anh'dan gelen
rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz temiz toprak on yıl su bulamayacak dahi olsa müslüman
için bir temizlenme aracıdır."
Teyemmüm sadece
toprakla yapılmaz. Yeryüzünün her bir parçası ile teyemmüm yapmak sahihtir.
Çünkü yüce Allah: "O vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin."
(el-Maide, 5/6) diye buyurmaktadır ki; "tertemiz toprak (diye anlamı
verilen: es-saîd)" yeryüzü üzerinde yükselen yaş ya da kuru herşeyi kapsar.
"Tertemiz (tayyib)" ise temiz olan herşey demektir.
Teyemmüm yapacak
olan kimsenin taharet kastı ile ve azalarını meshetmeye başlamadan önce
hadesi kaldırmak niyetini hatırında tutması gerekir. Niyetin yeri kalbtir.
Çünkü Ömer Radıyallahu anh'dan rivayet edildiğine göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem: "Ameller ancak niyetler iledir. Herbir kişi
için ne niyet ettiyse ancak o vardır."
diye buyurmuştur.
Daha sonra
abdestteki besmele gibi yüce Allah'ın adını anarak besmele çeker, ellerini
temiz toprağa (ya da toprak türünden olan şeylere) bir defa vurur, onunla
yüzünü mesh eder. Sonra da ellerini birbirleriyle mesheder. Çünkü
Abdu'r-Rahman b. Ebza'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Ömer b.
el-Hattab'ın yanına geldi ve: Ben cünub oldum fakat su bulamadım, dedi.
Ammar b. Yasir, Ömer b. el-Hattab'a şöyle dedi: Hatırlıyor musun, bizler ben
ve sen bir yolculukta idik. Sen namaz kılmadın, ben ise toprakta debelendim
ve namaz kıldım. Bunu Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e söyledim
de Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: "Sana şu şekilde yapmak
yeterli olurdu." diye buyurdu. Sonra Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
ellerinin içi ile yere vurdu, onlara üfledi, sonra da elleriyle yüzünü ve
ellerini meshetti."
Bu hadis bir
başka lafızda şöylece rivayet edilmiştir: "...Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Ey Ammâr! Ellerinin içini toprağa vurup, sonra
onlara üflemen, sonra da yüzünü ve ellerini bileklerine kadar meshetmen
senin için yeterli olurdu."
Bazı ilim
adamlarının, teyemmüm dirseklere kadardır deyip, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'den söylediği rivayet edilen: "Teyemmüm iki vuruştur.
Bir vuruş yüz içindir, bir vuruş da dirseklere kadar eller içindir."
hadisini delil göstermelerine gelince, bu zayıf bir hadistir. Ayrıca
teyemmümü abdeste bu hususta kıyas etmeleri de red olunan bir kıyas
şeklidir.
Abdestli bir
kimse için mübah olan namaz kılmak, tavaf yapmak, mushafa el sürmek gibi
mübah olan herşey teyemmümlü için de mübahtır. Bu teyemmümü ile dilediği
kadar nafile ve farz namaz kılabilir. Hadesi (abdestsizlik ve cünubluk
hallerini) kaldırmakta tıpkı abdest gibidir.
Abdesti bozan herbir hal teyemmümü de bozar. Abdesti nelerin bozduğuna dair
açıklamalar daha önce abdest bahsinde geçmiş bulunmaktadır. Buna sebep ise
teyemmümün abdestte bedel olmasıdır. Aynı şekilde su bulamadığından ötürü
teyemmüm almış olan bir kimsenin suyu bulması da teyemmümünü bozar. Çünkü
yüce Allah: "Su bulamazsanız o vakit tertemiz toprakla teyemmüm edin."
(el-Maide, 5/6) diye buyurmaktadır. Dolayısıyla suyun bulunmasından
ötürü hades eski haline döner. Bunun bir diğer gerekçesi de Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in şu buyruğudur: "...Suyu bulduğu takdirde
Allah'tan sakınsın, takvalı davransın ve suyu tenine değdirsin. Şüphesiz ki
bu hayırlı bir iştir."
Teyemmüm
abdestten bedel olduğu için suyun bulunması halinde bedel oluş ortadan
kalkar.
Guslü gerektiren
haller, büyük hades dolayısıyla alınmış olan teyemmümü hükümsüz kılar.
Bir
insan bir yere hapsedilse su da, toprak da bulamasa, dışarı çıkamasa, ona
suyu ya da toprağı getirecek kimse de bulamazsa durumuna göre, namazını
kılar ve namazını iade etmez. Bu iki temizlenme aracından birisini
bulabilinceye kadar namazını erteleme yoluna gitmez. Çünkü yüce Allah: "O
halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan sakının." (et-Teğabun, 64/16)
diye buyurmaktadır. Cabir b. Abdullah Radıyallahu anh'dan da şöyle
dediği rivayet edilmiştir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "...Ve ümmetimden her kim namaz vaktine erişirse, namazını
kılıversin."
Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bize bir hutbe irad etti ve
şöyle buyurdu: "...Ben size bir şeyi emredecek olursam, onu gücünüz yettiği
kadarıyla yerine getiriniz."
Yüce Allah'a
gerçek anlamıyla ubûdiyet, namaz ile tahakkuk eder. Çünkü namazda ihlas,
huşû, yaratıcı olan Allah'ın önünde zilletle duruş vardır. Kul herbir yanını
ruhî azıkla doldurur. Bu azık ona görevlerini yerine getirebilme ve
sakındırılan şeyleri terkedebilme gücünü kazandırır.
Namaz ile kul,
mevlâsının huzuruna çıkar, O'ndan yardım diler, O'na sığınır, O'ndan hidayet
ister. Dili zikir ederek harekete geçer, aklı zikrin anlamı üzerinde
tefekkür eder, düşünmekle meşgul olur. Kalbi bu büyük kavuşmadan dolayı
çarpar, nefsinin dört bir yanı nur ile parıldar, şehvet ve arzuların üstüne
yükselir. Şüphelerden uzaklaşır, Allah'ın sınırlarını aşmayacak bir yerde
durur. Allah'ın tazim ettiğini tazim eder, Allah'ın haram kıldıklarından
uzaklaşır.
Namaz müslümanı
mevlasına bağlayan ruhî bir irtibattır. Bununla kulun sebatı ve istikrarı
artar. Akidesi sarsılmaz, azimeti, kararlılığı zayıflamaz. Çünkü o yüce
Allah ile kesintisiz bir ilişki halindedir. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem bize şunu haber vermektedir: "Şüphesiz sizden herhangi bir
kimse namaz için ayağa kalktığında, Rabbi ile konuşur yahut Rabbi kendisi
ile kıblesi arasında bulunur..."
Müslüman kişi
namazı edâ etmek üzere Rabbinin huzurunda durabilmesi için taharetli olmalı,
avretini örtmeli, ezan okunmalı, kıbleye yönelmelidir. Farz olan namazı
vakti girmedikçe eda edemez. İşte bundan sonraki sahifelerde namazdan önce
olması gereken bu hususlardan bir dereceye kadar geniş açıklamalarla
sözedeceğiz.
Yüce Allah,
sağlık ve hastalık, zenginlik ve fakirlik, yolculuk ve ikamet hallerinde
namaz dışında devamlılığı olan başka bir farz kılmış değildir. Yüce Allah
her gece ve gündüzde kullarına beş vakit namaz kılma yükümlülüğü koymuştur.
Kul Rabbine seslenmek için bu ibadete koşar. Bu kavuşmaya temizlenerek
hazırlanır. Taharetsiz olarak namazın kabul olunmayacağı hükmünü takdir
etmek, yüce Allah'ın hikmetlerindendir. Bunun için kul ya gusleder, ya
abdest alır yahut teyemmüm yapar. Azalarını maddenin pisliklerinden
arındırır, Rabbinin huzuruna temiz ve pak çıkmak için gerektiği gibi
güzelleşir. Bu yolla o gafletinden, tembelliğinden kurtulmuş, bunların
yerine çalışkanlık ve uyanıklığı elde etmiş olur.
Yüce Allah
namazın değerini tazim ederek ay hali olan kadının bu halinden
temizleninceye kadar namaz kılmasını yasaklamıştır. Lohusa kadının da
lohusalığından temizleninceye kadar namaz kılmasını yasaklamıştır. Bunun
neticesinde taharetin etkileri genel olarak müslümanların hayatına yansımış
ve temizlik onların bir alışkanlıkları haline gelmiştir.
Taharetin anlamı
görünür ve maddi temizlikten daha derinlere ulaşır. Nefsi masiyetlerin
paslarından, günahların kirlerinden arıtıp, temizler. Bu münkerleri işleyen
bu azalara gelince işte onların dış taraflarını yıkamaktadır. Günahlarını
örtmek, bayağılıklardan uzak kalmak, yüce Allah'a yakınlaşmak suretiyle de
onları temizlemek üzere tam bir kararlılık ve yakîne sahib olur.
Küçük hadesten taharet abdest almakla, büyük hadesten de gusletmekle
gerçekleşir. Daha önce belirttiğimiz özel şartlarla teyemmüm, her ikisinin
de yerini tutar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Namaza
kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.
Başlarınıza meshedin, her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın).
Eğer cünub iseniz yıkanıp, temizleniniz."
(el-Maide, 5/6)
İbn Ömer
Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Taharetsiz hiçbir namaz, hırsızlıktan
verilen hiçbir sadaka kabul edilmez."
Namazdan önce müslüman bedeninin, elbisesisinin, namaz kılacağı yerin tâhir
(necasetsiz ve temiz) olmasını araştırmalıdır. Bunlardan herhangi birisine
iki yoldan çıkan bir necaset yahutta başka necasetlerden bir şey bulaşmış
ise bunun izâle edilmesi ve su ile temizlenmesi gerekir. Çünkü Ali
Radıyallahu anh'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ben mezisi çok gelen
bir kişi idim. Kızı benim nikahımda olduğundan Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'e (bu hususta) soru sormaktan utanırdım. Bunun üzerine
el-Mikdad b. el-Esved'e söyledim, o da ona sordu. Peygamber şöyle buyurdu:
"Zekerini yıkar ve abdest alır."
Enes
Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Sidikten iyice korununuz, çünkü kabir
azabının geneli ondan dolayıdır."
Kadının da üzerindeki kan izlerini izale etmesi gerekir. Çünkü Âişe
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ay hali oldun mu namaz kılmayı
terket. O kadar bir süre geçti mi üzerindeki kanı yıka ve namaz kıl."
Yüce Allah'ın
huzurunda durmanın azametli konumu dolayısıyla müslümanın necaset isabet
etmiş bir elbise ile Allah'ın huzurunda durması o konumun yüceliği ile
bağdaşır bir şey değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elbiseni
temizle!" (el-Müddessir, 74/4) İşte bundan dolayı böyle bir
elbiseyi üzerinden necasetin etkisi gidinceye kadar su ile yıkamakla
temizlemek vacibtir. Cabir b. Semura Radıyallahu anh'dan şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Bir adam Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e
hanımına kendisi ile yaklaştığı elbisede namaz kılıp, kılamayacağını sordu.
Peygamber: "Kılabilir; ancak üzerinde bir şey görürse, onu yıkar." diye
buyurdu.
Yıkadıktan sonra
eğer giderilmesi zor bir iz kalırsa -kanın rengi gibi- bu af edilir. Ebu
Bekr Radıyallahu anh'ın kızı Esma'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Bir kadın Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e şöyle
sordu: Ey Allah'ın Rasûlü, eğer bizden birisinin elbisesine ay halinden
ötürü kan isabet edecek olursa ne yapsın? Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Sizden herhangi birinizin elbisesine ay halinden
ötürü kan isabet edecek olursa, o kan izini tırnağıyla yada ovalayarak
gidersin, sonra da üzerine su serpsin, sonra o elbisesiyle namaz kılsın."
Kadının
elbisesinin (yere değen uzun) eteklerine gelince; onu da yer temizler. Çünkü
rivayete göre bir kadın Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'in hanımı Um
Seleme Radıyallahu anha'ya şöyle demiştir: Ben eteklerini uzun tutan
ve pis yerlerde yürüyen bir kimseyim. Bu sefer Um Atiyye şöyle dedi:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "(Yolun) ondan
sonraki bölümleri onu (kirlenen etekleri) temizler."
Necasetin
elbiseden izâle edilmesi sırasında tamamen izâle olduğundan ve necasetin
herhangi bir parçasının yahut renginin, kokusunun, tadının -imkânsız olan
dışında- kalmadığından emin olmak gerekir. Sidiğin isabet ettiği elbiseden
temizlik bir defa dahi onu yıkamakla gerçekleşir. Yeter ki koku gitsin ve
izi kalmasın. Elbiseye değmiş olan meni ise kuru ise oğularak, yaş ise
yıkanarak temizlenir.
Müslüman bir kimsenin namazdan önce namaz kılacağı temiz bir yer araştırması
icab eder. Yere necaset isabet ettiği takdirde eğer necasetin maddi bir
varlığı varsa o maddi varlığın gitmesi ile yer temiz olur. Eğer necaset
ıslak ise üzerine su dökmekle temiz olur. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu
anh şöyle demiştir: Bedevi bir arab kalkıp mescidde küçük abdestini
bozdu. İnsanlar onu yakaladılar. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
onlara: "Onu bırakın, sidiği üzerine bir kova su dökün. Sizler
kolaylaştırıcılar olarak gönderildiniz. Zorlaştırıcılar olarak
gönderilmediniz." buyurdu.
Bedende,
elbisede, yerde sürekli tahareti sağlamak, müslümanın bütün vakitlerinde
ruhen hoş, zevki itibariyle yüksek, duyguları yüce olmasını sağlar. Eğer
şeriat bu temizlikleri şart koşmamış olsaydı, halimiz ne olacaktı, bir
düşünelim?
Bundan dolayı
müslümanın bedenini, elbisesini, namaz kıldığı yeri temizlediği gibi içini
de temiz etmesi gerekir. Böylece yüce Allah'a yönelirken, kalbinde kin,
kıskançlık ve riya kalmamış olsun. Tevbe etmekte, Allah'tan mağfiret
dilemekte elini çabuk tutmalı, ruhu kirleten, yüce Allah'ı gazablandıran
herhangi bir şeye geri dönmemek hususunda kesin karar vermelidir.
Şüphesiz ki her
namazdan önce kalbin yeniden gözden geçirilmesi ve ona bulaşan kirlerden
arındırılması, kalbe huzur ve sükûnu yeniden kazandıracak ve her zaman bu
halde kalacaktır. İşte o vakit kul Rabbinin huzurunda dünyevî herhangi bir
şey kendisini meşgul etmeden durabilecek, Allah'ın haşyetini duyacak,
ibadetin lezzetini alacaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah size
güçlük çıkarmak istemez; ama sizi iyice temizlemek ve üzerinizdeki nimetini
tamamlamak ister, ta ki şükredesiniz."
(el-Maide, 5/6)
Müslümanın
namaza başlamadan önce en güzel elbiselerini giyinmesi uygundur. Bu
elbiselerin de avreti örtecek şekilde olmaları şarttır. Yüce Allah: "Ey
Âdemoğulları! Her mescidde zîynetinizi alın." (el-A’raf, 7/31)
diye buyurmaktadır.
Zîynetin asgarî
miktarı, avreti örtecek kadardır. Mescid ise ibadet için kurulmuş Allah'ın
evidir. Geçen âyet-i kerime'de yüce Allah'ın emrini yerine getirmek için
müslümanın mescide gideceği sırada en güzel elbiselerini giyinmesi gerekir.
Çünkü o kendisinin ve bütün yaratılmışların Rabbine seslenecektir. Huzuruna
çıkmak için süslenilmeye en layık olan yüce Allah'tır. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem de ashab-ı kiram'a süslenmelerini
emretmiştir. İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden
herhangi biriniz namaz kılacak olursa, en güzel elbisesini giyinsin. Çünkü
yüce Allah kendisi için süslenilmeye en layık olandır."
İbn Abdi'l-Berr
dedi ki: Avreti örtmenin namazın farzlarından olduğunu söyleyenler,
elbisesiyle örtünmeye gücü yetmekle birlikte çıplak olarak namaz kılıp,
elbisesini üzerine almayanın namazının fasid olacağı üzerinde icmâ’ olduğunu
delil göstermişlerdir. Bu hususta bütün fukahâ icmâ’ halindedir.
Elbisenin avreti
setretmesi şarttır. Eğer altından tenin rengini gösterecek kadar ince
olursa, o elbisede namaz caiz olmaz. Şeriat kendisiyle namazın sahih olacağı
elbiseyi belirlerken, zahirde ve batında şanı yüce Allah'ın tazim edilmesi
gerektiğine dikkat çeker. Bu da bedenin açılması güzel olmayan yerlerini
örtmekle olur. Böylelikle bu, müslümanın öğreneceği bir ders olur. Dışardan
süsleneceği gibi, içerden de süslenir. Ruhta güzelliğin manalarına halel
getirecek herbir şeyden uzak kalır.
Yüzü dışında bedeninin tamamını örter. Şâyet boynunu yahut saçının tamamını
namazda açacak olursa, namazını iade eder. İbn Abdi'l-Berr dedi ki: Fukahâ
kadının namazda ve ihramda yüzünü açacağını icmâ’ ile kabul etmişlerdir.
Hatta bazı
fakihler kadının namazda yüzünü örtmesinin mekruh olduğunu açıkça ifade
etmişlerdir. Namazın dışında ise, bakmak noktasında yüz, avretlerin başında
gelir.
Kadının
ellerinin ve ayaklarının namazda örtülmeleri gerekip gerekmediği hususunda
görüş ayrılığı vardır. El ve ayakların örtülmesinin vücubuna dair açık
deliller bulunmamakla birlikte ihtiyata uygun olan onları örtmektir.
Namazda buluğ
çağına gelmiş erkeğin örtmekle yükümlü olduğu avreti ise göbek ile diz
kapağı arasıdır. Göbek ile diz kapakları ise avrete dahil değildir.
Ön
ve arka dışında göbek ile diz kapağı arasında kalan yerlerin örtülmesi
gereken avret olmaları ile avret olmamaları hususunda bu husustaki
rivayetlerin teâruzu dolayısıyla ihtilâf edilmiştir. Çünkü Enes
Radıyallahu anh'dan gelen rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem Hayber gazasına katılmış... Sonra belden aşağısını örten
elbisesini (izarı) uyluğundan yukarıya çekmişti. Öyle ki şu anda ben
Allah'ın peygamberinin uyluğunun beyazlığını görür gibiyim.
Cerhed'den gelen
bir diğer rivayete göre de; Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem onun
yanından uyluğunu açmışken geçmiş, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
ona: "Uyluğunu ört, çünkü o avrettendir” demiştir."
Enes'in rivayet
ettiği hadis, uyluk avretten değildir diyen birinci kesimin ileri sürdüğü
deliller arasındadır. Çünkü eğer avret olsaydı, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem avretini Enes b. Malik'in önünde de, başkası önünde de
açmazdı.
Cerhed'in
rivayet ettiği hadis ise uyluğun avret olduğuna dair gösterilen deliller
arasında yer alır. Buhârî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle
demiştir: "Enes'in hadisi sened bakımından daha sağlam, Cerhed'in hadisi ise
ihtiyata daha uygundur."
Bu konudaki
cevaba gelince, Enes'in rivayeti namazın dışındaki durumlarla alakalıdır.
Sahih olan namazda erkeğin avretinin göbek ile diz kapağı arasında
olduğudur. Aynı şekilde buluğ yaşına ermemiş olan kızın ve köle cariyenin de
avreti göbek ile dizkapağı arasındadır. Yedi ila on yaş arasındaki küçük
çocuğun avreti ise sadece ön ve arkadır. Yedi yaşından küçük çocuğun ise
hiçbir şekilde avreti yoktur.
Hanbeliler
avreti üç kısma ayırmışlardır:
1. Galiz Avret:
Bu baliğa ve hür kadının avretidir.
2. Vasat Avret:
Baliğ erkek ile buluğ yaşına gelmemiş kadın ile cariyenin avretidir.
3. Hafif Avret:
Yedi ila on yaş arasındaki çocuğun avretidir.
Ezan; sözlükte
bildirmek demektir. Şer'î bir terim olarak; özel bir zikir çeşidi ile farz
namazın vaktinin girdiğini bildirmektir.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu
vakit, Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın." (el-Cumu, 62/9)
Malik b. el-Huveyris Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "...Namaz vakti girdi mi
sizin için biriniz ezan okuyuversin."
İkamet (kamet)
ise özel bir zikir şekli ile farz olan namazın kılınmak üzere olduğunu
bildirmektir.
Ezan ve kametin
hükmü, erkekler topluluğu için farz-ı kifayedir. Bir grub bu işi yerine
getirecek olursa, bu günah diğerlerinden düşer. Çünkü Malik b.
el-Huveyris'in naklettiği rivayette "biriniz" lafzı bunun farz-ı kifaye
olduğunun delilidir.
Ezan mü'min
herbir kişiye sevimli bir sesleniştir. Temiz bir mekânda en büyük kavuşmaya,
en hayırlı amele çağırır. O namazdan önce yapılan bir ibadettir. Onun
"Allahu ekber" sadası bütün kâinatta yankılanır. Büyük olarak
düşünebildiğiniz her ne varsa Allah daha da büyüktür. Herbir şey Allah
karşısında hakirdir, önemsizdir. Ticaret, mallar, mülk, dünyalık herşey. O
ne büyük bir sesleniştir! Tevhide, şirki ortadan kaldırmaya bir çağrıdır.
Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'in risaletini ispatlamaktadır.
Onun anılışı yüce Allah'ın anılışı ile birlikte her ezanda yükselip
durmakta, bütün zamanlar boyunca tekrar edilmektedir.
Ezan İslam
ümmetini namazı eda etmek için yüce Allah'a yönelmeye, O'nun rızası ile
kurtuluşa ermeye, Allah'ın evinde cemaatle namaz kılarak itaat etmeye, dünya
ve âhirette felâha çağırmaktadır. Ezan dünyanın kendisini meşgul ettiği,
oyaladığı herkese Allah'ın en büyük olduğunu, Allah'tan başka hiçbir ilah
bulunmadığını ilan ederek sona erer ta ki bu gibi kimseler uyansınlar,
herşeyi terkederek yüce Allah'la kavuşmaya koşsunlar.
Ezan hicretin
birinci yılında meşrû kılındı. (Şer'î bir delille öngörüldü). Meşrûiyetinin
delili Abdullah b. Zeyd Radıyallahu anh'ın rivayet ettiği hadis-i
şeriftir. O dedi ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaza
toplanmak üzere insanların duyması için çalınsın diye çan yapılmasını
emrettiği sırada, ben uykuda iken elinde bir çan bulunan bir adam gördüm. Ey
Allah'ın kulu bu çanı satar mısın diye sordum: Bunu ne yapacaksın? diye
sordu. Ben: Bununla namaza çağıracağım dedim. O: Ben sana bundan daha
hayırlısını göstereyim mi, dedi. Ben ona göster dedim. Şöyle dedi: Şunları
söyle: "Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber, eşhedu en lâ
ilâhe illallah, eşhedu en lâ ilâhe illallah, eşhedu enne Muhammeder
rasûlullah, eşhedu enne Muhammeder rasûlullah, hayyale's-salâh,
hayyale's-salâh, hayyale'l-felâh, hayyale'l-felâh, Allahu ekber, Allahu
ekber, la ilahe illallah." Sonra benden fazla uzaklaşmadan bir parça geri
gitti, sonra dedi ki: Namaz için kamet getirileceği vakit de "Allahu ekber,
Allahu ekber, eşhedu en lâ ilâhe illallah, eşhedu enne Muhammeder
rasûlullah, hayyale's-salâh, hayyale'l-felâh, kad kameti's-salâh, kad
kameti's-salâh, Allahu ekber Allahu ekber, lâ ilâhe illallah" dersin, dedi.
Sabah olunca Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'ın yanına gittim.
Ona gördüğümü haber verdim. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu Allah'ın izniyle
hak bir rüyadır. Bilal ile birlikte kalk ve gördüğünü ona telkin et, o da
bunları ezan diye okusun. Çünkü o senden daha yüksek seslidir." Bilal'in
yanında durdum, ben ezanı ona söylüyor, o da onu yüksek sesle okuyordu. Ömer
b. el-Hattab evindeyken bunları duydu. Elbisesini sürükleyerek dışarı çıktı,
bu arada şöyle diyordu: Seni hak ile gönderene yemin ederim ey Allah'ın
Rasûlü, ben de onun gördüğünün bir benzerini gördüm. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'a hamdolsun." diye buyurdu.
Ezan meşruiyeti
itibariyle birkaç şekilde sabit olmuştur. Bundan dolayı bu şekillerin sadece
birisine bağlı kalmamak gerekir; ta ki böyle bir bağlılık olursa, sünnette
sahih olarak gelmiş diğer şekiller terkedilmiş olmasın. Ezan ve ikamet bu
hususta bir örnektir. Efdal olan çeşitli zamanlarda bunların birisini
yapmaktır. Çünkü böylesi kapsamlı ve faydalıdır.
1)
Daha önce geçen Abdullah b. Zeyd’in naklettiği hadise göre Bilal’in (r.a.)
okuduğu ezan:
Allahu Ekber (4
defa)
Eşhedu en lâ
ilâhe illallah (2 defa)
Eşhedu enne
Muhammede’r-Rasulullah (2 defa)
Hayya
ale’s-salah (2 defa)
Hayya
ale’l-felah (2 defa)
Allahu Ekber (2
defa)
Lâ ilâhe
illallah (1 defa)
2)
Ebu Mahzure’den rivayet edilen: “Peygamber (s.a.v.) kendisine ezanı ondokuz
kelime olarak öğretti” hadisine binaen:
Allahu Ekber (4
defa)
Eşhedu en lâ
ilâhe illallah (2 defa yüksek 2 defa alçak sesle terci’-tekrar)
Eşhedu enne
Muhammede’r-Rasulullah (2 defa yüksek 2 defa alçak sesle terci’-tekrar)
Hayya
ale’s-salah (2 defa)
Hayya
ale’l-felah (2 defa)
Allahu Ekber (2
defa)
Lâ ilâhe
illallah (1 defa)
3)
İmam Müslim’in Ebu Mahzure’den naklettiği rivayete göre Peygamber
efendimizin ona ezanı böylece öğrettiğine dair rivayet:
Allahu Ekber (2
defa)
Eşhedu en lâ
ilâhe illallah (2 defa yüksek 2 defa alçak sesle terci’-tekrar)
Eşhedu enne
Muhammede’r-Rasulullah (2 defa yüksek 2 defa alçak sesle terci’-tekrar)
Hayya
ale’s-salah (2 defa)
Hayya
ale’l-felah (2 defa)
Allahu Ekber (2
defa)
Lâ ilâhe
illallah (1 defa)
4)
Malik’e göre İbn Ömer’in şöyle dediği rivayet: Ezan peygamber döneminde
ikişer ikişer, kamet ise birer birer söyleniyordu.
1)
Daha önce geçen Abdullah b. Zeyd’in naklettiği hadise göre Bilal’in (r.a.)
okuduğu şekliyle kamet:
Allahu Ekber (2
defa)
Eşhedu en lâ
ilâhe illallah (1 defa)
Eşhedu enne
Muhammede’r-Rasulullah (1 defa)
Hayya
ale’s-salah (1 defa)
Hayya
ale’l-felah (1 defa)
Kad
kameti’s-salah (2 defa)
Allahu Ekber (2
defa)
Lâ ilâhe
illallah (1 defa)
2)
Ebu Mahzure’den rivayet edilen: “Rasulullah (s.a.v.) “kamet ise on yedi
kelimedir…” diye buyurdu hadisine binaen
Allahu Ekber (4
defa)
Eşhedu en lâ
ilâhe illallah (2 defa)
Eşhedu enne
Muhammede’r-Rasulullah (2 defa)
Hayya
ale’s-salah (2 defa)
Hayya
ale’l-felah (2 defa)
Kad
kameti’s-salah (2 defa)
Allahu Ekber (2
defa)
Lâ ilâhe
illallah (1 defa)
3)
Ezanda tekbiri iki defa, “kamet” lafzı bir defa şeklindeki okuyuşu İmam
Malik benimsemiş bulunmaktadır. Çünkü Medine halkının uygulaması budur.
Ancak İbn
Kayyim’in belirttiğine göre “kad kameti’s-salah” lafzı kesinlikle takriri
sünnet olarak sabit değildir.
İbn Abdilberr
der ki: Bu mübah olan bir ihtilaftır… Kameti ikişer de söylese, tümünü teker
teker de söylese ya da sadece “Kad kamet…”i bir defa söylese hepsi de
caizdir.
İbn Hacer dedi
ki: Denildiğine göre... ezan hazır olmayanlara bildirmek içindir. Bu sebeble
tekrarlanır ki; onlara ulaşabilme imkânı daha çok olsun. Kamet ise böyle
değildir. O hazır bulunanlar içindir. Bundan ötürü ezanın kametten farklı
olarak yüksekçe bir yerde okunması müstehabtır. Ayrıca ezanda sesin kametten
daha yüksek olması, ezanın ağır ağır, tane tane okunması, kametin ise
hızlıca okunması müstehabtır.
Müezzinin sadece
sabah ezanında "hayyeale's-salâh... hayyaale'l-felâh..." dedikten sonra iki
defa "es-salâtu hayru'm-mine'n-nevm: namaz uykudan hayırlıdır" demesi
meşrudur. Çünkü Ebu Mahzure şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasûlü bana ezan
sünnetini öğret... Bu hadisde şu ifadeler de yer almaktadır: "...Sabah
namazı ise es-salatu hayru'm-mine'n-nevm, es-salatu hayru'm-mine'n-nevm,
Allahu ekber, Allahu ekber, la ilahe illallah"
dersin.
İkamet halinde
de, yolculuk halinde de ezan okumak meşrû’dur. Çünkü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem böyle yapmış ve bunu Malik b. el-Huveyris’e ve
arkadaşlarına emretmiştir: "...Namaz vakti girdi mi sizin için biriniz ezan
okusun..."
(Peygamber bunu
emrettiğinde) Malik ve arkadaşları bir yolculuğa çıkmak üzere idiler.
Bir
kimse uykudayken bir namazı geçirir yahut unutursa onu hatırladığı takdirde
kılmalıdır. Ancak onu kılmadan önce bu namaz için ezan ve kamet
getirmelidir. Çünkü Amr b. Umeyye ed-Damrî'den şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Bir yolculukta Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile
birlikte idik. Sabah namazına uyanamadı. Nihayet güneş doğdu. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem uyandı ve: “Kalkınız buradan başka bir yere”
dedi. Sonra Bilal'e emir verdi. O da ezan okudu. Sonra abdest aldılar ve iki
rekat sünneti kıldılar. Daha sonra Bilal'e emretti, o da kamet getirdi.
Peygamber onlara sabah namazını kıldırdı."
Kazaya kalmış
namazlar birden çok olursa, bir tek ezan ile fakat herbir namaz için kamet
getirerek onları kılar. Çünkü Hendek gazvesinde müşrikler Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'i uğraştırmış ve dört vakit namazı kılamamış,
gecenin bir bölümü geçip gitmişti. Fırsat bulunca Bilal'e emir verdi. O da
bir tek ezan okudu. Sonra öğle namazı için kamet getirdi, sonra ikindi için,
sonra akşam için, sonra yatsı için ayrı ayrı kamet getirdi.
Ezan için
aşağıdaki şartlar aranır:
1. Vaktin
girmesi.
Çünkü: "...Namaz
vakti girdi mi sizin için biriniz ezan okusun..." hadisi bunu gerektirir.
(Hadisteki ifadesiyle:) “namazın hazır olması” (tercümede gösterildiği gibi)
vaktinin girmesi demektir. Ezan ise vaktin girdiğini bildirmektir. Böyle bir
iş ise vakit girmeden önce olmaz.
İbnu'l-Münzir dedi ki: İlim ehlinin icmâ’ına göre fecir (sabah) namazı
dışında bütün namazlar için vakti girdikten sonra ezan okuma sünnettendir.
Çünkü ezan vaktin girdiğini bildirmek için meşru kılınmıştır. Dolayısıyla
ezandan gözetilen maksadın ortadan kalkmaması için vaktinden önce meşru
olamaz.
2. Müslüman
olmak.
3. Akil ve baliğ
olmak.
Çünkü böyle olmayanlara güven olmaz.
4. Erkek olmak.
İbn Ömer Radıyallahu anh dedi ki: "Kadınlar için ezan da, kamet de
yoktur."
Dolayısıyla kadın ezan okumaya ehil değildir.
İbn
Kudame dedi ki: Bu hususta bir görüş ayrılığı bilmiyorum... İmam Ahmed'den:
Eğer okurlarsa bir mahzur yoktur. Eğer okumazlarsa bu da caizdir, dediği
rivayet edilmiştir.
5. Nass ile
vârid olandan eksik ya da fazla olmaması.
Çünkü ezan bir ibadettir. İbadetlerin esası ise ittibadır. Çünkü Âişe
Radıyallahu anha şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Her kim bizim bu işimize uygun olmayan bir amelde
bulunursa, o merduttur."
6. İsterse çölde
tek başına olsun sesini yükseltmek.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: "Biriniz sizin için ezan
okusun."
diye buyurmuştur. Onun "sizin için" diye buyurması başkalarına duyurmak için
sesi yükseltmeye bir işarettir. Sesini kısan bir kimsenin ezanı sadece
kendisi için olur. Abdu'r-Rahman b. Abdullah b. Abdu'r-Rahman b. Ebi Sa'sa’a
el-Ensari -el-Mazini-'nin babasından rivayet ettiğine göre babası ona şunu
haber vermiş: Ebu Said el-Hudri Radıyallahu anh ona dedi ki: "Ben
senin koyunları ve çölü sevdiğini görüyorum. Sen koyunların arasında ya da
çölde olup da namaz için ezan okuyacak olursan, yüksek sesle ezan oku. Çünkü
müezzinin okuduğu sesin vardığı yere kadar cin ya da insandan her kim onu
işitirse mutlaka kıyamet gününde onun lehine şahitlik eder.” Ebu Said dedi
ki: "Ben bunu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'den duydum."
7. Manayı
değiştirmeyecek şekilde ezanın okunması.
Müezzinin
okuduğu ezan ile Allah'ın rızasını araması. Küçük ve büyük hadesten tâhir
olması (abdestli bulunması), Kıbleye dönerek ayakta ezan okuması,
hayyeale'-salah dediğinde sağa dönmesi, hayyeale'l-felâh dediğinde sola
dönmesi, Bilal Radıyallahu anh'ın uygulaması dolayısıyla parmaklarını
kulaklarına sokması müstehabtır.
Muaviye
Radıyallahu anh'dan dedi ki: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'i
şöyle buyururken dinledim: "Müezzinler kıyamet gününde en uzun boylu
kimseler olacaktır."
Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "İnsanlar ezan okumakta ve birinci safta
namaz kılmakta neler olduğunu bilselerdi, sonra da bu iş için (bu husustaki
anlaşmazlıklarını çözmek üzere) kur'a çekmekten başka bir yol bulamayacak
olsalardı, kur'a çekme yoluna başvururlardı."
Ezanı duyan
kimsenin söylenenleri tekrar ederek, müezzinin dediği gibi söylemesi
sünnettir. Çünkü Ebu Said el-Hudri Radıyallahu anh'dan gelen rivayete
göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Ezanı
duyduğunuz vakit müezzinin dediği gibi siz de söyleyiniz."
Ancak hayyaale's-salah ile hayyaale'l-felah cümlelerinde: "Lâ havle velâ
kuvvete illâ billah: Allah ile olmadıkça hiçbir şeye güç ve kuvvet
yetirilemez." der. Ayrıca Ömer b. el-Hattab Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği de rivayet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "...Sonra hayyeale's-salah dedi. O: lâ havle ve lâ kuvvete illâ
billah buyurdu. Sonra (müezzin): hayyeale'l-felah dedi. O (Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem) lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah, dedi."
Müezzine,
müezzinin sesini duyana, müezzine karşılık verene, bundan sonra Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e salavât getirmesi, daha sonra Allah'tan ona
"el-vesîle"yi vermesini istemek sünnettir. Çünkü Abdullah b. Amr b. el-Âs
Radıyallahu anh'dan gelen rivayete göre o Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'i şöyle buyururken dinlemiştir: "Müezzini duyduğunuz vakit onun
dediği gibi deyiniz. Sonra bana salât (ve selâm) getiriniz. Çünkü kim bana
bir defa salât (ve selâm) getirirse, Allah onun karşılığında ona on defa
salât getirir. Sonra benim için Allah'tan "el-vesile"yi dileyiniz. Bu,
cennette Allah'ın kullarından sadece bir kula verilecektir. Onun kendim
olacağımı ümit ederim. Her kim benim için "el-vesile"yi isterse, benim de
şefaatim ona helâl olur."
Câbir b.
Abdullah Radıyallahu anh'dan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Her kim ezanı duyduktan sonra”:
Ey bu eksiksiz
davetin ve kılınacak olan namazın Rabbi olan Allah'ım! Sen Muhammed'e
el-vesîle’yi (denilen o makamı) ve "fazilet"i ver. Onu kendisine vaadettiğin
"Makam-ı Mahmud'a yükselt." derse kıyamet gününde benim şefaatim ona helâl
olur."
Sözlükte kıble,
cihet demek olup, kendisine yönelinilen herbir şey demektir.
Şer'î bir terim
olarak kıbleden kasıt, el-Beytu'l-Haram'dır yani Ka’be'dir.
Namaz sırasında Beyt-i Haram'a yönelmek vacib (farz)dir. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirmeni elbette
görüyoruz. Onun için andolsun seni hoşnut olacağın kıbleye döndüreceğiz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram'a (Ka’be'ye) doğru çevir! Siz de nerede
bulunursanız, yüzlerinizi o yöne çeviriniz." (el-Bakara,
2/144)
Buna göre
kıbleye yönelmek namazın sıhhati için bir şarttır. Çünkü Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem namazını doğru dürüst kılamayan kişiye şöyle
demişti: "...Namaz kılmak için kalkacak olursan, iyice abdest al! Sonra
kıbleye yönel ve tekbir getir..."
el-Berâ b. Âzib
Radıyallahu anh dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte Beytu'l-Makdis'e doğru yaklaşık
onaltı ay ya da onyedi ay namaz kıldık. Sonra Ka’be'ye doğru döndürüldük."
Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem Mekke'de hicretten önce iki rükün arasında Ka’be önünde ve yüzü
Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılardı.
Ka’be'yi görme
imkânını bulan bir kimse için bizzat Ka’be'ye yönelmek icab eder. Eğer onun
ile Kabe arasında herhangi bir engel bulunursa, Ka’be'nin bulunduğu tarafa
yönelir ve imkân olduğu kadarıyla bunu tetkik eder. Çünkü yüce Allah:
"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez."
(el-Bakara, 2/286) diye buyurduğu gibi; bir başka yerde de: "O halde
gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun." (et-Teğâbun, 64/16)
diye buyurmaktadır.
Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem bize bir hutbe irad etti ve şöyle dedi: "Ben
size herhangi bir hususu emredecek olursam, ondan gücünüz yettiği kadarını
yapınız."
İlim ehli de
şöyle demiştir: Az miktardaki bir sapmanın zararı olmaz. Çünkü Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Doğu ile batı arası kıbledir."
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bunu Medinelilere söylemişti.
Çünkü onların kıblesi güneydedir.
Kıble mescidlerde mihrablarla yahut pusula ile bilinebilir. Şâyet bulut
yahut karanlık gibi bir sebeple belli olmayacak olursa kıbleyi gösterecek
bir kimseye sorulur. Eğer bunu da bulamazsa bu sefer kendisi ictihad eder
(kanaatine göre tesbit eder) ve ictihad ettiği tarafa doğru namaz kılar.
Namazı sahih olur, iâde etmesi de gerekmez. Hatta namazını bitirdikten sonra
hata ettiğini anlasa bile. Eğer namaz kılmakta iken kıble tarafını tesbitte
hata ettiğini öğrenirse, kıbleye yönelir ve namazını kesmez. Buna delil de
İbn Ömer Radıyallahu anh'ın naklettiği şu rivayettir. O dedi ki:
İnsanlar Kuba mescidinde sabah namazını kılmakta iken bir kişi onlara gidip
şöyle dedi: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in üzerine bu gece
Kur'ân indirildi ve ona Ka’be'ye yönelmesi emrolundu. Onlar da Ka’be'ye
yöneldiler. O sırada yüzleri Şam'a dönük idi, Ka’be'ye döndüler."
Bu hadiste
konumuza delil teşkil eden taraf onların kıble değişip, Kabe'ye doğru
döndüklerinde namazlarını kesmedikleridir. Eğer kıble cihetinde ihtilâf
olursa, herkes inandığı tarafa doğru namaz kılar. Kıblenin alâmetini
bilmeyen kimse bu hususta bilene tabi olur.
Aşağıdaki
yerlerde kıble'ye yönelme yükümlülüğü kalkar.
1. Kendisini
yönlendirecek kimse bulamayan âmâ, yanında kendisini yönlendirecek kimse
olmayan hasta, kıble cihetinden başka bir tarafa zincire vurulmuş esir gibi,
bundan aciz kalınması hali. Bu gibi kimselerin kıbleleri yönelebildikleri
taraftır. Çünkü yüce Allah: "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden
başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286) diye buyurmaktadır.
Ayrıca Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur:
"...Size bir şeyi emredecek olursam, ondan gücünüz yettiği kadarını
yapınız."
2.
İnsan ya da başka bir varlıktan canına ya da malına gelecek zarardan
korkması halinde korkan kişi yönelebileceği tarafa yönelir. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır, "Şâyet korkarsanız o halde (namazı) yaya olarak veya
binek üstünde (kılın)." (el-Bakara, 2/239) Burada "yaya olarak"
ayaklarınızın üzerinde yürüyerek demektir ve böyle bir iş kıble cihetine
olmayabilir. İbn Ömer Radıyallahu anh dedi ki: Kıbleye yönelmiş
olanlar olarak ya da ona yönelmeksizin demektir. Malik dedi ki; Nafî dedi
ki: "Ben Abdullah b. Ömer'in bunu ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'den diyerek zikrettiği görüşündeyim."
3. Yolcu kimse
nafile namaz kıldığı takdirde. Çünkü Muslim'in Sahih'inde sabit olduğuna
göre İbn Ömer Radıyallahu anh'dan; Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem bineğin üzerinde, bineği onu hangi tarafa döndürürse, öylece
namaz kılardı, diye rivayet etmektedir.
Enes
Radıyallahu anh'ın rivayet ettiği hadise göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem yolculukta iken nafile namaz kılmak istedi mi devesi ile
kıbleye yönelir, tekbir alır, sonra da bineği kendisini hangi tarafa
döndürürse, o tarafa doğru namaz kılardı.
Binek üzerinde
olan kişi bineği üzerinde nafile kılar. İftitah tekbirini aldığı vakit
kıbleye yönelmesi müstehabtır. Rükû ve sücûdu ima ile yapar. Sücûd için
yaptığı ima rükûdan daha çok eğilerek yapılır ve bineği hangi tarafa doğru
dönerse o tarafa doğru namaz kılar.
Namaz kılan
kimse kıbleye yönelirken bu yönelmesi ile yüce Allah'a ibadet ettiği
şuurunda olmalıdır. Çünkü o bu haliyle O'nun emrini yerine getirmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru
çevir. Siz de nerede bulunursanız, yüzlerinizi o yöne çeviriniz."
(el-Bakara, 2/144) Buna göre kalbiyle namazında kendisini yaratana
yönelmelidir.
Müslümanları
namazlarında biraraya getiren birlik şuuru ne kadar güzeldir! Onlar tek bir
rabbe ibadet ederler, tek bir kıbleye yönelirler. Akide ve yaşayışları
itibariyle din birliği etrafında birlik olurlar. Bu gerçekten insan ruhunu
izzet ve güven ile güç, yakîn ve sebat ile dolduran bir duygudur.
Namazın
öncesindeki hususlardan birisi de vaktin girmesidir. Vakit girmeden önce
namaz olmaz. Çünkü namazın mutlaka süresi içerisinde edâ edilmesi gereken ve
çıkmadan önce muayyen olarak yerine getirilmesi gereken sınırlı vakitleri
vardır. Çünkü yüce Allah: "Çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri belli
bir farzdır." (en-Nisa, 4/103) diye buyurmaktadır.
İslam bir gece ve gündüzde farz kılınmış namazların sayılarını belirtmiş
bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneşin (batıya doğru)
kaymasından, gecenin karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl. Sabah namazını
da çünkü sabah namazı tanık olunan (bir namaz)dır."
(el-İsra, 17/78)
Güneşin kayması
(dulûku'ş-şems) semanın ortasından batıya doğru kayması demek olup, öğle
vaktinin başlangıcıdır. "Gece karanlığı (gasaku'l-leyl)" ise gece
karanlığının başlama zamanıdır. Bunun kapsamına ikindi, akşam ve yatsı
namazları girer. "Sabah namazı (Kur'ânu'l-Fecr)" ise sabah namazının
kılınması gereğine işarettir. İşte bu âyet-i kerimede namaz vakitlerine
topluca bir işaret vardır.
Enes
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir adam Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'e şunu sordu: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah
kullarına kaç vakit namaz kılmayı farz kıldı? Şöyle buyurdu: "Allah
kullarına beş vakit namaz farz kıldı." Adam: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlardan
önce veya sonra bir şey var mı? diye sordu. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah
kullarına beş vakit namazı farz kıldı." Adam bunlara fazla bir şey
katmayacağına ve onlardan bir şey eksiltmeyeceğine yemin etti. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem: "Eğer doğru söylerse (dediği gibi yaparsa)
kesinlikle cennete girecektir."
Vakit namazın en
önemli ve riayet edilmesi en çok gereken şartıdır. İsterse bundan dolayı
başka şartlar geçecek olsun. Mesela vakit çıkar korkusuyla teyemmüm etmek ya
da yine vakit çıkar korkusu ile avretini setretmemesi gibi.
Sabah namazının
vakti:
Fecr-i sâdıkın görülmesinden, güneşin doğuşuna kadardır.
Öğle namazının
vakti:
Güneşin, semânın ortasından batıya doğru kaymasından itibaren başlar,
herşeyin gölgesi kendisinin bir katı oluncaya kadar devam eder.
İkindinin vakti:
Öğlenin çıkışından itibaren başlar. Güneş sararmaya başlayıncaya kadar devam
eder. Herşeyin gölgesi iki katı oluncaya kadar da söylenmiştir.
Akşamın vakti:
Güneşin batımından başlar. (Batıdaki) kırmızı şafağın kayboluşuna kadar
devam eder.
Yatsı vakti:
Kırmızı şafağın kayboluşundan itibaren başlar, gece yarısına kadar devam
eder. Gecenin üçte birine kadar devam eder denildiği gibi, fecrin çıkışına
kadar devam edeceği de söylenmiştir.
Sünnet namaz
vakitlerini sınırlandırmış bulunmaktadır. Cabir b. Abdullah Radıyallahu
anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Cebrail Aleyhisselam
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e güneş zeval bulduğu vakit
geldi ve: Kalk ey Muhammed güneş kaydığı zamanda öğlen namazını kıl, dedi.
Sonra herşeyin gölgesi bir katı kadar olana kadar bekledi ve ikindi için ona
gelip: Kalk ey Muhammed ikindi namazını kıl, dedi. Sonra güneş batana kadar
bekledi, yine ona gelerek: Kalk akşam namazını kıl, dedi. Peygamber de güneş
tam batınca kalktı, akşam namazını kıldı. Sonra şafak (batıdaki kızıllık)
kayboluncaya kadar bekledi ve ona gelerek: Kalk yatsı namazını kıl, dedi.
Peygamber de kalktı yatsı namazını kıldı. Sonra sabah vakti fecr doğunca ona
geldi ve: Kalk ey Muhammed namaz kıl, dedi. O da kalktı sabah namazını
kıldı. Daha sonra ertesi gün ona bir adamın gölgesi kendisi kadar olduğu
zaman geldi ve ona: Kalk ey Muhammed namaz kıl, dedi. Peygamber de öğlen
namazını kıldı. Sonra Cebrail Aleyhisselam ona bir adamın gölgesi iki
katı olduğu zaman geldi ve: Kalk ey Muhammed namaz kıl, dedi. O da ikindi
namazını kıldı. Sonra akşam için güneş batınca -tek bir vakit olarak ve
ondan sonraya kalmayarak- geldi ve: Kalk namaz kıl, dedi. O da akşam
namazını kıldı. Sonra gecenin ilk üçte biri geçtiğinde yatsı vakti ona geldi
ve: Kalk namaz kıl, dedi. O da yatsı namazını kıldı. Sonra ortalık iyice
aydınlandığı sırada sabah için ona geldi ve: Kalk namaz kıl, dedi. O da
sabah namazını kıldı. Sonra (Cebrail) dedi ki: Bu iki vakit arasındaki süre
hepsi de (o namaz için) vakittir, dedi."
Bilerek olsun, kasten olsun vaktinden önce kılınan namaz yerini bulmaz.
Şer'î bir mazeret olmadan vaktinden sonraya bırakmak da haramdır. Vakte
yetişmek ise, ancak (vakit içinde) tam bir rek'at kılmak ile mümkün
olabilir. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan rivayete göre
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Her kim
namazın bir rek'atini yetişip kılabilirse namazın tamamına yetişmiş
demektir."
Bu
bütün namazlar için geçerlidir. Ayrıca Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem da şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse güneş batmadan
önce ikindi namazından tek bir secdeye (rek'at kılabilmeye) yetişirse,
namazını tamamlasın ve eğer güneş doğmadan önce sabah namazından tek bir
secdeyi yetiştirebilirse namazını tamamlasın."
Hadisteki
"secde" tabiri rek'at demek olup, bu şekilde kılınabilinen bir namaz,
vaktinde edâ edilmiş sayılır.
Bir rek'atten
daha azını yetiştirebilen ise namazı yetişmemiş olur. Namazı bu vakte kadar
kasten ertelemek ise caiz değildir.
İlim adamları
namazı mazeretsiz olarak vaktinden sonrasına erteleyen kimsenin hükmü
hakkında farklı görüşlere sahibtir. Öyle bir kimse namazını kaza etmeli
midir? Yoksa kılacağı namaz onun için yeterli midir? Bu hususta iki görüş
vardır:
1.
Cumhûrun (fukahanın büyük çoğunluğunun) görüşüne göre böyle bir namaz
geçerlidir; fakat kazasını yapması icab eder. Çünkü Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'ın rivayetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Her kim uyuduğu için yahut unuttuğundan
ötürü bir namazı kılamayacak olursa, onu hatırlayacağı vakit kılsın."
Mazereti olanın
durumu bu olduğuna göre; kasten bu duruma düşenin böyle olması öncelikle
sözkonusudur. Dört mezheb imamı bu görüştedir.
2. Şeyhu'l-İslam
(İbn Teymiye'nin) kabul ettiği ve aynı zamanda Zâhirî mezhebinin de görüşü
ise, böyle bir namazı kaza etmeyeceğidir. Kaza etse bile namazın yerini
bulamayacağıdır. Bunun için de: "Çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri
belli bir farzdır." (en-Nisa, 4/103) buyruğunu delil gösterirler.
Buna göre namazın vaktinden önce ya da sonra kılınması Allah'ın tesbit
ettiği zamandan bir başkasında eda edilmeye çalışılmış olur. Âişe
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kim bizim şu işimize uygun
olmayan bir iş yapacak olursa, o merduttur."
"Her kim uyuduğu
için yahut unuttuğundan ötürü bir namazı geçirecek olursa, onu hatırlayacağı
vakit kılıversin."
hadisi hakkında da şu cevabı verirler: Aslında mazereti olan kimsenin bu
şekilde kılacağı namaz kaza değildir, aksine bir edadır. Mazereti olmayan
kimse için de kaza etmesinin vacib olmadığını söylemeleri, onun yükünü
hafifletmek maksadı ile değildir. Aksine bu onun için ibretli bir cezadır.
Allah'tan namazını kabul etmemesi şeklinde bir cezadır.
Bundan dolayı
farz olan namazı vaktinde eda etmek icab eder. Mazeretsiz olarak onu
vaktinden sonraya bırakan kimse pek büyük bir günah kazanmış olur. Mazereti
dolayısıyla geciktiren böyle değildir. Onun için günah yoktur. Hatta mazeret
bazan namazı ıskat dahi edebilir (kaldırabilir). Ay hali ve lohusa olan
kadının durumu gibi. Bu durumda olanların ay hali ve lohusalık zamanı
içerisinde kılmadıkları namazlarını kaza etmeleri sözkonusu değildir. Bazen
de özür namazı vaktinden sonraya bırakmak için mübah bir sebeb de olabilir.
Uyuya kalmak ve unutmak gibi.
Vaktinde
kılınmayan namazların ilk fırsatta ve sıralarına uygun olarak kaza
edilmeleri gerekir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Beni
hatırlamak için (ya da hatırlayınca) namaza kalk!" (Taha, 20/14)
Ayrıca Enes Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Her kim bir namazı unutacak olursa,
onu hatırlayınca kılıversin. Bunun daha başka bir keffâreti yoktur."
Kılınamayan namazları kaza ederken sıraya (tertibe) riayet etmek gerekir.
Çünkü Hendek'te Ahzab (İslam’a karşı ortak cephe oluşturan gürühlar)
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in güneş batıncaya kadar ikindi
namazını kılmasına imkân vermeyince, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem önce ikindi namazını, sonra da akşam namazını kıldı. Cabir b.
Abdullah Radıyallahu anh'dan şu rivayet gelmiştir: Ömer b. el-Hattab
Hendek günü güneş battıktan sonra geldi. Kureyş kâfirlerine sövüp saymaya
başladı. Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Güneşin batmasına az bir zaman kalıncaya
kadar ikindiyi neredeyse kılamayacaktım. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurdu: "Allah'a yemin olsun ben dahi kılamadım." Bunun
üzerine Buthan denilen yerde kalktı, namaz için abdest aldığı gibi biz de
namaz için abdest aldık. Güneş battıktan sonra ikindi namazını kıldı. Sonra
da akşam namazını kıldı.
Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem yolculuk halinde namazı cem’ ettiği vakitte
ilk namazı sonraki namazdan önce kılardı.
Eğer namaz kılan
kişi kazaya kalmış olanı kılmaya başladığı takdirde vakit namazının
çıkacağından korkarsa, o zaman önce vakit namazını kılar. Namazı geçirdiği
hale bağlı olarak -rekatlerinin sayıları, gizli ya da açık okunması
bakımından- ve niteliklerine uygun şekilde namazını kaza etmesi gerekir.
Eğer yolculukta iken ikamet halinde kılmadığı bir namazı hatırlayacak
olursa, ikamet halinde kılması gereken nitelikleriyle eda eder. Aksi de
böyledir. Çünkü Ebu Katade uyuyup, sabah namazına kalkamadıklarını, güneş
doğuşundan sonra uyandıklarını naklettiği bir hadiste şunları söylemektedir:
"...Sonra Bilal namaz için ezan okudu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem iki rekat namaz kıldı. Sonra sabahın farzını kıldı ve her gün
ne yapıyor idiyse onları yaptı..."
el-Hattâbî dedi
ki: "Bu hadiste eğer namaz kılınması yasak olan bir vakitte geçirdiği namazı
hatırlayacak olursa, o vakitte namazını kılacağına ve onu ertelemeyeceğine
delil vardır."
Malik b.
el-Huveyris'in rivayet ettiği hadiste Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmaktadır: "...Ve benim nasıl namaz kıldığımı
gördüyseniz, siz de öylece kılınız..."
Cibril-i Emin Ka’benin kapısı yanında Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem’e namaz kılınış şeklini ve vakitlerini öğretmek üzere imam
olmuştur. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ashabı da namazı
ondan öğrendiler, onlardan sonra gelen müslümanlar da günümüze kadar
nesilden nesile birbirinden aktarıp durdular.
Namaz yüce Allah'a ihlâsla ve Rasûle uyularak yapılması şart olan bir
ibadettir. Kıldığı namazı Allah için ihlâsla kılmayan, şirk koşmuş olur,
ibadeti sahih olmaz. Çünkü yüce Allah: "Eğer şirk koşarsan andolsun ki
amelin boşa çıkar." (ez-Zümer, 39/65) diye buyurmuştur.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e uymayan bir kimsenin de
yapacağı ibadet merduttur. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem,
Âişe Radıyallahu anha'nın rivayet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur:
"Her kim bizim bu işimizde ondan olmayan bir şeyi sonradan ortaya çıkarırsa,
o merduttur."
Namaz İslamın en büyük rüknüdür. Onu red ve inkâr ederek terkeden bir kimse
kâfir olur ve İslamdan çıkar. Onu tembellikten ve başka işlerle meşgul
olarak şer'î bir mazeret olmadan terkeden bir kimse de aynı şekilde
kafirdir. Sünnet bu hususta çok açıktır. Câbir Radıyallahu anh'dan
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'i
şöyle buyururken dinledim: "Kişi ile şirk ve küfür arasındaki (ayırıcı
çizgi) namazı terketmektir."
Namaz kıraat
ihtiva eden bir kıyam, tesbih ihtiva eden bir rükû, hamd ihtiva eden rükûdan
doğrulmak, aralarında bir oturma ve tesbih bulunan iki secdedir. Bütün
bunlara bir rekat denilir. Namaz ise birkaç rekatten oluşur.
Farz olan
namazlar beş tanedir. Sabah namazının farzı, ikamet ve yolculuk halinde iki
rekat, öğle, ikindi ve yatsının herbirisinin farzları, ikamet halinde dört,
yolculuk halinde iki rekat, akşam namazının farzı, ikamet ve yolculuk
hallerinde üç rekattir.
Namazı müslüman kişi tek başına ya da cemaatle birlikte eda eder. Cemaatle
birlikte namaz kılacak olursa, müslüman bir kimsenin evinde abdest alıp,
abdest azalarını güzelce yıkaması, sonra cemaatle namaz kılmak niyetiyle
evinden çıkması ne kadar güzeldir!. Böyle yapacak olursa, attığı herbir adım
dolayısıyla mutlaka yüce Allah onu bir derece yükseltir ve onun üzerinden
bir günahı kaldırır. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "... Çünkü onlardan herhangi bir kimse abdest alır, abdestini
güzelce yerine getirir, sonra mescide ancak namaz için ve namazdan başka bir
maksadı olmadan kalkıp giderse, attığı herbir adım dolayısıyla mutlaka onun
bir derecesi yükseltilir ve o adım dolayısıyla bir günahı kaldırılır.
Mescide girinceye kadar..."
Namaza sükûnetle
ve vakar ile yürümelidir. Çünkü o yüce Allah'ın huzurunda duracağı bir yere
gitmektedir. Namazı kaçırmaktan korksa dahi süratle yürümez. Çünkü Ebu
Hureyre Radıyallahu anh, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kamet getirildiğini duyduğunuz vakit
namaza yürüyerek gidiniz. Sükûnetle ve vakarla gitmeye bakınız. Acele
etmeyiniz. Yetiştiğiniz kadarını kılınız, yetişemediğinizi tamamlayınız."
Bu yüce Allah'a karşı uyulması gereken bir edebtir.
Müslüman mescide
girdi mi eğer ezan okunmamışsa kılabildiği kadar namaz kılar. Eğer ezan
okunmuşsa (farzdan önceki) râtibe’yi (sünneti)'i kılar. Eğer farzdan önce
kılınan râtibe sünnet yok ise iki ezan (ezan ile kamet) arası sünnet
namazını kılar. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Her iki ezan arasında namaz vardır, her iki ezan arasında
namaz vardır." Sonra üçüncüsünde: "Dileyen kimse için" diye buyurdu.
Gerek bu namaz, gerekse ratibe sünneti “tahiyyetu'l-mescid” yerini de tutar.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Sizden
herhangi bir kimse mescide girdiği takdirde oturmadan önce iki rekat namaz
(tahiyyetu’l-mescid) kılıversin."
Bu da ratibe sünneti yahut iki ezan arası sünneti kılmakla tahakkuk eder.
Bundan sonra
müslüman namazı beklemek niyetiyle oturur. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu
anh'dan rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz sizden herhangi biriniz namaz kılacağı yerde kalmaya
devam ettiği sürece melekler ona -abdestini bozacak bir hal yapmadığı
sürece- dua ederler: Allah'ım, ona mağfiret buyur (derler), Allah'ım, ona
merhamet buyur. Sizden herhangi bir kimseyi alıkoyan namaz olduğu ve
ailesinin yanına gitmekten onu men eden tek şey namaz olduğu sürece, namazda
gibi devam eder."
İmamın
gecikmesinin namaz kılacak olana zararı yoktur. Çünkü o namazı beklediği
sürece namazda demektir. Kişi namaz kılacağı yerde kalmaya devam ettiği
sürece melekler ona dua ederler, onun için mağfiret dilerler.
Namaz için kamet getirildi mi o da ayağa kalkar. Kametin başında ayağa
kalkmanın da, kamet getirilmekte iken de yahut sona erdiği vakitte ayağa
kalkmanın bir sakıncası yoktur, hepsi de caizdir. Çünkü sünnet nerede
kalkılacağını belirlememiştir. Ancak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiği vakit beni görmedikçe ayağa
kalkmayınız."
Maksat
müslümanın iftitah tekbirini kaçırmayacak şekilde namaza başlamak için
gerektiği gibi hazırlanmasıdır.
Safların düzgün tutulması gerekir. Çünkü en-Numan b. Beşir'den şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurdu: "Ya saflarınızı düzgün tutarsınız, yahut yüce Allah yüzlerinizi
muhalefete düşürür. (Aranızda ayrılık başgösterir)."
Nevevi dedi ki:
Yani aranızda düşmanlık, kin ve kalblerin arasında muhalefeti koyar.
Safları düzgün
tutmayı terketmeknin de günah ve sünnete muhalefet olduğu açıkça ortadadır.
Bundan dolayı safları düzgün tutmak vacib olmuştur. Haram olacağından ötürü
bu hususta kusurlu hareket etmek caiz olmaz. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem safların düzgün tutulmasını emrederdi. Enes Radıyallahu anh'dan
rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Saflarınızı düzgün tutunuz. Çünkü safları düzgün tutmak, namazın dosdoğru
kılınmasının bir parçasıdır."
Fakat safları
düzgün tutmaya muhalif hareket etmek, tercih edilen görüşe göre namazın
bâtıl olacağı anlamına gelmez. Çünkü safları düzgün tutmak namaz dolayısıyla
vacib olan bir farzdır. Namazın içinde vacib olan bir farz değildir. Namaz
dolayısıyla vacib olan bir farzı terkeden kişi günahkâr olmakla birlikte
namazı batıl değildir. Ezan okumak gibi.
Safların düzgün tutulmasında muteber olan aynı hizada olmak ve safların
paralelliğidir. Çünkü Enes Radıyallahu anh'dan gelen rivayete göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Saflarınızı
düzgün tutunuz. Ben sizi arkamdan da görüyorum.” (Enes diyor ki: Bundan
dolayı) her bir arkadaşlarımız omuzunu yanındaki arkadaşının omuzuna,
ayağını onun ayağına yapıştırırdı.
en-Numan b.
Beşir de şöyle demiştir: "Ben bizden her adamın topuğunu arkadaşının
topuğuna yapıştırdığını gördüm."
İşte muteber olan budur.
Aynı hizada olmakla birlikte safın, şeytanlara girecek delik bırakmayacak
şekilde sıkı olması gerekir. Çünkü Abdullah b. Ömer Radıyallahu anh'dan
rivayete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Safları düzgün tutunuz, omuzları aynı hizaya getirin,
boşlukları kapatın. Kardeşlerinizin ellerinde yumuşayın (bir tarafa
çekerlerse gidin) ve şeytanların girebilecekleri boşluklar bırakmayın. Her
kim bir safı bitiştirirse Allah da onu bitiştirir, kim bir safı koparırsa
Allah da onu koparır."
Enes Radıyallahu anh'dan rivayete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Saflarınızı çok sık tutunuz. Onların
aralarındaki mesafeyi yakınlaştırınız. Boyunlar aynı hizaya gelsin. Nefsim
elinde olana yemin ederim ki, ben şeytanın siyah küçük koyunları andıran
şekliyle safların arasındaki boşluklardan girdiğini görüyorum."
İkinci safı
tutmadan önce birinci safın tamamlanması gerekir ve bu böylece sürüp
gitmelidir. Saflar arası ve imam arasındaki boşlukların yakın olmasına
riayet edilmelidir. Kadın saflarının, erkek saflarının arkasında ayrıca
dizilmesi gerekir. Kadınların tuttukları safların, erkeklerin saflarından
sonra olması icab eder. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Erkeklerin saflarının en hayırlısı, ilk olandır. En
kötüleri sonuncusudur. Kadınların saflarının en şerlisi ilki, en hayırlısı
sonuncularıdır."
Kıbleye yönelik
ve bütün bedeniyle düzgün bir şekilde safta durduktan sonra, kalbinden farz
ya da nafile kılmak istediği namazı niyet eder; fakat bunu sözlü olarak
telaffuz etmez. Çünkü sözlü olarak niyeti telaffuz etmek meşru değildir,
bid'attir. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den olsun, ashabından
herhangi bir kimseden olsun sözlü niyet yaptığı nakledilmemiştir.
Eğer imam olarak
namaz kıldırıyor ya da tek başına namaz kılıyor ise namaz kıldığı tarafa
doğru bir sütre bulundurur. Çünkü Ebu Zerr Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Sizden herhangi bir kimse namaz kılmak üzere
ayağa kalktığı vakit şâyet önünde bineğin üzerindeki yükün arka tarafında
bulunan çubuk gibi bir şey bulunursa, o onun için sütre olur. Eğer önünde
binek yükünün arka tarafındaki çubuk gibi bir şey bulunmazsa eşek, kadın,
siyah köpek namazını keser."
Daha sonra
"Allahu ekber" diyerek iftitah tekbirini alır. Secde edeceği yere bakar.
Başka bir lafız söylemek olmaz, çünkü zikir lafızları tevkifidir. (Bu
hususta gelen rivayetlere bağlıdır.) Bu konuda nassta varid olanlar
yapılabilir. Bunları başkalarıyla değiştirmek caiz değildir. Şâyet arab
diliyle söyleyemediğinden bunu telaffuz edemeyecek olursa, kendi diliyle
tekbir getirir, onun için bir sakınca yoktur. Çünkü yüce Allah: "Allah
hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara,
2/286) diye buyurmaktadır. İftitah tekbirini getirmedikçe namaza
başlanılmış olmaz. Çünkü Ali Radıyallahu anh, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'den şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Namazın
anahtarı taharet, onun tahrimi (ona başlamak suretiyle namaz dışındaki
şeylerle uğraşmanın haram kılınması ve namaza gereken saygının gösterilmesi)
tekbir, tahlili (namaz dışındaki fiilleri helal kılması) ise selam
vermektir."
Parmakları bitişik olarak ve yumulmamış vaziyette, omuzlarının hizasına
yahut kulağın alt hizasına kadar -tekbirden önce, sonra ya da tekbirle
beraber- kaldırır. Bütün bu halleri yapan kimse sünnete göre isabet etmiş
olur. Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle
gördüm: Namaza kalktı mı ellerini, omuzlarının hizasına varıncaya kadar
kaldırırdı. O bunu rükû’ için tekbir getirdiği vakit de yapardı, başını
rükû’dan kaldırdığı vakit de yapar ve “semiallahu limen hamideh” derdi.
Fakat secdelerde bunu (el kaldırmayı) yapmazdı."
Malik b. el-Huveyris'den rivayete göre de Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Tekbir getirdiği vakit ellerini
kulaklarının hizasına kadar kaldırırdı. Rükû’ya vardığı zaman yine
kulaklarının hizasına varıncaya kadar ellerini kaldırırdı. Başını rükû’dan
kaldırdı mı "semiallahu limen hamideh" der ve yine böyle yapardı."
Çeşitli
şekillerde vârid olmuş ibadetlerin değişik zamanlarda (bu şekillerinden
birisiyle) yapılması gerekir. Çünkü böylelikle kalb huzura kavuşur, sünnete
uyulur ve sünnet canlandırılmış olur.
Ellerini (tekbir
için) kaldırdıktan sonra göğsü üzerinde sağ el, sol elin dışına gelecek
şekilde yerleştirir. Sağ eliyle sol elinin bileğini kavrar, yahutta elini
tutmaksızın kolunun üzerine koyar. Her ikisi de sünnettir.
İstiftâh (namaza başlama) duasını okuması sünnettir. Çünkü Buhârî ve
Muslim'de Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle dediği sabittir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namazda tekbir getirdi mi
kıraate başlamadan önce kısa bir süre susardı. Ben: Ey Allah'ın Rasûlü, anam
babam sana feda olsun. Tekbir ile kıraat arasındaki susman var ya o vakit ne
diyorsun? dedim. Şöyle buyurdu: Ben “Allah'ım benimle günahlarım arasını
doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır. Allah'ım, beyaz
elbisenin kirden arınıp temizlendiği gibi sen de beni günahlarımdan öylece
temizle! Allah'ım, beni günahlarımdan karla, suyla, dolu ile yıkayıp
temizle." derim diye buyurdu.
Dilerse bunun
yerine:
“Allah'ım, hamdinle seni tesbih ederim, ismin ne mübarektir, şanın ne
yücedir. Senden başka hiçbir ilah yoktur."
Yahut:
“Cebrail'in,
Mikail'in, İsrafil'in Rabbi, göklerin ve yerin yaratıcısı, gizliyi ve açığı
bilen Allah'ım! Sen ihtilâf edegeldikleri hususlarda kullarının arasında
hüküm verecek olansın. Hakka dair olup, hakkında ihtilâfa düşülen hususlarda
-iznin ile- beni doğruya ilet. Çünkü şüphesiz ki sen dilediğini dosdoğru
yola iletensin."
de diyebilir yahutta Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
söylediği sahih olarak rivayet edilen başka bir duayı okuyabilir.
İnsanın bazan bu
duayı, bazan ötekini okuyarak başlaması gerekir. Böylelikle bütün sünnetleri
yerine getirmiş olur ve bu yolla sünneti canlandırmış, kalbi uyanık tutmuş
olur. Fakat her ikisini birarada okumaz. Çünkü Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem Ebu Hureyre'nin sorusuna verdiği cevabda iki duayı
birarada zikretmemiştir.
Daha sonra:
"Eûzu billahi mine'ş-şeytani'r-racim. Bismillahirrahmanirrahim" diyerek
Fatiha suresini okur. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem:
"Fatihatu'l-Kitab'ı okumayan kimsenin namazı olmaz."
diye buyurmuştur.
Fatiha namazın
rükunlerinden birisidir ve namazın sıhhati için şarttır. Fatiha'sız namaz
sahih olmaz. Namaz kılan kişi her rekatte Fatiha'yı okur. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem namazını doğru dürüst kılamayan zata birinci
rekati anlatırken: "Sonra bunları namazının tamamında yap."
diye emir buyurmuştur. Rukû, sücûd, kıyam ve ku’ûd (oturmak) herbir rekatin
rüknü olduğu gibi Fatiha okumak da aynı şekildedir. Hiçbir farkı yoktur.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem herbir rekatte bu sureyi okumaya
devam etmiştir. Onun herhangi bir rekatte Fatiha'yı okumadığına dair bir
rivayet bilinmemektedir.
Fatiha'yı okuma
yükümlülüğü ancak imama rükû halinde iken yahutta kıyamda iken namaza
başlayıp da Fatiha'yı okumayı bitirmeden önce rukû’yu kaçıracağından korkan
kimseden sakıt olur. Çünkü Ebu Bekre Radıyallahu anh'ın rivayet
ettiği hadise göre o Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'e rükûda iken
yetişmiş, saffa varmadan önce rükû yapmış, daha sonra bunu Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e anlatınca, Peygamber de ona: "Allah senin
bu bağlılığını arttırsın, fakat bir daha böyle yapma."
diye buyurmuş, kıraatine yetişmeyip sadece rükûsuna yetiştiği rekâti kaza
etmesini emretmemiştir. Eğer kıldığı o rekat sahih olmamış olsaydı, namazını
doğru dürüst kılamayan kimseye -namazının rükunlerini yerine getirmediğinden
ötürü- tekrar kılmasını emrettiği gibi, Ebu Bekre'ye de o rekatini yeniden
kılmasını emrederdi. Fatiha kıyamda rükündür. Kendisinden önce namaza
başlanmış olan böyle bir kimse (mesbuk)den ise imama tabi oluşundan dolayı
kıyam sâkıt olmuştur. Onun üzerinden Fatiha'nın okunacağı yer olan kıyam
sakıt olunca bu haldeyken yapacağı kıraat de sâkıt olur. Fatiha'nın okunması
imama da me'muma (imama uyana) da, namazı tek başına kılana da, gizli ve
açıktan okunan namazlarda da farzdır. Ancak sözünü ettiğimiz mesbûktan
Fatiha'nın okunması sakıt olur.
Sünnet sabah
namazında imama uyanın Fatiha'yı okumasının vücubuna delildir. Sabah namazı
ise açıktan okunan bir namazdır. Ubâde b. es-Sâmit Radıyallahu anh
dedi ki: Sabah namazında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
arkasında idik. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Kur'ân okumak
istedi, fakat Kur'ân okumakta biraz zorluk çekti. Namazını bitirince:
"Muhtemelen imamınızın arkasında siz de okuyorsunuz." dedi. Bizler: Evet
hızlıca, ey Allah'ın Rasûlü dedik. Şöyle buyurdu: "Sadece Fatihatu'l-kitab'ı
okuyunuz. Çünkü Fatiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz."
İmam Ahmed, Muhammed b. Ebi Âişe'den, o Muhammed ashabından bir adamdan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "Galiba imam okurken siz de okuyorsunuz." Bunu üç defa söyledi.
Ashab: Evet biz bunu yapıyoruz, deyince Peygamber şöyle buyurdu: "Sizler
bunu yapmayınız. Ancak birinizin Fatihatu'l-kitabı okuması müstesnâ."
Tek başına namaz
kılan da, imama uyan da, imamın kendisi de Fatiha'dan sonra "âmîn" der. Bu
sözü açıktan okunan namazda açıkça, gizliden okunan namazda da gizlice
söyler. İmama uyan kimsenin imama uygun hareket etmesi, ondan önce dememesi
ve ondan sonraya kalmaması gerekir. Bundan sonra ise Kur'ân-ı Kerim'den
kolayına geldiği kadarıyla okuması sünnettir.
Daha sonra
ellerini, omuzlarının yahut kulaklarının hizasına kaldırarak tekbir getirip
rükûya varır. Ellerini dizlerinin üzerine onlara dayanarak parmakları açık
vaziyette, başı sırtıyla düz bir halde rükûda durur, rükûsunda bütün
eklemleri yerine oturarak "subhane rabbiye'l-azîm" der. Efdal olan bunu üç
ya da daha fazla tekrarlamasıdır. Bu zikri yaparak hem sözlü olarak yüce
Allah'ı tazim etmiş olur, hem de fiili olarak rükûya varmakla onu tazim
etmiş olur. "Subhane rabbiye'l-azîm"den sonra "ve bi hamdihi" diye eklemesi
müstehabtır. Çünkü bu sahih sünnette böylece varid olmuştur. Aynı şekilde
sahih hadiste zikredileni söylemesi de meşrudur. Çünkü Âişe Radıyallahu
anha'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem rükû ve sucudunda: "Subhanekellahumme Rabbenâ ve bi hamdike.
Allahummağfirli" derdi."
Yine sünnette sahih olarak gelen rivayetlerden birisi de Âişe Radıyallahu
anha'nın şu rivayetidir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
rükû ve sücûdunda: "Subbûhun, kuddusun, Rabbu'l-melâiketi ve'r-ruh" derdi.
Pazularını
-yanındakine eziyet vermeyecekse- açması sünnettir. Eğer yanındakine
rahatsızlık verecekse sünnet yapmak için müslümanın hurmetini (saygı
göstermesilmesi gereken hakkını) çiğnemez.
Daha sonra
başını rükûdan kaldırırken ellerini de omuzlarının yahut kulaklarının alt
hizasına kaldırıp, "semiallahu limen hamideh" der.
İster imam olsun, ister tek başına kılsın farketmez. Ayakta iken "Rabbena ve
leke'l-hamd" ve başını kaldırdıktan sonra da "hamden kesiran, tayyiben,
mübareken fihi" "mile's-semavati ve mile'l-ardi ve mil'a mâ şi'te min şey'in
ba'du"
der. Şâyet imama uyan bir kimse ise başını kaldırırken "Allahumme Rabbenâ ve
leke'l-hamd" der. Kıyamda düzgün durunca da "hamden, kesiran, tayyiben..."
diye duayı az önce geçtiği gibi sonuna kadar okur.
Rükû’dan kalkmak
bir rükundür. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem doğru dürüst
namazını kılamayan zata şöyle demiştir: "Sonra kalk ve ayakta itidal üzere
bekle."
Elleri kaldırmak ise sünnettir. rükûdan kalktıktan sonra şunu da eklemek
meşrudur: "...Ehlu's-senâi ve'l-mecdi ehakku mâ kale'l-abdu ve küllünâ leke
abdun. Allahumme lâ mânia limâ a'tayte ve lâ mu'tiye li mâ mena'te ve lâ
yenfau ze'l-ceddi min ke'l-ceddu: Ey övülmeye ve şanının yüceltilmesine ehil
olan. Kulun söylediği en hak söz (budur). Hepimiz senin kulunuz. Allah'ım,
senin verdiğini kimse engelleyemez, senin alıkoyduğunu kimse veremez. Gayret
eden kimsenin gayretinin sana karşı faydası olmaz."
Namaz kılan
kişinin sağ elini, sol elinin üzerinde göğsünün üzerine koyması müstehabtır.
Tıpkı rükûdan önceki kıyamda yaptığı gibi rükûdan sonraki kıyamda da
ellerini göğsünde bağlar. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
bunu yaptığına delâlet eden rivayetler sabit olmuştur. Bu hususta Vail b.
Hucr'un
ile Sehl b. Sa’d'ın
rivayet ettiği hadisler bunu göstermektedir.
Sünnet-i seniyye
rükûdan sonra itidal miktarının ne kadar olduğuna delâlet etmektedir. Berâ
b. Âzib Radıyallahu anh dedi ki: "Muhammed Sallallahu aleyhi
vesellem ile birlikte kıldığımız namazı dikkatlice takib ettim. Onun
kıyamını, rükûya varışını, rükûsundan sonra kalkışını, secdesini, iki secde
arasındaki oturuşunu, sonra bir daha secde yapışını, selâm vermeden önceki
oturuşunu ve namazından ayrılışını nerdeyse birbirine yakın buldum."
Sonra eğer
imkânı varsa dizlerini ellerinden önce koyacak şekilde tekbir getirip,
secdeye varır. Eğer dizlerini önce koymakta zorlanırsa, önce ellerini koyar.
Ayak ve el parmaklarını kıbleye doğru tutar. El parmaklarını birbirine
bitişik tutar. Secdesini yedi azası üzerine yapar. Bunlar burun ile birlikte
alın, iki eller, iki diz ve ayakların parmaklarının içleridir. Bu sırada
"subhâne rabbiye'l-a'lâ" der ve bunu üç veya daha fazla tekrarlar.
Bundan başka
"subhanekellahumme Rabbenâ ve bi hamdike Allahummağfirlî" demesi de
müstehabtır. Ayrıca" subbûhun, kuddusun, Rabbu'l-melaiketi ve'r-ruh"der ve
çokça dua eder. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Rukûa gelince, orada aziz ve celil olan Rabbi tazim ediniz,
secdelerde ise çokça dua ediniz, orada duanızın kabul edilmesi umulur."
Rabbinden dünya ve âhiret hayırlarından ister. Namaz farz ya da nafile olsun
farketmez.
Daha sonra secdeye gider. Pazularını yanlarından, karnını baldırlarından,
baldırlarını bacaklarından uzak tutar. Kollarını yerden kaldırır. Enes
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sücûd halinde mutedil olunuz.
Sizden herhangi biriniz köpeğin yayması gibi kollarını yere koymasın.”
Namaz kılan
(secdede iken) ellerini yerde, omuzların hizasında tutabilir. Dilerse onları
daha öne götürerek, alnının yahutta kulak diplerinin hizasında da tutabilir.
Bütün bu hususlarda sünnetten rivâyet gelmiş bulunmaktadır.
Secdeye varmak
yüce Allah'a ibadetin ve O'nun önünde zilletle eğilmenin en mükemmel
hallerindendir. İnsan vücudundaki en şerefli azası olan alnını, onun en
aşağıda bulunan ve en alttaki azası olan ayağının hizasında yüce Allah'a
ibadet etmek ve O'na yakınlaşmak için koyar.
İşte bundan dolayı insan secde halinde iken yüce Allah'a en yakındır. Yüce
Allah: "Secde et ve yaklaş!" (el-Alak, 96/19) diye
buyurmaktadır. Bundan dolayı azalarımızın secdeye varmasından önce
kalblerimizin secde edebilmesi gerekir. Taki insan Allah için bu zillet ve
tevazuunda secdenin tadını ve lezzetini idrâk edebilsin. Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Kulun Rabbine en yakın olduğu hal secdede
olduğu haldir. Bu sebeple secdede çokça dua ediniz."
Sonra tekbir
getirerek başını kaldırır. Sol ayağını yayarak üzerinde oturur. Ayağın üst
kısmı yere, iç kısmı yukarıya doğru gelir. Sağ ayağını diker, ellerini
parmak uçları dizlerinin yanında olacak şekilde uyluklarına koyar. Yahutta
sağ elini sağ dizi üzerine koyar, sol eliyle ise sol dizini kavrar. Bu iki
şekil Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivâyet edilmiş olup,
her ikisi de sahihtir. Bu esnada: "Allahum mağfir lî, verhamnî ve âfinî,
vehdinî, verzuknî: Allah'ım bana mağfiret buyur, merhamet eyle, afiyet ver,
hidayete ilet, bana rızık ihsan et!" der.
Bu oturuşunda da bütün azaları yerli yerince oturur.
Daha sonra
tekbir getirerek ikinci secdesini yapar. Birinci secdede yaptığı gibi
hareket eder. Sonra tekbir getirerek başını kaldırır, hafifçe oturur. Buna
"istirahat oturuşu (celsetu'l-istiraha)" denilir ve bu oturuş müstehabtır.
Terkedecek olursa bir beis yoktur. Fakat bu oturuşta herhangi bir zikir ve
dua bulunmamaktadır.
Daha sonra
ikinci rekat için mümkün olursa dizlerine dayanarak kalkar. Bu zor gelirse
(elleriyle) yere dayanır. Sonra Fatiha'yı ve Fatiha'dan sonra Kur'ân-ı
Kerim'den kolayına geleni okur. Arkasından ilk rekatte yaptıklarını yapar.
İkinci rekat için iftitah tekbiri de, istiftah duası (başlama duası) da
yapmaz, eûzu de çekmez. Çünkü namaz başından sonuna kadar tek bir ibadettir.
Birinci rekâtte eûzu çekmek yeterlidir. Eğer birincisinde unutmuşsa, ikinci
rekâtte eûzu çeker.
Bundan dolayı
her iki rekâtte Fatiha'dan sonra okuyacağı şeylerde sıraya muhalefet
mekrûhtur. Çünkü namazdaki kıraat birdir. Her rekâtte eûzu çekmek caizdir
fakat yeni bir niyet getirmez.
Şâyet namaz iki
rekâtli ise yani sabah, cuma ve bayram namazı gibi iki rekât olarak
kılınıyor ise, ikinci secdeden başını kaldırdıktan sonra sağ ayağını dikip,
sol ayağını yatırarak oturur.
Sağ elini
şehadet parmağı dışında diğer bütün parmaklarını kapatarak sağ uyluğu
üzerinde koyar. Şehadet parmağı ile tevhide işaret eder.Şâyet elinin serçe
parmağı ile yüzük parmağını kapatır, baş parmağı ile orta parmağını halka
yaparak, şehadet parmağıyla işaret ederse bu da güzeldir. Çünkü her iki
şekil de Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit olmuştur. Efdal
olan ise kimi zaman bunu, kimi zaman ötekisini yapmaktır. Sol elini sol
baldırı üzerine parmakları açık ve bitişik uzunlamasına yerleştirir.
Sol eli ile diz
kapağını tutar, sağ elini az önce parmaklar ile ilgili yapılan iki açıklama
şeklinden birisi ile dizi üzerinde koyar. Çünkü sünnet bu şekilde de varid
olmuştur.
Daha sonra bu
oturuşta teşehhüd duasını okur ki o da şudur:
Bütün yüce övgüler, dualar, güzellikler Allah'ındır. Ey Peygamber selam
sana! Allah'ın rahmeti ve bereketleri de (üzerine olsun). Selam bizlere ve
Allah'ın salih kullarına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve Rasûlüdür.
Allah'ım, İbrahim'e ve İbrahim'in âline salât (rahmet) eylediğin gibi,
Muhammed'e ve Muhammed'in âline (ümmetine) da salât (rahmet) eyle! Çünkü sen
her hamde layık olansın, şanı pek yüce olansın. Allah'ım İbrahim'e ve
İbrahim'in âline (ona iman edenlere) bereketler ihsan eylediğin gibi,
Muhammed'e ve Muhammed'in âline (ümmetine) de bereketler ihsan eyle.
Şüphesiz ki sen her hamde layık olansın. Şanı pek yüce olansın."
Dört husustan Allah'a sığınması sünnettir. Bunun için şöyle der:
"Allah'ım ben
sana, cehennem azabından, kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden ve
Mesih Deccal'in fitnesinden sığınırım." Sonra dünya ve âhiret hayırlarından
dilediği şekilde dua eder. Annesine, babasına ve onların dışındaki diğer
müslümanlara dua etmesinde bir sakınca yoktur. Kıldığı namaz farz ya da
nafile olsun farketmez. Arkasından sağına ve soluna "es-selamu aleykum ve
rahmetullah... es-selamu aleykum ve rahmetullah" diyerek selam verir.
Bunları diliyle söylerken, kalbiyle de düşünür.
Dua esnasında
teşehhüd getirirken şehadet parmağı ile işaret eder. Dua ettikçe hareket
ettirir. Bununla dua edilen yüce Allah'ın yüceliğine işaret eder. Buna göre
"et-tahiyyatu lillahi ve’s-salavatu ve’t-Tayyibât" derken işaret etmez.
"es-Selamu aleyke eyyuhe'n-nebiyyu" derken işaret eder. "es-Selamu aleyna ve
ala ibadillah’is-salihin” derken işaret eder. “Eşhehu enla ilahe illallah”ı
okurken işaret etmez. Allahumme salli ala Muhammed..." okurken işaret eder.
"Allahumme barik ala Muhammedin..." okurken işaret eder. "eûzu billahi min
azabi cehennem" okurken işaret eder. "Ve min azabi'l-kabr" okurken işaret
eder. "Ve min fitneti'l-mahya ve'l-memat" okurken işaret eder. "Ve min
fitneti'l-Mesihi'd-Deccal" derken işaret eder.
Teşehhüde dair
birden çok şekli gösteren sahih hadisler vârid olmuştur. Bundan dolayı bizim
sünnete uyarak, sünneti canlandırmak ve kalbin huzuru için kimi zaman bunu,
kimi zaman ötekisini yapmamız gerekir.
Şâyet namaz
-akşam gibi- üç rekâtli yahut -öğle, ikindi ve yatsı gibi- dört rekâtli ise
teşehhüdün birinci bölümünü okur. Bu da az önce kaydettiğimiz "eşhedu en la
ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Rasûluhu" bölümü ne
kadardır. Bazı ilim adamlarına göre o bununla birlikte Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e salât da getirir.
Daha sonra
dizlerine dayanarak ayağa kalkar, ellerini omuzlarının hizasına yahut kulak
diplerine kadar kaldırarak "Allahu ekber" der. Sonra ellerini az önce
geçtiği üzere göğsünün üzerine koyar. Sadece Fatiha'yı okur. Öğle namazının
üç ve dördüncü rekâtinde bazı hallerde Fatiha'dan fazla bir şey okursa
mahzuru yoktur. Çünkü Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'den gelen
rivâyetler arasında buna delâlet eden ifadeler sabit olmuştur. Ebu Said
Radıyallahu anh'ın rivâyet ettiği hadisten
bu anlaşılmaktadır. Daha sonra akşamın üçüncü rekâtinden, öğle, ikindi ve
yatsının da dördüncü rekâtinden sonra -az önce iki rekâtli namazda geçtiği
üzere- teşehhüdde bulunur. Sonra "es-selamu aleykum ve rahmetullah" diyerek
sağına, yine "es-selamu aleykum ve rahmetullah" diyerek soluna selam verir.
Bazı ilim ehline
göre birinci ve ikinci selam verişte "ve berekâtuhû" lafzını ilave eder.
Buna delil Ebu Davud'un rivâyet ettiği bir hadis-i şerif'tir.
Hafız İbn Hacer dedi ki: “İbn Hibban'ın Sahih'inde, İbn Mesud'un rivâyet
ettiği hadiste "ve berekâtuhû" fazlalığı sabittir. Bu fazlalık İbn Mâce'de
de vardır. Yine Ebu Davud'da Vâil b. Hucr yoluyla gelen hadiste de
bulunmaktadır. Bundan dolayı, bu fazlalığın hadis kitablarında hiçbir yeri
yoktur, diyen İbnu's-Salâh'a hayret doğrusu."
Akşamın üçüncü
rekâti ile öğle, ikindi ve yatsının son iki rekâtinin sadece Fatiha okunması
ve açıktan kılınan namazlarda bile kıraatin gizlice yapılması gibi bir
özelliği vardır.
Üç ya da dört
rekâtli namazların son teşehhüdünde teverrük oturuşu yapılması sünnet olup,
bunun da meşru üç şekli vardır:
Birinci şekil;
Sağ ayağını diker sol ayağını ise onun altından dışarı doğru çıkarır ve
makadı üzerine oturur.
İkincisi, her
iki ayağını da yatırarak, her ikisini de sağ tarafından dışarı çıkartır.
Üçüncüsü, sağ
ayağını yayıp, sol ayağını, sağ ayağın uyluğu ile baldırı arasına sokar.
İnsanın kimi
zaman birisini, kimi zaman ötekisini yapması gerekir.
Geçen bütün bu
hükümlerde kadın da erkek gibidir. Ancak kadın, -elbisesi ile örtmesi
gereken yerler ve kıraat meselesi gibi mazı meselelerde- erkekten farklıdır.
Erkek açıktan kılınan namazlarda kıraati açıktan okur. Kadın için sünnet
olan ise gizli okumaktır.
Selam verdikten
sonra müslüman kimsenin “Estağfirullah” diyerek üç defa Allah'tan mağfiret
dilemesi ve:
Allah'ım selam
(her türlü kusurlardan eksik olan) sensin. Esenlik sendendir. Ey celal ve
ikram sahibi, sen ne yüce ve mübareksin! Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur.
O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur. Egemenlik yalnız O'nun, hamd yalnız
O'nadır. O herşeye güç yetirendir. Allah'ın verdiğini hiç kimse
engelleyemez, vermediğini kimse veremez. İtibar sahiplerine itibarı senin
yanında fayda vermez. Allah güç vermedikçe hiçbir şeye güç yetirilemez,
takat getirilemez. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O'ndan başkasına
ibadet etmeyiz. Nimet yalnız O'nundur, lütuf sadece O'ndandır, güzel övgüler
yalnız O'na aittir. Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. Dinimizi yalnız O'na
halis kılanlar olarak (bunları söylüyoruz) varsın kâfirler hoşlanmasınlar."
Sonra otuzüç
defa "subhanallah", yine o kadar "elhamdulillah", yine o kadar "Allahuekber"
der. Yüzü tamamlamak üzere de: "
Allah'tan başka
hiçbir ilâh yoktur. O bir ve tektir. O'nun ortağı yoktur. Mülk/Egemenlik
yalnız O'nundur. Hamd yalnız O'nadır. O herşeye güç yetirendir." der,
Âyete'l-kürsi'yi, İhlâs Sûresini ve Felak ile Nas sûrelerini okur ve bunları
her namazdan sonra yapar.
Sabah ve akşam
namazlarından sonra bu sureleri üçer defa tekrarlaması müstehabtır. Çünkü bu
husus Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den gelen bir hadis-i
şerifte varid olmuştur.
Bütün bu
zikirler sünnet olup, farz değildir.
Ebu Hureyre,
Radıyallahu anh'dan gelen rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem mescide girdi. Bir adam da mescide girdi, namaz kıldı, sonra
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’e selam verdi. Peygamber
selamını alıp şöyle buyurdu: "Geri dön, namaz kıl. Çünkü sen namaz kılmış
değilsin." Adam geri döndü, az önce kıldığı şekilde bir namaz kıldı. Sonra
geldi. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e selam verdi. Peygamber:
"Geri dön, namaz kıl. Çünkü sen namaz kılmış değilsin." diye buyurdu ve bu
üç defa tekrarlandı.
Adam: Seni hak
ile gönderene yemin ederim ki, bundan daha güzel kılmasını bilmiyorum, bana
öğret. Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz için durduğun vakit tekbir getir.
Sonra Kur'ân'dan ezbere bildiklerinden kolayına gelen kadarını oku. Sonra
azaların, eklemlerin iyice yerine oturuncaya kadar rükûya var. Sonra ayakta
mutedil duruncaya kadar başını kaldır. Sonra secde halinde bütün azaların,
mafsalların yerli yerince oturuncaya kadar secde et. Sonra başını kaldır ve
yine bütün aza ve mafsalların yerli yerince oturuncaya kadar dur ve bunu
namazının tamamında böylece yap!"
Muslim'in
rivâyetinde de şöyle denilmektedir: "Namaz kılmak için kalktığında iyice
abdest al, sonra kıbleye dön ve tekbir getir."
Namazın kılınış
şeklini gösterdikten sonra şimdi namazın rükunlerine, şartlarına,
vâciblerine, sünnetlerine ve bunlar ile ilgili olan hükümlere değinmemiz
gerekmektedir.
Rukûn,
bir şeyin parçası olup, kendisi olmaksızın o şeyin var olmasına imkân
bulunmayan parçaya denir. Buna göre sücûd namazın bir rüknüdür, çünkü
namazın bir parçasıdır ve sücûd da olmadan namaz diye bir şey olmaz.
İster kasten,
ister yanılarak olsun namazın Rükunleri asla düşmez. Aksine Rükun
terkedildiği için namaz batıl olur. Sahih görüşe göre namazın Rükunleri
ondörttür. Bunları aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:
1. Kıyam
-güç
yetirmek halinde- Çünkü yüce Allah: "Namazları ve özellikle orta
namazı koruyunuz, gönülden gelerek saygı ve itaat ile Allah'ın huzurunda
ayakta durunuz." (el-Bakara, 2/238) diye buyurmaktadır. Ayrıca
İmran b. Husayn Radıyallahu anh rivâyet ettiği hadiste şöyle
demektedir: Benim basurlarım vardı. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e
namaza dair soru sordum da şöyle buyurdu: "Ayakta namaz kıl, gücün yetmezse
oturarak, gücün yetmezse yanın üzere yatarak (kıl)" diye buyurdu.
2. İhram
(iftitâh) tekbiri:
Çünkü yüce Allah: "Ve Rabbinin adını anarak namaz kılan."
(el-A'lâ, 87/15) diye buyurmaktadır. Ali Radıyallahu anh'ın
rivâyet ettiği hadise göre de Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Namazın anahtarı abdestli olmak, onun haram kılınması
(namazın dışındaki işlerle uğraşmanın haram kılınması) tekbir getirmek,
helal kılınması (namazın dışındaki işleri yapmanın helal olması) de selâm
vermektir."
"Allahu ekber" lafzını muayyen olarak söylemek gerekir. Çünkü yüce Allah:
"Ve Rabbini tekbir et" (el-Müddessir, 74/3) diye buyurmaktadır.
Namazını doğru dürüst kılamayan kişi ile ilgili hadisin Taberânî'deki
rivâyetinde: "...Sonra Allahu ekber dersin..."
denilmektedir. Ayrıca Ebu Humeyd es-Sâidî'nin rivâyet ettiği hadise göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem namaz kılmak için ayağa kalktı
mı evvela dimdik ayakta durur, ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır,
sonra da: "Allahu ekber" derdi."
3. Her rekâtte
Fatiha suresini okumak:
Sahih ve sarîh
(apaçık) sünnet buna delil teşkil etmektedir. Ubâde b. es-Sâmit
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Kitabın başındaki Fatiha suresini okumayan
kimsenin namazı olmaz."
Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kitabın
başlangıcını teşkil eden Fatiha suresinin içinde okunmadığı hiçbir namaz
yerini bulmaz..."
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit olan rivâyetlere göre
de o farz ve nafile namazların herbir rekâtinde Fatiha suresini okurdu.
Ondan buna muhalif bir rivâyet sabit olmamıştır. İbadetlerde esas olan ise
ittibâdır. Ayrıca hadis-i şerifte: "...Benim nasıl namaz kıldığımı
görüyorsanız, siz de öylece namaz kılınız."
diye buyurulmaktadır.
4. Rukû:
Buna delil yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey iman edenler! rukû ediniz,
secde yapınız!" (el-Hac, 22/77) Namazını doğru dürüst kılamayan
zatın durumunu anlatan hadis-i şerifte de Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'in
şu buyruğu da buna delildir: "...Sonra rukû halinde iken mutmain oluncaya
(azaların ve eklemlerin o halde yerli yerine gelinceye kadar) rukûda kal..."
5. Rukûdan
doğrulmak:
Bunun delili namazını doğru dürüst kılamayan zata ait rivâyettir. Orada:
"...Sonra ayakta mutedil bir şekilde duruncaya kadar rükûdan kalk..."
denilmektedir. Ayrıca Ebu Humeyd'in Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'ın
namazını anlatırken söyledikleri şu ifadeler de buna delildir: "Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem başını kaldırdı ve herbir omuru yerine geri
dönünceye kadar doğruldu."
Mü'minlerin annesi Âişe Radıyallahu anha Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in namazını anlatırken şunları söylemektedir: "...Başını
rükûdan kaldırdı mı ayakta büsbütün doğrulmadıkça secdeye gitmezdi..."
Ebu Mesud el-Ensari el-Bedrî (Bedir savaşına katılmış olan) dedi ki:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Rükû ve sücûdda
omurlarını doğru dürüst hizaya getirmeyen kimsenin namazı yerini bulmaz."
6. Yedi aza
üzerine secde etmek:
Buna delil yüce Allah'ın: "Ey iman edenler! Rukû ediniz, secde yapınız."
(el-Hac, 22/77) buyruğu ile Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
namazını doğru dürüst kılamayan şahısa söylediği şu sözlerdir: "...Sonra
secde halinde itminan buluncaya (herbir aza ve eklem yerli yerine
oturuncaya) kadar secde et..." İbn Abbas Radıyallahu anh'dan rivâyete
göre de Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Ben
yedi kemik üzere secde etmekle emrolundum. Alnım üzere -bu arada burnuna da
işaret etti-, iki ellerim, iki dizim ve ayakların parmak uçları
(üzerine)..."
7.
Sücûddan doğrulmak: Buna delil Peygamber efendimizin namazını doğru
dürüst kılamayan kimseye söylediği: "...Sonra mutmain (azaların ve
eklemlerin yerli yerine oturuncaya) oluncaya kadar oturacak şekilde başını
kaldır..."
8.
İki secde arasında oturuş: Çünkü peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem doğru dürüst namaz kılamayan kişiye şöyle demiştir: "Sonra
başını (secdeden) kaldır ve mutmain oluncaya kadar otur"
9.
Bütün Rükunlerde tuma'nine (yani herbir Rükunde bütün organ ve
eklemlerin yerli yerine oturması): Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Mü'minler gerçekten felâh bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşû’
içindedirler." (el-Mu'minûn, 23/1-2); "İman edenlerin
kalblerinin Allah'ın zikrine ve inen hakka karşı yumuşayarak saygı ile boyun
eğecekleri zaman... gelmedi mi?"
(el-Hadid, 57/16)
Ebu
Hureyre Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Siz benim şu kıbleye doğru
yönelişimi görüyor musunuz? Allah'a yemin olsun ki rükûnuz da, huşû’unuz da
bana gizli kalmıyor. Şüphesiz ki ben sizleri sırtımın arkasındanda
görüyorum."
Enes b. Malik Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Rükûu ve sücûdu dosdoğru
yapınız. Allah'a yemin ederim şüphesiz ki ben sizleri ardımdan
-rivâyetlerde: sırtımın arkasından- rukû ve secde ettiğiniz vakit
görüyorum."
Ayrıca
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namazını doğru dürüst kılamayan
kimseye rukû, sucûd, doğrulmalar ve oturmalarda tuma'nineyi yerine
getirmesini (her bir hareketinde bütün aza ve eklemlerinin yerli yerince
oturuncaya kadar beklemesini) söylemiştir.
10.
Son teşehhüd: İbn Mesud'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bizler
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in arkasında namaz kıldık mı
es-selâmu alâ Cibril ve Mikâil es-selâmu alâ fulan ve fulan (Cebrail'e,
Mikail'e selam olsun, filan ve filana selam olsun) derdik. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem bize yönelerek dedi ki: "Şüphesiz (es-selam)
Allah'tır. Dolayısıyla sizden biriniz namaz kıldı mı: et-tahiyyatu
lillahi..." desin.
İşte bu daha önceleri farz değilken, sonradan (son teşehhüdün) farz
kılındığının delilidir.
11. Son teşehhüd
için oturmak:
Çünkü Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'in böyle yaptığı tevâtür ile
sabit olmuştur. O son oturuşu oturur ve orada teşehhüdü okurdu. Bize de
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kendisine uymayı emrederek:
"...Ve benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de öylece kılınız..."
diye buyurmuştur.
12. Peygamber
Muhammed
Sallallahu
aleyhi vesellem'e
salât getirmek:
Buna delil yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Şüphesiz Allah ve melekleri
Peygambere salât ederler. Ey mü'minler, siz de ona salât ve selâm edin."
(el-Ahzâb, 33/56)
Ebu Mesud
el-Bedri'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Beşir b. Sa’d dedi ki: Yüce
Allah bize sana salât getirmemizi emretti. Ey Allah'ın Rasûlü, sana nasıl
salât getirelim? Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem sustu, sonra
şöyle buyurdu:
: Allah'ım
İbrahim'e ve İbrahim'in âline (ümmetine) salât (rahmet) eylediğin gibi,
Muhammed'e ve Muhammed'in âline de salât eyle! Âlemler arasında İbrahim'e ve
İbrahim'in âline bereketler ihsan eylediğin gibi, Muhammed'e ve Muhammed'in
âline de bereketler ihsan eyle. Şüphesiz ki sen Hamidsin, Mecidsin” deyiniz.
Selam ise bildiğiniz gibidir."
13.
Bütün bu Rükunlerde -namazını doğru dürüst kılamayan zatın hadisinde geçtiği
üzere- tertibe riayet etmek.
14. Selâm
vermek.
Çünkü Ali Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Namazın anahtarı
taharet, onun tahrimi (namazın dışındaki fiillerin haram kılınması) tekbir,
tahlili (namazın dışındaki fiilleri yapmanın helal olması) da selâm
vermektir."
Âmir b. Sa’d da
babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Ben Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in yanağının beyazını (sakalsız kısmını) görünceye kadar
sağına ve soluna selam verdiğini görüyordum."
Alkame b. Vaîl
de babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem ile birlikte namaz kıldım. Sağına “es-selamu aleykum ve
rahmetullahi ve berekâtuhû” diyerek selâm veriyordu, soluna da; es-selâmu
aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhû” diyerek selâm veriyordu."
Terkedilen rükun
ya iftitah tekbiridir yahutta ondan başkasıdır. İftitah tekbirini kasten ya
da yanılarak terkeden kimsenin namazı başlamış olmaz.
İftitah tekbiri
dışındaki bir rüknü kasten terkeden kimsenin namazı bâtıl olur. Yanılarak
terkeden kimsenin durumu ile ilgili açıklamalar da aşağıdaki gibidir:
1.
Namaz kılan kişi
bir sonraki rekâtinde bir önceki rekâtte terkettiği yere gelecek olursa, o
rüknü unuttuğu rekâti sayılmaz, kıldığı bir sonraki rekât onun yerine geçer,
selam verdikten sonra sehv secdesi yapar, sonra da secdenin akabinde selam
verir.
2.
Eğer yanılarak terkedilen rüknün yerine varmamış ise, o terkettiği rükne
geri döner, o rüknü ve ondan sonra yapılması gerekenleri dönüp yapması
vücuben gerekir. Selamdan sonra sehv secdesi yapar ve secdesinin akabinde de
selam verir.
3.
Şâyet namazdan sonra hatırlayacak olursa, onun hakkında şu iki durumdan
birisi sözkonusu olur.
a-
Aradan uzun bir zaman geçmemiş, namazı az önce bitirmiş ise tekbir
getirmeden ayakta durur ve son teşehhüd ve selam ile birlikte bir rekât
kılar, sonra da sehv secdesi yapıp selam verir.
b-
Eğer aradan uzunca bir zaman geçmiş ise Rükunlerinden birisini
terkettiğinden ötürü namaz batıl olduğundan namazını tamamen iade eder.
Şart:
Kendisi olmazsa var olması için şart koşulan şeyin bulunmasına imkân
olmayan, bununla birlikte namazın fiillerinden ve sözlerinden de olmayan
fakat vakit, mekânın uygunluğu ve taharet gibi namazdan önce tamamlanması
gereken hazırlıklardır.
Namazın şartları
dokuz tanedir. Bunları aşağıdaki şekilde açıklayabiliriz:
1. Müslüman
olmak.
Namaz kâfir olana farz değildir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Harcamalarının onlardan kabul edilmesini engelleyen sadece şudur: Onlar
Allah'a ve Rasûlüne kâfir olmuşlardır. Namaza ancak üşene üşene gelirler.
İnfaklarını da mutlaka isteksiz yaparlar."
(et-Tevbe, 9/54)
Kişi kâfir iken namaz kılarsa sahih olmaz. Çünkü İbn Abbas Radıyallahu
anh'dan rivâyete göre Muâz şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem beni gönderdi ve şöyle buyurdu: "Sen kitab ehli bir
kavmin yanına gidiyorsun, onları Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve
benim Allah'ın Rasûlü olduğuma şehadet getirmeye çağır. Eğer bu hususta sana
itaat ederlerse, onlara Allah'ın kendilerine... farz kıldığını bildir."
Kur'ân-ı Kerim birçok âyet-i kerimede bu şarta açıklık getirmiştir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim İslâmdan başka bir din ararsa, ondan asla
kabul olunmaz ve o âhirette zarara uğrayanlardan olur." (Ali İmran,
3/85); "Çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır."
(en-Nisa, 4/103); "Ey iman edenler! Sarhoşken ne söyleyeceğinizi
bilinceye kadar... namaza yaklaşmayınız."
(en-Nisa, 4/43)
2. Akıl.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'den
şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Kalem (sorumluluk) üç kişiden
kaldırılmıştır: Uyanıncaya kadar uyuyandan, büyüyünceye kadar küçükten, aklı
başına gelinceye, yahut, kendisine gelinceye- kadar deliden"
Ayrıca aklı başında olmayan kimse mükellef olma ehliyetine de sahip
değildir.
3. Temyîz:
Amr b. Şuayb'den, o babasından, o dedesinden rivâyetle dedi ki: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Çocuklarınıza yedi yaşında
iken namaz kılmalarını emrediniz. On yaşında iken (kılmazlarsa) dövünüz ve
(erkek-kız) yataklarını ayırınız."
Yukardaki üç
şart diğer ibadetlerde de sözkonusudur.
4. Vaktin
girmesi.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü namaz mü'minler üzerine
vakitleri belli bir farzdır." (en-Nisâ, 4/103) Bir başka yerde de
şöyle buyurmaktadır: "Güneşin (batıya doğru) kaymasından, gecenin
karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl. Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı
tanık olunan (bir namaz)dır." (el-İsra, 17/78) Bu âyet-i kerimede
beş vakit namazın vakitlerine işaret vardır.
5. Hadesten
taharet:
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Namaza
kalkacağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın.
Başlarınıza meshedin. Her iki topuğunuza kadar ayaklarınızı da (yıkayın).
Eğer cünub iseniz yıkanıp temizlenin."
(el-Mâide, 5/6)
Abdullah b. Ömer Radıyallahu anh da şöyle demiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Abdestsiz
hiçbir namaz ve hırsızlıktan elde edilmiş maldan hiçbir sadaka kabul
olunmaz."
6. Necasetlerden
uzak olmak.
Yüce Allah: "Elbiseni temizle." (el-Müddessir, 74/4) diye
buyurmaktadır. Cabir b. Semura'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir adam
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e hanımına yaklaştığı elbise
üzerinde iken namaz kılabilir mi? diye sordu. Peygamber şöyle buyurdu:
"Evet, (kılabilir, ancak) onda (necasetten) bir eser görmesi hali müstesnâ,
o takdirde onu yıkar."
Enes
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Kendinizi sidikten koruyunuz. Çünkü kabir
azabı genellikle ondan dolayıdır."
Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan dedi ki: Bir bedevi ayağa kalkıp, mescidde küçük
abdestini bozdu. İnsanlar onu yakaladılar. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem onlara şöyle dedi: "Onu bırakın ve onun sidiğinin üzerine bir
kova su dökünüz. Sizler kolaylaştırıcı kimseler olarak gönderildiniz.
Zorlaştıranlar olarak gönderilmediniz."
7. Setr-i Avret
(avret olan yerlerin örtülmesi). Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey Ademoğulları her mescidde ziynetinizi alın." (el-A’raf, 7/31)
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem de Cabir Radıyallahu anh'a
şöyle demiştir: "...Eğer örtün geniş ise vücudunun her tarafını sar. Eğer
dar ise onunla belden aşağısını ört."
Cerhed
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem onun yanından uyluğunu açmış bir halde geçti. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem ona: "Uyluğunu ört! Çünkü o avrettendir."
diye buyurdu.
Âişe
Radıyallahu anha'dan rivâyete göre de Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Allah ay hali olmuş bir kadının namazını
başörtüsüz kabul etmez."
8. Kıbleye
yönelmek:
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Evet, hangi yerden çıkarsan,
yüzünü Mescid-i Haram'a döndür. Siz de her nerede olursanız, yüzlerinizi o
yöne döndürün." (el-Bakara, 2/150) Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem de şöyle buyurmaktadır: "Namaza duracağın vakit iyice abdest
al, sonra kıbleye yönelerek tekbir getir..."
9. Niyet:
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki onlar onun dininde ihlâs
sahibleri ve hanifler olarak Allah'a ibadet etmelerinden... başkası ile
emrolunmadılar." (el-Beyyine, 98/5) Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak niyetler iledir.
Her kişi için ancak niyet ettiği şey ne ise o vardır..."
Bu şartlardan
herhangi birisi yerine getirilmeyecek olursa, namaz bâtıl olur.
Vâcib:
Şâri’in bağlayıcı şekilde verdiği emirdir. Kasten terkedilmesi halinde namaz
batıl olur. Yanılma halinde ise sehv secdesi ile telâfi edilir. Vacibler
sekiz tane olup, açıklamaları şöyledir:
1. Bütün
Tekbirler:
İftitah tekbiri bunun dışındadır çünkü o daha önce de geçtiği üzere
rükundur. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'ın şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaz kılmak için
kalktı mı kıyama durunca tekbir getirir, sonra rükû’a varınca tekbir
getirir, sonra başını rükûdan kaldırınca da "semiallahu limen hamideh" der,
sonra ayakta iken "Rabbenâ ve leke'l-hamd" der, sonra sücuda giderken tekbir
getirir, sonra başını kaldırdığında tekbir getir, sonra secdeye giderken
tekbir getirir, sonra başını secdeden kaldırınca tekbir getirirdi. Sonra
bunun bir benzerini namazın bütününde bitirinceye kadar yapardı. Ayrıca
ikinci rekâtin sonundaki oturuştan kalkınca da tekbir getirirdi. Sonra Ebu
Hureyre şöyle derdi: Aranızda kıldığı namazı Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'e en çok benzeyeniniz benim.
2. Tesmî’:
Yani "semiallahu limen hamideh" demek. İmam da, tek başına namaz kılan da
rükû’dan başlarını kaldırdıkları vakit böyle derler. Az önce zikrettiğimiz
Ebu Hureyre hadisi bunu göstermektedir: "Sonra rükû’dan kalkınca semiallahu
limen hamideh, der."
3. Tahmîd:
Yani
"Rabbenâ ve leke'l-hamdu" demek. Hem imam, hem de imama uyanın, hem de tek
başına namaz kılanın bunu söylemesi gerekir. Çünkü az önce kaydettiğimiz Ebu
Hureyre hadisi bunu gerektirmektedir: "Sonra ayakta iken Rabbenâ ve
leke'l-hamd, der..."
4. Rukûda
“Subhane rabbiye’l-azîm” demek.
Çünkü Ukbe b. Âmir Radıyallahu anh'den şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: "O halde Rabbini büyük adıyla tesbih et." (el-Vâkıa,
56/96) buyruğu nâzil olunca, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
"Bunu rükûnuzda söyleyiniz." diye buyurdu.
5. Sucudda
"subhâne Rabbiye'l-a'lâ" demek.
Çünkü Ukbe b. Âmir Radıyallahu anh'ın şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: "O en yüce Rabbinin ismini tesbih et!" (el-A'la, 87/1)
buyruğu nâzil olunca "bunu da sucûdunuzda söyleyin" diye buyurdu.
6. İki secde
arasındaki oturuş
sırasında "Rabbiğfirlî: Rabbim bana mağfiret buyur" diyerek Allah'tan
mağfiret istemek. Çünkü Huzeyfe Radıyallahu anh'dan rivâyete göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem iki secde arasında:
"Rabbiğfirlî, Rabbiğfirlî: Rabbim bana mağfiret buyur, Rabbim bana mağfiret
buyur" derdi.
7. Birinci
teşehhüd.
Çünkü Abdullah b. Buhayne'den rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem bir öğle namazında oturması gerekiyorken ayağa kalktı. Namazını
tamamlayınca oturduğu halde selam vermeden önce herbirisinde tekbir
getirerek iki secde yaptı. Onunla beraber cemaat de bu secdeleri yaptı. Bu
secdeleri unuttuğu oturma yerine yapmıştı."
8. Birinci
teşehhüd için oturmak.
Çünkü az önce kaydettiğimiz Abdullah b. Buhayne hadisi ile "oturması
gerekiyorken..." ifadesi bunu gerektirmektedir.
Bir kimse bu
vaciblerden kasti olarak herhangi birisini namazda terkedecek olursa, namazı
batıl olur. Unutarak terkeden için de aşağıdaki haller ve hükümler
sözkonusudur:
1.
Eğer bu vacibi namazdaki yerinden ayrılmadan önce hatırlayacak olursa,
namazdaki o hali ile onu yerine getirir, başka bir yükümlülüğü yoktur.
2.
Eğer o vacibin yeri geçtikten sonra ve fakat ondan bir sonraki rukne
ulaşmadan önce hatırlarsa geri döner, o vacibi yapar, sonra namazını
tamamlar, selam verir, sonra da sehv için secde yapar ve selam verir.
3.
Eğer o vacibten sonraki rukne vardıktan sonra o vacibi hatırlayacak olursa,
üzerinden kalkar; tekrar onu yapmak için geri dönmez, namazını devam ettirir
ve fakat selam vermeden önce sehv secdesi yapar.
Kasten veya
sehven terkedilmesi dolayısıyla namazın bâtıl olmadığı fiillerdir. Bundan
dolayı sehv secdesinin müstehab olup olmadığı konusu ise ilim ehli arasında
tartışmalıdır.
Namazın
sünnetleri Rükunlerin, vaciblerin ve şartların dışında kalan fiillerdir.
Bazıları bunları otuziki sünnet olarak saymıştır. Bunları aşağıdaki şekilde
açıklayabiliriz:
1.
İhram (iftitah) tekbiri halinde elleri kaldırmak.
2.
Rükûya giderken elleri kaldırmak.
3.
Rükûdan kalkarken elleri kaldırmak.
Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh şöyle demiştir: "Ben Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i namaza dururken omuzlarının hizasına
gelinceye kadar ellerini kaldırdığını gördüm. O bunu rükû’ için tekbir
getirirken, rükû’dan başını kaldırırken de yapıyordu."
4.
Sağ eli sol elin üzerinde göğsün üzerine koymak. Çünkü Vâil b. Hucr şöyle
demiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte namaz
kıldım. Sağ elini sol elinin üzerinde göğsünün üzerine koydu."
5.
Secde edeceği yere bakmak. Çünkü Enes Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "Bir takım kimselere ne oluyor ki, namazları sırasında gözlerini
semaya kaldırıyorlar...” Bu hususta söyledikleri o kadar ağır ifadeler
taşıdı ki sonunda şunları söyledi: "Bunlar ya bu işten vazgeçerler yahutta
gözleri kör ediliverecek."
6.
İstiftâh (namaza başlama) duasını okumak. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in namaza başlarken okuduğu pekçok dua vârid olmuştur.
Bunlardan birisi Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan gelen rivâyettir. O
dedi ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaza başlamak üzere
tekbir getirdikten sonra Kur'ân okumadan önce kısa bir süre susardı. Ben: Ey
Allah'ın Rasûlü annem-babam sana feda olsun dedim. Tekbir ile kıraat
arasında bir susuşun var. Orada ne diyorsun? Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurdu: "Diyorum ki: "
Allah'ım, doğu ile batı arasını uzaklaştırdığın gibi, benimle günahlarımın
arasını uzaklaştır. Allah'ım beyaz bir elbise kirli elbiseden nasıl
ayırdedilebiliyorsa beni de günahlarımdan öylece temizle. Allah'ım
günahlarımı karla, suyla, dolu ile yıkayarak beni temizle. "
7.
"Eûzu billahi mine'ş-şeytani'r-racim" diyerek istiaze çekmek. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Kur'ân'ı okuyacağı zaman o koğulmuş şeytandan
Allah'a sığın." (en-Nahl, 16/98) Yahutta "eûzu billahi
semii'l-aliymi mine'ş-şeytani'r-racîm" da diyebilir. Çünkü Ebu Said el-Hudri
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem geceleyin (namaza) kalktı mı tekbir getirir.
Sonra şöyle buyururdu: "
Allah'ım seni
hamdinle tesbih ederim, ismin pek mübarektir, şanın çok yücedir. Senden
başka hiçbir ilâh yoktur." Sonra üç defa "lâ ilâhe illallah" der, sonra üç
defa "Allahu ekber kebirâ" der, daha sonra;
Kovulmuş şeytanın dürtmesinden, üfürmesinden üflemesinden herşeyi duyan,
herşeyi bilen Allah'a sığınırım" der. Sonra Kur'ân okumaya başlardı."
8.
"Bismillahirrahmanirrahim"i okumak. Çünkü Nuaym el-Mücemmir rivâyet ettiği
hadisinde şöyle demektedir: "Ebu Hureyre'nin arkasında namaz kıldım.
"Bismillahirrahmanirrahim"i okuduktan sonra Fatiha'yı okudu." Hadisin
sonunda da şöyle dedi: "...Nefsim elinde olana yemin ederim k,i aranızda
namazı Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e en çok benzeyeniniz
benim."
İbn Hacer dedi ki: Bu, bu hususta varid olmuş en sahih hadistir.
Kastettiği besmele’yi açıktan okumaktır.
9.
Fatiha'yı okuduktan sonra "âmîn" demek. Açıktan okunan namazlarda bunu
açıkça söyler, gizli okunan namazlarda bunu yavaşça söyler. Çünkü Vâil b.
Hucr'un şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem "vele'd-dâllin" (el-Fatiha, 1/7)'i okudumu "âmîn" der ve
bunu yüksek sesle söylerdi."
10.
Fatiha'dan sonra (zammı) sûre okumak. Çünkü Ebu Katade'nin rivâyetine göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem öğle namazında ilk iki rekâtte
Fatiha ile iki sûre okurdu. Son iki rekâtte ise Fatiha'yı okur ve bize bazı
âyetleri işittirirdi. Birinci rekâtte ikinci rekâtten daha çok uzun okurdu.
İkindide de böyleydi, sabahta da böyle yapardı.
11.
Açıktan kılınan namazlarda yüksek sesle okumak. Çünkü Muhammed b. Cubeyr b.
Mut'im'in babasından rivâyetine göre o şöyle demiştir: "Ben Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i akşam namazında Tur suresini okurken
dinledim."
Ayrıca el-Berâ Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Ben Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'i yatsı namazında;
"Andolsun incire ve zeytine..." (et-Tin, 95/1) suresini okurken
dinledim. Ondan daha güzel seslisini ya da güzel okuyan hiç kimse duymadım."
İbn
Abbas Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"...Tihâme tarafına giden o kimseler (cinler) Ukaz panayırına doğru giderken
o sırada (Batn-ı) Nahle'de bulunan Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
yanından geçtiler. O sırada o ashabına sabah namazını kıldırıyordu. Kur'ân'ı
duyunca, ona kulak verdiler ve şöyle dediler: İşte sizin ile semadan haber
almanız arasındaki engel Allah'a andolsun ki budur."
12.
Gizli okunan namazlarda yüksek sesle okumamak: Ebu Ma'mer'den şöyle dediği
rivâyet edildi: Biz Habbab'a şunu sorduk: Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem öğle ve ikindi namazlarında (Kur'ân) okur muydu? O: Evet dedi.
Biz: Bunu nereden anlıyordunuz diye sorduk. O: Sakalının hareket etmesinden;
diye cevab verdi.
13.
Rukû esnasında elleri parmak araları açık şekilde dizleri üzerine koymak.
Ukbe b. Amir'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'i namaz kılarken gördüğüm gibi size de bir namaz kılayım
mı? Biz: Evet dedik. Bunun üzerine ayağa kalktı. Rükû’a varınca avuç
içlerini diz kapaklarının üzerine koydu ve parmaklarını diz kapağının
arkasına koyu verdi... Sonra dedi ki: Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'i böylece namaz kılarken gördüm ve o bize de böylece namaz
kıldırıyordu."
14.
Rükû ve sucudda sırtı uzatmak ve eğilmek.
Ebu Humeyd arkadaşları arasında şöyle dedi: "Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem rukûya vardı, sonra da sırtını kamburlaştırmadan dümdüz büktü."
Ali Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem rükûya vardığında eğer sırtı
üzerine bir su bardağı konulmuş olsa dökülmezdi."
Ebu Humeyd
es-Sâidî'den rivâyete göre "Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
secdeye vardığında burun ve alnını yere iyice yapıştırır, ellerini
böğürlerinden uzaklaştırır, avuçlarını omuzlarının hizasına koyardı."
15.
Rukû’ ve sucûdda bir defadan çok tesbih yapmak. Cumhurun kabul ettiği görüşe
göre rukû ve sucûdda yeterli olan asgarî miktar tek bir defa tesbihte
bulunmaktır. Çünkü İbn Abbas'tan rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "...Rukûya gelince, orada aziz ve
celil olan Rabbi tazim ediniz. Sucûda gelince çokça dua etmeye çalışınız,
orada duanızın kabul edileceği umulur."
16.
İki secde arasında yüce Allah'tan bir defadan fazla mağfiret dilemek.
Huzeyfe Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem iki secde arasında: "Rabbiğfirlî, Rabbiğfirlî: Rabbim
bana mağfiret buyur, Rabbim bana mağfiret buyur" derdi.
İbn Abbas Radıyallahu anh'dan rivâyete göre de Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem iki secde arasında şunları söylerdi:
Allah'ım
mağfiret buyur, bana merhamet eyle, bana afiyet ver, bana doğruyu göster,
beni rızıklandır."
17.
(Rukûdan kalkarken) "Rabbenâ leke'l-hamd" dedikten sonra;
Gökler ve yer
dolusu ve bundan sonra her ne dilersen o kadar... (sana hamd olsun)" demek.
Çünkü Ebu Said el-Hudri Radıyallahu anh'dan rivâyete göre o şöyle
demiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem başını rükûdan
kaldırdıktan sonra şunları söylerdi:
Rabbimiz gökler ve yer dolusu ve bundan sonra her ne dilersen onun kadar
sana hamd olsun. Ey her türlü övgü ve yüceltici ifadelere layık olan
Rabbimiz! Bir kulun -ki hepimiz senin kulunuz- söyleyeceği en doğru söz
şudur. Allah'ım verdiğini engelleyecek hiçbir kimse olmadığı gibi,
engellediğini de kimse veremez. Gayret sahibi kimseye gayretinin sana karşı
hiçbir faydası olmaz."
18.
Secdeye giderken ellerden önce diz kapaklarını koymak ve ayağa kalkarken diz
kapaklarından önce elleri kaldırmak. Çünkü Vâil b. Hucr'dan şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: "Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i
secde ettiği zaman ellerinden önce dizlerini koyduğunu, ayağa kalktığı
vakitte dizlerinden önce ellerini kaldırdığını gördüm."
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in fiili uygulamasında buna
muhalif bir rivâyet nakledilmemiştir.
19.
Secde sırasında dizlerini birbirinden ayırmak. İbn Hacer dedi ki: Bazı
haberlerde nakledildiğine göre Nebi Sallallahu aleyhi vesellem
secdede diz kapaklarını birbirinden ayırırdı. Ebu Davud'un, Ebu Humeyd
yoluyla naklettiği hadiste; secde ettiği vakit uyluklarını açık tutardı,
denilmektedir. Beyhaki'de el-Berâ yoluyla gelen hadiste de şöyle
denilmektedir: “Secde ettiği vakit parmaklarını kıbleye doğru bulundurur ve
ayaklarını birbirinden açardı."
20.
Elleri parmakları bitişik olduğu halde omuzların ya da kulakların hizasına
kaldırmak. İbn Ömer Radıyallahu anh'dan rivâyete göre "Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem namaza durduğunda ellerini omuzlarının
hizasına varıncaya kadar kaldırırdı."
Malik b. el-Huveyris'ten gelen rivâyete göre de Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem tekbir getirdi mi ellerini kulaklarının hizasına
varıncaya kadar kaldırırdı."
21.
Sücûd halinde ayak parmaklarını kıbleye doğru yöneltmek. Çünkü Ebu Humeyd'in
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in namaz şekline dair hadisinde
şöyle demektedir: "...Secdeye vardı mı ellerini -kollarını yere
değidirmeksizin ve böğrüne çekmeksizin- yere koyar, ayak parmaklarının
uçlarını da kıbleye çevirirdi."
22.
Birinci teşehhüdde ve iki secde arasında sol ayak üzerinde oturmak. Çünkü
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in namaz şekli ile ilgili Ebu
Humeyd'in hadisinde şöyle denilmektedir: "...İki rekât(in sonun)da oturdu mu
sol ayağı üzerinde oturur, sağ ayağını dikerdi."
Ayrıca şunları söylemektedir: "...Sonra sol ayağını büküp, onun üzerine
oturur, sonra da her kemik yerli yerine gelinceye kadar oturur, sonra
secdeye varırdı."
23.
İkinci teşehhüdde teverrük: Çünkü Ebu Humeyd'in Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in namaz şekline dair hadisinde şöyle denilmektedir:
"...Son rekâtte oturdu mu sol ayağını öne alır ve makadı üzerine otururdu."
24.
Sağ eli sağ uyluğun, sol eli sol uyluğun üzerine koymak. Çünkü Abdullah b.
ez-Zübeyr Radıyallahu anh şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem dua etmek üzere oturduğunda sağ elini sağ uyluğunun
üzerine, sol elini sol uyluğunun üzerine koyar. Şehadet parmağıyla işaret
eder, baş parmağını orta parmağı üzerinde tutar ve sol eli ile de sol dizini
tutardı."
25.
Zikir esnasında şehadet parmağıyla işaret etmek. Çünkü az önce geçen
Abdullah b. ez-Zübeyr'in naklettiği hadis bunu ifade etmektedir. Ayrıca Vâil
b. Hucr'un Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in namaz şekline dair
rivâyet ettiği hadiste de şöyle denilmektedir: "...Sonra iki parmağını büktü
ve bir halka yaptı. Sonra parmağını kaldırdı. Ben o parmağını hareket
ettirip, onunla dua ettiğini gördüm."
26.
Burnu üzerinde secde etmek ve yedi secde azasını yere iyice yapıştırmak.
Çünkü Ebu Humeyd es-Sâidî'nin rivâyet ettiği hadise göre; “Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem secde ettiği vakit burnunu, alnını yere iyice
koyar, kollarını böğürlerinden uzaklaştırır, avuçlarını omuzlarının hizasına
koyardı."
27.
Selam verirken sağa ve sola dönmek. Çünkü Âmir b. Sa’d babasından, şöyle
dediğini rivâyet etmektedir: "Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i
yanağının beyazını (kıl bulunmayan yerini) görünceye kadar sağına ve soluna
selam verdiğini görüyordum."
28.
İstirahat oturuşu. Çünkü Ebu Humeyd es-Sâidî Radıyallahu anh'dan
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in namaz şekline dair rivâyet
edilen hadiste iki secdeyi sözkonusu ettikten sonra şunları söylemektedir:
"...Sonra Allahu ekber dedi, sonra ayağını büküp oturdu ve oturuşunda herbir
kemik yerli yerine gelinceye kadar doğruldu, sonra kalktı ve ikinci rekâtte
de bunun gibi yaptı."
29.
Selam verirken namazdan çıkma niyeti.
Namaz niyetin yalnızca yüce Allah için halis kılınması icab eden ve
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e uyularak yapılması gereken
bir ibadettir. Malik b. el-Huveyris Radıyallahu anh'ın Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den rivâyet ettiği hadiste şöyle
buyurulmaktadır: "...Ve benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de
öylece namaz kılınız..."
İbadetinde
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e uymayan bir kimsenin ibadeti
merduttur. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Her kim bizim bu işimize uygun olmayan bir amel işleyecek
olursa, o merduttur."
Bundan dolayı
namazda söylenmesi ya da yapılması haram olan aşağıdaki hususlardan ötürü
namaz bâtıl olur, ondan gözetilen maksad gerçekleştirilemez ve iâde edilmesi
gerekir:
1. NAMAZI
TAMAMLAMADAN ÖNCE NAMAZDA KASTEN SELÂM VERMEK.
Çünkü bu durumda namazda konuşmuş olur. Yanılarak selâm verip, arada uzun
bir süre geçerse de böyledir. Çünkü geri kalan kısmının, o zamana kadar
kılınan kısmı üzerine bina edilmesine imkân kalmaz. Ancak yanılma halinde
günahkâr olmaz.
2. NAMAZ
ESNASINDA NAMAZIN MASLAHATINDAN OLMAYARAK KASTİ OLARAK KONUŞMA.
Bu namazı batıl kılar. Çünkü Zeyd b. Erkam Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivâyet edilmiştir: "Bizler namazda iken konuşurduk. Bir adam namazda
iken yanındaki arkadaşı ile konuşabiliyordu. Nihayet "Gönülden gelerek
saygı ve itaat ile Allah'ın huzurunda durun." (el-Bakara, 2/238)
buyruğu nâzil olunca, susmakla emrolunduk ve konuşmak bize yasaklandı."
Ayrıca Abdullah
(b. Mesud) Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Bizler Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e o namazda bulunuyorken
selam veriyor, o da selamımızı alıyordu. Necaşi'nin yanından döndüğümüzde
yine ona selam verdik. Fakat o bizim selamımızı almadı. Ey Allah'ın Rasûlü!
dedik. Daha önce namazda iken biz sana selam veriyorduk, sen de bizim
selamımızı alıyordun. Şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki namazda (başka şeyle
uğraşmaya imkân vermeyecek kadar) bir meşguliyet vardır."
Yine Muaviye b.
el-Hakem es-Sülemî'nin rivâyetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki bu namazda insan sözünden
hiçbir şey söylemek uygun değildir. Onda söylenecekler tesbih, tekbir ve
Kur'ân okumaktan ibarettir."
Kasten
olmayarak, bilmeden ve namazın maslahatından olmayan bir söz söylemekten
ötürü namaz bâtıl olmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hata
etmenizden dolayı size bir günah yoktur ama kalblerinizin kastettiği
müstesnadır." (el-Ahzab, 33/5) Ayrıca Muaviye b. el-Hakem
es-Sülemi'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ile birlikte namaz kılarken hazır bulunanlardan bir adam
hapşırdı. Ben “yerhamukellah” dedim. Herkes bana baktı, ben de: Hay anasız
kalsaydım, bu haliniz nedir? Niçin bana böyle bakıyorsunuz? Bu sefer
elleriyle uyluklarına vurmaya koyuldular. Onların beni susturmak
istediklerini gördüm, ben de sustum. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem namazı bitirince -anam, babam ona feda olsun, ne ondan önce, ne
ondan sonra, ondan daha güzel öğreten bir öğretici görmedim- Allah'a yemin
ederim, ne bana sesini yükseltti, ne beni dövdü, ne de sövdü. Sadece şöyle
buyurdu: "Şüphesiz ki bu namazda insan sözünden hiçbir şey söylemek uygun
değildir. Onda söylenecekler sadece tesbihtir, tekbirdir ve Kur'ân
okumaktır.
Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem kasten konuşmasına rağmen Muaviye'ye tekrar
namazını kılmasını emretmedi. Çünkü bu hususu bilmiyordu.
Namaz kılanda
görülebilen hapşurmak, öksürmek, geğirmek gibi şeylerden ötürü namaz batıl
olmaz. Çünkü bunlar kişinin iradesi dışında olur. Fakat hapşuran kimseye
“yerhamukellah” denilirse, namaz bâtıl olur. Çünkü Muaviye'nin rivâyet
ettiği hadis bunu gerektirir. Aynı şekilde cehalet sözkonusu olmaksızın
verilen selamı almak yahut selam vermek suretiyle de -hapşurana
yerhamukellah deme haline kıyas ile- yine namaz batıl olur.
İhtiyaç duymadan
üflemek yahutta boğazını temizlemekle de namaz batıl olur. Çünkü abes
işlerle uğraşmak namaza aykırıdır. Ancak bunlara ihtiyaç duyulursa, namaz
bâtıl olmaz. Ali b. Ebi Talib Radıyallahu anh dedi ki: "Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna birisi gece vakti, birisi gündüz
vakti, iki defa girme zamanım vardı. Namaz kılarken onun yanına gittiğimde
benim için öksürür gibi yapardı."
3.
Namaz kılan kimsenin kendisinin ya da başkasının duyacağı bir sesle
KAHKAHA İLE GÜLMEKLE de namaz bâtıl olur. Az yahut çok farketmez. Çünkü
böyle bir iş bütünüyle namaza aykırıdır ve üstelik bu oyun ve eğlenceye daha
bir yakındır. Ancak kişi kendisini tutamayarak gülerse, tercih edilen görüşe
göre -kasten böyle bir iş yapılmadığından ötürü- bundan dolayı namaz bâtıl
olmaz.
Kahkahasız
olarak tebessüm etmekten ötürü ise -herhangi bir ses çıkmayacağından- namaz
bâtıl olmaz. Câbir Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Kahkaha namazı iptal
eder. Fakat abdesti bozmaz."
İbnu'l-Münzir
dedi ki: Gülmenin namazı bozduğunu icmâ’ ile kabul etmişlerdir. İlim ehlinin
çoğunluğunun kanaatine göre de tebessüm (gülümsemek) namazı bozmaz.
4, 5. KASTEN YA
DA YANILARAK ÇOK MİKTARDA YİYİP İÇMEK.
Çünkü böyle bir işle farzda olsun, nafilede olsun namaz şeklinin dışına
çıkar. Farz ve nafilede yanılarak az bir şey yiyip içmekten ötürü namaz
batıl olmaz. Yine nafilede kasten az bir şey içmek te namazı iptal etmez.
Çünkü rivâyette sabit olduğuna göre Abdullah b. ez-Zübeyr Radıyallahu anh
nafile namazlarını uzunca kılar, bazan susardı. Bunun için de az miktarda su
içerdi. İbn Kudame dedi ki: İbn ez-Zübeyr ile Said b. Cübeyr'den rivâyet
edildiğine göre onlar nafile namazlarda su içmişlerdir. Tavus'tan bunda bir
sakınca olmadığı görüşü nakledilmiştir.
Nafile farzdan
daha hafiftir. Bunun delili de nafilede bazı vaciblerin yerine getirilmesi
düşerken, farzda oldukları gibi sabit kalmalarıdır. Yolculuk halinde nafile
namaz kılarken ayakta durmanın ve kıbleye yönelmenin (düşmesi) gibi. Kılınan
nafile namazın uzunca kılınma ihtimali bulunduğundan ötürü az miktarda su
içmeye müsamaha edilmiştir. Azlık ve çokluk ise örfe başvurarak bilinir.
İlim ehlinin
çoğunluğunun görüşüne göre ise nafilede kasten az miktarda su içmek farz da
içmek gibidir. Çünkü aslolan farzın ve nafilenin (hükümleri itibariyle) eşit
olmalarıdır. Buna göre ister farzda, ister nafilede olsun, az ya da çok
miktarda su içmek haramdır, ihtiyata daha uygun olan da budur.
6.
Zaruret bulunmadığı halde ardı arkasına namaz türünden olmayan ÇOK
MİKTARDA İŞ (AMEL-İ KESİR)DE BULUNMAK. Çokluk örf ile bilinir. Bu da ona
bakan kimsenin kendisinin namazda olmadığını zannedeceği kadardır. Eğer
insanlar; bu namaza aykırı bir iştir, diyecek olurlarsa ve böyle bir adamın
hareketlerini izleyen bir kimse bu kişi namaz kılmıyor diyecek olursa, işte
bu, namazı batıl kılan çok ameldir. Az amel ise böyle değildir. Namaz kılan
bir kimsenin namaz sırasında küçük çocuğu taşıması, sağda, solda yahut
öndeki bir kapıyı namaz kılarken ve kıbleye yönelişi devam ederken açması
yahut kaşınan bir tarafın kaşıntısını gidermesi gibi. Bütün bu işler az
işler olup, namazı iptal etmez. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
(namazda) bazı fiillerine benzer. Çünkü Ebu Katade'nin rivâyetine göre
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kızı Zeyneb ile Ebu’l-Âs b.
Rabia b. Abd-i Şems'in kızları olan Ümâme'yi taşıyarak namaz kılardı. Secde
ettiği vakit onu yere bırakırdı, kalktı mı onu taşırdı.
Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den namazda iken Âişe Radıyallahu anha'ya
kapıyı açtığı da rivâyet edilmiştir. Âişe Radıyallahu anha dedi ki:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem evin içinde namaz kılarken
geldi, kapı üzerine kapalı idi. Kapıyı bana açıncaya kadar yürüdü, sonra
yerine geri döndü."
Âişe kapının kıble tarafında olduğunu belirtmektedir.
Ebu
Hureyre Radıyallahu anh'dan rivâyete göre; "Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem iki siyahı yani akreb ile yılanı namazda iken dahi
öldürmeyi emretti."
Yapılan amel-i kesir namazın cinsinden olup, kasten yapılmışsa namaz batıl
olur. Eğer kasten değilse, sehv secdesi yapılır. Namazın cinsinden olmamakla
birlikte bir ihtiyaçtan ötürü yapılırsa, çok olsa dahi namaz bâtıl olmaz.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şayet korkarsanız o halde (namazı)
yaya olarak veya binek üstünde (kılın)."
(el-Bakara, 2/239)
Ayakları üzerine
yürüyen kimselerin yaptıkları iş, şüphesiz ki amel-i kesirdir. Eğer amel-i
kesir namazın cinsinden olmayıp, peşpeşe yapılmıyor ise -birinci rekâtte
fazla olmayan bir harekette bulunması gibi; her rekâtte de böyle hareket
edip, bu hareketlerin toplanması halinde çok sayılırlarsa bile- fiil
bölümlere ayrıldığı için namaz batıl olmaz.
İhtiyaç olmadan
ve kasti olarak ardı arkasına namazın cinsinden olmayan amel-i kesir
dolayısıyla namaz bâtıl olur. Fakat sehven olursa, bâtıl olmaz. Elverir ki
namazın heyetini değiştirmesin ve onu namaz olmaktan çıkarmasın. O takdirde
yanılmak da kasten yapmak gibidir ve bu takdirde bu işle namaz batıl olur.
Şâyet namaza açıkça aykırı düşmeyen, amel-i kesiri yanılarak yaparsa namazı
batıl olmaz. Çünkü yanılarak yasak olan bir fiilin işlenmesi halinde bile
günah ve namazın fâsid olması sözkonusu değildir. Bu işi yapan kimse
ilgisizlik ve unutmak halinde mazur görülür.
7.
Fazladan bir iş yapması yahut namazın fiillerinden bir fiili eksiltmesi
dolayısıyla güvenilir iki kişi ona (yanıldığını hatırlatmak üzere)
subhanallah dese yahutta iki hanım el çırparak onu uyarsa o da
hatasından dönmeyip ısrar etse bununla birlikte kendisinin doğruluğundan da
kesinlikle emin değilse, kasti olarak vacibi terketmiş olacağından namazı
batıl olur. Ona uyan cemaatin namazı batıl olacağından uymalarını
sürdürmemeleri gerekir. Şâyet ona uymaya devam ederlerse -bu işi bilmeyen
kimseler olmaları hali dışında- onların da namazları batıl olur.
8.
Namazın cinsinden bir fiili kasten fazladan yapmak namazı iptal eder. Bu
fiil ister kıyam, ister ku’ûd (oturmak), ister rukû’, ister sücûd olsun.
Çünkü bu fiiller namazın şeklini değiştirir. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem da şöyle buyurmuştur: "Bizim bu işimize uygun olmayan bir iş
yapan kimsenin bu işi merduttur."
Bir rekâtte kasti olarak -Kusûf namazı dışında- iki defa rükû yapması yine
bir rekâtte üç defa secde yapması, yahutta kasti olarak ayağa kalkması
gerekiyorken oturması, ya da oturması gerekiyorken kasten kalkması gibi.
Namaz kılan
kimsenin el kaldırmanın sözkonusu olmadığı bir yerde ellerini omuzlarının
hizasına kaldırması halinde olduğu gibi, namazın heyetini değiştirmeyen
işlerden ötürü namaz batıl olmaz.
9. NAMAZDA ŞÜKÜR
SECDESİ
namazı iptal eder. Çünkü o secdeyi gerektiren sebep namazdan değildir. Bir
başka namazdaki yanılması dolayısıyla sehv secdesi yapmak da böyledir.
10. NAMAZIN
RÜKÛNLERİNDEN YAHUT ŞARTLARINDAN BİRİSİNİ ŞER’Î BİR MAZERET OLMADAN, KASTEN
TERKETMEK.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem doğru dürüst namaz
kılamayan kimseye şöyle buyurmuştur: "Dön ve namaz kıl! Çünkü sen namaz
kılmadın."
Buna göre mazeretsiz olarak kasten rükû’ yada sücûdu terkeden bir kimsenin
namazı batıl olur. Yine namaz esnasında kıbleden başka tarafa yönelen yahut
abdestini bozan kimsenin de namazı batıl olur.
Namaz kulun
Allah'a yakınlaşmasıdır. Kul, namazda yüce Rabbine seslenir. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem bize şunu haber vermektedir: "Sizden
herhangi bir kimse namazında ayakta durdu mu (bilsin ki) Rabbine
seslenmekte, yahutta Rabbi onun ile kıble arasındadır."
Allah'ın
huzuruna çıkmak huşû’ duymayı, ondan korkmayı, şevk ve istek duymayı
gerektirir. Bundan dolayı böyle bir konumda gerekli edebi takınmak ve bu
huzura varmanın azameti ile bağdaşmayan hususlardan uzak kalmak gerekir.
Namazda
yapılması mekrûh olan şeylerden ötürü namaz bozulmaz; fakat mükemmel bir
edeb takınmak aşağıdaki hususlardan uzak kalmayı gerektirmektedir:
1. GEREKSİZ YERE
SAĞA VE SOLA BAKMAK.
Çünkü insan namaz kılmak üzere ayağa kalktığı vakit şanı yüce Allah da onun
yüzünün baktığı kıble tarafındadır. Başka yere dönüp bakmak ise şanı yüce
Allah'tan yüz çevirmek anlamına geldiğinden edebe aykırıdır. Âişe
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'e namazda başka tarafa dönüp bakmaya dair
soru sordum da şöyle buyurdu: "Bu şeytanın kulun namazından gizlice çaldığı
bir şeydir."
Ancak ihtiyaç
duyulacak olursa mekrûh olmaz. Çünkü İbn Abbas'tan rivâyet edildiğine göre
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namazda sağa ve sola bakar,
arkasına doğru boynunu bükerdi."
Ayrıca Sehl b.
el-Hanzaliyye şöyle demiştir: "...Peygamber -ona ve aile halkına salât ve
selam olsun- namaz kılarken, yola doğru bakıyordu..."
Çünkü Enes b. Ebi Mersed el-Ğanevî'yi gözcü olarak göndermişti. Ve onun
yolunu gözlüyordu.
İltifât
(başka
tarafa dönüp bakmak) birisi beden ile olan maddî, diğeri ise kalb
ile olan manevi olmak üzere iki türlüdür. Müslüman namaz sırasında
bedenine hakim olabilir. Manevi olanın tedavisi için de Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in öğrettiği gibi sol tarafına üç defa
tükürür gibi yaparak koğulmuş şeytandan Allah'a sığınmak (eûzu billahi
mine'ş-şeytani'r-racim demek) ile olur.
2.
İster kıraat, ister rukû’, ister rükûdan kalkarken ya da namazdaki herhangi
bir halde SEMAYA BAŞINI KALDIRIP BAKMAK. Çünkü Enes b. Malik
Radıyallahu anh'ın rivâyetine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Bir takım kimselere ne oluyor ki, namaz
kıldıklarında başlarını semaya kaldırıp bakıyorlar?” Sonra sözleri bu
hususta o kadar ağırlaştı ki, sonunda şöyle buyurdu: "Bunlar ya bu işi
yapmaktan vazgeçerler yahutta gözleri kör edilecek."
Başı kaldırıp
bakmanın Allah'a karşı bir saygısızlık olduğu, buna karşılık namaz kılanın
hudû’ içinde (mütevazi ve saygılı) olması gerektiği açıktır.
3. ZORUNLULUK
OLMAKSIZIN GÖZLERİ KAPAMAK.
Çünkü İbn Abbas şöyle demektedir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse namaz kıldığında gözlerini yummasın."
Bu mecusilerin ateşe taptıkları sırada yaptıkları işe benzer. Çünkü onlar da
gözlerini yumarlar. Bunun yahudilerin namazda yaptıkları bir uygulama olduğu
da söylenmiştir. İslâm ise kendisinden önceki bütün dinleri ve bu dinlerin
ibadet şekillerini neshetmiştir. Yahudi veya başka dine mensub bütün
kâfirlere benzemek ise bize yasaktır. Özellikle dinî ibadetlerinde. İmamın
önünde kendisini meşgul edecek ve huşû’unu bozacak -kıbledeki süsler ve
boyalı şeyler gibi- bulunacak olursa, sadece ihtiyaç kadarı gözlerin
yumulması müstehabtır, fakat bu -mekrûh oluşundan ötürü- sürekli bir adet
haline getirilmemelidir.
4. OYALAYICI
ŞEYLERE BAKMAK.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem nakışlı, üzerinde birtakım alâmetler bulunan yünlü bir
elbisede namaz kıldı da şöyle buyurdu: "Bu elbisenin nakışları beni meşgul
etti. Bunu alıp Ebu Cehm'e götürün de onun yerine bana üzerinde nakış
bulunmayan deve tüyünden bir elbise getirin."
5. NAMAZ KILANIN
ÖNÜNDE OYALAYICI BİRŞEY BULUNURKEN NAMAZ KILMAK.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Âişe Radıyallahu anha'ya
şöyle demiştir: "Sen bizim önümüzden şu renkli örtünü al. Çünkü benim
namazımda birtakım suretler gözümün önüne gelip duruyor."
Bundan dolayı
namaz kılan kimsenin namaz kıldığı yerde kendisini meşgul edip şaşırtacak
herbir şeyi kaldırması gerekir.
6. SECDE HALİNDE
İKEN İK’A (KÖPEK OTURUŞU) İLE KOLLARIN YERE YAPIŞTIRILMASI.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
namazını anlatırken şöyle demektedir: "...O şeytanın arkası üzerine (makadı)
oturmasını ve adamın kollarını yırtıcı hayvanlar gibi yere yapıştırmasını
yasaklardı..."
Enes b. Malik Radıyallahu anh Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Secde halinde azalarınız itidalli
olsun. Sizden herhangi bir kimse kollarını köpek gibi yere yaymasın."
İk'a (köpek
oturuşu)nun birkaç şekli vardır. Bunlardan bazıları şöyledir: Ayaklarının
üst taraflarını yere doğru yapıştırması, sonra topukları üzerine ya da
topuklarının arasına oturması. Bu köpeğin ik'asına benzer. İnsan bu şekilde
oturduğu vakit sağlam oturamaz. Bir diğer şekil şöyledir: Uyluklarını ve
bacaklarını dikerken topukları üzerine oturması şeklidir. Hele ellerini de
yere dayamışsa Köpek oturuşuna en çok uyan şekil budur. Bir diğer şekil ise
ayaklarını dikip, kabaları üzerinde oturma şeklidir.
Ali
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "İki secde arasında ik'a yapma"
İnsanın hayvana
benzememesi için, kolların yere yapıştırılması mekrûhtur. Onları
uzaklaştırmak ve yerden kaldırmak müstehabtır. Elverirki uzun secde
yaptığından ötürü bu hal ona zor gelmesin. Şâyet bu durum ona ağır gelirse,
dirseklerini dizlerine dayar.
7. NAMAZ KILAN
KİMSENİN ELBİSESİYLE, BEDENİYLE YAHUT BULUNDUĞU YERLE; İHTİYAÇ DUYMAKSIZIN
AZALARIYLA UĞRAŞMASI.
Çünkü Ebu Zerr Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden herhangi
bir kimse namaza durdu mu şüphesiz ki rahmet onun karşısındadır. Bundan
ötürü secdeden sonra sakın alnına yapışan taşları eliyle silmeye
yeltenmesin."
Oynayarak beden
hareket eder, böylelikle kalb karşısındaki rahmete yönelmekten başka bir
işle meşgul olur ve bu rahmetten payını elde edemez. Ayrıca bu namaz
esnasında istenen ciddiyete de aykırıdır. Üstelik bu şekilde hareket ettiği
vakit namazın içine namazdan olmayan hareketleri de sokmuş olur.
8. ELLERİ
BELİNİN ÜZERİNE KOYMAK SURETİYLE NAMAZDA TEHASUR YAPMAK.
Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: "Adamın tehassur halinde (ellerini belinin üzerinde bağlayarak)
namaz kılması yasaklandı."
el-Hâsira,
kalçanın üst tarafındaki karnın ince yerine (bel) denir. Bu yasağın illeti
de Âişe Radıyallahu anha'ın rivâyet ettiği hadiste belirtildiği
üzere, bu işin yahudilerin yaptıkları işlerden oluşundan ötürüdür.
9. YELİN
KENDİSİNE DOĞRU GELMESİNİ SAĞLAMAK AMACIYLA NAMAZ KILANIN ELİNDE TUTTUĞU BİR
YELPAZE İLE NAMAZ ESNASINDA RÜZGAR YAPMASI.
Çünkü böyle bir davranış çokça hareket etmeyi ve namazdan başka işlerle
meşgul olmayı gerektirir. Eğer ihtiyaç bunu gerektirirse, bunda mekrûhluk
kalmaz. Çünkü mekrûh olan bir iş, ihtiyaç halinde mübah olur.
10. NAMAZDA
PARMAKLARI BİRBİRİNE KENETLEMEK VE ONLARI ÇITLATMAK.
Çünkü Ka’b b. Ucre'den rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem namazda iken parmaklarını birbirine geçirmiş bir adam gördü,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem parmaklarını birbirinden
ayırdı.
Diğer taraftan Ali b. Ebi Talib Radıyallahu anh'ın rivâyetine göre
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Namazda
iken parmaklarını çıtlatma."
Parmakları
birbirine kenetlemek (teşbiku'l-esabi’); onları birbirine geçirmek demektir.
Çıtlatmak (ka'kaa) ise ses çıkartıncaya kadar parmakları çekmekle olur. Bu
da çevresindeki cemaati şaşırtır ve abes bir iştir. Bu işin mekrûh olduğu
yer namazdır. Hatta namaza çıkarken ve mescidde namazı beklerken de
parmakları birbirine geçirmek mekrûhtur. Namazda mekrûh olması ise öncelikle
sözkonusudur. Çünkü Ka’b b. Ucre'den rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Sizden bir kimse güzel bir şekilde
abdest alır, sonra mescide gitmek üzere dışarı çıkarsa sakın parmaklarını
birbirine kenetlemesin. Çünkü bu kimse (bu haliyle) namazdadır."
11. YEMEK
HAZIRKEN NAMAZ KILMAK.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Yemek konulmuş ve namaz için kamet
getirilmiş ise önce yemeğinizi yiyiniz."
Yine ondan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyururken dinledim: "Yemek hazırken de, kişi
küçük ve büyük abdestini zorla tutmaya çalışırken de namaz kılınamaz."
Ancak bu yasak
için üç şart aranır:
1- Yemek hazır
olmalıdır.
2- Namaz kılanın
canının o yemeği çekmesi gerekir.
3- Namaz kılacak
olan kimsenin hem maddi bakımdan, hem şer'î bakımdan o yemeği yiyebilecek
durumda olması gerekir.
Aç olmakla
birlikte yemek hazır değilse, namazı geciktirmez. Eğer yemek hazır olup ona
aldırış etmeyecek şekilde tok ise namazını herhangi bir mekrûhluk sözkonusu
olmaksızın kılar. Yine yemek hazır olmakla, canı da çekmekle birlikte,
ikindi namazı esnasında iftarda yiyecekleri hazırlanan oruçlu kimsenin
durumunda olduğu gibi o an şer'an onu yemekten men edilmişse, kerahet
sözkonusu olmaksızın namazını kılar. Çünkü bu şekilde namazı bekletmenin
hiçbir faydası yoktur.
Yiyemeyecek
kadar sıcak bir yemek önüne getirilen kimsenin durumu da böyledir. Böyle bir
kimse kerahet sözkonusu olmaksızın namazını kılar. Çünkü (namazı)
bekletmenin bir faydası olmaz. Yine bir kimsenin yanında başkasına ait bir
yemek hazırlanır, onun da canı o yemeği çekiyorsa aynı şekilde kerahet
sözkonusu olmaksızın namazını kılar. Çünkü şer'an böyle bir yemeği yiyemez.
Eğer kendisinin sahib olduğu yemek hazırlanır fakat, bir zalim o yemeği
yemesine engel teşkil ediyorsa, yine kerahet sözkonusu olmaksızın namazını
kılar. Zira namaz kılmamasının bir faydası yoktur, çünkü maddi olarak o
yemeği yemesi engellenmektedir.
12. NAMAZ
HALİNDE KÜÇÜK, BÜYÜK ABDESTİNİ ZORLA TUTMAK.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Yemeğin hazır olması halinde de kişi
küçük büyük abdestini tutmaya çalışması halinde de namaz olmaz."
Bunda pek büyük
bir hikmet vardır. Çünkü böyle bir sıkışıklığı gidermekle bedeni bir zarar
önlendiği gibi, namaz ile ilgili bir zarar da önlenmiş olur. Küçük ya da
büyük abdesti yahutta gazı tutmak sağlık bakımından sindirim cihazlarını
olumsuz etkiler. Ayrıca kişi bu halde iken küçük ya da büyük abdestini yahut
gazını tutmakla meşgul olacağından huzurlu bir kalb ile, rahat bir gönül ile
namaz kılmasına imkân bulunmaz.
Bundan dolayı
insanın namaza yüce Allah'ın huzurunda durmanın azametine yakışan bir
şekilde hazırlanması gerekir. Hatta yanında su yok, teyemmüm yapmak zorunda
kalacak olsa dahi bu böyledir. Çünkü teyemmüm ile namaz kılmak, icma ile
mekrûh değildir. Halbuki küçük ve büyük abdestini zorlayarak namaz kılması
mekrûhtur ve böyle bir şekilde namaz nehyedilmiştir.
Cemaati
kaçıracak olsa dahi ihtiyacını görmesi ve abdest alması gerekir. Çünkü bu
bir mazerettir. Hatta namaz esnasında bile böyle bir hal zuhur edecek olursa
imamdan ayrılabilir.
Eğer ihtiyacını
karşılamak ve abdest almak halinde vaktin çıkacağından korkarsa, bu halde
namaz ya öğle ve akşam gibi cem’ edilebilen bir vakit namazıdır, o takdirde
gider ihtiyacını görür ve namazları cem’ ile kılmayı niyet eder. Çünkü böyle
bir durumda cem etmek caizdir. Yahutta ikindi, yatsı veya sabah namazı
olabilir. Bu halde de ilim ehlinin iki görüşü vardır:
1- Abdestini
zorla tutmakta olsa dahi, vakti kaçırmamak için namaz kılar.
2- Vakit çıkacak
olsa dahi ihtiyacını giderir ve öyle namaz kılar. İhtiva ettiği kolaylık
zararı gidermesi, namazda kalb huzurunu sağlaması bakımından bu görüşün
doğru olma ihtimali daha güzeldir.
13. UYKU
BASTIRMASI HALİNDE NAMAZ KILMAK.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimsenin
uyuklaması gelirse, uykusu gidinceye kadar yatıversin. Çünkü sizden bir
kimse uyuklamakta iken namaz kılacak olursa, muhtemeldir ki mağfiret dilemek
isterken bu sefer kendisine beddua eder."
Hemmam b.
Münebbih'den şöyle dediği nakledilmiştir: Bu Ebu Hureyre'nin bize Rasûlullah
Muhammed Sallallahu aleyhi vesellem'den naklettiği hadislerdir deyip,
birtakım hadisler zikretti. Bunlardan birisi de şudur: Ve Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Eğer Kur'ân diline dolanır da ne
söylediğini anlayamıyor ise yatıversin."
14.
İMAM DIŞINDAKİ KİMSELER İÇİN MESCİDİN MUAYYEN BİR YERİNİ ORADA NAMAZ
KILMAK İÇİN TAHSİS ETMEK. Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'den
gelen rivâyete göre o; karganın gagalaması(gibi süratli namaz kılınması)nı,
yırtıcı hayvanın oturuşu(gibi oturulmasını)nu ve kişinin namazda devenin
yerini hazırlaması gibi bir yer edinip bellemesini yasaklamıştır.
15. FATİHA’YI
NAMAZDA İKİ YA DA DAHA FAZLA TEKRARLAMAK.
Çünkü bu Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den nakledilmemiştir.
Zira bu bir hayır olsaydı, elbetteki o bunu yapardı. Bundan dolayı (aynı
rekâtte) tekrar -kaçırdığı meşru bir işi telafi etmek için olması hali
dışında- bid'atlerden sayılır. Telafi için olursa sakıncası yoktur. Mesela
bir kimse unutarak açıktan okuması gerekirken, gizlice okursa Fatiha'yı
tekrar okumasında bir sakınca yoktur. Çünkü meşru olan sesli okumayı
kaçırmış bulunmaktadır. Aynı şekilde kalbi gafil iken Fatiha'yı okuyan kimse
de kalbinin uyanması için tekrarlaması da böyledir. Çünkü bu şer'î bir
maksad için bir tekrardır.
16. NAMAZDA AĞZI
ÖRTMEK VE ELBİSEYİ YERE SALMAK (SEDL).
Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem namazda elbiseyi sarkıtmayı (sedli)
ve kişinin ağzını örtmesini yasaklamıştır.
17. NAMAZ
ESNASINDA ARKADA SAÇI TOPLAMAK VE ELBİSENİN KOLLARINI KIVIRMAK.
Çünkü İbn Abbas Radıyallahu anh'ın rivâyetine göre Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Ben yedi aza üzerinde
secde etmekle ve ne saçı ne de elbiseyi toplamamakla emrolundum."
18. KİŞİNİN
SAÇLARINI BAŞINDA TOPUZ (AT KUYRUĞU) YAPMIŞ BİR HALDE YAHUTTA KOLLARI BAĞLI
OLARAK NAMAZ KILMASI.
Çünkü Abdullah b. Abbas'tan rivâyetine göre o Abdullah b. el-Hâris'i saçları
başının arkasında toplanmış olarak namaz kılarken görmüş, kalkıp saçlarını
çözmeye başlamış, Abdullah namazını bitirince İbn Abbas'a yönelerek:
Başımdan sana ne? diye sorunca İbn Abbas şu cevabı vermiş: Ben Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz bunun
misali tıpkı elleri bağlı iken namaz kılan kimsenin haline benzer."
19. OTURUŞTA ELE
DAYANMAK.
Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kişinin namazda iken eline
dayanarak oturmasını nehyetti..."
20. ALNI ÇOKÇA
SİLMEK.
Çünkü Ebu Hureyre'nin rivâyetine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Kişinin namazını bitirmeden önce alnını
çokça silmesi bedbahtlıktandır."
21. SAĞA SOLA
ÇOKÇA MEYLETMEK.
Çünkü Atâ şöyle demiştir: Ben namazda az hareket etmeyi ve ayakları üzerinde
mutedil bir şekilde durmayı severim. Ancak buna güç yetiremeyen yaşlı bir
kişi olması müstesnâ. Nafile namaz uzayabilir. Bu durumda kimi zaman bu
tarafa, kimi zaman öbür tarafa dayanmak kaçınılmaz olur. İbn Ömer
ayaklarının arasını fazla açmaz, fakat biri de diğerine yapışmazdı. İkisi
arasında bir şekilde dururdu.
22. ÇÖPLÜK,
MEZBAHA, YOL AĞIZI, HAMAM, DEVE AĞILLARI VE KABRİSTANLARDA NAMAZ KILMAK.
Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem yedi yerde namaz kılınmasını yasaklamıştır:
"Çöplükte, mezbahada, kabristanda, yol ağzında, hamamda, develerin
ağıllarında ve Beytullah'ın damı üzerinde."
23. NAMAZDA
ESNEMEK.
Çünkü Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Namazda birinizin esnemesi
gelirse, gücü yettiğince onu önlesin. Çünkü şeytan (ağzından) içeri girer."
Esneme halinde elin ağıza konulması mendubtur. Çünkü Ebû Said el-Hudrî'den
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse esnediği takdirde eliyle ağzını
kapatsın. Çünkü şeytan (ağzından) içeri girer."
İnsanların
alıştıkları, esneme halinde şeytandan Allah'a sığınmanın ise aslı yoktur.
24. ÖNDEKİ SAFTA
BOŞLUK VARKEN ARKA SAFTA NAMAZ KILMAK.
Çünkü Ebu Bekre Radıyallahu anh; Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem rükûda iken namaza yetişti de safa ulaşmadan önce rükûya vardı.
Durumu Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'e anlatınca, Peygamber: "Allah
gayretini arttırsın, fakat bir daha yapma." diye buyurdu.
25. NAMAZDA
KIRAAT ESNASINDA KUR’AN’IN SÛRE VE ÂYETLERİNİN SIRALAMASINA RİVAYET ETMEMEK.
Bu işe "tenkîs (altüst etme)" denilir. Çünkü ashab-ı kiram (Allah onlardan
razı olsun) mü'minlerin emiri Osman b. Affan döneminde hemen hemen icmâ
denilebilecek şekilde imam mushafı tertib ettiler ve onu bu şekilde
tertiplediler. Dolayısıyla onların icmâının yahutta onlardan icmâ gibi olan
bir halin dışına çıkmamak gerekir. Çünkü onlar bizim selefimiz ve bizim
uyduğumuz önderlerimizdir. Namaz ise başından sonuna kadar bir tek
ibadettir. Bundan dolayı tertibe muhalefet mekrûhtur.
26. ÜZERİNE
SECDE YAPMAK İÇİN ALNINA HAS BİRŞEY EDİNMEK.
Çünkü bu fiil Râfizî'lerin davranışına benzer. Onlar bu işi dine bağlılık
kabul ediyorlar ve seramik gibi bir parça üzerinde (secde ederek) namaz
kılarlar, bunu Necef-i Eşref dedikleri yerde imal ederler.
27.
İHTİYAÇ OLMADAN GÖZLE, KAŞI YA DA ELİ HAREKET ETTİRMEKLİ YA DA BENZER BİR
ŞEKİLDE İŞARETTE BULUNMAK. Eğer selamı almak gibi bir ihtiyaç sebebiyle
olursa, bunda kerâhet olmaz.
1.
Namaz kılan kimsenin Fatiha ile birlikte iki ya da daha fazla sure
okuması mübahtır. Çünkü Huzeyfe Radıyallahu anh şöyle demiştir:
Bir gece Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte namaz
kıldım. Bakara suresini okumaya başladı. Ben yüz âyeti bitirince rükûya
varacak dedim, sonra devam etti. Ben Bakara sûresini bir rekâtte bitirecek
dedim, devam etti. Ben sureyi bitirince rükû edecek derken, Nisa suresine
başladı, onu okudu. Sonra Al-i İmran suresine başladı, onu okudu..."
2.
Namaz kılan kimsenin okuduğu âyetleri sayması mübahtır. Fatiha'yı
bilmeyip, onun âyetleri sayısınca Kur'ân'dan okumak isteyen kimse gibi yahut
tesbihleri saymak, yahut çokça unutmak sebebiyle özellikle rekâtleri saymak
gibi. Çünkü bu bir ihtiyaçtır. Ancak sayarken telaffuz etmez ki, konuşmak
dolayısıyla namazı bâtıl olmasın. Aksine bunları parmakları ya da kalbiyle
sayar. Kalbin ameli dolayısıyla namaz batıl olmadığı gibi, zaruret
bulunmadan çok olmadıkça yahut arka arkaya yapılmadıkça azaların ameli ile
de batıl olmaz.
3.
İmama uyan kimsenin mükemmel halin kaçırılması ihtimali dolayısıyla imama
hatırlatması da mübahtır. Mesela, imam Fatiha suresi ile birlikte bir
zamm-ı sure okumayı unutursa onu uyarmak. Çünkü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Ben ancak sizin gibi bir beşerim,
sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. O halde unutacak olursam bana
hatırlatınız..."
Bu buyruğuyla kendisine hatırlatılmasını emretmektedir. Kasten yapılması
halinde namazın batıl olduğu durumlarda imama hatırlatmak vacib dahi
olabilir. Fazladan bir rekât kılmak yahut manayı değiştirecek şekilde
Fatiha'da lahn ile okumak buna örnektir.
4.
Namaz esnasında ihtiyaç dolayısıyla elbise giymek mubahtır. Namaz
kılan kimsenin namaza başladıktan sonra üşüdüğünü hissederken elbisenin de
yakınında duvarda asılı durma hali gibi. Bu durumda bu elbiseyi alıp,
giyinebilir. Eğer elbiseyi giymek namazında onu daha bir huzura kavuşturuyor
ve rahatlatıyorsa meşru dahi olur.
Bazan elbiseyi
giyinmek vâcib de olabilir. Elbise bulamadığı için çıplak namaz kılan
kimsenin namaza başladıktan sonra ona bir elbise getirilmesi halinde o
elbiseyi giymesi onun için vacibtir. Cebrail, Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'e ayakkabılarında eza (necaset) bulunduğunu haber verince,
onları çıkarmış ve namazına devam etmişti.
5. Namazda
sarığı sarmak,
başındaki tülbentin yan tarafını arkaya itmek yahut boyun etrafına sarıp
diğerini sarkıtmak da mübahtır. Çünkü bunlar ihtiyad haline gelmiş
giyeceklerdendir. Vâil b. Hucr'un hadisi de bunu göstermektedir. O Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'i namaz kılarken gördü. Namaza başlayınca
ellerini kaldırıp, tekbir getirdi -(hadisin ravilerinden) Hemmam
kulaklarının hizasına diye söyledi- sonra elbisesine büründü, sonra sağ
elini sol elinin üzerine koydu. Rükûya varmak isteyince, ellerini
elbisesinin içinden çıkarttı, sonra ellerini kaldırdı..."
6. Namazda bir
yılan ya da bir akreb öldürmek mübahtır.
Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaz esnasında
iki siyahı (yani) yılanı ve akrebi öldürmeyi emretti."
7. Namazda
surelerin sonlarından, ortalarından, başlarından okumak mübahtır.
Çünkü yüce Allah'ın: "Artık Kur'ân'dan (size) kolay geleni okuyun."
(el-Müzzemmil, 73/20) buyruğu geneldir. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur: "Namaz kılmak üzere kalktığında
iyice abdest al, sonra kıbleye yönel, tekbir getir ve Kur'ân'dan ezbere
bildiğinden kolayına geleni oku..."
Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem de nafile namazlarında sûrelerin ortalarından
okumuştur. Daha faziletli ve kâmil olan ise insanın herbir rekâtte tam bir
sûre okumasıdır. Çünkü asıl olan budur.
8. Namazla
alakalı bir husus sebebiyle erkeklerin (subhanallah) diyerek tesbih
getirmeleri, kadınların da el çırpmaları mübahtır.
Hata ettiği zaman imamı uyarmak gibi. İçeri girmek isteyene izin vermek ve
buna benzer namaz ile ilgili olmayan bir husus için de böyledir. Bu durumda
erkek: "Subhanallah" der. Bu da bir sebeb dolayısıyla meşru olan bir
zikirdir. Sebebin ortadan kalkmasıyla meşruiyeti de kalkar. Eğer bununla
uyanmayacak olursa, uyanıncaya kadar tekrarlar. Kadın da el çırpar. Hükümde
bir farklılık olduğu dikkat çekicidir. Çünkü kadının erkeklerin önünde
özellikle onlar namazda iken sesini çıkarmaması gerekir. Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan dedi ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurdu: "Tesbih (subhanallah) demek erkekler için, el çırpmak
kadınlar içindir."
İnsanın namazda
söylediği şeylerle sesini yükselterek dikkat çekmek caiz olduğu gibi,
öksürür gibi yapmakla da dikkat çekmesi caizdir. Fakat en faziletlisi tesbih
getirmektir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem onu
emretmiştir.
9. Kişi namazda
iken mescidde
olmayıp tükürmek ihtiyacını duyarsa, sol tarafına ya da ayağının
altına tükürmesi mübahtır. Şâyet mescidde ise elbisesine (mendiline)
tükürür, sonra onu birbirine sürter. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan
rivâyet edildiğine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem mescidin
kıble tarafında bir balgam gördü. İnsanlara yönelerek şöyle buyurdu: "Sizden
herhangi bir kimseye ne oluyor ki Rabbine doğru yönelmişken önünde balgam
tükürüyor? Sizden herhangi bir kimse kendisine dönülerek yüzüne balgam
çıkartılmasını kabul eder mi? Sizden herhangi bir kimse eğer balgam
çıkaracak olursa, sol tarafına ayağının altına çıkarsın. Eğer buna imkânı
olmazsa şöylece tükürsün." (Ravilerden) el-Kasım bunu şöylece anlattı:
Elbisesine tükürdü, sonra onu birbirine sürttü."
10. Namaz kılan
kimsenin
önünde deve yükünün arka tarafındaki parça büyüklüğünde bir sütre koyması
mübahtır. Çünkü Musa b. Talha babasından şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Sizden herhangi
bir kimse önünde deve yükünün arka tarafındaki parça gibi bir şey dikerse
namaz kılıversin ve onun arka tarafından kim geçerse aldırmasın."
İbn Ömer Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem harbeyi yere diker ve ona doğru namaz kılardı.
Görüldüğü
kadarıyla sütre edinmenin hikmeti bir kimsenin sütrenin arkasından geçmesi
halinde kişinin namazındaki eksikliği önlemesi, bilhassa sütrenin görünen
bir maddi varlığı varsa, namaz kılanın bakışını sınırlandırmasıdır. Sütre,
namaz kılan kimsenin kalbinin huzur bulmasında ve gözünü sağa sola bakmaktan
önlemekte kişiye yardımcı olur. Bütün bunlardan önce sütre edinmek Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'ın emrine uymak, onun gösterdiği hidayet
yolunu izlemektir. Bu ise pek büyük bir hayırdır.
Şâyet sütre
edinmek için bir cisim bulamayacak olursa yere bir çizgi çizer. Çünkü
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: "Kim (sütre edinecek bir şey)
bulamazsa (yere) bir çizgi çizsin."
diye buyurmuştur.
Sütre tek başına
namaz kılan için ve cemaatle namaz kılınması halinde yalnızca imam için
sözkonusudur. Çünkü cemaate uyan kimsenin sütresi imamın sütresidir ya da
imam cemaate sütre teşkil eder. Çünkü İbn Abbas Radıyallahu anh şöyle
demiştir: Dişi bir eşek üzerinde binmiş geliyordum. O günlerde ergenlik
yaşına yaklaşmıştım. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ise
müslümanlara Mina'da önünde duvar bulunmayan bir yerde namaz kıldırıyordu.
Safın önünden geçecek oldum, eşekten indim ve onu otlamak üzere serbest
bıraktıktan sonra safa girdim. Kimse benim bu yaptığıma tepki göstermedi.
11.
İmamın da, tek başına namaz kılanın da tehdit âyeti geldiğinde Allah'a
sığınmaları, rahmet âyeti geldiğinde onu Allah'tan dilemeleri mübahtır.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in gece namazı kılarken,
Kur'ân okuyuşunu anlatan Huzeyfe Radıyallahu anh şunları
söylemektedir: "...Ağır ağır okurdu. Tesbihin sözkonusu olduğu bir âyet-i
kerime okudu mu kendisi de tesbih getirirdi, bir dua âyeti okudu mu dilekte
bulunurdu. Allah'a sığınmayı ihtiva eden bir âyet-i kerime okudu mu o da
Allah'a sığınırdı."
Şâyet imama uyan
kimsenin Allah'a sığınması yahut dilekte bulunması imamı dinlememesi
sonucunu verecek olursa, böyle bir şey yapmaması gerekir. Eğer imamı
dinlememe sonucunu vermiyorsa yapabilir. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem imam Fatiha'yı okurken ona uyanın Kur'ân okumasını
yasaklamıştır.
12. Bir özür
sebebiyle namaz esnasında namaz kılanın kendi elbisesi yahutta sarığı
üzerine secde etmesi mübahtır.
Çünkü Enes Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Biz
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte namaz kılardık,
bizden herhangi bir kimse aşırı sıcaktan ötürü elbisesinin bir ucunu secde
edeceği yere koyardı."
13. Namazda
hapşırma yada herhangi bir nimetin ortaya çıkması halinde Allah'a hamdetmek
mübahtır.
Çünkü Rifâa b. Râfi'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in arkasında namaz kıldım hapşırdım. Bunun
üzerine ben.
“Allah'a pek
çok, pek hoş, mübarek kılınmış, bereketi arttırılmış, Rabbimizin sevip razı
olacağı şekilde hamdolsun." dedim. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
namazı kılınca şöyle buyurdu: "Namazda konuşan kimdi?" Kimse sesini
çıkarmadı, sonra ikinci defa: "Namazda konuşan kimdi?" diye buyurdu. Yine
kimse ses çıkarmadı, sonra üçüncü defa: "Namazda konuşan kimdi?" diye sordu.
Bu sefer Rifâa b. Rafi b. Afra: Ben ey Allah'ın Rasûlü dedi. Peygamber:
"Nasıl dedin" diye sorunca, Rifâa dedi ki: Allah'a pek çok, pek hoş, mübarek
kılınmış, bereketi arttırılmış, Rabbimizin sevip razı olacağı şekilde
hamdolsun, dedim. Bunun üzerine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim ki; otuz küsur melek
hangileri bu sözleri alıp yükseltecek diye birbiriyle adeta yarıştı."
14. Namaz kılan
kimsenin işaret yoluyla selamı alması mübahtır.
Çünkü Câbir Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bir iş için beni gönderdi.
Sonra namaz kılarken kendisine yetiştim. Ona selam verdim, o da bana işaret
etti. Namazı bitirince beni çağırdı ve şöyle dedi: "Az önce ben namaz
kılarken sen bana selam verdin."
İşaret parmakla
ya da bütün bir el ile yahut başla işaret etmekle olabilir, bunların hepsi
sünnette vârid olmuş hususlardır.
15.
Namaz kılan kimsenin önünden geçen kimseleri önlemek maksadıyla sütreye
yaklaşmak için yürümesi mübahtır. Çünkü Amr b. Şuayb babasından şöyle
dediğini rivâyet etmektedir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
ile Ezâhir tepesinden aşağı indik. Namaz vakti geldi. -Bir duvara doğru
namaz kıldı, demek istiyor- Biz arkasında durduk, o da orayı kıblesine aldı.
Bir karartı önünden geçmek istedi. Karnı duvara yapışıncaya kadar onu
geçirmemek için çalıştı. Sonunda arkasından geçip gitti.
Yine namaz kılanın önünden geçen kimseyi itmesi de mübahtır. Çünkü Ebu Said
el-Hudrî'den rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse namaz kılmakta iken kimsenin
önünden geçmesine müsâde etmesin. Elinden geldiği kadar onu bertaraf etsin.
Eğer illa geçmek isterse onunla çarpışsın. Çünkü o bir şeytandır."
16. Namaz kılan
kimsenin tahir iki ayakkabı ile namaz kılması mübahtır.
Çünkü Ebu Seleme
Said b. Zeyd'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Enes b. Malik'e:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem nalınlarıyla namaz kılıyor
muydu diye sordum, o: Evet dedi.
17. Namazda
şeytana lanet okumak, ondan Allah'a sığınmak ve az miktarda amel mübahtır.
Çünkü Ebu'd-Derdâ Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem namaza durdu. Onun,
"senden Allah'a sığınırım" dediğini duyduk, sonra şöyle buyurdu: "Seni
Allah'ın lanetiyle lanetliyorum." Bu sözlerini üç defa tekrarladı. Bir şey
alacakmış gibi elini uzattı. Namazı bitirince: Ey Allah'ın Rasûlü senin
namazda bundan önce söylediğini duymadığımız bir şey söylediğini duyduk.
Ayrıca elini ileri doğru uzattığını da gördük. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Allah'ın düşmanı İblis ateşten bir
alevli parça getirip onu yüzüme atmak istedi. Ben üç defa: senden Allah'a
sığınırım dedim. Sonra: Seni Allah'ın eksiksiz lanetiyle lanetliyorum dedim.
Fakat geri çekilmedi. Bunu üç defa söyledim, sonra da onu yakalamak istedim.
Allah'a yemin ederim eğer kardeşimiz Süleyman'ın duası olmamış olsaydı,
sabahı zincire vurulmuş olarak edecekti, Medine çocukları onunla
oynayacaktı."
Şanı yüce Allah
namazı Kur'ân-ı Kerim'de kullarına farz kılmıştır. Yüce Allah: "Çünkü
namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır." (en-Nisa, 4/3)
diye buyurmaktadır. Onun güvenilir peygamberi, güvenilir melek Cebrail
(salât ve selam ona)'den öğrenerek namazın nasıl kılınacağını bize
açıklamış, Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi vesellem de bize
kendisine uymayı emretmiştir. Mâlik b. el-Huveyris'in rivâyet ettiği hadiste
şöyle buyurmaktadır: "Ve benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz, siz de
öylece namaz kılınız."
Kullara farz
kılınan namazlar gece ve gündüzde beş vakittir. Ebu Muhayrîz'den rivâyete
göre Muhdecî diye çağrılan Kinane oğullarından bir adam Şam'da Ebu Muhammed
diye anılan bir adamı: Vitir vacibtir (farzdır) dediğini dinlemiş. Muhdecî
dedi ki: Ben de Ubade b. es-Sâmit'e gidip ona durumu haber verdim, Ubade
şöyle dedi: Ebu Muhammed hata etmiştir. Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Beş vakit namazı Allah kulları
üzerine farz yazmıştır. Kim bunları onların haklarını hafife al(mayıp),
onlardan herhangi bir şeyi zayi etmeksizin (eksiksiz) yerine getirerek
gelirse, onun Allah yanında kendisini cennete girdireceğine dair bir ahdi
olur. Kim de bunları yerine getirmeyecek olursa, onun Allah yanında herhangi
bir ahdi olmaz. Dilerse onu azablandırır, dilerse ona mağfiret buyurur."
Namazın vakitleri beş tanedir. Kur'ân-ı Kerim bunlara toplu bir şekilde
işaret etmiş, sünnet de bunlarla ilgili gerekli tafsilâtı vermiştir. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Güneşin (batıya doğru) kaymasından, gecenin
karanlığına kadar namazı dosdoğru kıl. Sabah namazını da. Çünkü sabah namazı
tanık olunan (bir namaz)dır."
(el-İsrâ, 17/78)
"Güneşin
kayması" zevâli demektir. "Gecenin karanlığına kadar" gecenin yarısına kadar
demektir. Çünkü karanlığın tamamı gece yarısında ortaya çıkar. İşte gündüzün
ortasından gecenin yarısına kadar olan bu vakitte bir namaz için vakit
olmayan bir an dahi yoktur. Buna dair geniş açıklamaları da sünnet
yapmıştır.
Öğle namazının
vakti zevalden itibaren herşeyin gölgesi kendisi kadar olana kadar devam
eder.
İkindi namazı bu
vakitten başlar, normal hallerde güneşin sararması vaktine kadar, zorunlu
hallerde ise batışına kadar devam eder.
Akşam namazının
vakti güneşin batışından şafağın (batıdaki kırmızılığın) kayboluşuna kadar
devam eder. Şafak denilen şey, güneşin batışı akabinde görülen
kırmızılıktır.
Yatsı vakti ise
şafağın kayboluşundan başlar, gece yarısına kadar devam eder.
Birbirine
bitişik olan bu dört vakite Abdullah b. Amr b. el-Âs'ın rivâyet ettiği ve
Sahih-i Muslim'de sabit hadis delil teşkil etmektedir. Buna göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Öğle namazının vakti
güneşin zevalinden sonra (batıya kaydığı vakit) başlar, adamın gölgesi kendi
boyu kadar oluncaya dek -ikindi girinceye- kadar devam eder. İkindinin vakti
ise güneş sararıncaya kadar devam eder. Akşamın vakti şafak batmadığı sürece
devam eder. Yatsının vakti ise gecenin orta yarısına kadar devam eder. Sabah
namazının vakti ise tan yerinin ağarmasından başlayıp, güneş doğmadıkça
devam eder. Güneş doğduğu takdirde namaz kılma! Çünkü o bir şeytanın iki
boynuzu arasında doğar."
Beşinci vakit ile ilgili olarak da yüce Allah: "Sabah Kur'ân'ını
(namazını) da" (el-İsra, 17/78) diye buyurmakta ve bu buyruğu
kendisinden önceki buyruklardan ayırmaktadır. Çünkü sabah namazının vakti
kendisinden önceki vakitlerden de, kendisinden sonraki vakitlerden de
ayrıdır. Zira gece yarısından tan yeri ağarıncaya kadar farz namaz için bir
vakit yoktur. Tan yeri ağardığından, güneşin doğuşuna kadar ise sabah
namazının vaktidir. Güneşin doğuşundan zevaline kadar olan zaman için de
farz namaz vakti yoktur. İşte bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim sabah namazını
tek başına sözkonusu ederek: "Ve sabah Kur'ân'ını (namazını)" diye
buyurmuştur. Yüce Allah'ın sabah namazından "Kur'ân" diye sözetmesi
sabah namazında okunan Kur'ân'ın nisbeten uzun tutulmasından dolayıdır.
Bu beş vakit
namazda kişi herhangi bir namazı vaktinden önce bir iftitah tekbiri süresi
kadar dahi erken kılacak olursa, namazı sahih olmaz. Çünkü o namazına
vaktinin girişinden önce başlamış olmaktadır. Eğer namazı şer'î bir mazeret
olmaksızın vaktinden sonraya bırakacak olursa, yine namazı sahih olmaz.
Mesela bir adam kasten sabah namazını ancak güneşin doğuşundan sonra kılsa
ve böylece sabah namazını eda etmek istese bu namaz ondan kabul olunmaz ve
onun için namazın kazasını yapması meşru değildir. Çünkü namazı kaza
etmekten onun bir faydası yoktur.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur: "Her kim
bizim bu işimize uygun olmayan bir amel işleyecek olursa, o merduttur."
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye'nin -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- tercihi
budur. Buna göre insan kasten namazı vaktinden sonraya geciktirecek olursa,
ondan kabul olunmaz. İsterse bin defa o namazı kılsın. Halbuki herhangi bir
mazeret sebebiyle namazı vaktinden sonraya bırakanın durumu böyle değildir.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Her
kim bir namazı unutur yahut uykuda iken geçirecek olursa, bunun keffareti
onun hatırladığı vakit kılmasıdır."
Öğle namazı
sünnet-i seniyye'den bilindiği üzere ikamet halinde dört rekât, yolculuk
halinde iki rekâttir. İkindi de öğle namazı gibidir. Akşam namazı ise
yolculukta da, ikamet halinde de üçer rekâttir. Yatsı namazı ise mukimken
dört rekât, yolculukta iki rekâttir. Sabah namazı ise ikamet halinde de,
yolculuk halinde de iki rekâttir.
Müslüman bu
namazları Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit olmuş şer'î
şekle uygun olarak eda eder. Namazın nasıl kılınacağını etraflı bir şekilde
daha önceden anlatmış bulunuyoruz.
İlim ehli
gündüzleri uzun, geceleri kısa olan yahut gündüzleri kısa olup, geceleri
uzun olan ülkelerde vakit takdiri meselesinde farklı görüşlere sahiptirler.
Aynı şekilde kuzey kutbunda gecenin altı ay devam ettiği kutub bölgelerinde
de durum böyledir. Güney kutbunda ise bu uzun süre gündüz olmaktadır. Kimi
ilim adamı süre takdirinde bulunulacağı görüşünü kabul ederken, kimisi bu
ülkeleri kendilerine en yakın olan ülke gibi değerlendirmek görüşündedir.
Birinci görüş:
Bazı ilim ehli kimseler şöyle demişlerdir:
Bütün bunların
tek bir hükmü vardır. O da onlar için namaz ve oruç vakitlerinin takdir
edileceğidir. Fakat bunlar hangi ülkeler göre takdirde bulunulacağı
hususunda iki ayrı görüşe sahiptirler:
a. Gündüzlerini
gecelerini aylarını; vakitlerin birbirinden ayırdedildiği ve herbirisinin
gecesi ve gündüzünde Allah'ın farz kıldığı namazın kılınabildiği, orucun
tutulabildiği, kendilerine en yakın bulunan mutedil ülke vakitleri hesabına
göre takdir cihetine gideceklerdir.
b. Bazılarının
görüşüne göre de bunlar vakitlerini teşriin nazil olduğu Mekke veya Medine
şehirlerine göre takdir edeceklerdir. Çünkü böylesi onlar için daha
kolaydır. Özellikle onlar gece gündüz namazlarında Kabe'ye yönelmektedirler.
Muhammed Reşid
Rıza Tefsiru'l-Menar'da şunları söylemektedir: "Takdirin hangi ülkeye göre
yapılacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Teşrî’in gerçekleştiği Mekke ve
Medine mutedil ülkelerine göre yapılacaktır, denildiği gibi; onlara en yakın
ülkeye göre yapılacaktır da denilir. Her ikisi de caizdir. Çünkü bu görüşler
ictihadidir. Bu hususta bir nass yoktur."
İkinci görüşe
gelince, kimi ilim adamı da şöyle demiştir:
Eğer bu
ülkelerde gece ve gündüz bulunuyor ise gündüz ne kadar uzun, gece ne kadar
kısa olursa ya da aksi olursa, bunlara namaz ve oruç farzdır.
Benim görüşüme göre tercihe değer olan şudur: Hüküm gece ve gündüzü bulunan
ülkeler ile gece ya da gündüzü bulunmayan ülkeler arasında farklıdır. Gece
ve gündüzü bulunan ülkelerde yaşıyanlar gündüz ne kadar uzasa ya da kısalsa
bile namaz kılmakla, oruç tutmakla yükümlüdürler. Çünkü yüce Allah hükmü
gece ve gündüze bağlı olarak vermiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Gündüzün iki tarafında, gecenin de birbirine yakın saatlerinde dosdoğru
namaz kıl! Çünkü iyilikler kötülükleri giderir. Bu iyi düşünenler için bir
öğüttür." (Hud, 11/114)
Hiçbir şekilde gece ve gündüzü bulunmayan -kutub bölgeleri gibi- ülkelere
gelince, bunlar vakitlerini kendilerine en yakın ülkelere göre takdir
ederler. Günlük yaşantılarının bazı halleri için belli bir takdirlerinin
bulunması kaçınılmazdır. Dünyalarında gereğince amel ettikleri hususlarda,
ibadetlerinde de gereğince amel etmeleri gerekir. Böylesi de onlar için daha
kolaydır.
Muhterem ilim
adamı faziletli Şeyh Abdu'l-Aziz b. Bâz’a -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
aşağıdaki sual sorulmuştur: Bazı ülkelerde gece ya da gündüz uzunca bir süre
devam etmektedir. Bazan da oldukça kısalmaktadır. Hatta beş vakit namaz
kılmaya elverişli olmamaktadır. Burada yaşayan insanlar namazlarını nasıl
eda edeceklerdir?
Muhterem müftü
aşağıdaki cevabı vermiştir:
Gecenin yahut
gündüzün oldukça uzun olduğu bu bölgelerde yaşayanlara düşen, eğer
ülkelerinde yirmidört saat zaman zarfında zeval ya da güneş batımı sözkonusu
olmuyorsa beş vakit namazı takdire göre kılmalarıdır. Nitekim Sahih-i
Muslim'de yer alan en-Nevvas b. Sem'an’ın rivâyet ettiği ve Peygamber
efendimizden sahih olarak gelen hadiste Deccal'in bir sene kadar uzun olacak
bir günü hakkında (bu kadar süre boyunca beş vakit namaz kılmanın yeterli
gelip gelmeyeceği hususuna dair) soru sormaları üzerine o: "Ona miktarına
göre takdirde bulunulur." diye buyurmuştur. İşte Deccal'in bir ay gibi
olacak ikinci gününün hükmü de böyledir, bir hafta gibi olacak gününün hükmü
de böyledir.
Gecenin kısalıp, gündüzün uzadığı yahutta aksinin görüldüğü yirmidört
saatlik sürelerin hükmü açıkça anlaşılmaktadır. Bu süre içinde diğer günler
gibi namaz kılarlar. Gece ya da gündüz istediği kadar kısa olsun. Çünkü
delillerin genelliği bunu gerektirmektedir.
Yolculuk halinde namaz ile ilgili İslamın teşrî’ buyurduğu hükümler, onun
müsamaha ve kolaylık göstermesinin bir sonucudur. Zorluk sözkonusu oldu mu
orada kolaylaştırma da sözkonusudur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (el-Bakara, 2/185);
"Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez."
(el-Bakara, 2/286)
Yolculukta namaz
ikamet halindeki namazdan farklıdır. Çünkü yolculukta namazın kısaltılması,
Ramazan ayında oruç açmanın mübah olması, mestler üzerine mesh süresinin
uzaması, sabah sünneti dışında cuma ve nafilelerin düşmesi ile bayram
namazları ve kurban kesme yükümlülüğünün kalkması gibi birtakım farklı
hükümler vardır.
Yolculuk
(sefer), ikamet olunan yerden ayrılmak demektir. Kişinin yolculuğu ister
kara, ister deniz, ister havada olsun dört rekâtli olan öğlen, ikindi ve
yatsı farzlarını kasretmesi gerekir. Sabah ve akşam namazının kasrı icma ile
caiz değildir. Çünkü bunlar da kasredilecek olursa bu namazlardan gözetilen
maksat ortadan kalkmış olur. Sabah namazının kasredilmesi azlığından ötürü
onu tamamen ortadan kaldırabilir ve onu tek bir rekât haline düşürür. Akşam
namazının kasrı ise onu tek rekâtli namaz olmaktan çıkartır. Üstelik
aslolan, nassa ittiba etmektir.
Dört rekâtli
namazların iki rekâte kasredilmesi sadece yolculuk halinde sözkonusu olur ve
bu müekked bir sünnettir. Herhangi bir sebep olmadan tamam kılmak mekrûhtur.
Hasta ve benzeri bir kimsenin ise namazları cem’ etmesi mümkün olduğu halde
kasretmesi caiz değildir. Buna dair delil kitab, sünnet ve icma ile
sabittir.
Kitabtan delil
yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, eğer
kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda
üzerinize bir vebal yoktur." (en-Nisa, 4/101) İnsan kaldığı
yerden dışarı çıkmadıkça yeryüzünde yolculuk yapan bir kişi olmaz. Vebalin
sözkonusu olmaması, sadece günahın sözkonusu olmaması anlamına gelmez.
Aksine engelin de sözkonusu olmadığı manasınadır. Namazı kısaltmanıza bir
engel yoktur, demektir.
Âyet-i Kerime
görüldüğü üzere kâfirlerin fitnesinden (fenalık yapmasından) korkulması hali
ile kayıtlıdır. Yani onların namazınızı tamamlamanızı engelleyeceklerinden
korkmanızla ilgilidir. Fakat bu kayıt, Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem'in bize Rabbinden haber verdiği üzere sünnet ile
kaldırılmıştır. Ya'lâ b. Ümeyye'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben
Ömer b. el-Hattab'a: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman eğer kâfirlerin
size bir fenalık yapmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızda üzerinize bir
vebal yoktur." (en-Nisâ, 4/101) buyruğu ile ilgili olarak
insanlar artık iman etmiş (ve güvenliğe kavuşmuş) bulunuyorlar, dedim. Bana
şu cevabı verdi: Senin hayret ettiğin şeye ben de hayret ettim, bunun
üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e buna dair soru
sordum, şöyle buyurdu: "Bu Allah'ın size verdiği bir sadakadır. O'nun
sadakasını kabul ediniz."
Böylelikle
güvenlik halinde namazı kısaltarak kılmak (kasr) Allah'ın bize bir
tasaddukudur.
Sünnete gelince
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ister hacca gitmek, ister
umre yapmak, isterse de gaza yapmak üzere bütün seferlerinde namazlarını
kasr ile kıldığına dair haberler tevatür derecesindedir. İbn Ömer dedi ki:
Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte yolculuklarda
bulundum. Yüce Allah vefat ettirinceye kadar iki raketten fazla kılmadı. Ebu
Bekir ile de yolculuklarda bulundum, o da Allah vefat ettirinceye kadar iki
rekâtten fazlasını kılmadı. Ömer ile de birlikte oldum, o da Allah vefat
ettirinceye kadar iki rekâtten fazla kılmadı. Daha sonra Osman ile birlikte
yolculuklarda bulundum. O da Allah vefat ettirinceye kadar iki rekâtten
fazla kılmadı. Yüce Allah da: "Andolsun ki sizin için... Rasûlullahda
güzel bir örnek vardır." (el-Ahzab, 33/21) diye buyurmaktadır.
Abdullah b. Mesud dedi ki: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile
birlikte Minâ'da (farzı) iki rekât olarak kıldım. Ebu Bekir es-Sıddîk ile
birlikte Minâ'da iki rekât kıldım, Ömer ile birlikte Minâ'da iki rekât
kıldım. Dört rekât kılmak yerine, keşke kabul olunan iki rekât nasib olsa."
Enes b. Malik
dedi ki: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte Mekke'ye
gitmek üzere Medine'den çıktık. O dönünceye kadar (dört rekâtli namazları)
ikişer rekât, ikişer rekât olarak kıldım. (Enes b. Malik'ten rivâyette
bulunan dedi ki:) Ben Mekke'de kaç gün kaldı? diye sordum, o: On gün, dedi.
İcmâ’a gelince,
İbn Kudame şöyle demektedir: İlim ehli hac, umre ya da cihad gibi namazın
kısaltılabileceği bir mesafeye yolculuk yapan kimsenin dört rekâtlik namazı
kısaltarak iki rekât olarak kılabileceğini icmâ’ ile kabul etmişlerdir.
1.
Yolculuk mesafesinin namazı kısaltmayı mübah kılacak kadar olması.
Hikmeti sonsuz şeriat koyucu namazı kısaltıp, oruç açmanın mübah olmasını
herhangi bir sınır sözkonusu olmaksızın mutlak olarak yolculuğa bağlamıştır.
Şu kadar var ki, yolculukta zorluk çekme ihtimali bulunduğundan zorluk da
çoğunlukla ancak uzun yolculuk halinde sözkonusu olduğundan fukahâ -Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun- namazı kısaltmayı ve oruç açmayı mübah kılan sefer
uzaklığını sınırlandırmakta farklı görüşlere sahib olmuşlardır.
Onlardan kimisi
namazı kısaltıp, oruç açmanın caiz olacağı uzaklığın tam iki gün ve daha
fazla yolculuk mesafesi olduğu kanaatindedir ki; bu da yaklaşık seksen
kilometreye denk düşer.
Kimisi namazı
kısaltmayı ve oruç açmayı mübah kılan uzaklığın üç günlük mesafe olduğu
görüşündedir.
Bazılarının
görüşüne göre namazı kısaltmayı ve oruç açmayı mübah kılan uzaklık sadece
bir günlük mesafedir.
Kimisinin
görüşüne göre de namazı kısaltmayı ve oruç açmayı mübah kılan yolculuk
mesafesinin sınırı yoktur. Aksine örfen yolculuk diye adlandırılabilecek
herbir yolculukta oruç açmak caizdir.
Tercihe değer
olan görüş ise birincisidir. Çünkü iki günlük mesafe bir hazırlığı
gerektirir ve böyle bir yolculukta açıkça görülebilecek bir zorluk vardır.
İşte ashab-ı kiram ve tabiinden bir topluluk bu görüşü kabul etmiştir. Üç
mezhebin imamı Malik, Şafiî ve Ahmed (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun)'in
görüşü de budur.
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şunları söylemektedir:
"...Namazın kısaltılıp, oruç açılabilecek yolculuk miktarına gelince, Malik,
Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre bu iki günlük mesafedir. Bununla deve ve
piyade yürüyüşünü kastederler ki bu da onaltı fersahtır.
Mekke ile Usfan
ve Mekke ile Cidde arası gibidir. Ebu Hanife der ki; bu üç günlük mesafedir.
Selef ve haleften bir kesim de şöyle demiştir: Hatta iki günden daha az bir
mesafe için de namazını kısaltır ve orucunu açar. Bu da kuvvetli bir
görüştür..."
İbn Kudame dedi
ki: Eğer yolculuğun miktarı hususunda şüpheye düşerse namazı kısaltması
mübah olmaz. Çünkü aslolan tamamlamaktır. Bu asıl, şüphe ile ortadan
kalkmaz. Muteber olan da niyettir. Seferin hakikati değildir. Şâyet uzunca
bir yolculuk niyet edip de namazını kısaltır, sonra yerinde kalmayı ya da
dönmeyi uygun görürse, kıldığı namaz sahih olur. Şâyet kaçan bir köleyi
yakalamak yahutta yağmur yağan bir yeri bulmak maksadıyla çıkacak olup da ne
zaman bulursa geri döner yahut ikamet eder niyetinde ise; isterse bir aylık
süre yolculuk yapsın namazını kısaltmaz.
Belli bir yere
götürülmek maksadıyla zorla alınıp götürülen esir gibi kimseler, namazlarını
kısaltabilirler. Çünkü bunlar namazı kısaltma mesafesi kadar yolculuk
yapmayı kasteden kimselere tabidirler. Onların şehirlerine ulaştı mı o vakit
namazını tamam kılar. Şâyet şehrin biri uzun, biri kısa iki yolu var ve
kasretmek için uzak yolu takip ederse bu hakkını kullanabilir. Çünkü
böylesi, benzerinde namazın kısaltıldığı bir yolculuktur, onun için de
namazı kısaltmak caiz olur. Tıpkı başka izleyecek yolu olmayan kimse
durumundadır.
2.
Yolculuğun mübah olması gerekir. Çünkü yolculuklar beş kısma ayrılırlar:
a- Haram
yolculuklar.
Küfür ülkesine, çıplaklık, uyuşturucu ve günah peşine takılmak kastıyla
yolculuk yapmak gibi haram bir iş için sefere çıkmak. Yol kesicilerin,
hırsızların ve onların hükmünde olup, yeryüzünde fesadı yayıp mü'minlere
eziyet verenlerin yolculukları gibi, mahremsiz kadının yolculuğa çıkması da
bu türdendir.
b- Mekrûh
yolculuk.
Tek başına yola çıkmak buna örnektir.
c- Mübah
yolculuk.
Kır gezintisi yapmak kastıyla yola çıkmak.
d- Vacib
yolculuk.
Hac, umre ya da cihad farizası için yolculuk yapmak gibi.
e- Müstehab
yolculuk.
İkinci defa haccetmek için yapılan yolculuk gibi.
Haram ve mekrûh
olmayan yolculuğa da “mübah yolculuk” denilir.
İbn Kudame dedi
ki: Kaçan köle gibi masiyet olan, yol kesmek yahut şarab ticareti gibi bir
maksatla yolculuk yapanlar, namazlarını kısaltmazlar. Bunlara yolculuk
ruhsatlarından hiçbir ruhsat yoktur. Çünkü ruhsatların masiyetler ile
alakalı kılınmaları caiz değildir. Zira bu durumda masiyetlerin işlenmesine
bir yardım ve onlara bir propaganda olur. Şeriatte de böyle bir şey gelmez.
Masiyet için
yolculuğa çıkan kimsenin yolculuk ruhsatlarından faydalanması engellenir.
Namazını kısaltması, üç gün süreyle mestlerine mesh etmesi, ramazan ayında
oruç açması men olunur. Eğer haram yolculuğu -yolculuğundan tevbe ve
istiğfar ederek dönmesi halinde olduğu gibi- mübah yolculuğa dönüşecek
olursa, şartlarına uymak suretiyle namazını kasretmesi caiz olur.
3.
Yolculuğa başlaması ve kasabasının mamur yerlerinden ayrılması. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman... namazı
kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur." (en-Nisa, 4/101) Çünkü
böyle bir kimse yolculuğa başlamaksızın yeryüzünde yolculuğa çıkmış
sayılmaz. Kendi şehrinde kalmaya devam ettiği sürece kasretmesi caiz
değildir. İsterse yolculuk yapmayı kesin kararlaştırmış yahut yükünü
yüklemiş ya da evler arasında bineği üzerinde gitmekte olsun, farketmez.
İbn
Kudame dedi ki: Yolculuk yapmaya niyet eden kimsenin kasabasının evlerinden
ayrılıp onları geride bırakmadığı sürece namazını kısaltma imkânı yoktur.
Malik, Şafiî, Evzaî, İshak ve Ebu Sevr böyle dedikleri gibi; bu görüş
tabiinden bir topluluktan da nakledilmiştir.
İbnu'l-Münzir
dedi ki: Kendisinden ilim bellediğimiz herkes icma ile şunu ifade etmiştir.
Yolculuğa çıkmak isteyen bir kimse ancak yolculuğa çıkacağı kasabanın
evlerinin dışına çıktığı vakit namazını kasredebilir.
Enes Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte öğlen namazını
Medine'de dört rekât, Zu'l-Huleyfe'de iki rekât olarak kıldım."
Seleften
bazılarının görüşüne göre yolculuk yapmaya niyet eden bir kimse, evinde dahi
olsa kasretmeye başlayabilir.
Ancak sahih olan
görüş şudur: Kasretmek sadece yolculuk için meşru kılınmıştır. Dolayısıyla
bir kimse yolculuğa başlayıp, şehir ya da köyde ikamet ettiği yeri bırakıp,
ayrıldı mı kasretmesi de caizdir.
4.
Namaza başlamak niyeti ile birlikte kasretmeyi niyet etmelidir. Çünkü mutlak
olarak niyet edecek olursa, bu niyeti asıl olan için muteberdir ki; o da
namazı tamam kılmaktır. Eğer tamam kılmayı da niyet ederse, bu niyetin
gereğini yerine getirmelidir.
5.
Kılacağı namazın mukimken kılınması farz olan bir namaz olmaması gerekir.
Şâyet mukimken bir namazı terkedip de yolculukta onu kaza edecek olursa, onu
kasr ile kılması caiz değildir. Çünkü o namazı dört rekât olarak kılması
artık teayyün etmiş (kesinlik kazanmış)dır. Onu eksiltmesi caiz değildir.
Tıpkı dört rekât kılmayı niyet etmiş gibidir. Ayrıca kaza edaya göre nazar-ı
itibara alınır, eda da böyle bir durumda dört rekâttir.
6.
Mukim bir imama uymamalıdır. Eğer mukim bir imama uyarsa, namazını
tamamlaması gerekir. Namazın tümünde ya da bir bölümünde o imama uyması
farketmez. Musa b. Seleme'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Mekke'de İbn
Abbas ile birlikteydik, ben: Sizinle birlikte kılınca dört rekât kılıyoruz,
kendi eşyamızın olduğu yere geri dönünce iki rekât kılıyoruz (olur mu?)
dedim. O, işte Ebu'l-Kasım'ın Sallallahu aleyhi vesellem sünneti
budur, dedi.
İşte bu durum Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in sünneti ile
alakalıdır. Kısaltılan namaz aslı itibariyle dört rekâtlidir. Dolayısıyla
onu (kısa olarak) dört rekâtli kılanın arkasında kısaltarak kılamaz.
İlim ehlinin
büyük çoğunluğu kasrın süresi içerisinde yapılması şartını koşmuşlardır. Bu
da gittiği yerde ikamet etmeyi kararlaştıran bir kimse için dört gün veya
daha az bir süredir.
1.
Bir kimse namaza mukim olduğu beldede başladıktan sonra yolculuğa başlayacak
olursa, namazını tamamlaması vacibtir. Çünkü o namazı tamam kılması gereken
bir halde namaza başlamıştır. Örneği şudur: Bir adam bir şehri boydan boya
geçer, bir nehirde demirlemiş bulunan bir gemide bulunuyorken namaza
başlayarak tekbir alır, bu sırada gemi harekete geçer ve bulunduğu şehirden
o henüz namazda iken ayrılır. Böyle bir kimse ikamet ettiği yerde namaza
başladıktan sonra yolculuk başladığından ötürü namazını tamamlaması gerekir.
2.
Yolcu olan bir
kimse şehrine girmeden önce namaza başladıktan sonra namazda iken şehre
girerse, namazını tamamlaması gerekir. Buna da şöyle bir örnek verilebilir:
Bir adam bir gemide iken şehrine girmeden önce namaza başlar, sonra namaz
kılmakta iken şehre girerse namazını tamamlaması gerekir.
Bu iki meselenin
herbirisinde (birincisinde de, ikincisinde de) iki sebep birarada
bulunmaktadır. Sebeplerin birisi namazı kısa kılmayı mübah kılarken,
ikincisi engel teşkil etmektedir. Bundan dolayı engel tarafı ağır basmıştır.
Zira fukahânın kabul ettiği ilkeye göre; mübah kılan bir sebep ile yasak
kılan bir sebeb bir araya gelecek olursa, hüküm yasak kılan sebepe göre
verilir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Sen, seni şüpheye düşüreni bırakarak, seni şüpheye düşürmeyene
yönel."
Yine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "... Her
kim şüphelerden sakınırsa o dini, şeref ve haysiyeti lehine kötülüklerden
uzak kalmış olur..."
İbn Kudame bu
iki meseleyle ilgili olarak şunları söylemektedir: Çünkü bu, sefer ve ikamet
halinde farklılık arzeden bir ibadettir. Bu ibadetin iki tarafından birisi
ikamet halindedir. Bundan dolayı -mesh meselesinde olduğu gibi- ikamet
halinin hükmü daha galib görülmüştür.
3.
Mukimken kılmayı unuttuğu bir namazı yolcu iken hatırlayan bir kimse
(namazını tam kılar); çünkü böyle bir namazı tam kılmakla yükümlü olmuştur.
Dolayısıyla bunu tam olarak kaza etmelidir. Ebu Katade'den şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e uykuda
kalıp, namaza uyanmamak haline dair soru sordular da şöyle buyurdu:
"...Sizden herhangi bir kimse bir namazı unutur yahut uykuda olup uyanamazsa
onu hatırladığı vakit kılıversin."
Yani namazı hatırladığı vakit olduğu gibi kılsın.
4.
Yolculukta
kılmayı unuttuğu bir namazı ikamet halinde hatırlayan bir kimseyle ilgili
olarak Nevevî şunları söylemektedir: Yolculuk halinde kılamadığı bir namazı
bulunan kimse hakkında iki görüş vardır. (Şafiî) kadim görüşünde şunları
söylemektedir: Bu kimse namazını kısa kılabilir. Çünkü bu yolda kılınması
gereken bir namazdır. Dolayısıyla kazası (rekât) sayı(sı) itibariyle edası
gibidir. Tıpkı mukim iken kaçırdığı namazı yolculukta kılmak istemesi
halinde olduğu gibi. Cedid (yeni) görüşünde de şöyle demiştir: Böyle bir
kimsenin namazını kasr ile kılması caiz değildir. Daha sahih olan da budur.
Çünkü bu bir özre bağlı olarak öngörülen bir hafifletmedir. Hasta namazında
(ayakta duramayanın) oturması gibi.
Şâyet namazını
yolcu iken geçirmiş de yolculukta kaza etmeye kalkışırsa, bu hususta iki
görüş vardır: Birincisine göre namazını kısaltarak kılamaz, çünkü bu dörtken
iki rekâte indirilmiş bir namazdır. O halde cuma namazı gibi vakit de bu
namazın şartları arasındadır.
İkincisi namazını kısaltabilir, görüşüdür. Daha sahih olan budur. Çünkü bu
bir özre bağlı olarak sözkonusu olan bir hafifletmedir. Özür de devam
etmektedir. O halde hafifletme hükmü de kalıcılığını sürdürür. Hasta
namazında oturmak gibi.
Şâyet mukimken
kılması gereken bir namazı yine mukimken kaçırmış ve bunu hatırlarsa, onu
tam olarak kılar.
5.
Yolcu mukim olan bir kimseye uyacak olursa namazını tamam kılmalıdır. Çünkü
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem in "... Yetişebildiğiniz
kadarını kılınız, yetişemediğinizi tamamlayınız."
buyruğunun umumi oluşu bunu gerektirmektedir. Şâyet öğle namazının bir
rekâtine yetişirse, kendisi üç rekât kılar. Eğer son teşehhüde yetişirse
dört rekât kılar. Eğer yolcu bir kimse cuma namazından bir rekâtten daha az
bir bölümü yetişecek olursa mukim olan bir kimseye uyduğundan ötürü onu dört
rekâte tamamlaması gerekir.
Bir tek rekât yetişirse, cuma namazı olarak tamamlar.
6.
Yolcu bir kimse mukim olduğunu zannettiği yahutta misafir mi, mukim mi
olduğunda şüphe ettiği birisine uyacak olursa, imamı kasr ile kılsa dahi
niyete itibar edilerek namazını tamamlaması gerekir. Çünkü kasrın
şartlarından birisi de tereddüt sözkonusu olmaksızın kat'i bir şekilde kasra
niyet etmektir.
Eğer niyetini:
Benim imamım tamamlarsa tamamlarım, kasrederse ben de kasrederim diye
imamına bağlı olarak yaparsa, imamına uyabilir. Eğer imam kasr ile kılarsa
onun için de kasretmek farz olur. Şâyet tamamlarsa onun da tamamlaması farz
olur. Bu şüpheye girmez. Aksine bu bir fiilin bağlı olduğu sebeplerine
taliki (ona bağlı kılınması) kabilindendir.
Şâyet hava
alanında yolculuk eşyalarını taşıyan bir kimse olması gibi, yolcu olduğuna
delil teşkil edecek belirtiler bulunduğundan ötürü ağırlıklı olarak yolcu
olduğunu zannederse, kasr ile kılmayı niyet edebilir. Fakat imamına uymakla
görevlidir. Eğer imam kasr ile kılarsa ona uyar, tamamlarsa yine ona uyar.
7.
İbn
Kudame yolcudan bahsederken şunları söylemektedir: Şâyet namazını
tamamlamayı niyet eder yahut mukim olan bir kimseye uyup namaz fasid olur ve
kendisi bu namazı iade etmek isterse yine namazını tamamlaması gerekir.
Çünkü mukim olan bir kimsenin arkasında namaza durmak ve tamamlamak niyeti
olduğundan ötürü namazı tam olarak kılması vacib olur. Şafiî'nin görüşü
budur. es-Sevri ile Ebu Hanife şöyle demişlerdir: İmamın namazı fasid olursa
misafir normal kendi haline döner.
Tercih edilen
görüş de misafirin eski haline döneceğidir. Tek başına yahutta kasr ile
kılan bir cemaat ile birlikte namaz kılacak olursa namazını kasredebilir.
Çünkü onun başladığı namaz aslı itibariyle tamam değildir. Bir imama tabi
olarak tamamlaması meşru kılınmış bir namazdır. Bu namaz fasid olduktan
sonra tabi oluş ta ortadan kalkmış olur, geriye sadece namazı kasr ile kılma
yükümlülüğü kalır.
Aynı şekilde
yolcu bir kimse ikamet halinde olan birisine ve namaza başladıktan sonra
uyacak olursa, kendisinin abdestsiz olduğunu hatırlarsa gider abdest alır.
Geri döndüğünde insanların namazlarını bitirdiklerini görecek olursa,
namazını tamamlama yükümlülüğü yoktur. Çünkü kılmak için başladığı namaz
esasen akdolmuş değildir.
8.
Yolcu bir kimse
yolculuğunda iken namazın vakti girmekle birlikte daha sonra (vakit
çıkmadan) şehrine girerse, namazın fiilen kılınması gereken halini nazar-ı
itibara alarak namazını tam kılar. Şâyet kendisi şehrinde bulunuyorken namaz
vakti girer, sonra yolculuğa çıkarsa bu sefer de namazını kasr ile kılar.
İbn Kudame der
ki: İbnu'l-Münzir dedi ki: Kendisinden ilim bellediğimiz her bir ilim adamı
böyle bir kimsenin namazını kasr ile kılabileceğini icma ile kabul
etmişlerdir. Malik, Evzai, Şafiî ve Re'y ashabının görüşü budur. Çünkü bu
kişi namazın vakti çıkmadan önce yolculuğa çıkmıştır, namaz vacib olmadan
yolculuğa çıkmış bir kimseye çok benzer.
9.
Misafir kasrı
da, tamam kılmayı da niyet etmeksizin dört rekâtli bir namaz kılmaya
başlayacak olursa, İbn Kudame der ki: "Bizim lehimize delil, aslın tamam
kılınmasıdır. Niyet mutlak kılındığı takdirde buna göre değerlendirilir.
Diğer taraftan
aslın kasr olması dolayısıyla kasr ile kılacağı görüşündedir. Ancak daha
ihtiyatlı olan tamam kılmaktır. Niyet edecek olursa, niyetine göre amel
eder. Kasrı niyet ederse kasr ile, tamamlamayı niyet ederse tamamlayarak
namazını kılar.
10.
Misafir bir
kimse namaza başladıktan sonra kasra niyet edip, etmediğini bilemeyip
niyetinde şüpheye düşerse İbn Kudame der ki: Eğer kasr niyetinde şüphe
ederse tamamlaması gerekir.
Diğer taraftan
kasredeceği ve tamamlamakla yükümlü olmadığı görüşünde olanlar da vardır.
Çünkü yolcu namazında aslolan, kasrdır. Ayrıca bir şeyin varlık ya da
yokluğunda şüphe eden kimse hakkında aslolan böyle bir şeyin olmamasıdır. Bu
durumda bu kişi niyeti olmayan bir kimseye benzer, bununla birlikte daha
ihtiyatlı olan, namazını tamam kılmasıdır.
11.
Yolcu bir kimse dört günden fazla ikamet etmeyi niyet edecek olursa,
namazını tamamlaması gerekir. Buna delil Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in uygulamasıdır. O Mekke'ye Veda haccında zulhiccenin pazara
tesadüf eden dördüncü günü geldiğinde pazar, pazartesi, salı ve çarşamba
günleri Mekke'de ikamet edip, perşembe günü Medine'ye çıkınca Mekke'de
kaldığı dört gün süresince namazını kasr ile kılmıştır.
İlim ehli bu
mesele hakkında oldukça geniş çapta ihtilâf etmişlerdir. Sahih olan şudur:
Eğer dört günden fazla ikamet etmeye niyet edecek olursa, diğer mukimler
gibi namazını tamamlaması ve oruç tutması gerekir. Çünkü onun hakkında
yolculuk hükümleri sona ermiş olur. Onun bu ikametinin öğrenim, ticaret
yahutta bunların dışında mübah başka herhangi bir iş için olması arasında
fark yoktur.
Şâyet dört gün
ve daha az süre kalmayı niyet eder ya da ne zaman biteceğini bilemediği bir
ihtiyacını görmek üzere ikamet ederse, hakkında yolculuk hükümleri sona
ermediğinden ötürü namazlarını kasr ile kılabilir.
12.
Bir gemide yolculuk yapan ve gemi dışında evi bulunmayan bir denizcinin eğer
gemide aile halkı, tandırı ve diğer ihtiyaçları bulunuyorsa bu kimsenin
ruhsatlardan yararlanması mübah değildir. el-Esrem dedi ki: Ben Ebu
Abdullah'a denizci kimseye, namazını gemide kasr edip ramazan orucunu
açabilir mi, diye soru sorulması üzerine şu cevabı verdiğini gördüm: Eğer
gemi onun evi ise bu kimse namazını tam kılar ve oruç tutar. Ona: Gemi nasıl
olur, evi olur diye sorulunca şöyle der: Gemiden başka bir evi olmaz, ailesi
onunla beraber gemide bulunur ve orada ikamet ediyorsa (gemi onun evi
demektir). Ata'nın görüşü budur. Şafiî de şöyle demiştir: Nassların
genelliği dolayısıyla namazını kasr ile kılar. Ramazan orucunu açabilir.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in Abdullah b. eş-Şihhir'e şöyle
dediğini biliyoruz: "Allah'ın yolcu üzerinden neleri kaldırdığını biliyor
musun?" Ben: Allah yolcudan neleri kaldırdı? diye sordum, O: "Orucu ve
namazın yarısını" diye buyurdu.
Diğer taraftan kişinin aile halkının kendisi ile birlikte bulunması bu
ruhsatlardan istifade etmesine engel değildir. Tıpkı deve kervancısının
durumunda olduğu gibi.
Sahih olan
şudur: Denizcinin yanında aile halkı vardır. O ayrıldığı şehirde de,
gideceği şehirde de ikameti niyet etmemektedir. İşte böyle bir kimsenin
namazını tamamlaması gerekir. Çünkü onun şehri gemisidir. Şâyet herhangi bir
beldede ikamet etmek niyeti olursa bu durumda az önce mesafe ve zaman ile
ilgili kaydettiğimiz kayıtlara uygun olarak yolcu sayılacağından, namazını
kasr ile kılar.
Ebu Davud dedi
ki: Ben Ahmed'i ömrü boyunca yolculukta olan kervancı hakkında şunları
söylerken dinledim: Böyle bir kimsenin bir yere varıp, bir gün dahi olsa
ikamet etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Ona iki, üç ve dört gün yolculuk
hazırlıkları için ikamet eder, denildi, o: Böyle bir kimse namazını kasr ile
kılar dedi.
Kadı Ebu'l-Hattab'ın naklettiğine göre böyle bir kimse tıpkı denizci gibi
namazını kasr ile kılamaz. Ancak bu sahih değildir. Çünkü böyle bir kimse
kendisine şefkat duyulması gereken bir yolcudur. O bakımdan başkası gibi
namazı kasretme hakkına sahiptir. Bunu denizciye kıyas etmek sahih olamaz.
Çünkü denizci yolcu iken de, mukim sayılırken de kendi evindedir. Kendisi
için gerekli ihtiyaçları, tandırı ve aile halkı onunla beraberdir. Bu
özellik ise denizciden başkasında bulunmamaktadır. Eğer kervancı aile
halkıyla birlikte yolculuğa çıkacak olursa, bu onun için daha ağır olur ve
ruhsatlardan istifade etmek hakkını daha çok elde eder.
Posta adamına
çokça benzeyen, bir şehirden öbürüne haberleri götüren ve böylelikle hızlıca
yol alan kimseye "el-feyc" denilmektedir ki, bu kişi de kasr hükmü
itibariyle tıpkı kervancı gibidir.
13.
Bir başka şehire
yolculuk yapıp, o şehrin birisi kasr mesafesine ulaşan uzak, diğeri ise kasr
sınırına ulaşmayan yakın olmak üzere iki yolu bulunuyorsa bu yolların
uzağını izlerse, namazını kasr ile kılabilir. Çünkü böyle bir kimse
hakkında, kasr yapılabilen bir mesafeye yolculuk yaptığı söylenebilir.
Ramazan ayında
oruç açmaya yol bulmak için, kasten daha uzak yolu izlerse, oruç açması
haram olur, bu durumda oruç tutması ona vacibtir (farzdır).
14.
Yolculuk yapması
engellenen ve ikameti niyet etmeyen bir yolcu -devlet yetkilisinin haklı ya
da zulmen alıkoyduğu yahutta düşman, hastalık veya korku sebebiyle
alıkonulan kimsenin halinde olduğu gibi- eğer alıkonulması dört gün ve daha
az bir süre ise namazlarını kasr eder. Şâyet dört günden fazla uzun olursa,
ne kadar süre alıkonulacağını bilmeyen dışında namazlarını kasr ile kılmaz.
Eğer bilmiyorsa durum ne olursa olsun kasr ile kılar.
15.
Yolcu dört günden fazla ikamet etme kararını vermezse, namazını kasr
edebilir. İbn Kudame der ki: Eğer: Filan ile karşılaşırsam ikamet ederim,
değilse ikamet etmem, diyecek olursa, yolculuğunun hükmü batıl olmaz. Çünkü
o henüz ikamet etme kararını vermemiştir.
Yine bir
ihtiyacını görmek üzere kalan fakat mutlak olarak ikamet etmeyi niyet
etmeyen bir kimse ne kadar kalırsa kalsın namazını kasr ile kılar. Çünkü
böyle bir kimse bir yeri vatan edinmiş olarak değerlendirilmez. İkamet zaman
ve iş ile kayıtlanır. Eğer dört günden fazla ikamet etmeye niyet eder ise
namazlarını tamam kılar. Daha kısa süre kalmaya niyet eder ve oradaki
kalışını herhangi bir işe bağlı kılarsa, bu süre uzayacak olsa dahi,
namazını daima kasr ile kılar. Tedavi olmak üzere gidip de bunun ne zaman
sona ereceğini bilmeyen kimsenin hali gibi.
16.
Şâyet yolculuk mübah olmakla birlikte, niyetini değiştirerek masiyet için
yolculuğunu sürdürürse ruhsatın sebebi ortadan kalktığından yolculuk
sebebiyle yararlanabileceği ruhsatlar da sona erer. Eğer bir masiyet niyeti
ile yolculuk yapıp da sonradan mübaha doğru niyetini değiştirirse, bu sefer
yolculuğu mübah olur ve mübah seferde mübah olan şeyler onun için de mübah
olur. Yolculuk süresi ise, niyetini değiştirdiği noktadan itibaren
muteberdir. Eğer yolculuğu mübah iken bu yolculuğunda masiyet işlemeyi niyet
ederse, sonra mübah niyete geri dönerse kasr mesafesi mübah niyete
dönüşünden itibaren muteberdir. Çünkü onun yolculuğunun hükmü masiyet
niyetiyle ortadan kalkmış olur. Bu haliyle ikamet etmeyi niyet eden kimseye
benzer. Daha sonra tekrar yolculuğu (mübah) niyete geri dönmüş olur. Şâyet
yolculuk mübah olmakla birlikte bu yolculukta Allah'a asi olunuyor ise, bu
hal onun ruhsatlardan yararlanmasına engel değildir. Çünkü asıl sebep mübah
olan yolculuktur. Bu da baştan mevcut olduğundan ötürü böyle bir mübah
seferin hükmü de sabit olur. Masiyetin varlığı buna engel teşkil etmez.
Nitekim ikamet halinde iken masiyette bulunması bu hususlarda gerekli
ruhsatlardan yararlanmasına da engel olmaz.
17.
Misafir kısa bir mesafeye yolculuk yapmak üzere niyetini değiştirecek
olursa, namazını tamamlaması gerekir. Onun arkasında namaza duranların da
ona uymaları gerekir.
18.
Kasr ile
kılmanın haram olduğuna inandığı halde, namazını kasr ile kılan bir kimsenin
namazı fâsiddir. Çünkü böyle bir kimse haram olduğuna inandığı bir işi
yapmaktadır.
Namazı kasretmek
bir ruhsattır. Özü itibariyle, İslâmın müsamahâkarlığa ve müslümanların
içinde bulundukları hallere ve şartlara riayet ettiğine delildir. Gerçekten
yolcunun karşı karşıya kaldığı yorgunluklar oldukça fazladır, geçirdiği
meşakkatler pek çoktur.
Fakat farz olan
ibadeti kesintiye de uğratmaması gerekir. Elinden geldiği kadarıyla
sünnetleri, vacibleri de işlemeye çalışmalıdır. Ta ki mü'min nerede konaklar
ve nereden göçerse Rabbi ile olan ilişkisini sürdürmeye devam etsin, hayatı
itaatle dolu olarak yaşasın, iman, ruhunda iyice yer etsin.
Gerçekten bu
İslâmın müslümanın yolculuklarında, hastalıklarında ve korku halinde
müslümanın hallerine riayet eden müsamahakârlığıdır. Hikmeti sonsuz, ilmi
herşeyi kuşatmış olan yüce Rabbimizin şeriati de her zaman ve mekânda
insanın durumuna uygun ve yeterli bir şeriat olarak tecelli etmiştir.
Şüphesiz ki bu, insanların şartlarını gözönünde bulunduran, bünyesinde
şefkat, merhamet ve kolaylığı barındıran yüce Allah'ın adaletidir. O şöyle
buyurmaktadır: "Allah size güçlük çıkarmak istemez; ama sizi iyice
temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister; ta ki şükredesiniz."
(el-Maide, 5/6)
İbn Abdi'l-Berr
dedi ki: Yolcu kimse mukim olanların namazına katılacak olursa ve bunun bir
rekâtini kıldığı takdirde dörde tamamlaması gerektiğine dair fukahânın
çoğunluğunun ittifak halinde olması, kasrın ruhsat olduğunun açık bir
delilidir. Çünkü eğer yolcunun kılması gereken farz, iki rekât olmuş
olsaydı, hiçbir şekilde o dört rekât kılmakla yükümlü olmazdı.
Cem’ iki
namazdan birini diğerine katmaktır. Öğle ile ikindi cem’ edilebildiği gibi,
akşam ile yatsı da cem’ edilebilir. Başkalarında cem’ olmaz. Cem’ sebebi var
olduğu takdirde aşağıdaki iki delil dolayısıyla sünnettir.
1. Cem’ bir
ruhsattır, yüce Allah da ruhsat verdiği şeylerin yapılmasını sever.
2. Cem’ ile
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e uymak sözkonusudur. Çünkü o
cem’ yapmayı mübah kılan sebebin varlığı halinde namazları cem’ ederdi. Bu
da Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'in: "...Benim nasıl namaz
kıldığımı gördüyseniz, siz de öylece namaz kılınız..."
buyruğunun genel çerçevesine girer.
Cem’ yapmayı
mübah kılan sebebin varlığından ötürü cem’ yapmak caiz olduğu takdirde, iki
vakit tek bir vakit olur. Kişi iki namazı birincisinin ya da ikincisinin
vaktinde ya da ikisi arasındaki bir vakitte kılmakta muhayyerdir. Çünkü Muaz
b. Cebel Radıyallahu anh'dan gelen rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem Tebûk gazvesinde idi. Eğer yola koyulmadan
önce güneş batıya doğru kaymışsa, öğle ile ikindiyi cem’ ile kılardı. Şâyet
güneş batıya kaymadan önce yola koyulmuşsa öğleni ikindi vakti girene kadar
geciktirirdi. Akşam namazını da böyle yapardı. Eğer yola koyulmadan önce
güneş batmış ise akşam ile yatsıyı kılardı. Şâyet güneş batmadan önce yola
koyulmuşsa akşamı yatsı vakti girene kadar tehir eder, sonra iner her
ikisini cem’ ile (bir vakitte) kılardı."
1.
Namazın kısaltılabileceği bir yolculuğa çıkan yolcunun cem’ yapması caizdir.
Nevevî der ki: Namazın kısaltılamayacağı yolculuk halinde ise iki görüş
vardır. Birincisine göre cem’ caizdir. Çünkü bu binek üzerinde nafile
kılmanın caiz olduğu bir yolculuktur, o halde uzun yolculukta olduğu gibi;
bunda da cem’ yapmak caizdir. İkinci görüşe göre caiz olmaz, sahih olan da
budur. Çünkü bu durumda bir ibadet, vaktinin dışına çıkarılmış olur. Bu da
oruç açmak gibi kısa yolculukta caiz olmaz.
Yolcunun cem’ yapması caiz olan sefer, mübah seferdir, başkasında cem’ caiz
değildir.
Yolcu kimsenin
konaklamış yahutta yoluna devam etmek halinde iken cem’ yapmasının cevazı
ile ilgili olarak ilim ehli arasında farklı görüşler vardır:
a- Yolcunun cem’
yapması ancak seyir halinde iken caizdir, konaklamışken caiz olmaz. Çünkü
İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hızlıca yoluna devam ettiği
vakit, akşam ile yatsıyı birarada cem’ ile kılardı."
Bununla yoluna devam halini kastetmektedir, çünkü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem Veda haccında iki namazı cem’ ile kılmadı. Çünkü o
konaklamış bir durumda idi. Şüphesiz ki o misafir idi çünkü namazını kasr
ile kılıyordu.
Bu görüşün
sahiplerine karşı Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in Arafat'ta
konaklamış olduğu halde, öğle ile ikindiyi cem’ ile kıldığı delil
gösterilmiştir. Buna öbür görüşün sahibleri Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in bu işi insanların cemaatle namaza yetişmeleri için yaptığını
belirterek cevaz vermişlerdir. Çünkü namazdan sonra Arafat'taki vakfe
yerlerine dağılacaklar ve onları toplamak zor olacaktır.
Bunun bir
benzeri şudur: İnsanlar cemaat toplansın diye yağmurlu zamanlarda akşam ile
yatsıyı cem’ ile kılarlar. Yoksa evlerinde vaktinde namazı kılma imkânına
sahibtirler. Çünkü çamur dolayısıyla cemaate gitmemekten dolayı mazur
görülürler.
b- Misafir ister
yoluna devam etmekte olsun, ister konaklamış olsun cem’ yapması caizdir. Bu
görüşün sahipleri Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in Tebûk
gazvesinde konaklamış iken namazları cem’ ettiğini delil gösterirler. Ayrıca
yolcunun çoğunlukla herbir namazı kendi vaktinde kılmakta zorlanacağını da
söylerler. Bu zorluk ise ya meşakkat ve bitkinlik yahut suyun azlığı ya da
başka bir sebeble de olabilir. Ayrıca yağmur ve benzeri bir sebep
dolayısıyla cem’ caiz ise, yolculukta cem’in caiz olması öncelikle
sözkonusudur. Diğer taraftan İbn Abbas Radıyallahu anh'ın rivâyet
ettiği hadisteki umumi ifade de bunu gerektirmektedir. O şöyle demiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem öğle ile ikindiyi, akşam ile
yatsıyı Medine'de bir korku hali olmaksızın yağmur da yağmıyorken cem’
etmiştir."
Sahih olan
yolcunun yoluna devam etmekte iken cem’in müstehak olduğu, konaklamak
halinde ise caiz olduğudur. Eğer cem’ ederse bir mahzuru yoktur, cem’i
terkederse daha faziletlidir.
Cem’ için niyet
şart değildir. Nevevî şöyle demektedir: Muzenî ve Şâfii mezhebine mensup
kimi ilim adamı niyetin şart olmadığını söylemişlerdir. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem cem’ yapmış fakat onun cem’i niyet ettiği
yahutta cem’in niyet edilmesini emrettiği nakledilmemiştir. Onunla beraber
böyle bir niyetin farkına varmayacak kimseler de cem’ ediyordu. O bakımdan
niyet vacib olsaydı, bunu mutlaka açıklardı.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye şöyle demektedir: Cem’ ve kasr için niyetin
gerekli olup olmadığı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı
vardır. Onların büyük çoğunluğu niyete ihtiyaç yoktur, demiştir. Malik, Ebu
Hanife ve Ahmed b. Hanbel'in mezhebindeki iki görüşten birisi böyledir...
Şafiî ile Ahmed b. Hanbel'in mezhebine mensub bir grub ilim adamı ise niyete
ihtiyacı vardır, demişlerdir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
sünnetinin delâlet ettiği ise cumhurun görüşüdür.
O halde niyet,
kılacağı ilk namaza başlarken şart değildir. Fakat cem’ yapılacağı vakit
cem’in sebebinin var olması şarttır. Bundan dolayı namaz kılan kimse sebebin
varlığı halinde kılacağı birinci vakit, namazın selâmını verdikten sonra ya
da ikincisinin iftitah tekbirini alacağı sırada niyet etmesi caizdir.
İki namaz
arasında muvalâatı (cem’ edilen iki namazın arka arkaya kılınmasını)
engelleyen bir fasıla meydana gelirse:
Muhterem ilim
adamı faziletli Şeyh Abdu'l-Aziz b. Bâz şöyle demektedir:
Takdim cem’inde
vacib olan iki namazın peşpeşe kılınması (muvâlâtı)dır. Örfen kısa
sayılabilecek bir boşlukta bir mahzur yoktur. Çünkü bu hususta Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit olmuş rivâyetler vardır. Tehir
cem’inde ise durum daha geniştir. Çünkü ikinci vakit namaz, vaktinde
kılınmaktadır. Fakat bunda da efdal olan Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'e
bu hususta uymak üzere her ikisini de arka arkaya (muvâlât ile) kılmaktır."
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye de şöyle demektedir: Sahih olan ne birincisinin vaktinde, ne de
ikincisinin vaktinde hiçbir şekilde müvâlâtın şart olmadığıdır. Şeriatte
bunun için belirlenmiş bir sınır yoktur. Ayrıca buna riayet bu husustaki
ruhsattan gösterilen maksadı da ortadan kaldırır.
Çünkü ona göre cem’in manası ikincisinin vaktini birincisine katarak,
ikisini tek bir vakit haline getirmektir Fiillerin birbirlerine katılması
değildir.
2.
İkamet halinde cem’ yapmayacak olursa, meşakkat çekip, zayıf düşeceği
korkulan hasta için de cem’ caizdir. Namazları ayrı ayrı kendi vakitlerinde
kılmaktan ötürü zorluk çekilen herbir hastalık da bunun kapsamına dahildir.
Çünkü yüce Allah'ın şu buyruğu umumidir: "Allah size kolaylık diler,
güçlük istemez." (el-Bakara, 2/185); "O dinde size güçlük
vermedi." (el-Hac, 22/78) İbn Abbas Radıyallahu anh'ın
hadisi de bunu gerektirmektedir. O şöyle demiştir: "Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem korku da yokken, yağmur da yağmıyorken Medine'de öğle
ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı cem’ ile kıldı. İbn Abbas'a: Niye böyle
yaptı, diye sorulunca, ümmetini sıkıntıya sokmamak için, diye cevab verdi."
Bu korku ve
yağmurun, aynı şekilde Medine'de olduğu için yolculuğun sözkonusu
olmadığının delilidir. Buradan hareketle namaz kılmakla mükellef olan kişi
cem’i terkettiği takdirde sıkıntıyla karşılaşacak olursa, cem’ yapması caiz
olur. Buna göre hasta ayrı ayrı kıldığı takdirde sıkıntı çekecekse cem’
eder. Bu hastalığı ister başağrısı, ister sırt ağrısı, ister karın ağrısı,
ister deri, isterse başka bir hastalık olsun farketmez.
İbn Kudame der
ki: Cem’in mazeretsiz caiz olmayacağı hususu üzerinde bizler (ve
muhaliflerimiz) ittifak etmiş bulunuyoruz. Geriye sadece hastalık
kalmaktadır. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Süheyl kızı
Sehle ile Cahş kızı Hamne'ye istihazaları dolayısıyla iki namazı bir vakitte
kılmalarını emretmiştir. Çünkü bu da bir çeşit hastalıktır. Bundan sonra
hasta cem’i ilk namazın vaktinde "takdim ile" kılmak ve ikinci namazın
vaktinde (tehir ile) kılmak arasında muhayyerdir. Yani böyle hareket etmek
hasta için daha kolaydır. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
vaktin girişinden sonra yola koyulacak ise vakti girmiş namazın vaktinde
cem’ ederdi. Eğer vakit girmeden önce yola koyulmuş ise tehir ile kılardı.
Bununla daha kolay olanı yapıyor idi. Hasta olan da böyle. Eğer hangisinde
kılarsa onun için farketmiyorsa efdal olan tehir etmesidir.
3.
Elbiseleri ıslatacak bir yağmur sebebiyle cem’ yapmak caizdir. Çünkü
elbisenin ıslanması yahut soğuk dolayısıyla meşakkat sözkonusudur. Şiddetli
rüzgarın varlığı ile birlikte bu meşakkat daha da artar. İnsanların
yürümesini zorlaştıran bir çamur dolayısıyla da cem’ yapmak caizdir.
Şiddetli ve soğuk esen rüzgar sebebiyle yahut şiddetli olmakla birlikte
insanın etkileneceği ve zorluk çekeceği şekilde tozutuyor ise, yine cem’
yapmak caizdir.
Beyhaki'nin İbn
Ömer'den rivâyetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem oldukça
yağmur yağan bir gecede akşam ile yatsıyı cem’ ile kıldı.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yağmurlu bir gecede namazları
cem’ etmiş olması yağmurlu bir günde cem’ yapmaya mani değildir. Çünkü
burada illet meşakkattir yani zorluktur. Bundan dolayı bu gibi özürler
sebebiyle öğle ile ikindiyi cem’ caizdir. Tıpkı zorluk sebebiyle akşam ile
yatsıyı cem’ etmenin caiz oluşu gibi.
Cem’ yapabilme
sebebleri sözünü ettiğimiz sebeplere münhasır değildir. Ancak
ihtiyaç gerekir ve insanın herbir namazı kendi vaktinde kılması zor
gelecekse o vakit cem’ etmesinde bir sakınca yoktur.
Buna dair bazı
örnekler: İstihaza kanı gören kadın öğle ile ikindiyi, akşam ile yatsıyı
-herbir namaz için abdest alma meşakkatinden ötürü- cem’ yapabilir. Hastanın
yanından az da olsa ayrılamayan, onu izlemek durumunda bulunan hasta
refakatçisi, ayrıldığı takdirde hastanın telef olmasından yahut
iyileşmesinin gecikeceğinden korkuyor ise... cem’ yapabilir ve bundan dolayı
onun bir vebali olmaz. Süt emziren kadın, takatsiz yaşlı ve cem’i terketmek
kendilerine zor gelen benzerleri de böyledir.
Şer'î bir mazeret olmadan cem’ caiz değildir. Çünkü herbir namazın kendisi
olmaksızın sahih olmayacağı ve girmeden kabul olunmayacağı özel bir vakti
vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Çünkü namaz mü'minler üzerine
vakitleri belli bir farzdır."
(en-Nisa, 4/103)
Herhangi bir
özür olmadan namazın meşru olan vaktinden önce kılınması ya da sonraya
bırakılması halinde ise, nefse zulüm sözkonusudur ve bu şanı yüce Allah'ın
hadlerini, sınırlarını çiğnemektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim
Allah'ın sınırlarını aşarsa, işte onlar zalimlerin ta kendileridir."
(el-Bakara, 2/229); "Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphe yok ki
kendi kendisine zulmetmiş olur." (et-Talak, 65/1) Bütün bunların
sebebi namazları vaktinde kılmanın farz oluşudur.
Ömer b.
el-Hattab Radıyallahu anh dedi ki: Mazeretsiz olarak iki namazı cem’
ile kılmak büyük günahlardandır.
Muhterem ilim
adamı Şeyh Abdu'l-Aziz b. Bâz diyor ki: Aralarında (cem’ ile kasr arasında)
ayrılmazlık yoktur. Yolcu bir kimse kasr etmekle birlikte cem’ etmeyebilir.
Eğer yolcu yoluna devam etmeyip, konaklamış ise cem’i terketmesi daha
faziletlidir. Nitekim Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem Veda
haccında Mina'da böyle yapmıştır. O namazları kasr ile kılmakla birlikte
cem’ etmedi. Tebûk gazvesinde ise hem kasr, hem cem’ ile kıldı. Bu durumlar
bu hususta genişlik olduğunun delilidir. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem bineğinin sırtında olup, bir yerde konaklamamış ise cem’
yapardı.
Cem’in durumu (uygulama alanı) daha geniştir. Hasta olan da cem’ yapabilir.
Müslümanlar da yağmurlu olması halinde akşam ile yatsıyı, öğle ile ikindiyi
de mescidlerinde cem’ ile kılabilirler. Fakat kasr yapmaları caiz değildir.
Çünkü kasr sadece yolculuk haline mahsustur.
Eğer
iki namazı ilkinin vaktinde tamamlayacak olup da her ikisini bitirdikten
sonra mazeret te ikincinin vakti girmeden önce sona ererse, kıldığı namaz
onun için yeterlidir. İkincisini vaktinde kılması gerekmez. Çünkü namaz
üzerindeki yükümlülüğü düşürmek için yeterli ve sahih olarak gerçekleşmiş ve
bunu yapmakla da sorumluluğu kalkmıştır. Artık bundan sonra bir daha ondan
sorumlu olması sözkonusu olmaz. Diğer taraftan o farzını mazeret halinde eda
etmiştir. Bundan sonra bu mazeretin ortadan kalkmasıyla edası batıl olmaz.
Tıpkı teyemmüm eden bir kimsenin namazı bitirdikten sonra suyu bulması gibi.
İslam mutedillik
karakterine sahip ebedi bir risalettir. Bu risalet yeryüzündeki bütün
insanlara uygundur. Zamanları ne kadar farklı olursa olsun, yaşadıkları
bölgeler ne kadar çeşitli, toplumsal katmanları ve halleri ne kadar çeşitli
olursa olsun farketmez.
İslam, insanın
dini ve dünyevi maslahatlarını gözönünde bulundurur. O bakımdan onun
ilkeleri zorluğu ortadan kaldıran, kolaylığa yönelen, aşırılıktan ve
sıkılıktan uzak kalan müsamahakâr bir özelliğe sahibtir.
Bu
husus genel olarak İslam şeriatında açıkça görülmekle birlikte, özel olarak
ibadetlerde ve mükellefiyetlerde daha açık görülür. Böylelikle insan
yapmakla yükümlü olduğu hususlar ile hayatın gereklerini zaafı dolayısıyla
bir arada yerine getiremediği hallerini gereği gibi gözetmiş olmaktadır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah sizden (ağır yükümlülükleri)
hafifletmek ister. Zaten insan zayıf yaratılmıştır."
(en-Nisa, 4/28)
Bundan dolayı
İslam özel sebepler dolayısıyla ibadetler ile alakalı hususlarda yükümlülüğü
hafifletmek ya da tamamıyla muaf tutmak şeklinde ruhsatlar ilkesini
getirmiştir. Böylelikle kul kesintisiz olarak Allah'a ibadet ile
bağlantısını sürdürmeye devam edebilir. Üzerinde başkalarına ait hakları
yerine getirebilir. Bu yolla herhangi bir kusur ya da aşırılığa kaçmaksızın
bütün görevlerini ifa edebilir.
Yolculuk,
insanın rızık aramak, ilim tahsil etmek, hac ibadetini eda etmek ve buna
benzer İslamın kabul ettiği dinî ve dünyevî birtakım ihtiyaçları karşılamak
için insanın gerek duyacağı zorunlu haller arasındadır. Yolcunun karşı
karşıya kaldığı birtakım zorlukların ve yorgunlukların bulunduğu açıkça
ortadadır. Bundan dolayı hikmeti sonsuz şeriat koyucu, İslamın büyüklüğünü
ve müsamahakârlığını açıkça gösterecek şekilde yolcuya birtakım ruhsatlar
tanımıştır.
Yolculuğun
ruhsatları dört tanedir:
1.
Dört rekâtli
farz namazları iki rekât kılmak.
2.
Ramazanda oruç açıp, diğer günlerde sayısınca kaza yapabilmek.
3.
Meshin ilk yapıldığı vakitten başlayarak geceli gündüzlü üç gün mestler
üzerine mesh edebilmek.
4.
Öğle, akşam ve yatsı ile birlikte kılınan revâtib sünnetlerin düşmesi.
Sabahın sünneti
ile diğer nafileler oldukları gibi meşru ve kılınmaları müstehab kalmaya
devam eder. Buna göre yolcu gece namazını, sabahın sünnetini, kuşluk
namazını, abdest sünnetini, mescide girme sünnetini, yolculuktan dönme
sünnet namazlarını kılar... Çünkü yolculuktan dönen bir kimsenin evine
girmeden önce Allah'ın evine (mescide) girip, iki rekât namaz kılmakla işe
başlaması sünnettendir.
İşte diğer nafile namazlar da böyledir. Bunlar az önce söylediklerimiz
dışında yolcu için kılınmaları meşru kalmağa devam eder. Bunlar da öğlenin
sünneti, akşamın sünneti ve yatsının sünnetidir. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem (sefer halinde) bu üç vaktin revâtib
sünnetlerini kılmazdı.
Meşru olan, yolculukta vitir ve sabahın sünneti dışında revâtib sünnetleri
terketmektir. Çünkü İbn Ömer ve başkalarının rivâyet ettikleri hadise göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem yolculuk halinde vitr ve sabah
namazının sünneti dışında diğer revâtibleri kılmazdı. Mutlak olarak nafile
olan namazlara gelince, bunlar hem yolculuk halinde, hem ikamet halinde
kılınmaları meşrudur. Bir sebebe bağlı olarak kılınan namazlar da böyledir.
Abdest sünneti, tavaf sünneti, kuşluk namazı, gece teheccüdü gibi. Çünkü bu
hususta varid olmuş hadisler bunu göstermektedir.
Bineğin üzerinde
bulunan kimsenin namaz için bineğinden inmesi kendisine eziyet verecekse,
özür sahiblerinden kabul edilir. İbn Âbidin şöyle demektedir: Şunu bil ki,
nafileler dışında kalan farz ve çeşitleriyle vacib namazların binek üzerinde
kılınmaları bir zaruret olmadıkça sahih değildir. Bineğinden indiği takdirde
hırsızın canına, bineğine ya da elbiselerine zarar vereceğinden, yahut
yırtıcı bir hayvandan, çamur ve benzeri şeylerden korkması buna örnektir.
Bineğinden
indiği takdirde arkadaşlarını kaybetmekten korkması yahutta indikten sonra
binemeyecek halde olması yahut namaz vaktinde inemeyip, vakti geçmedikçe
buna güç yetirememesi halleri de bunlara örnektir. Buna göre bineğinden
inmekte şer'î bir mazeret ile karşı karşıya bulunan bir kimse bineği
üzerinde namazını kılar. Çünkü Ya'lâ b. Murre'nin rivâyet ettiği hadise göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte bir yolculukta
bulundukları bir sırada dar bir geçide geldiler. Namaz vakti girdi, o sırada
yağmur yağdı. Üstten yağmur, altlarından ise çamur vardı. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem bineği üzerinde olduğu halde ezan okuttu,
kamet getirtti. Yahutta kamet getirdi. Bineği üzerinde öne geçerek onlara
ima ile namaz kıldırdı. Secde ederken rükû’dakinden daha fazla eğiliyordu.
Eğer gücü
yetiyorsa kıbleye dönmesi icab eder. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Siz de nerede bulunursanız, yüzlerinizi o yöne çeviriniz."
(el-Bakara, 2/144) Rükû ve sücuda varır, eğer kıbleye dönemeyecek olursa
durumuna göre namazını kılar. Şâyet rükû’ ya da sücûd yapamıyor ise
yapamadığı için imada bulunur. Yüce Allah: "Allah hiçbir kimseye gücünün
yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286) diye
buyurmaktadır.
Gemiye binmiş
olan kimsenin şer'î bir mazeret dolayısıyla farz namazı orada kılması
caizdir. Ayrıca daha önce sözünü ettiğimiz deliller de bunu gerektirir.
Gemide gücü yetebildiği şekilde namaz kılar. Ayakta namaz kılabiliyorsa
ayakta durur, değilse oturarak namaz kılar. Ruku’ etme imkânı varsa rükû
yapar, değilse başıyla ima (işaret) eder. Eğer secde edebiliyorsa secde
eder, edemiyorsa başıyla ima eder. rukû’ ve sücûd için imada bulunuyor ise
sücûd için rukû’dan daha çok eğilir.
İftitah
tekbirini aldığı vakit ve gemi yön değiştirdikçe imkânı varsa kıbleye
yönelir. Şâyet buna güç yetiremeyecek olursa, namazı vaktinde eda etmek
hususundaki hassasiyet dolayısıyla eda edebildiği şekilde namazını kılar.
Gemi ile ilgili
olarak söylenebilenler aslında tren ve benzeri diğer ulaşım araçları için de
söylenebilir.
İlim ehli gemide
ayakta durabilme gücü varken, oturarak namaz kılan kimsenin hükmü hakkında
farklı görüşlere sahibtirler:
1. Ebu Hanife
bunu caiz kabul etmiştir. Çünkü Süveyd b. Ğafle'den gelen rivâyete göre o
şöyle demiştir: Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu anhuma gemide namaz
kılmak ile ilgili şöyle demişlerdir: Eğer gemi yol almakta ise oturarak
namaz kılar. Eğer demirlemiş durumda ise ayakta namaz kılar. Kâsanî ayakta
durup, namaz kılabilme imkânına rağmen oturmanın caiz oluşuna geminin yol
almasının çoğunlukla başdönmesine sebeb teşkil edeceğini gerekçe
göstermiştir.
2.
Caiz değildir fakat yapacak olursa, namazı sahihtir. Ebu Yusuf ve Muhammed
b. el-Hasen bu görüştedir. Züfer ve Şafiî ise ayakta kılmadıkça namazı
yerini bulmaz demişlerdir.
Bu görüşün
sahipleri İmran b. Husayn'ın rivâyet ettiği şu hadisi delil gösterirler:
Benim basurlarım vardı. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e namaza
dair soru sordum, şöyle buyurdu: "Ayakta durarak namaz kıl, gücün yetmiyorsa
oturarak, gücün yetmiyorsa yanın üzere yatarak (kıl)." diye buyurdu.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem İmran'a ayakta namaz kılmasını,
gücü yetmezse oturarak namaz kılmasını emretmiştir. Dolayısıyla ayakta
namazı bırakıp oturarak namaz kılmak ancak kendisini ayakta durmaktan
alıkoyacak şekilde güç yetirememek halinde sözkonusu olur. Burada gemide
namaz kılan kişi ayakta durabilmektedir. Dolayısıyla onun ayakta namaz kılma
halini bırakıp, oturarak namaz kılma haline geçişi caiz değildir.
Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den rivâyete göre o Cafer b. Ebi Talib
Radıyallahu anh'ı Habeşistan'a gönderdiğinde -boğulmaktan korkma hali
dışında- gemide ayakta namaz kılmasını emretmiştir. Diğer taraftan kıyam
(ayakta durmak) namazda bir rükundür. Belli bir özür olmadan bu rükun
kalkmaz. Burada da böyle bir özür yoktur.
Tercihe değer
olan görüş ikincisidir. Çünkü sahih ve açık delillere dayanmaktadır. Ebu
Hanife'nin delil diye gösterdiği Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu anhuma'ya
ait sözü, geminin hareket etmesinin çoğunlukla başı döndürme sebebiyle olma
ihtimali ile de başka bir mazeret dolayısıyla olma ihtimali ile de
yorumlanabilir. Eğer delil hakkında farklı ihtimallere göre yorum sözkonusu
olabiliyorsa onun delil olarak kullanılabilmesine imkân kalmaz.
Gemide ayakta
cemaatle namaz kılmak -mümkün olduğu takdirde- caizdir. Şâyet gemide
cemaatle ayakta namaz kılamıyor fakat tek tek ayakta namaz kılabiliyor
iseler, acaba herkes tek başına mı kılar, yoksa cemaat olarak oturarak mı
kılarlar? Bu hususta üç görüş vardır:
el-İnsâf adlı
eserde
şöyle demektedir: mezhebde sahih olan görüşe göre kişi bunlar arasında
muhayyerdir. Bir görüşe göre cemaatle namaz kılmak daha uygundur. Bir diğer
görüşe göre de ayakta namaz kılması gerekir.
el-İnsaf adlı
eserin müellifi üçüncü görüşü tercih etmiş ve buna şunu gerekçe
göstermiştir: Çünkü ayakta namaz kılmak güç yetirilmesi halinde yerine
getirilmedikçe namazın sahih olmadığı bir rükundür. Bu durumdaki kişi de
ayakta durabilmektedir. Cemaatle namaz kılmak ise o olmadan da namazın sahih
olabileceği bir vacibtir.
Uçak havaalanına
inmeden sabah namazından önce güneşin doğması yahut ikindi namazı kılmadan
önce batması gibi vaktin çıkacağından korkulduğu takdirde uçakta namaz
kılmak caizdir. Bu durumda kişi uçakta namazını kılar ve onu vaktinden
sonraya bırakmaz. Güç yetirilebildiği halde namaz kılar, güç yetirebildiği
hali bırakıp başka bir hale -âcizliği sözkonusu olmadıkça- intikal etmez.
Namazı ayakta
edâ edebileceği bir yer bulursa, bunu yapar. Eğer bulamayacak olursa ima ile
dahi olsa koltuğunda namazını kılar. Eğer namaz öğlen ve akşam gibi cem’ ile
kılınabiliyor ise, onları tehir eder. İsterse ikincisinin vakti girmiş
olsun. Nihayet uçaktan indikten sonra her ikisini cem’ ile kılar. Eğer
ikisinin de vaktinin çıkacağından korkarsa, o zaman durumu nasıl
elveriyorsa, öylece ikisini de kılar.
Daimi fetva
komisyonuna bu soru şöylece iletilmişti:
Bir uçakta
yolculuk yapıyorken namaz vakti girerse acaba uçakta namaz kılmamız caiz
midir, değil midir? Heyet aşağıdaki şekilde cevab verdi:
Namaz vakti
girip uçak da uçmağa devam ediyorsa, herhangi bir havaalanına inmeden
namazın vaktinin geçeceğinden korkuluyor ise, ilim ehli namazın ruku’, sucud
ve kıbleye yönelmek hallerinde güç yetirilebildiği kadarıyla vaktinde eda
edilmesinin farz olduğunu ittifakla kabul etmiştir. Çünkü yüce Allah: "O
halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun." (et-Teğabun, 64/16)
diye buyurmaktadır. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem de: "...Size
herhangi bir hususu emrettiğim takdirde onu gücünüz yettiği kadarıyla yerine
getiriniz..."
diye buyurmaktadır.
Eğer vakit
çıkmadan uçağın ineceğine ve namazını eda etmeye yetecek kadar bir sürenin
kalacağını ya da namaz -öğlenin ikindi ile akşamın yatsı ile kılınması
halinde olduğu gibi- cem’ ile kılınabilen namazlardan olup, ikincisinin
vakti çıkmadan önce namazlarını eda edecek kadar bir süre kalacak şekilde
uçağın ineceğini biliyor ise; ilim ehlinin çoğunluğunun kanaatine göre
namazın uçakta eda edilmesi caizdir. Çünkü daha önce geçtiği üzere; namazın
vaktinin girmesi ile birlikte güç oranında eda edilmesi emri vardır. Doğru
olan da budur.
Mübah olan
herbir savaşta korku namazı caizdir. Haram olan bir çarpışmada caiz
değildir. Çünkü korku namazı ruhsattır. Tıpkı namazın kısaltılarak kılınması
halinde olduğu gibi, haram bir gerekçe ile mübah olmaz.
Mübah olan savaş
birkaç çeşittir. Bunlardan birisi kâfirlerle savaştır. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "...Eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından
korkarsanız namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur."
(en-Nisa, 4/101) Bayram namazını kılmak yahut ezan okumak, kamet
getirmek gibi İslamın açıktan ifa edilen şiarlarını terkeden kimselerle
savaşmak da -az önce zikrettiğimiz nassa kıyasen- böyledir. Mü'minlerden iki
kesimin birbiriyle çarpışması halinde haddi aşıp saldırganlığını sürdüren
kesimle savaşmak da bu kabildendir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Eğer onların biri diğerine karşı haddi aşıyorsa o haddi aşan grubla
Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışın."
(el-Hucurat,
49/9)
Kitabtan delili yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Sen de aralarında bulunup,
onlara namaz kıldırdığında bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve
silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında (diğerleri) arkanızda
bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber (bir
rekat) namaz kılsınlar. Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını
alsınlar..." (en-Nisa, 4/102)
O halde
korku namazı Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in zamanında meşru
idi. Onun meşruiyeti kıyamete kadar devam eder. Ashab ve diğer imamlar
-önemsenmeyecek kadar basit görüş ayrılıkları dışında- bu hususta icma
halindedirler.
Düşmandan, insandan, yırtıcı hayvandan yahut yangından korkmak hallerinde
korku namazı hem ikamet halinde, hem yolculuk halinde meşrudur. Ancak
(düşmanın) kendisiyle savaşılması caiz olanlardan olması yahutta namazın eda
edilmesi halinde müslümanlara hücum edeceğinden korkulması şartı aranır.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirler siz silahlarınızdan ve
eşyanızdan gafilken size ansızın bir baskı yapmayı arzu ederler."
(en-Nisa, 4/102)
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye der ki: İmam Ahmed ve diğer hadis fukahası bu hususta Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den ve ashabından sabit olmuş hadisin
umumi ifadesine uyarlar ve Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
rivâyetleri bellenmiş bütün türlerde korku namazını caiz kabul ederler.
1. Düşman kıble
tarafında değilse
imamın kılacağı namaz da iki rekât değilse, ordu kumandanı orduyu iki bölüğe
ayırır. Bir bölük onunla namaz kılar, diğeri ise hücum etmesin diye düşmanın
önünde kalır. Birinci bölük ile bir rekât kılar, ikinci rekâte kalkınca ona
uyanlar münferiden (tek başlarına) namaz kılmayı niyet ederek kendi
kendilerine namazı tamamlarlar. Daha sonra düşmanın karşısına giderler ve
ikinci bölüğün yerinde düşmanın önünde dururlar. İmam ise hala ayakta
kalmaya devam etmektedir. İkinci bölük gelip, imam ikinci rekâtte iken
namaza başlarlar. İmam ikinci rekâti birincisinden daha uzun tutar. İkinci
bölükle geri kalan rekâti kılar, sonra teşehhüd için oturur. Teşehhüd için
oturup fakat selam vermeden önce ikinci bölük secdeden kalkar ve geri kalan
bir rekâti tamamlayarak teşehhüdde bulunan imama yetişirler. İmam da onlarla
birlikte selam verir.
Bu
şekil Kur'ân'ın açık ifadelerine uygundur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sen de aralarında bulunup, onlara namaz kıldırdığında bir kısmı seninle
birlikte namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye
vardıklarında (diğerleri)" yani namazı tamamladıklarında "arkanızda
bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer kesim gelsin, seninle beraber (bir
rekat) namaz kılsınlar." Bunlar ise daha önce düşmanın önünde
bulunanlardı."Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını alsınlar."
(en-Nisa, 4/102)
İkinci bölüğün düşmana karşı duruşları daha tehlikeli olduğundan ötürü yüce
Allah onlara tedbirli olmalarını ve silahlarını almalarını emretmiştir. Bu
şekilde korku namazını Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
Zâtu'r-rikâ’ gazvesinde kılmıştır. Salih b. Havvât, Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem ile birlikte Zâtu'r-rikâ’ günü korku namazı kılanlardan
şunu rivâyet etmektedir: "Bir bölük onunla (Peygamberle) birlikte saf tuttu.
Bir diğer bölük ise düşmana yüzünü dönüp durdu. Kendisi ile birlikte
bulunanlarla bir rekât namaz kıldı. Sonra ayakta durdu (onunla birlikte bir
rekât kılanlar), kendi kendilerine namazlarını tamamladıktan sonra dönüp
gittiler ve düşmana karşı saf tuttular. Diğer bölük geldi ve onlarla
birlikte de geri kalan bir rekâti kıldı. Sonra oturmaya devam etti, onlar
kendi kendilerine namazlarını tamamladıktan sonra onlarla birlikte selam
verdi."
2. Düşman kıble
tarafında değilse:
İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem korku namazını iki bölükten
birisi ile tek rekât olarak kıldı. Diğer bölük düşmana dönük durmuştu. Sonra
(bir rekât kılanlar) gidip, arkadaşlarının yerlerinde düşmana yüzleri dönük
durdular. Öbürleri geldi, sonra Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
onlara da bir rekât kıldırdıktan sonra Peygamber selam verdi. Daha sonra
bunlar da bir rekât, öbürleri de bir rekâtı kaza ettiler (tek başlarına
kıldılar)."
Bu hadisten
anlaşıldığına göre ikinci bölük, ikinci rekâti tamamlamadıkça selam vermez.
Böylelikle namazı kesintisiz olur. Yerlerinden ayrılıp gittiklerinde düşmana
karşı dururlar, birinci bölük de ikinci rekâtin kazasını yapar.
3. Düşman kıble
tarafında bulunursa:
Câbir b. Abdullah Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte korku
namazında hazır bulundum. Bizi iki saf yaptı. Bir saf Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in arkasında idi. Düşmansa bizimle kıble
arasında bulunuyordu. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem tekbir
getirdi, biz de hep birlikte tekbir getirdik. Sonra rukû’a vardı, biz de hep
birlikte rukû’a vardık. Sonra başını rukû’dan kaldırdı, hep birlikte
başımızı rukû’dan kaldırdık. Sonra arkasındaki saf ile birlikte secdeye
eğildi. Arkadaki saf ise düşmanın karşısında ayakta kaldı. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem secdeyi bitirip, hemen arkasındaki saf da
kalkınca, arkadaki saf secdeye eğildi ve secdeden kalktılar. Daha sonra
arkadaki saf öne geçti, öndeki saf da arkaya geçti. Sonra Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem rukû’ etti, biz de hep birlikte rukû’a
vardık. Sonra başını rukû’dan kaldırdı, biz de hep beraber başımızı
kaldırdık. Sonra birinci rekâtte arkada bulunan ve hemen onun arkasına
geçmiş olan saf ile birlikte secdeye eğildi, arkadaki saf ise düşmana karşı
ayakta kaldı. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem arkasındaki saf
ile birlikte secdeyi bitirince, arkadaki saf secde için eğilip secde etti.
Sonra Peygamber selam verdi. Biz de hep birlikte selam verdik. Cabir dedi
ki: Sizin bu koruyucularınızın emirlerine yaptığı gibi (biz de yaptık)."
4. İmamın herbir
bölük ile iki rekât namaz kılması:
Bu durumda imam dört rekât kılar, her iki bölük ikişer rekât kılar. Cabir
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte yola koyulduk. Nihayet
Zâtu'r-Rikâ’a varınca... (Câbir) dedi ki: Namaz için ezan okundu, birinci
bölük ile iki rekât namaz kıldı, sonra onlar geri çekildiler. Diğer bölüğe
de iki rekât kıldırdı. (Cabir) dedi ki: Böylelikle Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem dört rekât, bölüklerin herbirisi ise ikişer rekât kılmış
oldu."
Hadis-i şeriften
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ancak dördüncü rekâtin
sonunda selam verdiği anlaşılmaktadır.
5. İki bölükten
herbirisi ile tam olarak iki rekât kılar ve selam verir.
Çünkü Ebu Bekre'den gelen rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem korku halinde bölüğe iki rekât namaz kıldırdı, sonra selam
verdi. Sonra diğer bölüğe iki rekât kıldırdı, sonra selam verdi. Böylelikle
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem dört rekât kılmış oldu.
6. Herbir
kesimin imam ile birlikte sadece tek bir rekât kılması:
İmam iki rekât kılar, herbir bölük ise kaza edeceği rekât sözkonusu
olmaksızın bir tek rekât kılar. Çünkü İbn Abbas Radıyallahu anh'dan
gelen rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Zu Kared de
namaz kıldırdı. Müslümanları arkasında iki saf halinde dizdi. Bir saf onun
arkasında, diğer saf ise düşmana karşı dizildi. Arkasındaki safa tek bir
rekât namaz kıldırdıktan sonra arkasındakiler gidip öbürlerinin yerini
aldılar. Öbürleri geldi, onlara da bir rekât namaz kıldırdı ve (diğer
rekâti) kaza etmediler.
Sözü edilen
korku namazı şekilleri, korku şiddetlenmedikçe kılınmaz. Şâyet namaz vakti
girip de savaş kızgınlığını sürdürüyor, atışlar kesintisiz devam ediyor,
müslümanları namazı eda etmek üzere az önce geçen şekilde bölüklere ayırmaya
imkân yoksa, namaz tehir edilmez. Aksine herkes kendi durumuna göre -kıbleye
dönük olsun olmasın- namaz kılar. Ruku’ ve sücudu güçleri oranında ima ile
yaparlar. Darbelerini düşmana indirir, ileri gider, geri çekilirler ve bu
halleriyle kıldıkları namazları sahihtir. Çünkü yüce Allah: "Şâyet
korkarsanız o halde (namazı) yaya olarak veya binek üstünde (kılın)."
(el-Bakara, 2/239) Bu da ister yürüyerek, ister durarak, isterse de
binek üzerinde hangi halde olursanız olunuz, namazınızı kılınız demektir.
Bir düşmandan,
selden, yırtıcı bir hayvandan yahut bir yangından korkup kaçan ya da
kâfirlerin elinde namaz kıldığını gördükleri takdirde kendisini
öldüreceklerinden korkan bir esir ya da ortaya çıktığı vakit
öldürüleceğinden korkup, saklanan bir kimse ise gücü oranında durarak,
yürüyerek, oturarak, kıbleye doğru ya da başka bir tarafa yatmış olarak
yolcu ya da mukim dahi olsa korku namazını kılar, ruku’ ve sücûd için îmada
bulunur.
İlim ehlinden
bir kesimin kanaatine göre bu halde olup, korku şiddetlenecek olursa ve
insanın ne söylediğini ya da ne yaptığını düşünmesine imkân vermiyor ise
namazı vaktinden sonraya bırakması caizdir. Eğer namazda söyleyip, yaptığını
düşünebilecek imkânı varsa hangi durumda olursa olsun namazını kılsın. Buna
Ahzab gazvesinde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in namazı
geciktirmiş olmasını delil gösterirler.
Hafız İbn Hacer der ki: Korku namazı hakkında rivâyet edilen herhangi bir
hadiste akşam namazının kılınış keyfiyetini sözkonusu eden hiçbir rivâyet
bulunmamaktadır.
Kimi ilim
adamının naklettiğine göre imam birinci bölük ile iki rekât kılar ve bu
bölük kendi kendisine bir rekât daha tamamlar, bu rekâtte Fatiha'yı okur.
İkinci bölük ile de bir rekât kılar ve bu bölük kendisi iki rekât kılar,
bunlarda Fatiha ile zamm-i sure okurlar.
İmam teşehhüd
için oturduğu takdirde ikinci bölük gelinceye kadar oturuşunu uzatır. Onlar
geldi mi ayağa kalkar. Birinci bölük üçüncü rekâti eda edip, selam vermek
üzere teşehhüdü kısa tutup, ayağa kalkar. İmam da ayağa kalkar, ikinci bölük
tekbir getirip onunla birlikte namaza uyarlar. İmam bu rekâti bitirip,
teşehhüd için oturunca ikinci bölük kılamadıklarını kılmak üzere ayağa
kalkar, onunla birlikte teşehhüde oturmaz. Şâyet bu bölük arka arkaya iki
rekât kaza eder diyecek olursak, onunla birlikte teşehhüde oturabilmeleri de
ihtimal dahilindedir. Böylelikle namazda tek bir teşehhüd yapılmamış olur.
Şâyet birinci
bölük ile akşam namazının ilk rekâtini kılar, ikinci bölük ile de iki
rekâtini kılarsa, bu da caizdir. Çünkü şeriatte varid olan şekliyle iki
beklemekten daha fazla bir bekleme sözkonusu olmaz.
İlim ehlinin
çoğunluğuna göre korku namazında silah taşımak müstehabtır. Sahih olan ise
yüce Allah'ın bunu emretmesinden ötürü silah taşımanın vâcib olduğudur.
Çünkü yüce Allah: "Bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve
silahlarını da alsınlar." (en-Nisa, 4/102) diye buyurmaktadır.
Diğer taraftan
silahı taşımamak müslümanlar için bir tehlike ifade eder. Bunun telâfi
edilmesi ve bu tehlikeye karşı gerekli tedbirin alınması gerekir. Bundan
ötürü yüce Allah birinci bölüğe silahlarını almalarını emretmiş, ikinci
bölüğe hem silahlarını almalarını, hem de tedbirlerini almalarını emrederek:
"Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını alsınlar" diye
buyurmaktadır. Burada taşınması emrolunan silah savunma silahıdır. Çünkü
namaz kılan bir kimse namazında düşmana hücum edecek durumda değildir. Hacmi
ve ağırlığı ile namazdaki huşûunu da engellememelidir.
Güvenlik halinde
korku namazının kılınması caiz değildir. Eğer bu şekilde kılacak olursa
sahih olmaz. Çünkü korku namazı ikamet halindeki namazdan çeşitli şekillerde
farklılık arzeder. Bazıları şunlardır:
1.
Kıbleye yönelmeyi terketmek.
2.
Birinci bölüğün,
selâmdan önce imamdan ayrı tek tek namazlarını kılabilmeleri.
3.
İkinci bölüğün
imamın selâm verişinden önce kılamadıkları namazların kazasını yapmaları.
4.
İmama uyanın,
imama uymayı terkedebilmesi.
5.
İmamdan ayrılmak.
6.
Namaz şeklinin
değişmesi ile birlikte namaz esnasında çok amelde bulunabilmek.
Bütün bu
hususlar emniyet halinde, özürsüz yapıldığı takdirde namazı iptal ederler.
Şâyet ağırlıklı
kanaatine göre düşmanın baskın yapacağını zanneder, bundan ötürü korku
namazı kılar, sonra da bunun düşman olmadığı ortaya çıkarsa, yahutta düşman
olduğu ortaya çıkmakla birlikte onu engelleyecek bir engelin bulunmasından
ötürü kendisine varmasına imkân bulunmayan bir düşman olduğunu anlarsa, o
takdirde korku namazını mübah kılacak sebep bulunmadığından ötürü namazını
iade etmesi gerekir. Tıpkı kendisinin abdestli olduğunu zannederek namaz
kıldıktan sonra abdestsiz olduğunu bilen kimse gibi.
Korkarak namaza
başlayıp, sonradan emniyete kavuşursa namazını emniyet halindeki namaz
olarak tamamlar. Şâyet namazına emniyet halinde iken başlar, sonra da korku
ortaya çıkarsa korku namazı olarak tamamlar. Namazı da bu haliyle sahih
olur. Çünkü namazına sahih olarak başlamıştır.
Korku namazını
ve çeşitli şekillerini düşünen bir kimse, önemli pek çok hususu tesbit eder.
Bunların başında: İslamda namazın önemli yeri, ister güvenlik ister korku
hallerinde, sağlık, hastalık hallerinde, yolculuk ya da ikamet hallerinde,
her halde kulun namaz kılmasının farz olduğu gelmektedir. Hikmeti sonsuz
şeriat koyucu da mükellefi haline uygun bir şekilde namaz kılmakla yükümlü
tutar. Güvenlik halinin kendisine göre bir namazı, korku halinin kendisine
göre bir namazı olduğu gibi, sağlıklı iken namazın kendine göre bir şekli,
hasta iken kılınacak namazın kendine göre bir şekli vardır... Bütün bunlar
İslam şeriatının mükemmelliğini, onun her zaman ve mekâna uygunluğunu
göstermektedir.
İslam dediğimiz
şey kolaylık, zorluğu kaldırmak ve meşakkati bertaraf etmek üzerinde
yükselir. İnsan yükümlülüklerinin hafifletilmesini hakkettiği takdirde
-oldukça hassas ölçülere uygun bir şekilde- ibadetlerde ruhsat ilkesini esas
almıştır. İslamın müsamahakârlığı özür sahiplerinin namazlarının
hafifletilmesinde de ortaya çıkar. Bu çok açık bir şekilde İslamda namazın
büyük bir önemi olduğunu, cemaatle namaz kılmanın da oldukça önemsendiğini
göstermektedir. Çünkü bunlar en zor hallerde bile sâkıt olmamaktadır.
Ateş sesleri
yükselip, alevler etrafa saçılıp, kalbler korkudan yerinden fırlamış halde
iken savaşta bile, müslümanların namazlarını cemaat ile az önce
açıkladığımız şekilde eda etmek için nasıl saf tuttuklarını dikkatle
düşünelim. Cemaatle namaz kılmak korku halinde bile vacib olduğuna göre,
güvenlik halindeki vacibliği öncelikle sözkonusudur.
Müslümanlar
yağmur halinde -herbir namazı vaktinde kendi evlerinde tek başlarına kılma
imkânına sahib iken- cemaati kaçırmamak için iki namazı birarada cem’ ederek
kılarlar.
Enes b. Mâlik'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem’in canı, göğsünde hırıltılı soluyorken, diliyle de hemen
hemen net söyleyemiyorken yaptığı son vasiyeti şu olmuştu: Namaza dikkat
edin namaza, bir de sağ ellerinizin sahib olduğuna (kölelerinize)."
O halde namazın
ebediyyen terkedilmeyecek bir ibadet olmasında hayret edecek bir şey yoktur.
Ümmetini seven, ümmetine düşkün olan Muhammed Mustafa Sallallahu aleyhi
vesellem yüce Allah'a yapılan en üstün ibadetlerden, O'na yakınlaştıran
en büyük amellerden birisi olan bu ibadete dört elle sıkı sıkı sarılmayı
teşvik etmektedir. Bundan dolayı onun bu son vasiyeti, vasiyetlerin en
önemlilerinden ve en büyüklerindendir.
İbadetlerin
kolaylaştırılması, insanın karşı karşıya kaldığı çeşitli durumlara çözüm
bulmak amacıyla İslâmın gözönünde bulundurduğu bir yöntemdir. Hastalık
insanın gücünü, şevkini, kudretini, hareket kabiliyetini sınırlandıran bir
arızadır. Hasta olanın farz bir ibadet ile Allah'a kendisiyle yakınlaştığı
ve hayatın yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için, hastanın
yaratıcısından kopmaması amacıyla İslâm, namazın eda edilmesini emreder.
Çünkü hastalığı ne olursa olsun aklı başında kalmaya devam ettiği sürece bu
ibadet yükümlülüğü onun üzerinden düşmez.
Ancak hastanın
kılacağı namaz durumuna göre olur. Çünkü yüce Allah: "O halde gücünüzün
yettiği kadar Allah'tan sakının!" (et-Teğâbun, 64/16) diye
buyurmaktadır.
Hasta olan
kimsenin küçük ya da büyük hadesten kurtulmak için su ile taharet alması
icab eder. Çünkü taharet namaz için bir şarttır. Eğer buna gücü yetmiyor ise
teyemmüm yapar.
Elbisesini,
bedenini necasetlerden temizlemesi icab eder. Eğer buna gücü yetmezse,
durumu neye elverir ise öylece namaz kılar, kılacağı namaz sahihtir, ayrıca
iade etmesi de gerekmez.
Hastanın temiz
bir şey üzerinde de namaz kılması icab eder. Eğer buna gücü yetmezse haline
göre namaz kılar, namazı sahihtir, iade etmesi gerekmez.
Hasta olan kimsenin farz namazı eğilmiş bir vaziyette dahi olsa ayakta eda
etmesi gerekir. Duvar ya da bir asaya dayanmasında bir sakınca yoktur.
Ayakta duramıyor yahut ayakta durması açıkça bir zorluk getiriyor yahut
hastalığının iyileşmesini geciktiriyor ya da hastalığını arttırıyor ise,
bağdaş kurmak suretiyle oturarak namaz kılar. Çünkü Âişe Radıyallahu anha'dan
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'i bağdaş kurarak namaz kılarken gördüm."
Yahut teşehhüde oturduğu gibi oturur. Bununla birlikte kolayına gelen bir
şekilde oturma imkânı da vardır. Bu durum onun sevabından hiçbir şey
eksiltmez. Çünkü Ebu Burde'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Ebu
Musa'yı defalarca şöyle derken dinledim: Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Kul hastalandığı ya da yolculuğa çıktığı vakit
mukimken ya da sağlıklı iken yaptığı amellerin bir benzeri ona yazılır."
Bu durumda onun kıldığı namaz da sahihtir, onu tekrar iade etmez. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzereyken
Allah'ı anın." (en-Nisa, 4/103)
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem İmran b. Husayn'a verdiği emirde
şöyle buyurmuştur: "Ayakta namaz kıl, gücün yetmiyorsa oturarak, gücün
yetmiyorsa yanın üzere yatarak (kıl)!"
Şâyet oturamıyor
yahutta oturması ona açıkça zor geliyor ise, kıbleye yönelik yanı üzere
namaz kılar. Rukû’ ve sucûdu îmâ ile yapar, sucûda rukû’dan biraz daha fazla
eğilir. Yüzünü gücü oranında yere yakınlaştırır. Efdal olan sağ yanı
üzerinde uzanmasıdır. Eğer kıbleye yönelmekten âciz ise kolayına gelen
tarafa namazını kılabilir.
Şâyet yanı üzere
namaz kılmaktan da âciz ise kimi ilim ehline göre ayakları kıbleye doğru
olmak üzere sırt üstü yatmış olarak namaz kılar.
Rukû’ ve sucûd için başı ile işaret eder. Eğer buna da gücü yoksa göz
kapaklarıyla işaret eder.
Rukû’ için kapaklarını azıcık yumar, secde için daha fazla yumar. Bazı
hastaların yaptığı şekilde parmakla işaret etmeye gelince, bu doğru
değildir. Ben bunun Kitab ve sünnetten ve hatta ilim ehlinin görüşlerinden
bir dayanağının olduğunu bilmiyorum.
Eğer gözü ile ima ya da işaret etmek gücüne sahib değilse kalbiyle kıyamı,
ruku’u ve sucûdu niyet eder.
Şâyet hasta
ayakta durabilmekle birlikte ruku’ ve sucûd yapamıyor ise ayakta namazını
kılar, ima ile ruku’ yapar, sonra oturur ima ile secdesini yapar. Üzerinde
secde yapmak üzere önüne bir yastık konulmasında bir mahzur yoktur. Gücü
yettiği kadar da bu yastığı ince tutmaya çalışır. Çünkü Um Seleme'den
rivâyet edildiğine göre o, gözlerindeki bir rahatsızlık dolayısıyla önüne
konulmuş bir yastık üzerine secde ediyordu da Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem bu hususta ona engel olmamıştı.
Eğer beli
bükülmüş birisi ise, namaz kılan ayakta gücü yettiği kadar başını kaldırır,
ruku’ halinde birazcık eğilir. Eğer ruku’ yapabiliyor, secde yapamıyor ise
ruku’ sırasında ruku’ yapar, secde için imada bulunur. Eğer secde etmeye
gücü yetiyor, ruku’a gücü yetmiyor ise secde sırasında secde yapar, ruku’unu
da ima ile yapar.
Hasta oturarak
namaz kıldığı takdirde yere secde edebiliyor ise bunu yapması icab eder.
İmada bulunması yeterli olmaz.
Müslüman bir
kimse ayakta namaza başlamakla birlikte namaz sırasında ayakta duramayacak
olursa, gücü neye yetiyorsa öylece namazını tamamlar. el-Kâsânî dedi ki:
Sahih olan namaza başlayıp, ondan sonra herhangi bir hastalık, arız olursa
oturarak ya da yatarak imkânına göre namazının kalan bölümünü tamamlar.
Aynı şekilde namaza yanı üzerinde yatarak, yahut oturarak başlayan bir kimse
namaz sırasında ayakta durabilecek gücü bulursa, namazını ayakta tamamlar.
Çamur ya da su içinde bulunan bir kimse, eğer çamura bulaşmadan ve su ile
ıslanmadan secde yapamıyor ise, ima ile de namaz kılabilir, bineği üzerinde
de namaz kılabilir. Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan rivâyet
edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yağmurlu ve
soğuk bir gece olduğu vakit müezzine: "Yükleriniz arasında namaz kılın! diye
seslenmesini emrederdi."
Ya'lâ b.
Mürre'nin rivâyetine göre bir yolculukta Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem ile birlikte idiler. Dar bir geçide vardıklarında namaz vakti
girdi ve yağmur yağdı. Sema(nın yağmuru) üstlerinde, ıslaklık (ve çamur)
altlarında idi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bineği üzerinde
olduğu halde (emri ile) ezan ve kamet getirildi bineği üzerinde öne geçti.
İma ile (namaz kıldırdı). Secdeye ruku’dan biraz daha fazla eğiliyordu.
Şâyet ıslaklık
rahatsız etmeyecek kadar az ise, secde etmesi gerekir. Çünkü Ebu Said
el-Hudrî Radıyallahu anh'ın rivâyetine göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem "...sabah namazını kılıp bitirdiğinde yüzü çamur ve su
ile dolmuştu."
Hasta olan
kimsenin namazı -vaktinde kılmak ona zor gelmedikçe- vaktinden sonraya
bırakmazsı caiz değildir. Eğer vaktinde kılmak ona zor gelirse öğle ile
ikindiyi, akşam ile yatsıyı birlikte cem’ ile, cem’-i takdim (ikisini
ilkinin vaktinde) yahut cem’-i te'hir (ikisini ikincisinin vaktinde)
kolayına geleceği şekilde kılar. Çünkü yüce Allah: "Allah size kolaylık
diler, güçlük istemez." (el-Bakara, 2/185) diye buyurmaktadır.
Bu namaza bu
ismin verilmesi pekçok insanı cem’ etmesi (toplanması) yahutta o namaz için
insanların toplanmasından dolayıdır. Ya da Âdem Aleyhisselam'ı yüce
Allah bu günde yaratmış yahutta bugünde hayırların toplanmasından dolayı bu
ismi almıştır... Cuma namazı İslamın farzları arasında en çok vurgulanan
farzlardan, müslümanların en büyük toplanma zamanlarından birisidir.
Cuma namazı
vacib (farz)dır. Onun vucubiyyeti kitab, sünnet ve icma ile sabittir.
Müslümanlar cemaat ile onu iki rekât olarak kılarlar, farz-ı ayndır.
Herhangi bir özür sebebiyle cuma namazı kaçırılacak olursa, öğle namazı onu
telâfi eder.
Kur'ân'dan
delili yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey iman edenler! Cuma günü namaz
için çağrıda bulunulduğu vakit Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın.
Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." (el-Cumua, 62/9)
Yüce Allah bu buyruğu ile cuma namazına gitmeyi emretmektedir. Emir ise
vücub (farziyet) gerektirir. Yürüyüp gitmek ancak bir vacib için sözkonusu
olur. Alışverişin yasaklanması ise, alışverişle uğraşılarak o namazın
kaçırılmaması içindir. Eğer farz olmasaydı o namaz dolayısıyla alışveriş
yasaklanmazdı.
Sünnetten
deliline gelince; Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in hanımı
Hafsa'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Cumaya gitmek ergenlik yaşına gelmiş her müslüman üzerine bir
farzdır."
İbn Ömer ve Ebu
Hureyre'den; Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i minberin
üzerinde şöyle buyururken dinledikleri rivâyet edilmiştir: "Birtakım
insanlar cumayı terketmekten ya vazgeçerler, yahutta yüce Allah onların
kalblerini mühürleyecek, sonra da onlar hiç şüphesiz gafillerden
olacaklardır."
Ebu'l-Câd ed-Damrî'den rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Her kim önemsemeyerek üç cuma terkedecek
olursa Allah o kimsenin kalbini mühürler."
İcmaa gelince, İbnu'l-Münzir ve İbnu'l-Arabî cuma namazının farz-ı ayn
olduğu üzerinde icma bulunduğunu nakletmektedirler.
Cuma namazı
ancak sekiz şartı taşıyan kimselere vacib (farz)dır:
1-
Müslüman olmak,
2-
Bâliğ olmak,
3-
Akıllı olmak, -bu üç şart fer'î hükümlerle mükellef olmanın şartlarındandır-
4-
Erkek olmak,
5-
Hür olmak,
6-
Yolcu olmamak. (Belli bir yerde yerleşik olmak, yörük olmamak)
Çünkü Tarık b.
Şihâb'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Cuma her müslümana cemaatle kılınması
gereken bir hak ve bir vacibtir. Bundan dört kişi müstesnadır. Köle, kadın,
küçük çocuk yahut hasta bir kimse."
Çünkü kadın cemaatlere katılanlar arasında değildir. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem de cuma gününde Arafat'ta idi (yolcu idi) ve cuma namazı
kılmadı... Diğer taraftan köle menfaati başkasının mülkiyetinde olup,
efendisinin hizmeti için alıkonulmuştur. Dolayısıyla borcu sebebiyle hapiste
tutulan kimseye benzer.
7-
Yedinci şart, cemaate katılmamayı mazur gösteren sebeblerin bulunmamasıdır.
8-
Sekizincisine gelince, cuma namazı kılınacak yerde ya da ona yakın bir yerde
ikamet halinde olmalıdır.
Kâfirin de,
delinin de kılacağı cuma namazı sahih değildir. Eğer bunlar bu namazı eda
edecek olurlarsa bunlarla cuma namazı akd olmaz. (İmam olarakta
kıldıramazlar, cemaat arasında da sayılamazlar.-çeviren-) Çünkü her ikisi de
ibadet ehliyetine sahib kimseler değildir.
Cuma namazı
baliğ, erkek, hür ve belli yeri yurt ediniş kimselere vacibtir ve onlarla
akd olur. Bu şartlardan birisine sahib olmayan kimse -cumanın farziyeti
üzerinden düştüğünden ötürü- imam olamaz. Aynı şekilde bu şartlardan
birisini ihlal eden kimse ile de akd olmaz. Çünkü cuma namazının onlar
hakkında sakıt olması bir ruhsattır. Çocuk, kadın, köle, cariye ve yolcu
gibi. Eğer eda edecek olurlarsa onlar için (öğle namazının yerine) geçerli
olur.
Cuma namazı,
(kılmamayı meşru kılan) özürlerin bulunmaması halinde vacib olur. Eğer hasta
zorlanarak da olsa cuma namazında hazır bulunursa onun cuma namazını kılması
vacib olur ve onunla akd olur. Çünkü ruhsat meşakkati ortadan kaldırmak
içindir. Hazır bulunmakla artık meşakkat ortadan kalkmış ve ruhsat da
kaldırılmış olur.
Mukim olmak,
cuma namazının akd olması için bir şarttır. Buna göre meradan meraya
dolaşanlar (göçebeler, yörükler) cuma namazını kılacak olurlarsa onlar için
sahih olur, fakat onlarla (cemaat sayısına katılarak) akd olunmaz.
Suyutî der ki:
İnsanlar cuma namazı bakımından birkaç kısımdırlar:
1.
Cuma namazı kılmakla yükümlü olup, katılımlarıyla cuma namazının akd olduğu
kimseler. Bu da erkek, sağlıklı, mukim, belli bir yeri yurt edinmiş,
müslüman, bâliğ, akıl, hür ve mazereti olmayan kimsedir.
2.
Cuma namazı kılmakla yükümlü de olmayıp, katılımı ile (cemaat arasından
sayılarak) akd olmayan fakat kılması halinde onun için sahih olan kimseler.
Bunlar da köle, kadın, hünsâ, çocuk ve yolcudur.
3.
Cuma namazı kılmakla yükümlü olmakla birlikte, katılımı ile namaz akd
olmayan kimseler. Bunlar da iki kişidir. Evi şehrin dışında olup, cuma
namazı ezanını duyan ile yolcu niyetini sürdürmekle birlikte ikameti dört
günden fazla devam eden yolcu.
4.
Cuma namazı kılma yükümlülüğü olmamakla birlikte, katılımı ile onunla namaz
akd olunabilen. Bu da sözü geçen mazeretlere sahib özür sahibi kimsedir.
Müslümanların bu
günde toplanmaları şer'î bir hüküm olarak tesbit edilmiştir. Bunun sebebi
onlara üzerlerindeki Allah'ın nimetinin büyüklüğünü hatırlatarak
dikkatlerini çekmektir. Bu namazda hutbe de meşrû’dur. Ondan da maksat
onlara bu nimeti hatırlatmak, bu nimete şükretmeye onları teşvik etmektir.
Bugünde günün ortasında cuma namazı kılmak da şeriat tarafından tesbit
edilmiştir. Böylelikle tek bir mescidde toplanmak gerçekleştirilebilsin.
Bu haftalık toplantıda öğretme, yönlendirme, öğüt ve hatırlatma, İslama
bağlılığı yenileme, kardeşlik bağını canlandırma, birliği sağlamlaştırma ve
müslümanların gücünü ortaya koyma sözkonusudur.
Cuma gününde
yüce Allah, Âdem'i yaratmıştır. Abdu'r-Rahman b. el-A’rec'den rivâyete göre
o Ebu Hureyre'yi şöyle derken dinlemiş: Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Kendisinde güneşin doğduğu en hayırlı gün cuma
günüdür. O günde Âdem yaratıldı, o günde cennete konuldu ve o gün de
cennetten çıkarıldı."
İnsan da esasen
ancak ibadet etmek için yaratılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmekten başka, bir şey için
yaratmadım." (ez-Zariyat, 51/56) Buna göre bugünde insanın dünya
telaşı ve meşguliyetlerinden uzak kalması, yaratıcısına ibadet ve şükür ile
meşgul olması uygun düşmektedir. Böylelikle bugünde nereden gelip, nereye
gideceğini hatırlayacağı, nefsi ile başbaşa kalacağı bir zaman elde etmiş
olunur.
İbnu'l-Kayyim
der ki: Bugünü tazim etmek, onu yüceltmek, bugüne diğerlerinden farklı özel
ibadetler tahsis etmek, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
hidayetiyle gösterdiği işlerdendi. İlim adamları cuma gününün mü yoksa Arafe
gününün mü daha faziletili olduğu hususunda iki farklı görüşe sahibtir. Bu
iki görüş de Şafiî mezhebine mensub ilim adamlarının savundukları
görüşlerdendir.
Bugünde
müslümanların toplanıp cuma namazını edâ etmeleri vâcibtir. Özürsüz olarak
bu namazı terkeden bir kimsenin kalbini Allah cehâlet, haktan uzaklık,
katılık ve kilitlemek suretleriyle mühürler ve böyle bir kimse gafillerden
olur.
Cuma gününde
duaların kabul olunduğu bir an vardır. Bu her hafta tekrarlanan bir bayram
günüdür. Ebu Lübâbe b. Abdi'l-Münzir Radıyallahu anh'dan rivâyete
göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz cuma günü, günlerin efendisidir. Allah nezdinde en büyükleridir. O
gün Allah nezdinde kurban bayramı birinci gününden de, ramazan bayramı
birinci gününden de daha büyüktür. Bugünde beş özellik vardır: Allah bugünde
Âdem'i yarattı. Bugünde Âdem'i yere indirdi. Bugünde Allah Âdem'in canını
aldı. Bugünde öyle bir an vardır ki, kul Allah'tan bu anda bir şey dileyecek
olursa, mutlaka onu ona verir. Elverir ki haram bir şey istemesin. Kıyamet
bugünde kopacaktır. Gökte olsun, yerde olsun ne kadar mukarreb bir melek
varsa, ne kadar rüzgar, dağ ve deniz varsa hepsi mutlaka cuma gününden
korkarlar, çekinirler."
İbnu'l-Kayyim
dedi ki: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bugünün sabah namazında
es-Secde suresi ile el-İnsan surelerini okurdu... Şeyhu'l-İslam İbn
Teymiye'yi şöyle derken dinledim: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
bu iki sureyi cuma namazının sabahında okumasının sebebi; her iki surenin de
o günde olanları ve olacakları ihtiva etmesinden dolayıdır. Bu iki surede
Âdem'in yaratılması, Allah'a dönüş, kulların haşredilmesi sözkonusu
edilmektedir. Onlar ise cuma günü olacaktır. Ayrıca bu günde bu iki surenin
okunması suretiyle ümmete olmuşlar ve olacaklar hatırlatılmış oluyordu.
Bazı ilim ehli cuma gününde Kehf suresini okumayı müstehab kabul ederler.
Buna delil olarak Ebu Said el-Hudrî'nin Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in şöyle buyurduğuna dair rivâyetini gösterirler: "Cuma gününde
Kehf suresini okuyan bir kimse için, her iki cuma arası nur ile
aydınlatılır."
Cuma gündüz ve gecesinde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e çokça
salât ve selâm getirmek de müstehabtır. Çünkü Enes'ten şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Cuma
gündüz ve gecesinde bana çokça salât ve selam getiriniz."
Bugünde gusletme
emri verilmiştir. Bu müekked bir sünnettir. Gusletmenin vücubu hususunda
ilim adamlarının üç görüşü vardır.
: Vâcib değildir diyenler, vâcibdir diyenler ve giderilmesi gereken kokusu
olan kimseler ile öyle olmayanlar arasında farklı hüküm gözetenler.
Giderilmesi gereken kokusu bulunanlar için gusletmek vacibtir, buna ihtiyacı
olmayanlar için de müstehabtır. Bu üç görüş de İmam Ahmed'e mensub ilim
adamlarının görüşleridir.
Bugünde hoş koku sürünmek müstehabtır, haftanın diğer günlerinde hoş koku
sürünmekten daha faziletlidir. Güzel giyinmek ve misvak kullanmak da
müstehabtır. Çünkü Ebu Said el-Hudrî Radıyallahu anh'ın rivâyetine
göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Cuma
günü gusletmek âkil bâliğ olan herkesin üzerine bir görevdir. Misvak
kullanmak ve güç yettiği kadarı ile hoş koku sürünmek de."
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ey Âdemoğulları! Her mescidde
ziynetinizi alın, yiyin, için, israf etmeyin..."
(el-A’raf, 7/31)
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den şöyle buyurduğu rivâyet
edilmiştir: "Cuma gününde gusletmek, hoş koku sürünmek, misvak kullanmak her
müslümanın üzerinde bir haktır."
İmamın
dışındakiler için cuma namazını kılmak üzere mescide erken gitmek
müstehabtır. Burada nafile namaz kılmak, zikir etmek, Kur'ân okumak ile
meşgul olunur, imam hutbeyi vermek üzere çıkana kadar böyle yapılır.
Kişi hutbeyi
işittiği takdirde onu susup dinlemesi gerekir. Susup dinlemeyecek olursa,
lağvetmiş olur. Lağveden kimsenin ise cuması yok demektir. Çünkü Alkame'nin
rivâyetine göre Abdullah b. Mesud şöyle demiştir: Ben Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "İnsanlar
Cuma’lara birinci, ikinci ve üçüncü olarak erken gidiş sırası ölçüsüne göre
kıyamet günü Allah’a yakın makam sahibi olurlar.” Sonra Allah: (Ben) dört
kişinin dördüncüsüyüm, dördüncü olan da uzak değildir, dedi.”
Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan dedi ki: "Her kim cuma günü cünubluktan gusleder
gibi gusleder, sonra cumaya giderse bir deve kurban etmiş gibi olur. Her kim
ikinci saatte giderse, bir inek kurban etmiş gibi olur. Her kim üçüncü
saatte giderse boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi olur. Her kim dördüncü
saatte giderse bir tavuk tasadduk etmiş gibi olur. Her kim beşinci saatte
giderse bir yumurta tasadduk etmiş gibi olur. İmam hutbe için çıktı mı
melekler artık zikri dinlemek üzere hazır bulunurlar. (Bundan sonra
gelenlere bir şey yazmazlar.)"
Said b. el-Müseyyeb'den rivâyete göre Ebu Hureyre kendisine şunu haber
vermiş: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Cuma
gününde imam hutbe okumakta iken (yanındaki) arkadaşına “dinle!” diyecek
olursan, lağvetmiş olursun."
Cumanın fazileti
ve özellikleri hususunda büyük ilim adamı merhum İbnu'l-Kayyim,
Zadu'l-Meâd'de oldukça geniş açıklamalarda bulunmuştur.
Cuma günü bunca
özelliklere sahib bir gün olduğuna göre bu büyük fazilete gereken dikkati
göstererek mükafatı elde etmek için gayret eden, tembelliğe ve gaflete yenik
düşmeyerek tevbe etmekte elini çabuk tutan kimselere Allah mükafatlarını
verecektir.
1.
Cuma namazını
kılmak üzere mescide giden kimsenin iyice temizlenmesi gerekir. Çünkü yüce
Allah: "Gerçekten Allah çokça tevbe edenleri de sever, çokça
temizlenenleri de sever." (el-Bakara, 2/222) diye buyurmaktadır.
Temizlik, süslenmek ve koku sürünmek ile en güzel hal ve en parlak bir
surette oraya gitmeli, en güzel elbiselerini giyinmelidir. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ey Âdem oğulları! Her mescidde ziynetinizi alın,
yiyin, için, israf etmeyin." (el-A’raf, 7/31) Daha sonra sükûnet
ve vakar ile camiye gitmek üzere çıkar. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in şu buyruğu dolayısıyla parmaklarını birbirine geçirmez:
"Sizden herhangi bir kimse güzelce abdest alır, sonra mescide gitmek üzere
çıkarsa sakın parmaklarını birbirine kenetlemesin. Çünkü o namazda
demektir."
Ayrıca İmam
Ahmed Musned'inde Ebu Eyyub el-Ensari'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim:
"Bir kimse cuma günü gusleder ve eğer varsa koku sürünür, en güzel
elbiselerini giyinir, sonra da sükunet ve vakar ile çıkarsa nihayet mescide
vardığında eğer fırsat bulursa iki rekât namaz kılıp, kimseye de eziyet
vermeyerek imamı (hutbe vermek üzere) çıktığında dikkatle dinler ve nihayet
namaz kılarsa bu (kıldığı namaz) ile öbür cuma arasındakiler için bir
keffaret olur."
İnsanın namaz
kılmak üzere gitmesi -bu husustaki emir dolayısıyla- gerekir. İlim adamları;
"Ey iman edenler! Cuma günü için çağrıda bulunulduğunda Allah'ın zikrine
koşun." (el-Cum'a, 62/9) buyruğunda geçen "sa'y: koşmak"ın anlamı
hususunda üç ayrı görüş ileri sürmüşlerdir:
a. Bundan kasıt
niyettir. Yani kalblerin koşmasıdır. Koşmanın başlangıcı ve en büyük maksadı
da budur.
b. Maksat
ameldir. Yani yüce Allah'ı anmak üzere gitmek için gusletmek, taranmak, yağ
ve koku sürünmek, güzel elbiseler giyinmekle süslenmek kabilinden hazırlık
olacak şeyleri yapınız, demektir.
c. Maksat
ayaklar üzerinde koşmaktır. Bu da en faziletlisidir; fakat bu şart değildir.
İbnu'l-Arabî der ki: "Âyetin zahiri hepsinin vacib olmasını ifade
etmektedir; fakat bunların müstehab oluşlarına dair deliller, vacib
olduklarına dair delillerden daha güçlüdür."
2.
İnsanın mescide
gitmeden önce kötü kokulardan uzak durması gerekir. Çünkü Câbir
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Kim sarımsak yahut soğan yerse bizden de
uzak dursun, mescidimizden de uzak dursun ve evinde otursun."
Pırasa, turp ve buna benzer melekleri ve namaz kılanları rahatsız edecek
şekilde kötü kokusu bulunan yiyecekler de sarımsak ve soğana benzer
şeylerdendir. Sigara ve benzeri yüce Allah'ın haram kıldığı pis şeylerin
bunların kapsamına girmesi ise öncelikle sözkonusudur.
3.
Cuma günü dolayısıyla ağzı temizlemek, dişlerin arasındaki yemek artıklarını
ayıklamak da meşrû’dur. Böylelikle ağzın kokusu hoş olur. Diğer taraftan Ebu
Umame'den gelen rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Misvak kullanınız. Çünkü misvak ağzı temizleyicidir,
Rabbi razı edicidir. Cebrail bana geldiği her seferinde mutlaka misvak
kullanmayı bana tavsiye etmiştir. O kadar ki; bana ve ümmetime farz
kılınacağından korktum ve eğer ben ümmetime zorluk vereceğimden korkmamış
olsaydım, misvakı onlara farz kılardım. Şüphesiz ben çok misvak kullanırım.
O kadar ki, ağzımın ön taraflarını yıpratacağından korktum."
Evinden çıktığı vakit bu hususta vârid olmuş duaları okuması gerekir. Bu
dualardan birisi de Enes b. Malik Radıyallahu anh'ın naklettiği
rivâyettir. Buna göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Kişi evinden çıkıp da (bismillahi tevekkeltu alallahi ve lâ
havle ve lâ kuvvete illâ billahi: Allah'ın adı ile, Allah'a tevekkül ettim,
Allah ile olmadıkça hiçbir şeye güç ve takat yetirilemez, diyecek olursa, o
vakit: Hidayete iletildin, Allah sana yeter ve sen (korkulan şeylerden)
koruma altına alındın, denilir. Bunun üzerine şeytanlar onun önünden kenara
çekilirler. Bir diğer şeytan ona: Hidayete iletilen, kendisine yeterli
gelinen ve korunan bir kimseye sen ne yapabilirsin?" der.
Um Seleme
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber benim
evimden çıktığı her seferinde mutlaka gözünü semaya doğru kaldırır ve şöyle
derdi:
Allah'ım,
sapmaktan, saptırılmaktan, ayağımın kaymasından, kaydırılmasından,
zulmetmekten, zulmedilmekten, bilgisizlik etmekten, bana karşı bilgisizlik
edilmesinden sana sığınırım, derdi."
Mescide ulaştı mı sağ ayağı ile girer ve nakledilmiş bir dua okur. Abdullah
b. Amr b. el-Âs'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
mescide girdi mi şöyle derdi: "
Kovulmuş
şeytandan O pek büyük olan Allah'a, O'nun kerim zatına, ezeli saltanat ve
egemenliğine sığınırım." (Hadisin ravilerinden Ukbe kendisine bu hadisi
rivâyet eden Hayve'ye): Sadece bu kadarı mı (benden sana ulaştı)? dedi. Bu
sefer (Hayve): Evet, dedi. (Ukbe) dedi ki: Bunu söyledi mi şeytan şöyle der:
"Bu günün diğer bölümünde de, benden koruma altına alındı."
Mescidden çıkmak
istediği takdirde önce sol ayağını atar. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem buyurdu ki: "Sizden herhangi bir kimse mescide girdi mi
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e salât ve selam getirsin.
Sonra:
Allah'ım, bana
rahmetinin kapılarını aç, desin. Çıktığı vakit de:
Allah'ım, ben
senden lütfu kereminden niyaz ederim” desin."
Mescide girdiği
takdirde insanların üzerlerinden atlamasın. Safta kimsenin yerini
daraltmasın, yahutta yer konusunda başkasıyla anlaşmazlık çıkarmasın.
Oturacağı yere ulaştı mı kendisine yakın olana selam versin. İki rekât
tahiyyetu'l-mescid kılmadan da oturmasın. Çünkü Ebu-Katade'den rivâyet
edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse mescide geldiği takdirde oturmadan
önce iki rekât kılıversin."
İlk safa kimseye
sıkıştırmadan otursun. Eğer yer bulamazsa bir arkadaki safta otursun.
Safların sağ tarafları daha faziletlidir. Âişe Radıyallahu anhâ'dan
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurdu: "Şüphesiz Allah ve melekleri safların sağ taraflarına salât
getirirler."
Mescidde oturdu
mu parmaklarını birbirine kenetlemesi mekrûhtur. Çünkü o namazdadır.
Parmaklarını çıtlatması da bu hükümdedir. Balgam çıkarmaz ve tükürmez.
Allah'ın zikri ile meşgul olması gerekir.
1- Vakit:
Yüce Allah:
"Çünkü namaz mü'minler üzerine vakitleri belli bir farzdır."
(en-Nisa, 4/103) diye buyurmaktadır. Dolayısıyla cuma namazı vaktinden
önce, vaktinden sonra kılınırsa, icma ile sahih olmaz. Cuma namazının son
vaktinin öğle namazının son vakti olduğunda da görüş ayrılığı yoktur.
Cuma namazının zevalden sonra eda edilmesi hem daha faziletli, hem daha
ihtiyatlıcadır. Çünkü Enes b. Malik Radıyallahu anh'dan şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem cuma
namazını güneş (batıya doğru) kaydığı zaman kılardı.
Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'ın çoğu zamanlardaki fiilî uygulaması budur.
Zevalden önce eda edilmesi hususunda ise, ilim ehli arasında görüş ayrılığı
vardır.
2- Cemaat:
Cuma namazı tek kişi tarafından kılınamaz. Çünkü Târık b. Şihâb'dan gelen
rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Cuma her müslümana üzerine cemaat ile kılınması vacib bir haktır..."
Cuma namazı için
gerekli olan cemaat sayısının ne kadar olduğu hususunda ilim ehli arasında
pek çok görüş ayrılığı vardır. Bu husustaki en sahih görüş imam ve
beraberinde iki kişi olmak üzere üç kişidir. Buna göre bir köy ya da
kasabada mükellef, hür, orada yerleşik üç erkek bulunduğu takdirde cuma
namazını kılarlar, öğle namazını kılmazlar. Çünkü cuma namazının
meşruiyetine ve farz oluşuna dair deliller onları da kapsar.
Cuma namazının
kılınabilmesi için kırk kişinin varlığını şart koşmak, ilim ehlinden bir
grubun görüşüdür. İmam Ahmed b. Hanbel -Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
bunlardandır. Fakat tercihe değer olan görüş bunun kırk kişiden az sayıda
kimse ile kılınmasının caiz olduğudur. En az ise az önce geçtiği gibi üç
kişidir... Kırk kişinin şart olduğuna dair hadis zayıftır. Nitekim bu hususu
İbn Hacer Buluğu'l-Meram adlı eserinde açıklamış bulunmaktadır.
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye şöyle demiştir: Cuma namazı üç kişi ile kılınabilir. Birisi
hutbe okur, iki kişi de dinler. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'den gelen
rivâyetlerden birisi ve ilim adamlarından bir kesimin görüşüdür.
Ebu Said
el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem buyurdu ki: "Üç kişi oldukları takdirde onlardan birisi
onlara imam olsun..."
Cabir Radıyallahu anh'dan rivâyet edilen: "Sünnet her kırk ve daha
fazla kişinin cuma namazı kılması şeklinde uygulanagelmiştir." şeklindeki
sözü ise sahih değildir. Çünkü aslolan cuma namazının ikamet halindeki
cemaate vacib oluşudur. Üç kişi ise cuma namazı kılmak kendilerine vacib
olan bir cemaat teşkil ederler. Bu üç kişiden bu namazı düşürmeye dair bir
delil yoktur. Onlardan bu namazı düşürmek ise kitabtan, sünnetten, icmadan,
ashabın görüşünden ve hatta sahih bir kıyastan delili olmayan mücerred bir
görüş ile tahakkümdür.
3. Yerleşik
olmak
(yurt edinmek, istitan): Şeyhu'l-İslam dedi ki: Yapıları birbirine yakın,
yaz ve kış bırakıp gitmedikleri yerlerde ikamet eden herbir topluluk
arasında cuma namazı kılınır. Eğer onların yapıları adet edindikleri üzere
toprak, tahta, kamış, hurma dalları, saz ve benzeri şeylerden yapılmış ise
(bunlar yurt edinmiş, yerleşik kimseler sayılırlar). Çünkü binaların meydana
geldiği parçalar ve malzemenin bu hususta herhangi bir etkisi yoktur.
Aslolan onların yerleşik olmaları ve çadır ile çoğunlukla yağmur yağan
yerler arasında gidip gelen ve çeşitli yerlerde taşınıp duran, taşındıkları
vakit de evlerini de beraberlerinde taşıyanlar gibi olmamalıdırlar. İlim
adamlarının çoğunluğunun görüşü budur.
İmam Ahmed göçebe kimselerden cuma namazının düşmesine onların taşınıp
durmalarını illet (sebeb, gerekçe) göstermiştir.
Bundan dolayı
Medine çevresinde bulunan arab kabilelerine Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem cuma namazı kılmalarını emretmemiştir.
4.
Cuma namazından önce iki hutbe verilmesi. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem bunlara sürekli devam etmiştir. İbn Ömer Radıyallahu
anh şöyle demektedir: "Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
ayakta hutbe verir, sonra oturur, sonra tekrar şimdi yaptığınız gibi ayağa
kalkar (bir daha hutbe verir)di."
Âişe Radıyallahu anha dedi ki: Cumanın iki rekât olması hutbeden
ötürüdür.
İbnu'l-Kayyim
dedi ki: Cumanın özelliklerinden birisi de yüce Allah'a hamd ve senâ ile
şanını yüceltmenin, vahdâniyetine ve Rasûlüne risâlet ile şehadet etmenin
maksad olarak gözetildiği; Allah'ın kullarına, Allah'ın günlerinin
hatırlatıldığı, O'nun azab ile yakalayıp, intikamından sakındırıldığı,
kendilerini Allah'a ve cennetine yaklaştıracak şeylerin tavsiye edilip,
gazabına ve cehennemine yakınlaştıracak şeylerden vazgeçmelerinin
hatırlatıldığı bir hutbenin verilmesidir. İşte hutbenin maksadı budur ve
bunun için bir araya gelinir.
1. Namazdan önce
verilmesi.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den, onun halifelerinden
miras alınan budur ve müslümanlar bunun üzerinde icmâ’ etmişlerdir.
2. Niyet.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: "Ameller niyetler
iledir..."
diye buyurmuştur.
3. Allah'a
hamdetmek.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Kendisine elhamdulillah diye başlanmayan herbir söz kesiktir."
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bütün hutbelerine Allah'a hamd
ile başlardı.
4. İki kelime-i
şehadeti zikretmek.
Şeyhu'l-İslam ve başkaları Allah'a hamd ve senâda bulunmayı, iki şehadeti
getirmeyi ve hutbede öğüt vermeyi vacib (farz) görmüşlerdir.
5. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'e salât getirmek. Çünkü yüce
Allah'ı zikretmeyi gerektiren herbir ibadet aynı şekilde Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i anmayı da gerektirir.
6. Bir âyet dahi
olsa Kur'ân-ı Kerim'den bir şeyler okumak.
Çünkü Câbir b. Semura şöyle demiştir: "Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in iki hutbesi olurdu. İkisi arasında otururdu. Hutbesin de
Kur'ân okur ve insanlara hatırlatmalarda bulunurdu."
Bir kaç âyet okumak ise müstehabtır. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'den böyle yaptığı nakledildiği gibi, bunun meşrûiyeti üzerinde
icmâ’ vardır.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in hutbelerinden bellenenlerden
görüldüğü üzere
o Kur'ân-ı Kerim'den (bölümler) ve Kaf suresini okuyarak çokça hutbe okurdu.
Hârise b. en-Numan'ın bir kızından gelen rivâyete göre şöyle demiştir: "Ben
Kaf suresini ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ağzından
ezberledim. O her cuma bunu hutbe olarak okurdu..."
7. Aziz ve celil
olan Allah'a karşı takvâlı olmayı tavsiye etmek.
İbnu'l-Kayyim'in naklettiğine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
hutbesi Allah'a, meleklerine, kitablarına, rasûllerine, ona kavuşmaya iman
gibi iman esaslarını hatırlatır; cennet ve cehennemi, Allah'ın kendi
dostlarına ve itaat edenlere hazırladıklarını, düşmanlarına ve masiyet
edenlere hazırladıklarını dile getirir, onları Allah'a davet eder,
insanların Allah'ı sevmelerine sebep teşkil eden nimetlerini hatırlatır,
onun intikamından korkmalarını sağlayan günlerini hatırlatır, Allah'ı
sevmeleri sonucunu verecek hususları, O'nu zikredip O'na şükretmeyi
emrederdi. Böylelikle onun hutbesi, kalbleri iman ile, tevhid ile Allah'ı,
O'nun âyetlerini, O'nun nimetlerini, O'nun günlerini bilmek, O'na zikredip,
O'na şükretmeyi sevmekle dolar taşardı. Onu dinleyenler Allah'ı sevmiş,
Allah da kendilerini sevmiş olarak (cumadan) dönerlerdi.
8. Cuma için
şart koşulan sayıdaki kişinin
her iki hutbeden dinlemesi vacib olan miktarı dinlemek üzere hazır
bulunmaları. Bu miktar da yüce Allah'a hamd, Rasûlüne salât ve selam,
Allah'a karşı takvalı olmanın vasiyet edilmesi, Kur'ân'ı Kerim'den bir
şeylerin okunmasıdır. Eğer uyumak, gafil olmak, sağırlık yahutta uzaklık
gibi dinlemeye mani herhangi bir sebep varsa yine de hutbe sahih olur.
9. İki hutbenin
peşpeşe verilmesi.
İki hutbenin arasını yahutta aynı hutbenin bölümlerinin arasını ya da
hutbeler ile namaz arasını az bir zaman ile ayırmakta bir mahzur yoktur;
fakat bu süre uzayacak olursa batıl olur. Aradaki fasılanın uzunluk ya da
kısalığını bilmek için örf ve adete başvurulur.
10. Vaktin
girmesi.
Şâyet vakit girmeden önce hutbe okuyup, namaz kılarsa sahih olmaz. Çünkü
hutbeler iki rekâtin yerini tutar. Yüce Allah da: "Ey iman edenler! Cuma
günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit..." (el-Cum'a, 62/9)
diye buyurmaktadır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu, cumanın ancak nidâ ile (cuma
için okunacak ezan ile) vacib olduğuna delildir. Nidâ ise ancak vaktin
girişinden sonra olur.
11.
Hutbeyi verecek olan hatibin bizatihi üzerine cuma farz olan kimselerden
olmalıdır. Mesela hür ve yerleşik olmalıdır. İmamlık için şart olanlar
hutbe okumak için de şarttır.
12. İki hutbeyi
de
cuma için şart görülen sayıdaki kişinin duyacağı şekilde yüksek sesle
okumak. Şâyet imam yüksek sesle okumakla birlikte kendilerine cumanın
vacib olduğu sayıdaki şahıslar gaflet, uyku yahut sağırlık gibi bir
mazeretten ötürü işitmeyecek olurlarsa, yine hutbe sahih olur. Cabir b.
Abdullah Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hutbe verdi mi gözleri
kızarır, sesi yükselir, hiddeti artar. Sanki o bir orduyu (tehlikelere
karşı) uyaran bir kişi gibi idi...."
13. Yerleşik
olmak
(istîtân, vatan edinmek, yurt edinmek). Cuma namazı şehirde de, kasabada da
sahihtir. Elverir ki cuma namazı için şart koşulan sayıdaki şahıslar o yerde
yerleşik bulunsunlar. Herhangi bir gemide -mesela kendi şehrine varmadan
önce- cumanın Rükunlerinden herhangi birisini yapacak olursa -yurt edinmek
sözkonusu olmadığından ötürü- sahih olmaz.
14. Hutbe arabça
olmalıdır.
Şâyet arabça hutbe okumaktan âciz ise okuyacağı âyetin arabça olması
yeterlidir. Malikiler arabçayı güzelce konuşacak bir kimsenin bulunmaması
halinde cuma namazının sâkıt olacağını (yükümlülüğünün kalkacağını)
söylemişlerdir. Hânefiler arabça dışında bir dille hutbeyi caiz
görmüşlerdir. Sahih olan şudur: Eğer hatib hutbeyi arabça verebiliyor ise
onu arabça vermesi gerekir. Eğer buna güç yetiremiyor ise kendi diliyle
hutbeyi irad eder. Çünkü güç yetirebilmekle birlikte hutbe arabçadan başka
bir dille verilirse sahih olmaz.
Hem birinci, hem
ikinci hutbede şu dört ruknün bulunması kaçınılmazdır:
1.
"Elhamdulillah" diyerek Allah'a hamd etmek.
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem "elhamdulillah" ile başlamadığı
hiçbir hutbe vermezdi.
2. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e salât ve selam getirmek.
Çünkü yüce Allah: "Ey mü'minler! Siz de ona salât ve selam edin."
(el-Ahzab, 33/56) diye buyurmaktadır.
3. Yüce Allah'ın
emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak demek olan Allah'a karşı
takvalı olmayı tavsiye etmek,
itaati teşvik, masiyetten uzak durmayı telkin etmek. Çünkü yüce Allah:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korkmak gerekirse, öyle korkun ve siz
ancak müslümanlar olarak ölün!" (Al-i İmran, 3/102) diye
buyurmaktadır. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in, ashab-ı
kiram'ın hutbelerini inceleyen bir kimse bunların hidayeti ve tevhidi
yeterli bir şekilde açıkladıklarını, yüce Rabbin sıfatlarını, imanın genel
esaslarını sözkonusu ettiklerini, Allah'a davet edip, onu kullarına
sevdirecek şekilde nimetlerinin sözkonusu edildiğini, onları Allah'ın
azabından korkutacak şekilde günlerini hatırlattıklarını, kendilerini
Allah'a sevdirecek şekilde onu anıp, şükretmeyi emrettiklerini görürüz.
Böylelikle yüce Allah'ın azametini, sıfatlarını, isimlerini hatırlatarak,
O'nu kullarına; O'na itaati, şükretmeyi ve O'nu anmayı emrederek kullarını
Allah'a sevdirirlerdi. Bunun sonucunda hutbelerini dinleyenler Allah'ı
sevmiş, Allah da kendilerini sevmiş olarak ayrılırlardı.
Daha sonra
aradan uzun zamanlar geçti; peygamberlik nuru zayıfladı. Şeriatler, emirler,
hakikat ve maksatlarına riayet edilmeden, yerine getirilmeden birtakım
merasimler halini aldı. Bu merasimlere şekli bir hüviyet kazandırdılar ve
onları çeşitli yollarla süslemeye koyuldular. Sonunda merasimleri ve görünen
durumları adeta ihlâl edilmemesi gereken sünnetler haline getirdiler. Fakat
asla ihlâl edilmemesi gereken maksatları ihlal ettiler. Hutbeleri
seci'lerle, edebi sanatlarla süslediler, bunun sonucunda kalblerin hutbeden
alacağı pay azaldı; hatta büsbütün ortadan kalktı ve hutbeden gözetilen
maksat kaybolup gitti.
4. Kur'ân-ı
Kerim'den bir miktar okumak.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in hutbelerinden
bilinenlere göre o Kur'ân-ı Kerim'i ve Kaf suresini çokça okurdu.
Haris b.
en-Numan'ın bir kızından şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben Kaf suresini
ancak Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in ağzından belledim. O
her cuma hutbesinde onu okurdu..."
1. Minber ya da
benzeri bir şey üzerine çıkarak hutbe vermek.
Zührî'nin, Salim'den rivâyetine göre Salim'in babası şöyle demiştir:
"Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'i minber üzerinde hutbe
verirken dinledim..."
İbnu'l-Kayyim'in belirttiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
minber edinmeden önce bir yay’a yahutta bir asaya dayanırdı. Savaşta bir
yay’a, cumada ise bir sopaya dayanırdı. Minberi üç basamaklı idi.
Nevevi der ki: Minber edinmek müstehabtır. O üzerinde icmâ’ bulunan bir
sünnettir.
2. Hatibin
minbere çıktığı vakit
mü'minlere selam vermesi. Çünkü Cabir Radıyallahu anh'dan
rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem minbere çıktığı
vakit selam verirdi.
3. Hatibin,
hutbeden önce ezan bitinceye kadar minberin üzerinde oturması.
Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem iki hutbe verirdi. Minbere
çıktığı vakit otururdu. Nihayet ezanı bitirince -(ravi) zannederim müezzin
de (dedi)- sonra kalkar hutbe irad eder, sonra konuşmaksızın bir süre
oturur, sonra kalkar hutbe verirdi."
4. Yüzünü
insanlara dönmesi.
Çünkü Adyy b. Sâbit babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem minber üzerinde ayağa kalktı mı ashabı ona
yüzlerini dönerlerdi."
İbn Hacer dedi
ki: Hatibin yüzünü dönmesinin bir sonucu olarak arkasını kıbleye döner.
Bunun müsamaha ile karşılanması, öğüt verdiği kimselere sırtını dönmemek
içindir. Cemaatin imama yüzlerini dönmelerinin bir hikmeti de onun yapacağı
konuşmayı dinlemek için hazırlanmak ve sözünü dinlerken ona karşı gerekli
edebi takınmaktır. Hatibi dinleyenler yüzlerini ona çevirip bedenleriyle,
kalbleriyle ve uyanık zihinleriyle ona yönelecek olurlarsa hatibin vereceği
öğüdü daha çok anlamalarını sağlar ve kendisi sebebiyle ayağa kalkması meşru
olan hususta (hutbenin ihtiva ettiği öğütlerde) ona uygun hareket etmeyi
daha bir gerektirir.
5. Hatibin bir
yaya yahut asaya dayanması.
Çünkü bu fiili sünnetlerdendir. Zira el-Hakem b. Hazm'in şöyle dediği sahih
olarak rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile
birlikte bir heyetle beraber gittim... Orada birkaç gün kaldık. O süre
zarfında Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte cumada
bulunduk. Bir asaya ya da bir yaya dayanmış olarak ayakta durdu, Allah'a
kısa birtakım kelimelerle hamd-u senâlarda bulundu..."
6. Hatibin iki
hutbe arasında hafifçe oturması.
İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem iki hutbe verir ve ikisi
arasında otururdu."
7. Ayakta hutbe
okuması.
Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem -şimdi yaptığınız gibi- ayakta
hutbe okur, sonra oturur, sonra bir daha kalkardı."
Bir diğer gerekçe de yüce Allah'ın: "...seni ayakta bırakıp..."
(el-Cumua, 62/11) buyruğudur.
8. Hutbeyi kısa
tutması.
Çünkü Muslim'in Sahih'indeki rivâyete göre Ammar şöyle demiştir: Ben
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim:
"Şüphesiz ki kişinin namazı uzun tutması, hutbeyi kısa tutması, onun fıkhına
işarettir. Bu sebeble namazı uzunca tutunuz, hutbeyi kısa kesiniz. Şüphesiz
bazı sözler büyü (gibi) etkilidir."
9. İkinci
hutbenin birinci hutbeye göre
-ezana göre
kamet gibi- daha kısa olması.
10. İmkânları
ölçüsünde sesini gerekli miktardan fazla yükseltmesi.
Çünkü Cabir b. Abdullah'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem hutbe verdi mi gözleri kızarır, sesi
yükselir, gazabı şiddetlenirdi. Sanki o sabaha kalmaz, akşama kalmaz...
düşman ordusu size baskın yapacaktır" diyen bir ordunun uyarıcısı gibi
idi..."
11. Müslüman
erkeklere, müslüman kadınlara, kendisine ve hazır bulunanlara dua etmesi.
Çünkü böyle bir dua cenaze namazlarında ve başkalarında caiz olduğuna göre
hutbede caiz olması öncelikle sözkonusudur.
12. Hutbesini
ağır ağır ve net sözlerle acele etmeden, lafı da fazla uzatmadan anlaşılır
bir şekilde vermelidir.
Çünkü böylesi daha beliğ ve daha güzeldir.
13. İmam minbere
oturduğu vakit hutbeden önce ezan okunması.
Çünkü es-Sâib b. Yezid'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem döneminde, Ebu Bekir ve Ömer radıyallahu
anhuma dönemlerinde cuma günleri ezan ilkin imam minberin üzerine
oturduğu vakit okunurdu. Osman Radıyallahu anh halife olup da
insanlar çoğalınca (kamet ve ezandan başka) üçüncü bir ezanı ez-Zevrâ
(denilen Medine çarşısındaki bir yer üzerinde) ilave etti."
14. İki hutbenin
bitirilmesinden hemen sonra araya fazla fasıla girmeden cuma namazının
kılınması.
1.
Namaz kılan mescide geldiği takdirde iki kişi arasında (kendisine) yer
açmamalıdır. Çünkü Selmân el-Fârisî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Her kim cuma günü
gusleder ve gücü yettiği kadarıyla temizlenir, sonra (yağ) sürünür ya da bir
koku sürünür, sonra (namaza) giderse, iki kişinin arasını ayırmayıp,
kendisi için takdir edilen kadarıyla namaz kılar, sonra imam (hutbe vermek
üzere) çıktığında susup dinlerse, o cuma ile gelecek cuma arası (küçük)
günahları bağışlanır."
2.
Az önce kaydettiğimiz hadis-i şerif dolayısıyla hutbeyi dikkatle dinlemesi
ve bunun için kendisini hazırlaması da gerekir.
3.
Oturmak istediği takdirde oturan bir kimseyi kaldırarak yerine oturmaya
kalkışmamalıdır. Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh şöyle derdi:
"Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem adamın kardeşini oturduğu
yerden kaldırarak, kendisinin o yere oturmasını yasaklamıştır."
4.
Mescidde
insanların omuzları üzerinden atlayıp, geçmek şiddetli bir şekilde
mekrûhtur. Çünkü Abdullah b. Busr'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Cuma
gününde onun yan tarafında oturuyor idim. Bir adam gelip insanların omuzları
üzerinden atlayıp geçiyordu. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
ona: "Otur, sen artık eziyet veriyorsun." diye buyurdu.
Sehl b. Muâz b.
Enes el-Cühenî babasından şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Her kim cuma günü insanların
omuzları üzerinden geçecek olursa o cehenneme doğru bir köprü edinmiş olur."
5.
İmama
yakınlaşmalı ve ona doğru yüzünü dönmeli, mümkün olduğu kadarıyla ön
saflarda namaz kılmaya gayret etmelidir. Çünkü bunların faziletine dair
gelmiş rivâyetler vardır. Ayrıca bir yerde daha çok hak sahibi olmak, oraya
daha erken varanındır.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye der ki: Bir kimsenin hazır değilken bir şeyler
sermesi ve bununla başkasını orada oturmasını engellemesi hakkı yoktur. Bu
öyle bir yeri gasbetmek ve yüce Allah'ın müslümanlara emrettiği namaz
kılmalarını engellemektir. Sünnet olan kişinin bizzat kendisinin gelip önde
oturmasıdır. Kendisinden önce bir seccade gönderip yer tutan bir kimse
zalimdir ve böyle bir işi yapması engellenir. Bu gibi seccadelerin
kaldırılması ve onun yerine insanların gelip oraya oturmasının sağlanması
icab eder.
6.
İmam hutbe irad ederken konuşmak caiz değildir. Çünkü Sahih-i Buhârî'de Ebu
Hureyre'nin rivâyet ettiği hadise göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Cuma gününde imam hutbe verirken arkadaşına
"dinle" diyecek olursan, sen lağvetmiş (cumanın sevabını kaçırmış) olursun."
Aslında "dinle"
demek bir marufu (iyiliği) emretmektir fakat böyle bir konumda lağv yani
günahtır. Bunun dışındaki sözlerin günah olması ise daha da ileri
derecededir. Peygambere salât ve selâm getirmek müstesnâdır. Hatibten bunu
dinleyecek olursa, kendisinin de salât ve selâm getirmesi sünnet olur. Ancak
başkasını meşgul etmemek için yüksek sesle getirmez. Aynı şekilde hutbeyi
dinleyen kimsenin sesini yükseltmeden hatibin duasına âmin demesi de
sünnettir. Şâyet kendini tutamayıp, hapşıracak olursa gizlice kendisi
duyacak kadarıyla "elhamdulillah" der.
Başkasına
"yerhamukellah" demek, dinlemenin vücubu dolayısıyla meşru değildir.
Tıpkı namazda iken hapşırana yerhamukellah denilmeyeceği gibi hutbe
esnasında hapşırana da yerhamukellah denilmez.
7.
İmam hutbe okurken oturuş şekliyle yakınındakilerin yerini daraltması
mekrûhtur. Bir yere yaslanması, ayaklarını uzatması, yahut elleriyle arkaya
doğru dayanması gibi. Böylelikle normal oturan bir kimseden daha çok yer
tutmuş olur. Ancak bir rahatsızlığı dolayısıyla bunu yaparsa sakıncası
yoktur. Şâyet kalabalık olan bir yerden biraz uzağa çekilirse bu daha
faziletli olur. Çünkü bu yolla başkalarının yerini daraltmadan kendi
bedenini de rahatlatmış olur.
8.
İmam hutbe verirken giren kimselerin selam vermeleri caiz değildir. Bunun
yerine sakin ve vakarlı bir şekilde safta yerini alır, kısa iki rekât kılar.
Sonra da hutbeyi dinlemek üzere oturur. Etrafında bulunanlarla musafahası
(tokalaşması) caiz olmaz. Şâyet "es-selamu aleykum" diyerek selam verecek
olursa, cuması boşa çıkmış olur ve ecrinden mahrum kalır. Böyle birisinin
selamını almak da caiz değildir. Eğer konuşmaksızın musafaha yaparsa, hatibi
dinlemek ve onun için gerektiği gibi hazırlanmaya aykırı olduğundan dolayı
mekrûhtur, fakat cuması boşa çıkmaz.
9.
Hutbeyi dinleyen bir kimsenin çakıl taşları ve benzeri şeylere dokunması,
sakalıyla, elbisesiyle ya da başka bir şeyle oynaması, huşûya aykırı
olduğundan dolayı caiz değildir. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan
rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "...Çakıl taşlarına dokunan bir kimse lağvetmiş olur."
10.
Hutbe dinleyenin sağa sola bakmaması, etrafına bakınarak meşgul olmaması
gerekir. Ashab-ı kiram (Allah onlardan razı olsun) hutbe esnasında Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e yüzlerini dönerlerdi. Çünkü Abdullah b.
Mesud Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem minberin üzerinde ayağa kalktı mı ashabı
yüzlerini ona doğru dönerlerdi."
11.
Bir maslahat sebebiyle hutbeden önce, sonra ve iki hutbe arasında konuşmakta
bir sakınca yoktur. Eğer cuma hutbesini dinleyen kimse konuşursa lağvolur.
Hatib konuşursa caizdir. İbnu'l-Kayyim'in zikrettiğine göre
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem hutbesinde ashabına İslamın
temel esaslarını ve şer'î hükümlerini öğretiyor, bir emir ya da bir nehiy
gerektirecek bir durum sözkonusu olduğu takdirde onlara emirler veriyor ve
nehylerde bulunuyordu. Nitekim kendisi hutbe okurken içeri giren bir zata
iki rekât namaz kılmasını emretmişti. Çünkü Cabir b. Abdullah'tan şöyle
dediği rivâyet edilmektedir: "Bir adam cuma günü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem hutbe vermekte iken içeri girdi. Ona: "Namaz kıldın mı?"
diye sordu. O: Hayır deyince şöyle buyurdu: "İki rekât kılıver."
Yine insanların
omuzları üzerinden atlayıp geçen kimseye bu işi yapmamasını söylemiş ve
oturmasını emretmişti. Çünkü Abdullah b. Busr'den şöyle dediği rivâyet
edilmektedir: Cuma gününde onun yan tarafında oturuyor idim. Bir adam gelip
insanların omuzları üzerinden geçti. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem ona: "Otur, sen (başkalarına) eziyet verdin." diye buyurdu.
Ortaya çıkan bir
ihtiyaç yahutta ashab-ı kiramdan birisinin sorduğu bir soru dolayısıyla
hutbeyi keser ve o kimseye cevap verir, sonra tekrar hutbesine döner,
tamamlardı. Kimi zaman bir ihtiyaç dolayısıyla minberden aşağı iner, sonra
dönüp onu bitirirdi. Nitekim Hasan ve Hüseyin radıyallahu anhuma’yı
almak üzere minberden inmiş, onları almış, sonra onları da minbere
çıkartarak hutbesini tamamlamıştı.
Hutbe verirken
herhangi bir kimseyi: Ey filan gel diye çağırır, ey filan otur, ey filan
namaz kıl, diye seslenirdi.
İmam ikinci
hutbeyi bitirdikten sonra minberden iner. İcmâ’ ile iki rekât cuma namazı
kılınır. Cuma namazı bağımsız bir namazdır. Bir özür sebebiyle bu namazı
kılamayan bir kimse, bunun yerine öğle namazını kılar.
Cuma namazı için hatib minbere çıktıktan sonra ezan okunduğu takdirde yüce
Allah'ın şu buyruğunun gereği olarak alışveriş haram olur: "Ey iman
edenler! Cuma günü namaz için ezan okunduğunda Allah'ın zikrine koşun ve
alışverişi bırakın." (el-Cumua,
62/9)
Şevkânî diğer
muamelât ta alışveriş gibi değerlendirilir, demektedir.
İbnu'l-Arabi de
şöyle demektedir: Cuma namazını kılmaktan alıkoyacak şekilde uğraştıran
bütün akidler şer'an haramdır. Bu işten vazgeçirmek için de feshedilir.
Cuma namazı
kılması gereken kimseler için namaz vakti girdikten sonra namazı kılmadan
yolculuğa çıkmak caiz değildir. Vakti girmeden önce yolculuğa çıkmaya
gelince, bu hususta ilim adamlarının üç görüşü vardır. Bunlar imam Ahmed'in
açıkça ifade ettiği sözlerden nakledilen rivâyetlerdir. Birincisine göre
caiz değildir, ikincisine göre caizdir. Üçüncüsüne göre ise özel olarak
sadece cihad için caizdir.
İmam cumanın iki
rekâtinde de açıktan okur. Birinci rekâtte Fatiha suresinden sonra Cumua
suresini, ikinci rekâtte Fatiha suresinden sonra el-Munafikun suresini
okuması sünnettir. Çünkü Muslim, İbn Ebi Râfi'den şöyle dediğini rivâyet
etmektedir: Mervân, Ebu Hureyre'yi yerine Medine valisi olarak tayin etti ve
Mekke'ye çıkıp gitti. Ebu Hureyre bize cuma namazını kıldırdı. (Birinci
rekâtte) cum'a suresini okuduktan sonra son rekâtte: "Münafıklar sana
geldiğinde...” (el-Münafikun) suresini okudu. İbn Ebi Râfi, dedi
ki: Namazdan ayrılıp gidince Ebu Hureyre'ye yetiştim ve ona şöyle dedim: Sen
Ali b. Ebi Talib'in Kufe'de iken (cuma namazında) okuduğu iki sureyi okudun.
Ebu Hureyre dedi ki: Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i bu
iki sureyi cuma günü okurken dinledim.
Yine Fatiha'dan
sonra birinci rekâtte el-A'lâ sûresini, ikinci rekâtte el-Ğâşiye sûresini
okuması sünnettir. Bir tek sureyi iki rekâte bölüştürmez, çünkü sünnete
muhaliftir.
en-Numan b.
Beşir'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem iki bayram (namazın)da ve cuma (namazın)da! "O en yüce
Rabbinin ismini tesbih et" (el-A'lâ suresi, 87/1) ile "Sana
örtüp bürüyen (kıyamet)in haberi geldi ya!" (el-Ğâşiye, 88/1)
sûrelerini okudu. (en-Numan b. Beşir devamla) dedi ki: Şâyet bayram ve cuma
aynı günde bir araya gelirse, yine her iki namazda da her iki sureyi
okurdu."
Cuma namazına
nasıl yetişilmiş olur?
Cuma namazı imam
ile birlikte birinci rekâti kaçıran kimseler için ikinci rekâtin Ruku’una ve
sücûduna yetişmekle yetişilmiş olur. Namaza başlamakla birlikte ikinci
rekâte yetişemeyecek olursa, o namazı öğlen namazı olarak tamamlar. Çünkü
Ebu Hureyre'den gelen rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Namazdan bir rekâta yetişen kimse, namaza yetişmiş
demektir."
Yine Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Siz gelip de bizim
secdede olduğumuzu görürseniz, siz de secde ediniz; fakat onu bir şey
saymayınız. Kim bir rekâta yetişirse, namaza yetişmiş sayılır."
İlim ehli cuma
namazından önce nafile kılmak hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye şöyle demiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem ezandan sonra ve cumadan önce hiçbir şey kılmazdı. Bir şey
kıldığını kimse ondan nakletmiş de değildir. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem döneminde ancak minbere çıkıp oturduğu vakit ezan okunurdu.
Bilal ezan okuduktan sonra Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem iki
hutbeyi irad ederdi. Sonra Bilal kamet getirir, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem de cemaate namaz kıldırırdı. Zaten bu durumda ezandan
sonra ne onun, ne de onunla birlikte namaz kılmaya gelen müslümanlardan
herhangi bir kimsenin namaz kılmasına imkân olmazdı. Kimse de cuma günü
mescide çıkmadan önce evinde namaz kıldığını nakletmiş değildir. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem kendi sözü ile de cumadan önce belli bir
miktarda namaz tayin etmemiştir. Aksine onun bu husustaki lafızları, kişi
cuma günü mescide geldiği takdirde bir vakit ve miktar tayini sözkonusu
olmaksızın namaza teşvik sadedindedir. Şu buyruğu gibi: "Kim cuma günü
gusleder, sonra cumaya gelir, onun için mukadder olan kadarı ile namaz
kılar, sonra (hutbeyi) dinlerse..."
İşte ashab-ı kiram'dan nakledilen rivâyet bu şekildedir. Onlar cuma günü
mescide geldiklerinde girdikleri andan itibaren kendilerine nasib olduğu
kadarıyla namaz kılarlardı. Kimileri on rekât kılardı, kimileri oniki rekât
kılardı, kimileri bundan daha az kılardı.
Bundan dolayı
imamların çoğunluğu ittifakla şunu kabul ediyorlardı: Cuma namazından önce
belli bir vakitte, sayısı belli rekâtlerde sünnet bir namaz sözkonusu
değildir. Çünkü böyle bir şey ancak Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
ya sözü ile ya da fiili ile sabit olur. O ise bu hususta ne sözü ile ne
fiili ile herhangi bir beyanda bulunmamıştır. Malik, Şafiî ve ashabın
çoğunluğunun mezhebi budur. İmam Ahmed mezhebinde meşhur olan görüş de
budur. İlim adamlarından bir kesim ise ondan önce bir sünnet namazı olduğu
kanaatindedir.
Doğrusu cuma
namazından önce revâtib ve miktarı belli bir sünnet olduğunun
söylenemeyeceğidir.
Buna göre kişi
imam hutbeye çıkmadan önce mescide girecek olursa, Allah'ın dilediği
kadarıyla namaz kılabilir. Eğer mescide girdiğinde imam hutbe okumakta ise,
oturmadan önce kısa iki rekât kılar. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse cuma günü
geldiğinde eğer imam hutbede ise hemen iki rekât kılıversin ve bunları kısa
tutsun."
Cuma namazından
sonra ise şâyet mescidde namaz kılacak olursa dört rekât kılar. Eğer evinde
kılarsa iki rekât kılar. Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan rivâyete
göre o Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in nafile namazını
anlatırken şöyle demektedir: "Cumadan sonra gidene kadar namaz kılmazdı.
(Gidince de) evinde iki rekât namaz kılardı..."
Ebu
Hureyre Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse cuma
namazını kılacak olursa, ondan sonra dört rekât namaz kılsın."
Genel ya da özel
bir özür bulunmadıkça cuma namazına katılmama ruhsatı yoktur. Cuma namazı
müslümanların icmâ’ı ile farz-ı ayn görüldüğünden cemaatle namazdan daha
kesin bir yükümlülüktür. Çünkü yüce Allah: "Ey iman edenler! Cuma günü
namaz için çağrıda bulunulduğu vakit Allah'ın zikrine koşun."
(el-Cumua, 62/9) diye buyurmaktadır.
Cuma dışındaki
farz namazları cemaatle kılmak da, tercih edilen görüşe göre farz-ı ayn'dır.
Cuma namazı ve
cemaate katılmak aşağıdaki özürlerden birisi dolayısı ile düşer:
1. Genel Özürler
Şiddetli yağmur,
elbiseleri ıslatacak şekilde yağan kar, insanın yürümesini zorlaştıran soğuk
ve çamur ve mescidde namazı eda etmeyi zorlaştıran herbir mazeret... Çünkü
Nâfi'den rivâyete göre İbn Ömer soğuk ve rüzgarlı bir gecede namaz için ezan
okuyup, şöyle dedi: Dikkat edin! Eşyalarınızın arasında namaz kılın! Sonra
dedi ki: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem soğuk ve yağmurlu bir
gece olduğunda müezzine: Dikkat edin eşyalarınızın arasında namaz kılın,
demesini emrederdi."
İbn
Battâl dedi ki: İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir, Şiddetli
yağmur, karanlık ve rüzgar ve benzeri hallerde cemaate katılmamak mübahtır.
2. Özel
Özürlerden Bazıları
a. Namaza
gidecek olursa kişiye zorluk çıkaracak bir hastalık.
Çünkü yüce Allah: "O halde gücünüzün yettiği kadar Allah'tan korkun!"
(et-Teğâbun, 64/16) diye buyurmaktadır. Mü'minlerin annesi Âişe
Radıyallahu anha'dan gelen rivâyete göre de Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem hastalığı sırasında: "Ebu Bekir'e müslümanlara namaz
kıldırmasını emredin!" demişti.
İbnu'l-Münzir
dedi ki: İlim ehli arasında hastanın hastalığı dolayısıyla cemaatlerden geri
kalabileceği hususunda bir görüş ayrılığı olduğunu bilmiyorum.
b. Küçük ya da
büyük abdeste sıkışmak.
Gaz sıkıştırması da buna dahildir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Yemek hazırken ve kişi küçük ve büyük
abdestine sıkışmışken namaz olmaz."
Burada (olmaz
şeklindeki) nefy (yasak anlamında) nehy demektir. Çünkü sıkışmak, kalbin,
ibadete bir halel meydana getiren namazdan başka şeylerle meşgul olmasını
gerektirir. Oysa cemaati terketmek, ibadetin dışında bir hususta halel
meydana getirir. Bizzat ibadetin kendisini muhafaza etmek daha önemlidir.
Ayrıca bu şekilde sıkışmak bedene de zararlı bir şeydir.
c. Yemek yeme
ihtiyacı olan ve yeme imkânı bulunan kimsenin yanında yemeğin hazır
bulunması.
Az önce geçen
"yemek hazırken namaz olmaz"
hadisi bunu gerektirmektedir.
d. Cana, mala
yahutta namusa bir zarar geleceğinden korkmak.
Çünkü İbn Abbas Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Herkim ezanı işittiği ve
ezanın çağrısına uymaktan onu alıkoyan bir özrü bulunmadığı halde cemaate
gelmez ise kıldığı namaz o kimseden kabul olunmaz." Ashab: Özür nedir? diye
sordular, Peygamber şöyle buyurdu: "Korku ya da hastalıktır."
Hasta yahutta ölmek üzere olan bir kimsenin refakatçisi de bu kabildendir.
Böyle bir kimse kendisi yokken hastanın öleceğinden korkar ve ona şehadet
kelimesini telkin etmek için yanında kalmak isterse, cumayı terketmekte
mahzur yoktur.
e.
Bir alacaklının
kendisinden alacağını isteyip, yakasını bırakmaması, onu rahatsız etmesi,
bununla birlikte beraberinde ona ödeyecek bir şeyinin bulunmaması.
f.
İtaat ya da
mübah bir maksat ile yapılan seferde arkadaşlarının kendisini bırakması.
Bineceği vasıtayı kaçıracağından yahut uçağa yetişememekten korkan bir kimse
buna örnektir. Bu iki bakımdan bir özürdür. Evvela cuma namazını bekleyecek
olursa, maksadını gerçekleştiremez, ikinci olarak kalbi böylece çokça meşgul
olur.
g.
Bir işte çokça yorulup, yoldan geri dönüp, uyuklayan kimsenin halinde olduğu
gibi, ağır uykulu bir hal. Eğer bu şekilde namaz kılacak olursa, ne
söyleyeceğini bilemeyecekse bu kimse de mazurdur. Çünkü Ebu Katade'nin
Peygamber efendimize merfu olarak rivâyet ettiği hadiste şöyle
buyurulmaktadır: "Gerçek şu ki, uykuda bir kusurluluk sözkonusu değildir.
Kusurlu davranmak uyanıkken sözkonusudur. Sizden herhangi bir kimse bir
namazı unutur yahut uykuda iken namazı geçerse onu hatırladığı vakit
kılıversin."
h. İmamın hem
hutbeyi, hem de namazı sünnetten daha ileri derecede uzatması.
Buna delil Nesâî'nin Cabir'den yaptığı şu rivâyettir. O dedi ki: "Ensardan
bir adam su taşıyan iki bineği ile birlikte akşam namazını kılmakta olan
Muaz'ın yanından geçti. Muaz Bakara suresini okumaya başladı. Adam da (kendi
kendine) namaz kılıp gitti. Bu husus Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'a
ulaşınca: "Sen fitneye düşüren misin ey Muaz, sen fitneye düşüren misin ey
Muaz? diye buyurdu. Niçin: "O en yüce Rabbinin ismini tesbih et."
(el-A'la, 87/1) ve: "Andolsun güneşe ve aydınlığına" (eş-Şems,
91/1) surelerini ve benzerlerini okuyarak kıldırmadın?"
i. Cemaatin
gerekeni yapmasına fırsat vermeyecek şekilde imamın hızlıca kıldırması.
Eğer
cuma namazının kılındığı bir başka mescid var ise mazeretin ortadan kalkması
sebebiyle orada kılması icab eder.
j. Soğan,
sarımsak, pırasa ve buna benzer muhatabları rahatsız eden ve yiyenden nefret
ettiren türden ağzın kötü kokmasına sebeb olan şeyleri yemek.
Mescidde
bulunmayı yasaklamak, böyle bir kimsenin mazeret sahibi olması manasına
değildir. Onun başkasına vereceği eziyeti önlemek içindir. Çünkü bu
durumdaki kişi melekleri rahatsız eder, Ademoğullarını rahatsız eder. Cabir
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "...Şüphesiz melekler de Ademoğullarının
rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olurlar."
Sadece bunları yemek ise icma ile helâldir.
Şâyet bu kokuyu
ağızdan giderme imkânı varsa, rahatsızlık verici hususun ortadan kalkması
dolayısıyla namaza katılır. Eğer cumayı terketmek için bir gerekçe olsun
diye ağzını kokutacak bir şey yiyecek olursa, cuma namazı üzerinden düşmez
ve haram olur. Çünkü Enes'den rivâyete göre ona sarımsak hakkında sorulmuş o
şu cevabı vermiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu
ki: "Her kim bu bitkiyi yiyecek olursa, bizlere yaklaşmasın, bizimle
birlikte namaz kılmasın."
Bedeninde yahut
elbisesinde giderilmesi kendisi için kolay olmayacak şekilde kötü koku
bulunan kimsenin durumu da böyledir. Mazeretten kasıt, günahın düşmesi ile
birlikte ecri de tamamen almasıdır. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Bir kimse hastalanır yahut yola çıkarsa,
ikamet halinde iken ve sağlıklı iken yaptığı amelin bir benzeri yazılır."
Soğan ve
sarmısak yiyene gelince, ona cemaatin mükâfatı yazılmaz. Çünkü onun için
cemaat yükümlülüğünün düşmesi çevresine verdiği rahatsızlığı önlemek
maksadına binaendir.
k. Giyecek
elbisesi bulunmayan çıplak bir kimse olması.
Suyutî dedi ki:
Cemaat yükümlülüğünü düşüren herbir mazeret cumayı da düşürür. Şiddetli
rüzgar bundan müstesnadır. Çünkü onun geceleyin esmesi şarttır. Cuma ise
geceleyin zaten kılınmaz.
Yine şöyle
demektedir: Cemaati terketmeye ruhsat teşkil eden mazeretler yaklaşık kırk
kadardır.
Namaz esnasında
bazı özürler ortaya çıkacak olursa, namaz kılan kişi namazını çabucak
bitirir, aksi takdirde namazını bırakır. Çünkü Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem namazı uzatınca Muâz’a sitem etmiş, fakat Bakara
suresini okumaya başlayınca, namazını bırakıp giden adama sitem etmemiştir.
Kur'ân ve
sünnette vârid olmuş nasslar namazın cemaat ile edâ edilmesinin vücubuna,
cuma namazının da farz-ı ayn olduğuna, erkek, sağlıklı, mukim (yolcu
olmayan), bir yerde yerleşik, müslüman, baliğ, âkil, hür ve mazereti
bulunmayan kimseye mescidde cemaatle kılınması gereken farz-ı ayn olduğuna
delil teşkil etmektedir. Cuma namazı müslümanların icmaı ile cemaatle namaz
kılmaktan daha te'kidlidir. Mescidde kılınması ancak şer'î bir özür olması
halinde kalkar.
Fakat bazı
kimseler şer'an üzerlerine farz olan cuma namazı veya ondan başka bir namazı
eda ettiklerini zannederek radyoya ya da televizyona uymakta, bunu ya
bilgisizliklerinden ya önemsemeyerek ve tembellik ederek yapmaktadırlar.
Doğru olan; bu
şekilde namazın caiz olmadığıdır. Bir kimse kendi evinde imama uysa ve
imamın sesini radyo ya da televizyon ile duyuyor ise, onun kıldığı bu namaz
-dinde bir bid'at ortaya koyması bir tarafa- sahih değildir. Âişe
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Her kim bizim bu işimizde onda
olmayan bir şeyi sonradan ortaya çıkarırsa o merduttur."
Bununla birlikte namazı da fâsiddir. O Allah'ın şiârlarından birisini
küçümsemiş, Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in sünnetine
uymamış olur. Oysa o şöyle buyurmaktadır: "... Benim nasıl namaz kıldığımı
gördüyseniz, siz de öylece kılınız..."
Böyle bir kimse,
ayrıca namaza gitmek ve cemaate katılmak için vaadolunmuş bulunan pek büyük
bir ecri elde etme fırsatını da kaçırmış olmaktadır.
“İlmi
araştırmalar ve fetva daimi komisyonu” bu hususta bir fetva vermiş
bulunmaktadır ki, sözkonusu bu fetva aşağıdaki hususları dile getirmektedir:
"Erkeklerin kadınların, zayıf ya da güçlülerin evlerinde bir ve daha fazla
bir kimsenin cemaatmiş gibi imama uyarak namaz kılıp, namazlarını sadece
hoparlorün sesine göre tesbit etmeleri caiz değildir. Bu namazın farz ya da
nafile cuma ya da başkası olması farketmez. Evlerinin imamın arkasında yahut
önünde olmaları arasında da fark yoktur. Çünkü gücü yeten erkeklerin farz
namazları mescidlerde eda etmeleri icab eder. Bu yükümlülük ise kadınlar ve
güçsüzler için sözkonusu değildir."
Yüce Allah
insanı kendisine ibadet etmek için yaratmıştır. Yüce Allah buyuruyor ki:
"Ben cinleri ve insanları bana ibadet etmekten başka, birşey için
yaratmadım." (ez-Zariyat, 51/56) Onu bir günde beş vakit namaz
kılmakla yükümlü tutmuştur. Yüce Allah başkasında bulunmayan birtakım
özellikleri bu ibadete tahsis etmiştir. O İslamda Allah'ın farz kıldığı ilk
ibadettir. Dinde en son kaybedilecek olandır. Yüce Allah'ın semada miraç
gecesinde farz kıldığı ve kulun amelleri arasında ilk hesaba çekileceği
amelidir. Kul aklı başında kaldığı sürece farz oluşu da üzerinden kalkmaz.
Bu ibadet İslâmın direğidir, hür de, köle de, erkek de, dişi de, mukim de,
yolcu da, zengin de, fakir de, sağlıklı da, hasta da, yöneten de, yönetilen
de eda eder.
Kur'ân-ı Kerim'de en çok anılan farz budur. Ebu Abdullah dedi ki: Kâfirler
cehennem ateşine girdikten sonra onlara bir şekilde soru sorulacağı bize
anlatılmaktadır: "Sizi Sekara (cehenneme) ne sürükledi? Derler ki: Biz
namaz kılanlardan değildik!"
(el-Müddessir, 74/42-43)
Namazı
terkedişlerinden önce azab edilmelerine sebeb herhangi bir ameli sözkonusu
etmeyeceklerdir.
Oruç, hac ve
sadaka gibi diğer amellerin kabul edilmesi, namazın kılınmış olmasına
bağlıdır. Çünkü İbn Ömer'den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Ben insanlarla Allah'tan
başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet
getirinceye, namazı kılıncaya ve zekâtı verinceye kadar... savaşmakla
emrolundum."
Özetle namaz
ibadetlerin en önemlisidir. Bir mazeret olması hali dışında ertelenmesi caiz
değildir.
Âkil ve bâliğ
müslümana namaz kılmak farzdır. Çünkü Âişe Radıyallahu anha Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir:
"Kalem (sorumluluk) üç kişiden kaldırılmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan,
ergenleşinceye kadar çocuktan, aklı başına gelinceye kadar deliden."
Ay
hali ve lohusa olanların dışındakilere farzdır. Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye
şöyle demiştir: Küçük çocuk buluğa erse, yahut bir kâfir müslüman olsa yahut
ay hali olan kişi temizlense, yahut delinin aklı başına gelse ve henüz namaz
vakti çıkmamış ise kaza olarak değil, eda olarak namazı kılmaları gerektiği
bilinen bir husustur. Bunlar vakit çıktıktan sonra gerçekleşirse (o
hallerinde iken geçirdikleri namazları için) herhangi bir günahları yoktur.
Bunlara Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in daveti ulaşmadıkça
namaz da üzerlerine vacib olmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz bir rasûl göndermedikçe, azab ediciler değiliz." (el-İsra,
17/15); "...Ta ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı
ileri sürecekleri bir delilleri kalmasın."
(en-Nisâ, 4/165)
Çoğu müslüman
namaz hususunda işi önemsememeye başlamış, namazdan yana gaflete dalmış, onu
kaybetmişlerdir. Hatta kimileri namazı o derece önemsemez hale gelmiş ki,
büsbütün terketmiş bulunmaktadır. Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
"İşte (böyle) namaz kılanların vay haline ki; onlar namazlarından gaflet
içindedirler. Onlar hem riyakârlık yapanların ta kendileridir, hem mâûnu (en
ufak çapta yardımlaşmayı) da engellerler."
(el-Mâûn,
107/4-7)
Bu
buyrukla yüce Allah namazı vaktinden sonraya bırakanları -daha sonra
kılsalar bile- veyl ile tehdit etmektedir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Bunlardan sonra ise namazı zayi eden, arzularına uyan bir
kavim geldi. İşte onlar gayy ile karşılaşacaklardır."
(Meryem, 19/59)
Hakim, Abdullah (b. Mesud) Radıyallahu anh'dan yüce Allah'ın:
"İşte onlar gayy ile karşılaşacaklar." buyruğu hakkında şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: O cehennemde dibi oldukça derin, tadı oldukça kötü bir
ırmaktır.
Ebu
Umame el-Bâhilî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Eğer onlarca ve
onlarca ağırlığında bir kaya cehennemin kıyısından atılacak olursa, yetmiş
yıl boyunca cehennemin dibine ulaşmaz. Sonra Gayy ve Esâma ulaşır. Ben: Gayy
ve Esâm nedir diye sordum. O: Cehennemin dibinde iki kuyudurlar, dedi.
Cehennemliklerin irinleri onlara akar. İşte Allah'ın kitabında: "İşte
onlar gayy ile karşılaşacaklar." (Meryem, 19/59) buyruğu ile:
"Esâmâ" (el-Furkan, 25/68) buyruğunda zikrettiği bunlardır."
Câbir Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kişi ile şirk ve küfür
arasında namazı terketmek vardır."
Şevkânî dedi ki:
Hadis namazı terketmenin küfrü gerektiren hususlardan olduğuna delildir.
Namazın farziyetini inkâr ederek terkedenin kâfir olduğu hususunda
müslümanlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Eğer İslama yeni girmiş bir
kimse ise yahutta namazın farz olduğuna dair bilginin kendisine
ulaşabileceği bir süre kadar müslümanlarla birlikte kalmamışsa, müstesnâdır.
Eğer namazı terketmesi -farz olduğuna inanmakla birlikte- tembellikten
kaynaklanıyor ise -insanların çoğunun hali nitekim böyledir- bu hususta
insanlar farklı görüşlere sahibtirler.
İbnu'l-Kayyim
dedi ki: Farz olan namazı kasten terketmenin en büyük günahlardan, büyük
günahların büyüklerinden olduğu ve bunun günahının Allah nezdinde canı
öldürmek günahından, malı almak günahından, zina, hırsızlık, içki içmek
günahlarından daha büyük olduğu, bu kimsenin yüce Allah'ın cezasına ve
gazabına layık olduğu, dünya ve âhirete rezil ve rüsvay edilmekle karşı
karşıya olduğu hususlarında müslümanlar ihtilâf etmemişlerdir.
Mükellef
bulunduğu farz namazı terkeden bir kimse, şâyet farziyetini inkar ediyor ve
bu hususta mazur görülebilecek bir hali yoksa, inkârı dolayısıyla kâfir
olur. İsterse namaz kılsın. Çünkü o dinden olduğu kesinlikle bilinen bir
hususu inkâr etmiş, Allah'ı ve Rasûlünü yalanlamış olur. Böyle bir kimse
öldürülür. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem: "Dinini
değiştireni öldürünüz."
diye buyurmuştur. Böyle birisine mürted hükümleri uygulanır.
Şâyet namazın
farziyetine inanmakla birlikte vakit çıkana kadar tembellik ederek
terkedecek olursa, böyle bir kimsenin durumu hakkında ilim ehli arasında
görüş ayrılığı vardır. Böyle birisinin dinden çıkacak şekilde kâfir olduğu,
tevbe edip namaz kılmadığı takdirde öldürüleceği söylendiği gibi, bunun
kâfir olmayıp, fasık olacağı, tevbe ederse mesele kalmayacağı, aksi takdirde
had olmak üzere öldürüleceği de söylenmiştir.
Bir diğer görüşe
göre ne kâfir olur, ne öldürülür. Aksine böyle bir kimse tazir cezasına
çarptırılır. (Hadden aşağı hafif cezalarla cezalandırılır) ve namaz
kılıncaya ya da ölünceye kadar hapsedilir.
Birinci görüşü
seleften bir topluluk kabul edilmiştir. Bu görüş Ali b. Ebi Talib'den
rivâyet edilmiş olup, Ahmed b. Hanbel'den gelen iki rivâyetten birisi de
böyledir. Abdullah b. el-Mübarek, İshak b. Rahaveyh de böyle demiştir. Şafiî
mezhebine mensub bazı ilim adamlarının benimsediği bir görüş budur.
İkinci görüşü
Malik ve Şafiî kabul etmiştir. Üçüncü görüşü Ebu Hanife, Kûfe ahalisinden
bir topluluk ve Şafiî mezhebine mensub el-Muzenî kabul etmiştir.
Namazı
terkedenin öldürüleceği görüşünü kabul edenler yüce Allah'ın şu buyruğunu
delil gösterirler: "O haram aylar çıkınca artık o müşrikleri nerede
bulursanız öldürün. Onları yakalayın, onları alıkoyun, onların bütün geçit
yerlerini tutun. Eğer tevbe edip, namaz kılar ve zekat verirlerse yollarını
serbest bırakın." (et-Tevbe, 9/5) Âyet-i kerime yollarını serbest
bırakmak için tevbeyi şart koşmaktadır. Yapılacak ilk iş namazı dosdoğru
kılmaktır. Eğer bu şart tahakkuk etmezse öldürülmeleri gerekir. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle buyurmuştur: "Ben Allah'tan başka
hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şahidlik
edinceye, namazı dosdoğru kılıncaya, zekâtı verinceye kadar insanlarla
savaşmakla emrolundum. Şâyet bunu yaparlarsa kanlarını ve mallarını bana
karşı korumuş olurlar. İslamın hakkı ile olması müstesnâ. Hesapları ise
Allah'a aittir."
Bu hususta hadisler pek çoktur.
İkinci görüşün
sahibleri böyle bir kimsenin kâfir olmayacağına, yüce Allah'ın: "Şüphesiz
Allah kendisine eş koşulmasını mağfiret etmez. Ondan başkasını ise
dileyeceğine mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48 ve 116) buyruğunu
delil gösterirler. Yine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in Enes
b. Malik tarafından rivâyet edilen Muâz b. Cebel hadisini de delil
gösterirler: "Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın
kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet eden herbir kulu mutlaka Allah cehennem
ateşine haram kılar..."
Buna yakın bir
ifade Ebu Hureyre Radıyallahu anh ve başkalarının rivâyet ettikleri
hadislerde vârid olmuştur.
Üçüncü görüşün
sahipleri böyle bir kimsenin kâfir olmayacağına, ikinci görüşü savunanların
delillerini göstermişler. Öldürülmeyeceğine dair de Mesruk'un, Abdullah'tan
yaptığı şu rivâyeti delil gösterirler. Buna göre Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Allah'tan başka hiçbir ilâh
olmadığına, benim Allah'ın Rasûlu olduğuma şehadet eden müslüman bir
kimsenin kanı ancak şu üç husustan birisi ile helâl olabilir: Cana karşılık
can, zina eden evli, Allah'ın dininden çıkıp cemaati terkeden kimse."
Burada ise namazdan sözedilmemektedir.
Şevkânî der ki:
Doğru olan görüş namazı terk edenin kâfir olduğu ve öldürüleceğidir. Kâfir
oluşu şeriat koyucunun namaz kılana bu ismi verdiğine ve kişi ile ona bu
ismi vermek arasındaki engelin namaz kılmak olduğuna dair hadislerin sahih
olarak bize gelmiş olmasıdır. Buna göre namazı terketmek böyle bir ismi
vermenin caiz olmasını gerektirmektedir. Öncekilerin ileri sürdüğü birtakım
itirazların hiçbirisi bizi bağlamaz. Çünkü bizler şunu söylüyoruz: Bazı
küfür çeşitlerinin mağfirete ve şefaate hak kazanmaya mani olmaması
mümkündür. Kıble ehline mensub kimselerin şariin "küfür" adını verdiği
birtakım günahlar dolayısıyla kâfir olması gibi. Buna göre insanların dar
geçitlerine düştüğü bir takım tevillere başvurmayı gerektiren bir husus
bulunmamaktadır.
Şevkânî böyle
bir kimsenin öldürülmesi gerektiğine dair görüşe yüce Allah'ın Kur'ân-ı
Kerim'de yollarını serbest bırakmayı, tevbe, namazı kılmak ve zekâtı vermek
şartına bağlamış olmasını delil göstermektedir. Buna göre namaz kılmayan bir
kimse serbest bırakılmaz. Ayrıca açıkça öldürülmeyi gerektiren, sünnetten
sahih olarak ulaşmış delilleri de buna gerekçe göstermektedir.
Öldürülmeyeceğini söyleyenlerin delili olan: "Müslüman kanı... başkasıyla
helal olmaz" hadisinin mefhumunun bu itibar ile sahih ve sarih rivâyetlerin
mantuku (sözlerinden anlaşılan ifade) ile çelişmeyeceğini sözkonusu
etmektedir.
Namazı
terkedenin kâfir olmadığı ve öldürülmeyeceğini öngörenlerin ileri sürdükleri
deliller ve bunların namazı terkeden kimselerin kâfir olduğunu açıkça ifade
eden hadislerdeki küfrün dinden çıkmak anlamındaki bir küfür olmayıp, nimete
karşı küfür (nankörlük) yahutta büyük küfürden daha küçük bir küfür olduğu
şeklindeki tevillerine gelince, bu da bir kaç şekilde cevablandırılabilir.
Herşeyden önce
namazı terkeden bir kimse, İslâmın rükunlerinden birisini yıkmış olmaktadır.
Bu ise İslâm yapısının içerden yıkılmasını, gevşetilmesini ve böyle bir
kimsenin İslâm dairesinden çıkıp, küfre girmesini gerektirmektedir.
Özellikle namaz iki zıt şey olan iman ile küfür arasındaki ayırıcı sınırdır.
Bunların birbirleri ile içiçe olmalarına imkân yoktur. Kişinin dinden
çıkacağı anlamıyla kâfir olacağına dair delil teşkil eden nasslar ise sahih
ve sarihtir. Hiçbir şekilde tevile ihtiyacı yoktur. Bunlardan birisi de Enes
b. Malik'in Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'ın şöyle dediğine
dair rivâyetidir: "Kul ile şirk arasında namazı terketmekten başka hiçbir
şey yoktur. Kişi namazı terketti mi artık şirk koşmuş olur."
Yine Peygamber
şöyle buyurmaktadır: "İslamın kulpları ve dinin kaideleri üç tanedir. İslâm
onlar üzerine tesis edilmiştir. Bunlardan birisini terkeden bir kimse o şeye
kâfir demektir. Kanı ise helâldir. (Bunlar) Allah'tan başka ilâh olmadığına
şehadet getirmek, farz olan namaz ve ramazan orucudur."
Acaba İslâmdan
çıkan kimseden başkasının kanı helâl olur mu?
Namazı terkeden kimsenin kâfir olmayacağına dair ileri sürülen delillere
gelince, bizler bunları düşündüğümüz vakit, bu delillerin, kâfir olacağını
söyleyenlerin söyledikleriyle çelişmediğini görürüz.
İcma da namazı terkeden kimsenin kâfir olacağına delil teşkil etmektedir.
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye şöyle demektedir: Eğer kişi içten içe namazı kabul ediyor, farz
olduğuna inanıyorsa ve öldürülünceye kadar namazı terketmekte ısrar ediyor
ve namaz kılmıyorsa; böyle bir duruma Âdem oğulları ve adetleri arasında
rastlanılamaz. Bundan ötürü bu İslâmda katiyyen meydana gelmiş bir şey
değildir... Kişi öldürülünceye kadar namaz kılmamaya devam ediyorsa, içten
içe onun farz olduğunu hiçbir zaman kabul etmiyor, onu yerine getirmekle
kendisini yükümlü görmüyor demektir. Böyle birisi de müslümanların ittifakı
ile kâfirdir.
Namazı
terkedenin öldürüleceğini kabul eden ilim ehli kimseler, bu kişi had olarak
mı öldürülür, yoksa kâfir olarak mı öldürülür, hususunda farklı görüşlere
sahibtirler.
Buna bağlı olarak böyle bir kimseden tevbe etmesi istenir mi, istenmez mi?
Böyle bir
kimsenin had olarak öldürüleceği kanaatinde olan kimseler, namazı
terketmenin haddini öldürülmek olarak tesbit etmişlerdir. Hadler ise zina
gibi daha önce sözkonusu olan birtakım sebeblerle vacib olur. İmama
götürülmesinden sonra tevbe bu hadleri kaldırmaz.
Kâfir olarak
öldürüleceği kanaatinde olanlar ise, böyle bir kimsenin tevbe etmesinin
isteneceği görüşündedir. Çünkü böyle bir öldürme vacibi (farzı) terketmekten
dolayı sözkonusudur. Bundan dolayı irtidad dolayısıyla öldürülmekte olduğu
gibi, tevbe etmesini istemek onun hakkında meşru kılınmıştır. Hatta burada
tevbe etmesini istemek öncelikle sözkonusudur. Çünkü böyle birisinin geri
dönmesi ihtimali daha yüksektir. Zira onun İslâmı kabullenmesi kendisini
dünya ve âhirette cezadan kurtaracak bir husustan dolayı tevbe etmeye
itebilir. İşte bu sahih olan görüştür.
Çünkü böyle
birisinin en kötü hali mürted gibi olmasıdır. Ashab-ı kiram ise mürtedlerin
ve zekâtı vermeyenlerin tevbesinin kabul edileceğini ittifakla kabul
etmişlerdir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Sen o kâfirlere de ki:
Eğer vazgeçerlerse onlara geçmiş (günahları) mağfiret olunur."
(el-Enfâl, 8/38) Bu buyruk ise hem mürted olanı, hem diğerlerini
kapsamına alan genel bir buyruktur. Meşhur olan böyle bir kimseden tevbe
etmesinin isteneceğidir. Eğer tevbe edip, namazı terketmekten vazgeçerse
mesele yok, değilse öldürülür.
İlim ehli
öldürülmeyi gerektiren namazı terkin mahiyeti hususunda farklı görüşlere
sahibtir. Şevkânî der ki: Acaba öldürme gereği tek bir namazı terk halinde
mi, yoksa daha fazlasını terk halinde mi sözkonusu olur? Cumhûrun görüşüne
göre, tek bir namazı terkten dolayı öldürüleceği şeklindedir. Hadisler de
bunu gerektirmektedir. Bunun daha fazlası ile sınırlandırılmasının delili
yoktur. Ahmed b. Hanbel der ki: Namaz kılmaya çağırıldığı halde kabul etmez
ve: Ben namaz kılmıyorum deyip, sonunda namazın vakti çıkarsa öldürülmesi
gerekir.
Muâz
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem bana on kelime tavsiye buyurdu; dedi ki: "...
Sakın kasten bir farz namazı terketme! Çünkü kasti olarak farz bir namazı
terkeden bir kimsenin üzerinden Allah'ın himayesi kalkmış olur."
Namaz kılmayı
terkeden kimsenin öldürüleceğini kabul eden ilim ehli nasıl öldürüleceği
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Böyle bir kimsenin boynunun kılıçla
vurulmasıyla öldürüleceği söylendiği gibi, namaz kılıncaya ya da ölünceye
kadar odunla dövüleceği de söylenmiştir. Ölünceye kadar kılıçla dürtüleceği
de söylenmiştir. Çünkü böylesi onu bu işten vazgeçirmekte daha etkileyici ve
vazgeçmesi noktasında daha umut verici bir uygulamadır.
Cumhur boynunun
kılıçla vurulacağı görüşünü tercih etmiştir. Çünkü böyle bir uygulama canın
daha çabuk çıkmasına sebeptir.
1.
Velâyetinin devamı için İslâmın şart olduğu bütün hususlarda velâyeti
düşer. Dolayısıyla buluğa ermeyen çocukları üzerindeki velâyeti kalmaz
ve velâyeti altındaki kızları da evlendiremez.
2.
Akrabalarından miras alma hakkı kalkar.
Çünkü Usame b. Zeyd'in rivâyetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Müslüman kâfire, kâfir de müslümana mirasçı
olamaz."
el-Muğnî, de
şöyle demektedir: İlim ehli kâfirin müslümandan miras almayacağını icmâ’ ile
kabul etmişlerdir. Ashab ve fukahânın çoğunluğu da müslümanın da kâfire
mirasçı olamayacağını söylemişlerdir.
3. Mekke'ye
girmesi haram olur.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Müşrikler ancak
bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra artık onlar Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar." (et-Tevbe,
9/28)
4. Kestiği
yenilmez.
Çünkü o müslüman da değildir, kitab ehlinden bir kimse de değildir.
5. Öldükten
sonra cenaze namazı kılınmaz, mağfirete ve ilâhî rahmete nâil olması için
ona dua edilmez.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin
namazını asla kılma! Kabrinin başında da durma! Çünkü onlar Allah'a ve
Rasûlüne kâfir oldular ve fâsık olarak öldüler."
(et-Tevbe, 9/84)
6. Müslüman bir
kadını nikâhlaması haram olur.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Mü'min kadınlar
hicret edenler olarak size geldiklerinde onları imtihan edin. Allah onların
imanlarını daha iyi bilendir. Şâyet onların mü'min kadınlar olduğunu
görürseniz, onları kâfirlere geri döndürmeyin. Hem bu kadınlar o erkeklere
helâl değildir, hem de o erkekler bu kadınlara helâl olmaz."
(el-Mumtehine, 60/10)
el-Muğnî’de
şöyle demektedir: Mürted bir kadını da hangi din üzere olursa olsun
nikâhlamak haramdır. Çünkü böyle bir kadın için kabul ettiğini söylediği ve
girdiği din ehli arasında herhangi bir hüküm sabit olmamaktadır. Dolayısıyla
onu nikâhlamanın helâl olmadığını söylemek daha uygundur.
Yine şöyle demektedir: Eşlerden birisi gerdeğe girmeden önce irtidad ederse,
derhal nikâh fesh olur. Biri diğerine mirasçı olamaz. Şâyet erkeğin irtidadı
gerdeğe girdikten sonra ise bu hususta iki rivâyet vardır. Birisine göre bir
an önce ayrılık sözkonusu olur, diğeri ise iddetin sona ermesi halinde
ayrılık sözkonusu olur. Hangisi ölürse, ötekisi de ondan miras almaz.
7.
Namazı terkeden
bir kimse müslüman bir kadın ile evlenecek olursa, eğer kendi nikâhının
batıl olduğunu biliyor ve buna inanıyor ise, çocukları onun nesebine
katılmaz. Çünkü onun kendisine helâl olmayan bir kadın ile cima etmesi
haramdır.
1.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Meleklerin o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura
ve: 'O yakıcı azabı tadın' diye diye canlarını alırken bir görseydin! Bu,
ellerinizin daha önce yaptıkları yüzündendir ve hiç şüphesiz Allah'ın
kullarına zulmedici olmadığındandır."
(el-Enfal,
8/50-51)
Seyyid Kutub diyor ki: Bu iki âyet-i kerime Bedir gününde olsun, başka bir
zamanda olsun meleklerin kâfirlerin canlarını aldıkları her seferini
canlandıran sürekli bir hali tesbit ettiği gibi... Kur'ânî ifade kâfirlerin
oldukça çirkin bir tablolarını çizmektedir. Melekler onların canlarını
oldukça hakir düşüren bir tabloda, zorla çekip sıyırmaktadır. Bu hakirlik ve
aşağılanmak azaba ve ölüme ilave edilen bir haldir... Daha sonra ifadelerin
akışı gaibi haber vermek kipinden hitab kipine dönüşerek: "O yakıcı azabı
tadın" diye bir ifade ile ortaya çıkmaktadır. Böylelikle tablo adeta şu
anda görülmekte olan bir hal-i hazırdaki tablo halini alıvermekte. Sanki
cehennem ateşiyle, aleviyle bu tablo içerisindedir. Onlar azarlanılarak,
tehdit edilerek oraya itilivermektedirler. "Bu ellerinizin daha önce
yaptıkları yüzündendir." Sizlerin bu görmekte olduğunuz şeyler adaletli
bir cezadır. Daha önce ellerinizin yaptıkları sebebiyle siz bunu hak
ediyorsunuz...
2.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Toplayınız (şirkle kendilerine) zulüm
edenleri ve onlara eş olanları; Allah'tan başka taptıklarını da, onlara
cehennemin yolunu gösterin." (es-Sâffât, 37/22-23) Mürted, küfür
ve şirk ehlinden olan zalimlerle birlikte haşredilecektir. Çünkü bunlar
birbirlerine benzer sınıflardır. Onlarla nasıl bir çeşit alaylı ifadeyle
konuşulduğu üzerinde düşünmek lazım. Dünya hayatında dosdoğru yola hidayet
bulmadıkları için haydi şimdi onları o alevli ateşin, cehennemin yoluna
iletin. O yolu onlara gösterin, (denilecektir.)
3.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Allah kâfirlere lanet etmiş ve
onlar için alevli bir ateş hazırlamıştır. Onlar orada ebediyyen
kalıcıdırlar. Hiçbir veli (dost ve yardımcı da) bulmayacaklar. Yüzlerinin
ateşte evirilip çevirileceği o günde diyecekler ki: N’olaydı keşke biz
Allah'a ve Rasûle itaat etseydik..." (el-Ahzab, 33/64-66) Şanı
yüce Allah kâfirlerin rahmetinden kovulacağını, onlar için alevli bir ateş
hazırladığını, onların orada ebediyyen kalacaklarını, kendilerini kurtaracak
hiçbir kimse bulamayacaklarını, bu arada ateşin onları herbir yandan
çepeçevre kuşatacağını vurgulamaktadır. Temennilerine gelince, onun
gerçekleşme ihtimali yoktur. Çünkü bu temennilerinin zamanı geçmiştir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki biz Ademoğullarını şerefli
ve üstün kıldık. Onlara karada ve denizde taşıyacak vasıtalar verdik.
Kendilerine hoş ve temiz rızıklar verdik ve onları yarattıklarımızın
çoğundan oldukça üstün kıldık."
(el-İsrâ, 17/70)
Gerçekten yüce
Allah Âdemoğlunu şerefli kılmış, yarattıklarının çoğuna onu üstün
yaratmıştır. Onun şerefli ve üstün oluşunun görüntüleri hayatta çok açık ve
nettir. Bunlardan birisi yüce Allah'ın onu yarattığı şekildir. Ona
bağışlamış olduğu yeryüzünde halifelik makamına getirilmesi ile uyumlu fıtrî
istidadlardır. Ona etrafındaki kâinatı, o hayattaki görevini yerine
getirmesine yardımcı olacak şekilde müsahhar kılmış, emrine vermiştir.
Meleklerin O'na secde etmelerini isteyerek onu şereflendirmiş, Kur'ân-ı
Kerim'de bunu sözkonusu ederek bu şereflendirilişini ebedileştirmiştir.
Yüce Allah
hayatta iken insanı üstün ve şerefli kıldığı gibi, ölümünden sonra da onu
şerefli ve üstün kılmıştır. Bu da teşriîyle belirlediği yeni aşamaya
hazırlanması için yıkanması ve temizlenmesi, sükûnet ve vakar kafilesi
tarafından kabrine taşınması, namazının kılınması, Allah'ın onu şerefli ve
üstün kılmasına yakışır bir şekilde defnedilmesiyle ortaya çıkmaktadır.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onun (yerin) üzerindeki her canlı fanidir. Celal ve ikram
sahibi Rabbinin yüzü ise kalıcıdır." (er-Rahman, 55/26-27);
"Bir de azık edinin, şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır ve ey üstün
akıl sahibleri benden korkun." (el-Bakara, 2/197); "O günde
malın da, evladın da hiç faydası olmaz. Allah'a salim bir kalb ile gelmiş
olanlar müstesnâ." (eş-Şuara, 26/88-89)
İnsanların çoğu
dünyaya yönelir, dünyanın güzellikleri ve çekiciliklerine aldanır. Dünyada
ebedi kalacaklarını sanırlar. O bakımdan şehvet ve arzularına eğilir,
itaatleri önemsemez olurlar ve ansızın ecelleri gelip, onları bulduğunda,
önceden gönderdikleri amelin dışında hiçbir şeye sahib olmadıklarını
anlayıverirler...
Selef-i salih
dünyanın hakikatini bildiğinden ötürü ona meyletmediler. Âhiret için amel
ettiler, dünyada iken tevbe ettiler, Rablerine karşı takvalı hareket
ettiler... İmam Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle diyor:
"Şüphesiz
Allah'ın vardır uyanık kulları,
Dünyayı
terkedip, fitneden korkmaktır yolları.
Nazar ettiler
dünyaya, anlayıverdiler
Hiçbir canlıya
onun yurt olmadığını
Onu bir deniz
bellediler de
Yol aldıkları
gemi oldu, salih amelleri."
Ebu
Hureyre Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Lezzetleri kesip
biçeni çokça anınız."
Ölüm ansızın gelir, kapıları çalmaz. Kapıcılar onun içeriye girmesini
engelleyemez. O küçüğe de gelir, büyüğe de. Birisini diğerinin yerine kabul
etmez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O ecelleri gelince ne bir an geri
bırakabilirler, ne de ileri alabilirler."
(el-A’raf, 7/34)
Bundan dolayı
ölümün kaçınılmaz olarak geleceğine kesinlikle inanan insanın buna
hazırlanması gerekir. Yüce Allah: "Her nefs ölümü tadacaktır." diye
buyurmaktadır. O halde samimi tevbe etmekte, Allah'a dönmekte, itaate
sarılmakta, masiyetlerden uzak durmakta, hak sahiplerine hakları vermekte
eli çabuk tutmalıdır. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmaktadır: "Her kimsenin bir başkasına namus, şeref ve
haysiyetinde veya herhangi bir hususta yaptığı bir haksızlık varsa, dinarın
ve dirhemin olmayacağı bir gün gelmeden önce bu gün ondan helâllık dilesin.
(Çünkü dinar ve dirhemin olmadığı o günde) eğer (haksızlık yapanın) salih
bir ameli varsa, yaptığı haksızlık kadar salih amelinden alınır. Eğer
hasenâtı yoksa bu sefer arkadaşının kötülüklerinden alınır, onun üzerine
yükletilir."
Ölüm sağlıklı
olana da, hasta olana da ansızın geliverir. Bundan dolayı hayattan sonrası
için hazırlanmak gerekir. Orada kabirlere bırakılacağız ve ölümden sonra
dirilişe kadar orada kalınacaktır. Sonra cennet veya cehennemde ebedî
kalınacak yere geçilecektir.
Hastalık
Allah'tan bir imtihan, bir sınamadır. Onunla herşeyin mutlak hakimi, bir ve
tek Allah'a kulluğun hakikati açığa çıkar. Bundan dolayı hastanın Allah'ın
takdirine razı olması, kendisi hakkında takdir olunan bu halde sabır ile
Rabbine ibadet etmesi gerekir. Allah hakkında güzel zan beslemeli, Allah'ın
geçmişteki ve hal–i hazırdaki nimetlerini hatırlaması, iman ile kalbini
arındırması gerekir.
Mübah bir yolla tedavi olmasında hasta için bir günah yoktur. Fakat haram
birşeyle tedavi caiz değildir. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan
gelen rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Allah indirdiği herbir hastalık için mutlaka bir de şifa
indirmiştir."
Yine Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah hastalığı ve ilacı yaratmıştır. O halde tedavi olunuz; fakat
haram bir şey ile tedavi olmayınız."
Sihirbazlara,
göz boyacılara, kâhinlere ve müneccimlere gitmek yahut Allah'tan başkası
için kurban kesmek ya da muskalar asmak suretiyle akideyi bozan bir şeyle
tedaviye kalkışmak caiz değildir.
Hastanın şunu
bilmesi gerekir: Hastalık ölüme yaklaştırmaz. Tıpkı sağlığın ölümden
uzaklaştırmadığı gibi. Bütün bunlar yüce Allah'ın insan için takdir ettiği
ecel ile alakalıdır. Ortada sözkonusu olan, belirli yerlerde sayıları belli
nefeslerden başkası değildir. Bu nefesler sona erdi mi sağlıklı ya da hasta
olsun ölüm insanı gelip bulur.
Fakat her
durumda yüce Allah'a tevbe etmek, insan üzerinde bir görev olmakla birlikte,
hastalık halinde daha da önemli bir görevdir.
Hastalığı
arttığı takdirde hastanın ölümü temenni etmesi caiz değildir. Bunun için dua
da etmemelidir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmaktadır: "Sizden herhangi bir kimse ölümü temenni etmesin. Çünkü o ya
iyilik yapan bir kimsedir, belki iyiliği artar. Yahutta kötülük yapan bir
kimsedir, belki Rabbinin kendisinden razı olmasını isteyebilir."
Yani o işten
vazgeçerek, mağfiret diliyerek Allah'ın kendisinden razı olmasını isteyip
rızasını kazanabilir.
Muslim,
Sahih'inde şu rivâyeti kaydetmektedir: "Sizden herhangi bir kimse ölümü
temenni etmesin. Ölüm ona gelmeden ölümü duasında istemesin. Çünkü sizden
herhangi bir kimse öldü mü artık ameli kesilir. Mü'minin ömrü ise hayırdan
başka bir şeyini arttırmaz."
Hastanın korku ile ümit arasında olması gerekir. Çünkü Enes'ten rivâyete
göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ölüm halinde olan bir
gencin yanına girmiş, ona: "Kendini nasıl buluyorsun?" diye sormuş, genç şu
cevabı vermiş: Allah'a yemin ederim ey Allah'ın Rasûlü, Allah'tan ümidim
var, fakat günahlarımdan da korkuyorum. Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurdu: “Böyle bir durumda bir kulun kalbinde bu ikisi
bir arada oldu mu mutlaka Allah ona ümit ettiğini verir ve korktuğundan yana
onu güvenliğe kavuşturur."
Hastanın,
üzerindeki hakları sahiplerine vermesi, emanetleri sahiplerine iade
etmesi, başkasındaki haklarını alması da gerekir. Eğer buna imkânı olmazsa
borç ve benzeri üzerindeki kul haklarının ödenmesini, keffaret,zekât ve
benzeri Allah haklarının da yerine getirilmesini vasiyet eder. Müslüman bir
kimsenin vasiyetini yapmakta, elini çabuk tutması ve onu ölümün emareleri
ortaya çıkıncaya kadar ertelememesi gerekir. Çünkü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Hakkında vasiyette bulunacağı bir
şeyleri olan müslüman bir kimsenin vasiyeti yanında yazılı olmadan iki gece
geçirmesi onun hakkı değildir."
Şâyet bir malı
vasiyet edecekse, haram olmayan bir alanda üçte biri vasiyet etmesi caizdir.
Ondan fazlası caiz değildir. Bununla birlikte üçte bir de fazladır. Mirasçı
bir kimseye vasiyet caiz olmadığı gibi, vasiyette (mirasçılara) zarar
kastını gütmek de caiz değildir. Bazı mirasçıları mahrum bırakmak yahutta
birilerini diğerlerinden üstün tutmak gibi.
Müslümanın
sünnete göre teçhiz ve defin işlemlerinin yapılmasını, bu hususta
bid'atlerden uzak durmalarını ve bu işi hayır ve salâh ehli kimselerin
üstlenmesini vasiyet etmesi gerekir.
Ölümü yaklaştığı
anlaşılan bir kimseye "lâ ilâhe illâllah" demeyi telkin etmek sünnettir.
Çünkü Ebu Hureyre'den rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Ölülerinize lâ ilâhe illâllah'ı telkin ediniz."
Muaz b. Cebel'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Kimin son sözü lâ ilâhe illâllah
olursa, cennete girecek."
Bundan sonra
başka bir söz söyleyecek olursa, lâ ilâhe illâllah ona tekrar telkin edilir.
Böylelikle dünyada söyleyeceği son sözün tevhid kelimesi olması için
çalışılır.
Ölümü yaklaşan
kimsenin sırtı üzerinde ve ayakları kıbleye doğru, başı kıbleye dönük bir
parça yükseltilmek suretiyle kıbleye yönlendirilmesi sünnettir. Çünkü
Beyhaki'nin Sunen'inde rivâyet edildiğine göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem Medine'ye geldiğinde el-Berâ b. Marur'u sordu. Onlar;
vefat etti ve (malının) üçte birini sana vasiyet etti, dediler. Ayrıca ölümü
yaklaştığı vakit yüzünün kıbleye döndürülmesini de vasiyet etti. Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "O fıtrat olanı isabet
ettirdi. Onun bana vasiyet ettiği üçte birini de çocuklarına geri
veriyorum."
Ölümün
alâmetleri baş gösterecek olursa etrafında yakınlarından ve arkadaşlarından
takva ve salah ehli kimselerin bulunması, ona ve hazır bulunanlara çokça dua
etmeleri müstehabtır. Ölümü aşağıdaki hallerle bilinir:
1. Şakaklarının
içe gömülmesi
2. Bulûğ yaşına
ermiş olanların gözlerinin karasının kaybolması
3. Burnun
eğilmesi
4. Elin
sinirlerinin gevşemesi ve dolayısıyla, sanki derisinden ayrılmış gibi
gevşeyerek kalması suretiyle ellerinin bilekten ayrılması
5. Ayaklarının
gevşemesi yani ruhun çıkmasından sonra yumuşayıp, sarkması. Çünkü ondan önce
katıdırlar.
6. Yüz derisinin
ve -ölüm dolayısıyla husyeleri çekileceği için- husye derisinin uzaması.
7. Ölümün en
açık alâmetlerinden birisi de ölenin kokusunun değişmesidir.
Ölüm döşeğindeki hastanın ölümü tesbit edildikten sonra gözlerini kapatmak
sünnettir. Çünkü Um Seleme, rivâyet ettiği bir hadiste şöyle demiştir:
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem Ebu Seleme'nin yanına girdi.
Gözü açıktı, gözlerini kapattıktan sonra şöyle buyurdu: "Ruh kabzedildiği
vakit, göz ona arkasından bakar..."
1.
Gözünü kapatan kimsenin "bismillahi ve alâ milleti Rasûlullahi: Allah'ın
adıyla ve Rasûlullah'ın dini üzere" demesi sünnettir. Çünkü İbn Ömer
Radıyallahu anh'dan gelen rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Ölülerinizi kabirlerine koyduğunuz zaman:
Bismillahi ve alâ milleti Rasûlullahi deyiniz."
Ona dua etmesi, etrafında bulunanların ancak hayır ile konuşması da
sünnettir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem, Um Seleme'nin
rivâyet ettiği hadise göre şöyle buyurmuştur: "Kendi hakkınızda hayırdan
başkasıyla dua etmeyin. Çünkü şüphesiz ki melekler sizin söylediklerinize
âmin derler.” Daha sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım, Ebu Seleme'ye mağfiret
buyur. Onun derecesini hidayete iletilmişler arasında yükselt. Onun geride
bıraktığı kimseler üzerine sen halef ol. Bize ve ona mağfiret buyur. Ey
âlemlerin Rabbi! Onun kabrini genişlet ve orasını onun için nurlandır."
Ruhunun
kabzedildiği elbiseleri çıkartıldıktan sonra üstünün açılmasını önlemek
maksadıyla bütün bedenini örtecek bir örtü ile kapatmak sünnettir. Özellikle
artık o gözlerin alışmadığı yeni bir surete bürünmüş olmaktadır. Çünkü Âişe
Radıyallahu anha'ın şöyle dediği rivâyet edilmiştir: “Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem vefat ettiğinde bir Yemen kumaşı ile
örtüldü.” Şâyet ölen ihramlı ise başı örtülmez.
Enlice bir bezle
çenesinin bağlanması mendubtur. Bu bez başının üstünden bağlanır. Böylelikle
çirkin bir görünüm arzetmez yahutta ağzından su ya da haşeratın girmesi
önlenmiş olur. Vücud soğumadan önce yumuşak hareketlerle eklemlerin
yumuşatılması mendubtur. Böylelikle normal halleri ile yerlerini alırlar,
karnı şişmesin diye de üzerine bir şey konur.
Ölünün yüzünün açılması ve öpülmesi caizdir. Çünkü Âişe Radıyallahu anha
rivâyet ettiği hadiste şöyle demektedir: "Ben Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'i Osman b. Maz'un'u ölü iken öperken gördüm. O kadar ki;
gözyaşlarının aktığını da gördüm."
Yine Âişe Radıyallahu anha Peygamber efendimiz ile ilgili şu haberi
vermektedir: "Ebu Bekr atı üzerinde Sunh denilen yerdeki meskeninden geldi,
atından inip mescide girdi. Kimse ile konuşmadı. Âişe’nin yanına girdi.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e doğru yürüdü. O sırada yüzünün
üzeri bir Yemen kumaşı ile örtülü idi. Yüzünü açtı, sonra üstüne kapandı,
onu öptü ve ağladı..."
Müslümanların
cenazesinde bulunup, üzerine namaz kılmaları için şer'î bir yolla vefat
ettiğini insanlara bildirmekte bir sakınca yoktur.
Teçhizine ölümü
kesinleşmedikçe başlanmaz. Şâyet ölümü kesinleşirse teçhizinde acele edilir.
Borcunu ödemek ve vasiyetini yerine getirmekte eli çabuk tutmak icab eder.
Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan gelen rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Mü'minin canı borcu
ödeninceye kadar borcuna asılı kalır."
Ölüyü yıkayıp
kefenlemek farz-ı kifayedir. Müslümanların bazısı bu işi yerine getirecek
olursa, diğerlerinden günah düşer. Onu bir defa yıkamakla maksat hasıl olur.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bineğinden düşüp, boynu
kırılan ihramlı kişi hakkında: "Onu su ve sedir ile yıkayınız..."
diye buyurmuştur.
İnsanlar
arasında onu öncelikle yıkaması gereken kişi, bu hususta vasiyet ettiği
kişidir. Çünkü Ebu Bekir es-Sıddîk karısı Umeys kızı Esma'nın kendisini
yıkamasını vasiyet etmişti. O bakımdan hanımı öncelikle bu işi yaptı. Enes
de kendisini Muhammed b. Sîrîn'in yıkamasını vasiyet etmişti. O da bu işi
yapmıştı. Ayrıca bu ölenin bir hakkıdır. O bakımdan mirasının üçte birinin
dağıtılması hususunda olduğu gibi, vasiyet ettiği kişiye bu hususta öncelik
tanınır. Şâyet bunun için bir vasisi yoksa, erkeği herkesten önce yıkaması
gereken kişi, onun babası, sonra dedesi, sonra oğlu ve aşağı doğru diğer
torunlarıdır. Daha sonra asabe akrabalarından yakın olan yıkar. Arkasından
zevilerhamdan erkek akrabalar gelir, daha sonra yabancılar gelir. Çünkü onun
namazını kılmak hususunda da insanlar arasında öncelikli olanlar onlardır.
Kadını öncelikle yıkaması gereken onun annesi, sonra anneannesi, sonra kızı,
sonra daha yakın olan, sonra da yabancı kadınlardır.
Ölüyü yıkayacak
kimsenin müslüman, akıllı ve mümeyyiz olması şarttır. Ayrıca güvenilir,
emin, gasl (ölü yıkama) hükümlerini bilen bir kişinin bu işi yapması
gerekir.
Erkeklerin
kadınları yıkamaları caiz olmadığı gibi, kadınların da erkekleri -hanımı
dışında- yıkamaları caiz değildir. Yalnız kadın kocasını yıkayabilir. Kocası
da onu yıkayabilir. Şâyet ölü yedi yaşından küçük ise erkeğin de, kadının da
-ölen erkek ya da dişi olsun farketmez- onu yıkaması caiz olur. Çünkü küçük
çocuğun avreti yoktur.
Ölü yıkamakta,
ölüyü yıkayan ve ona yardımcı olan kimse dışında bulunmamalıdır.
Başkalarının bulunması mekrûhtur. Ölenin yanına cünub, ay hali ya da
loğusanın girmemesi gerekir. Çünkü bu hal, meleklerin girmesine engeldir.
Ölüyü yıkamak
için aşağıdaki şartlar bulunmalıdır:
1. Ölü müslüman
olmalıdır. Kâfirin yıkanması farz değildir. Hatta haram olur. İlim
adamlarının cumhuru bu görüştedir. Şafiîler ise haram değildir, demişlerdir.
Çünkü onlara göre bu teabbüd için değil, temizlik içindir.
2. Düşük
olmamalıdır. Çünkü düşüğün yıkanması farz değildir.
3. Ölenin
cesedinden az da olsa bir miktar bulunmalıdır.
4.
Yüce Allah'ın adını yükseltmek uğrunda öldürülmüş bir şehid olmamalıdır.
Ölü temiz ve
mübah su ile yıkanır. Soğuk olması mendubtur. Ölüye yapışık bir kiri
gidermek yahut aşırı soğuk gibi bir ihtiyaç dolayısıyla suyun ısıtılmasında
bir sakınca yoktur.
Cenazenin
yıkanması, gözün görmediği bir yerde bir çatı yahut bir çadır altında
yapılmalıdır. Ölen kıbleye yönelik, ayakları tarafına doğru eğimli olacak
şekilde, yıkama teneşiri üzerine konulur.
Yıkayıcı
yıkamaya başladığı vakit, ölenin göbek ile dizkapağı arasını örtmek
vacibtir. Bundan sonra üzerindeki elbiseleri çıkartır. Ölüyü yıkayan
kimsenin ölünün başını oturmaya yakın bir şekilde yumuşaklıkla kaldırması,
sonra eliyle karnını -içindeki pisliklerin çıkması için- sıkması gerekir.
Hamile kadının ise karnı sıkılmaz. Yumuşak bir şekilde karnı sıkılırken,
çıkanın gitmesi için su dökülür. Daha sonra eline bir bez sarar yahut bir
eldiven giyer. Pislik çıkan yerlerini yıkar. Sonra ölüyü yıkamayı niyet
eder, besmele çeker ve ona abdest aldırır. Ancak ağzına ve burnuna su
sokmaz. Dişlerin ve burun deliklerinin meshedilmesi yeterlidir. Ölenin
cesedine dokunmaması için eline bir bez sarması yahut bir eldiven giymesi
müstehabtır. Bu bez ise ön ve arka taraftan çıkan pislikleri aldığı bezden
başka bir bez olmalıdır.
Daha sonra
başını ve sakalını sidr köpüğü veya benzeri çöven otu ya da sabunla yıkar.
Sonra ön taraftan sağ yanını boynun sağ tarafından itibaren yıkar. Sonra sağ
kolunu omuzdan eline doğru yıkar. Sonra göğsünün yarısının, sağ tarafını,
baldırını, bacağını ve ayağını yıkar. Sonra onu sırtının sağ tarafını
yıkayabilmek için sol yanı üzere çevirir fakat yüzüstü çevirmez. Daha sonra
sol yanını ön tarafını yıkar, sonra sırt tarafını yıkar. Sonra da vücudunun
tamamı üzerine su döker.
Gerek olmadıkça
ölüye bakmak mekrûhtur. Hazır bulunanların ihtiyaç dışında ona bakmamaları
müstehabtır.
Ölüyü üç defa yıkamak müstehabtır. Eğer temizlik hasıl olmazsa beş, yedi ya
da daha fazla yıkayabilir. Fakat bu yıkamaların tek olmasına dikkat eder.
Çünkü Um Atiyye el-Ensariyye Radıyallahu anha'dan şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kızı vefat
ettiğinde yanımıza girdi ve şöyle buyurdu: "Onu üç ya da beş ya da uygun
görürseniz daha fazla yıkayınız..."
Son yıkayışta
ihramlı olmayanlar için kâfûr kullanması müstehabtır. Çünkü bu kâfûr ölenin
bedenine hoş bir koku verir, onun bedenini soğutur ve katılaştırır. Kokusu
ile ona gelecek haşeratı uzaklaştırır. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem az önce geçen Um Atiyye hadisinde şöyle demektedir: "...Son
yıkayışta ise kâfûr kullanın, ya da bir parça kâfûr koyunuz..."
Gusul esnasında
kadının saç örükleri iyice yıkanabilmesi için çözülür. Daha sonra saçları üç
örük yapılır ve arkasına bırakılır. Yıkama işi bitinceye kadar cenazenin
yıkandığı yerde buhur yakılması mendubtur.
Eğer cesedin
bazı organları herhangi bir kaza ve benzeri sebepten dolayı ayrı ise, bunlar
da yıkanır ve vücuttaki yerlerine konulur. Beden yıkama işi bittikten sonra
-kefenlerinin ıslanmaması için- temiz bir havlu ile kurutulur.
Su
bulunmadığından ötürü su ile ölüyü yıkamaya imkân olmaz yahutta yıkamak
sonucu etin kopacağından korkulursa, ölüye teyemmüm yaptırılır. Aynı şekilde
ölü yabancı hanımlarla birlikte bulunan bir erkek olup, aralarında hanımı
bulunmuyorsa yahutta hanım olup, aralarında kocasının bulunmadığı erkeklerle
birlikte ise yine teyemmüm yaptırılır. Teyemmüm de meşru bir şekilde bir
engel bulundurmak suretiyle yüz ve ellerine mesh yapmakla gerçekleştirilir.
Ölünün yıkanması
bittikten sonra kefenlenir. Kefenlenmesi de farz-ı kifayedir. Kefenin
bedenin tamamını örtecek şekilde olması gerekir. Çünkü Câbir Radıyallahu
anh'dan gelen rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse kardeşini kefenleyecek olursa,
kefenini güzel yapsın."
Kefenin beyaz,
temiz, yeni ya da yıkanmış olması müstehabtır.
Erkeğin kefen
bezi üç; kadının ise izar (belden aşağısını örten peştemal), himar
(başörtüsü), kamîs (gömlek) ve iki lifâfe (sargı) olmak üzere beş parçadan
olmalıdır.
İbnu'l-Münzir
dedi ki: İlim ehlinden çoğunlukla bellediğimiz kadının kefeninin beş parça
olacağı şeklindedir.
Küçük erkek
çocuk tek bir beze sarılarak kefenlenir. Üç parça ile kefenlenmesi de
mübahtır. Küçük kız çocuğu ise bir gömlek ve iki lifâfe ile kefenlenir.
Lifâfeler
üstüste yayılır, sonra öd ve benzeri tütsü ile tütsülenir. Ölü, üstü örtülü
bir şekilde lifâfe üzerine bırakılır. En dıştaki lifâfenin, üç lifâfenin en
güzeli olmasına dikkat edilir. Arasına hanut konulur. Bu da bir çeşit
karışık kokulardır. Sonra kaba etleri arasına kokulanmış pamuk konur,
üzerine bir bez bağlanır. Daha sonra üst lifâfenin sağ tarafı ölünün sol
yanı üzerine, sol tarafı ise sağ yanı üzerine bağlanır. Daha sonra ikinci ve
üçüncü lifâfe de böylece sarılır. Lifâfelerin baş tarafında artan bölümünün,
ayak tarafında artan bölümünden daha çok olmasına dikkat edilir. Başı
tarafında artan kısım da yüzünün üstüne örtülür. Ayak tarafında artan kısmı
da ayakları üzerine kapatır. Daha sonra bu lifâfeler açılmasın diye
bağlanır, kabirde bunlar çözülür.
Kadın da az önce
geçtiği şekilde iki lifâfe ile kefenlenir. Himâr başı üzerine, izâr ise
vücudunun orta bölümü üzerine konulur, gömlek de ona giydirilir.
Ölünün üç defa kokulanması güzeldir. Çünkü Câbir Radıyallahu anh'dan
gelen rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Ölüyü tütsüleyip, kokulandırdığınız vakit onu üç defa
kokulandırınız."
İhramlı kimsenin
başının örtülüp, örtülmeyeceği hususunda ilim adamlarının iki farklı görüşü
vardır. Sahih olan ise şudur: Bir kimse ihramlı olduğu halde ölürse başı
örtülmeksizin ihramı ile yıkanır ve defnedilir. Çünkü İbn Abbas
Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir adam Arafe'de
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ile birlikte vakfede
bulunuyorken devesinden düştü ve boynu kırıldı. Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurdu: "Onu su ve sidr ile yıkayınız. İki bez
parçası ile kefenleyiniz -ya da iki ihram bezi ile diye buyurdu- fakat
başını örtmeyiniz, ona hanût koymayınız. Şüphesiz Allah kıyamet gününde onu
telbiye ederek diriltecektir."
İhramlı hanımın
da yanında yabancı erkekler bulunmuyorsa yüzü örtülmez. Çünkü başın açık
olması, erkeğin ihramının bir parçasıdır. Yüzün açık olması da kadının
ihramı için gereklidir.
Allah'ın adını
yüceltmek uğrunda öldürülen şehid ise yıkanmaz ve namazı kılınmaz. Çünkü
Câbir b. Abdullah Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem Uhud harbinde öldürülenlerden iki kişiyi tek
bir kefene koyuyordu... Ve: "Ben bunlar hakkında şahidim” deyip, kanlarıyla
defnedilmelerini emretti. Onların üzerinde namaz kılmadığı gibi, onları
yıkamadı da.
Şehid olarak
ölüp de bir çarpışma esnasında kâfirler tarafından öldürülmeyen bir kimse
ise, yıkanır ve namazı kılınır.
İbnu'l-Kayyim (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'in naklettiğine göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem kefende aşırılığa kaçmayı
yasaklamıştır. Eğer kefen vücudun tamamını örtmeyecek durumda ise, başını
örter ve ayakları üzerine ot bırakırdı.
Müslüman ölüye
namaz kılmak farz-ı kifâyedir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
bu namazı kılmış ve kılınmasını emretmiştir. Ganimetten çalan kişi hakkında:
"Arkadaşınızın namazını kılınız."
diye buyurmuş, ondan sonra gelen müslümanlar da bu namaza gereken dikkati
göstermişlerdir.
Cenaze namazı
ruhunu Allah'a teslim eden, amel diyarından, hesab yurduna göçen bir
müslüman için bir ikram ve değer vermenin bir göstergesidir. Çünkü
müslümanlar yüce Allah'ın o kişiye mağfiret buyurması, onu affetmesi, lütuf
ve keremiyle ona ihsanda bulunması için Allah’a dua ederler. O halde cenaze
namazı müslüman için bir çeşit şefaattir. Kâfirin cenaze namazını kılmak
caiz değildir. Çünkü onun hakkında hiçbir hayır dua kabul olunmaz.
Cenaze namazını
mescidde kılmak, Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in sürekli
yaptığı işlerinden değildi.
O cenaze namazını mescidin dışında kılardı. Bazan da cenaze namazını
mescidde kıldığı olurdu. Suheyl b. Beydâ ve onun kardeşinin namazını
mescidde kılması gibi. Fakat bu onun (sürekli yapageldiği) sünnet ve adeti
değildi. O bakımdan her iki husus da caizdir. Fakat efdal olan cenaze
namazını mescidin dışında kılmaktır.
Bununla birlikte
eğer pisletilmesinden korkulmuyor ise mescidde cenaze namazını kılmakta bir
sakınca yoktur.
Şafiî, İshak, Ebu Sevr ve Davud (ez-Zahirî) bu görüştedirler. Malik ve Ebu
Hanife ise bunun mekrûh olduğu görüşündedirler. Kabristanda kılınması da
caizdir.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem kabristandaki bir kabir
üzerinde cenaze namazı kılmış bulunmaktadır. Namazın tek tek kılınması da
caizdir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in cenazesi
üzerine tek tek namaz kılınmıştır. Sünnet olan ise bunun cemaatle ifa
edilmesidir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bu namazı
ashabı ile birlikte kılardı. Cenaze namazının kılınması için belli sayıda
kimsenin bulunması şartı yoktur.
Farz namaz için
de şart olan niyet, mükellefiyet, kıbleye yönelmek, avretin setredilmesi,
elbise, beden ve mekânın temizliği, namaz kılanın müslüman olması gibi; farz
namaz için öngörülen şartlar cenaze namazı için de şarttır. Ayrıca cenaze
namazı için ölenin müslüman olması, temiz olması, eğer o şehirde ise namaz
kılanın önünde hazır bulunması da şarttır.
Cenaze namazı
için belli bir vakit şartı yoktur. Bütün vakitlerde edâ edilebilir. Fakat
namaz kılmanın yasak olduğu üç vakitte kılınması mekrûhtur. Çünkü Ukbe b.
Âmir'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem üç vakitte bizlere namaz kılmamızı ya da o zamanlarda
ölülerimizi kabre koymamızı yasaklardı: Güneş etrafı aydınlatacak şekilde
doğduğu andan yükselinceye kadarki vakit, öğle vakti ortada dikildiği andan
(batıya doğru) eğilinceye kadarki vakit, güneşin batmak üzere olduğu andan
batıncaya kadarki vakit.
Güç yetirebilmek
halinde ayakta kılınması, dört tekbir alınması, birinci tekbirden sonra
Fatiha'nın okunması, ikinci tekbirden sonra Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem efendimize salât ve selam getirilmesi, üçüncü tekbirden sonra
ölüye dua edilmesi, bu Rükunlerin sıraya göre yapılması ve selâm
verilmesidir.
Her tekbir
getirildiğinde ellerin kaldırılması, kıraatten önce istiâze çekilmesi,
Kur'ân okumanın gizlice yapılması, kişinin kendisine, anne-babasına ve bütün
müslümanlara dua etmesi, dördüncü tekbirden ve selâm vermeden önce kısa bir
süre durulması, sağ elini, sol elinin üzerine göğsünün üzerinde tutması ve
selam verirken sağına dönmesi.
İmam veya tek
başına namaz kılacak olan erkeğin baş tarafında, kadının göbeği hizasında
durmalıdır. Erkeğin başı tarafında, kadının göbeği hizasında durmak
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yol gösterici
uygulamalarındandır.
Cemaat imamın
arkasında durur. En az üç saf dizilmeleri sünnettendir. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Üzerinde üç safın namaz
kıldığı bir kimse(nin cennete girmesi) vacib olur."
Daha sonra iftitah tekbiri alır, fakat istiftah duası okumaz. Bunun yerine
tekbirden sonra istiâze çeker, besmele çeker ve Fatiha'yı okur. Fatiha'dan
sonra bir şey okumaz. Çünkü cenaze namazının esası işi hafif (çabuk)
tutmaktır. Daha sonra ikinci tekbiri alır, rivâyetlerde vârid olmuş olduğu
şekilde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'a selâm getirir.
-Teşehhüdde olduğu gibi- Sonra üçüncü tekbiri alır, ölüye, kendisine, anne
babasına ve bütün müslümanlara dua eder. Yapılan bu duanın (Peygamber
efendimizden) nakledilen bir dua olması sünnettir. Daha sonra dördüncü
tekbiri alır, bundan sonra kısa bir süre durur, arkasından sağına tek bir
defa selam verir.
Üçüncü tekbirden
sonra Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den rivâyet edilen
lafızlarla dua eder. Yapacağı bu duayı ihlâs ve samimiyetle yapması gerekir.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Siz
ölenin namazını kılacak olursanız, ona ihlâsla dua ediniz."
En faziletli dua
şudur:
Allah'ım, hayatta olanımıza da, ölmüş olanımıza da, hazır bulunanımıza da,
burada olmayanımıza da, küçüğümüze de, büyüğümüze de, erkeğimize de,
dişimize de sen mağfiret buyur."
Ebu Hureyre,
Nebi Sallallahu aleyhi vesellem den buna yakın bir hadis rivâyet
etmiş ve onda ayrıca şunları da eklemiştir:
Allah'ım, bizden kimi hayatta bırakırsan, onu iman üzere yaşat. Bizden kimin
canını alırsan iman üzere canını al. Allah'ım, bunun ecrinden bizi mahrum
bırakma, bundan sonra bizi saptırma."
Yine Ebu
Hureyre, Nebi Sallallahu aleyhi vesellem'den şöyle buyurduğunu
rivâyet etmiştir:
Allah'ım, bu cenazenin Rabbi sensin, onu sen yarattın, onu İslâma da sen
ilettin, canını da sen aldın, onun açığa vurduğunu da, gizlediğini de sen en
iyi bilensin. Biz sana şefaatçiler olarak geldik, sen buna mağfiret buyur."
Avf b. Mâlik'ten
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Nebi Sallallahu aleyhi vesellem bir
cenaze üzerine namaz kıldı. Onun duasından şu sözlerini belledim:
Allah'ım sen ona
mağfiret buyur, ona merhametini ihsan et, ona afiyet ver, onu affet. Ona
ikram ve ihsanlarda bulun. Gireceği yeri genişlet. Su, kar ve dolu ile onu
(günahlarından) yıka. Beyaz elbise kirli elbiseden nasıl ayırdedilebiliyorsa
sen de onu günahlardan öylece arındır. Ona kendi diyarından daha hayırlı bir
diyar ver, ona aile halkından daha hayırlı bir aile halkı ver, ona eşinden
daha hayırlı bir eş ver, onu cennete koy, onu kabir azabından -yahutta ateş
azabından- koru..." (Avf b. Malik devamla) dedi ki: O kadar ki ölen o şahsın
kendim olmasını temenni ettim.
Şâyet ölü dişi
ise zamiri de dişi kullanarak: Allah'ım o kadına mağfiret buyur... ve
benzeri ifadeler kullanır.
Kadınların
cemaat halinde cenaze namazı kılmaları caizdir. Tek tek kılmalarında da bir
mahzur yoktur. Çünkü Âişe Radıyallahu anha, Sa’d b. Ebi Vakkas'ın
cenaze namazını kılmıştır.
İnsanlar
arasında cenaze namazını kıldırmaya en hak sahibi kimse, ölenin bu konuda
vasiyet ettiği kişidir. Çünkü ashab-ı kiram bunun vasiyet edilebileceğini
icmâ’ ile kabul etmiş ve bu ölenin bir hakkıdır. Daha sonra ne kadar yukarı
doğru giderse gitsin baba gelir. Sonra ne kadar aşağı inerse insin oğul
gelir. Sonra asabelerin en yakını gelir. Sonra zevilerham’dan erkekler, daha
sonra diğer yabancılar gelir. Kocanın, (kadının) asabesinden öncelikli
olduğu hususunda iki rivâyet vardır. Şâyet akrabalar birbirlerine eşit
olurlarsa, imamete en layık olanları,farz namazlardaki öncelik sırasına
göredir. Hür akraba köleden önceliklidir. Çünkü kölenin velâyeti yoktur.
Şâyet her hususta birbirlerine eşit olurlar, kimse hakkını vermek istemezse
aralarında kura çekilir.
Birden çok
cenaze bulunduğu takdirde hepsine tek bir namaz kılmak caizdir. Onların en
faziletlileri imama en yakın yerleştirilir. Başları aynı hizada
yerleştirilirler. Şâyet erkekler, kadınlar ve çocuklar birarada bulunurlarsa
öne erkekler, sonra çocuklar, sonra kadınlar dizilir ve kadının göbek kısmı
erkeğin başının hizasına yerleştirilir.
Cenaze namazında pekçok müslümanın saf yapmaları müstehabtır. Çünkü Âişe
Radıyallahu anha'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Ölü bir kimseye müslümanlardan sayıları yüz
kişiye ulaşan bir topluluk namaz kılacak olup, hepsi de onun için şefaat
dileğinde bulunurlarsa, mutlaka onun hakkında şefaat dilekleri kabul
edilir."
Abdullah b. Abbas'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Bir müslüman
ölür de onun cenazesi üzerinde kırk kişi durup, bunlar Allah'a hiçbir şeyi
ortak koşmayan kimseler iseler mutlaka Allah onları onun hakkında şefaatçi
kılar."
Cenaze namazı
sırasında safın düzgün tutulması müstehabtır. İmam Ahmed bunu açıkça ifade
etmiş bulunmaktadır... Ebu'l-Melîc'den rivâyete göre o bir cenaze üzerinde
namaz kılmış ve geri dönüp şöyle demiştir: Safınızı düzgün tutun ki;
şefaatiniz de güzelce olsun.
Şâyet imam bir
cenaze için tekbir getirip de bir diğer cenaze getirilecek olursa, ikinci
tekbirini her ikisi için alır. Daha sonra üçüncü bir cenaze getirilirse,
üçüncü tekbiri hepsi için alır. Arkasından dördüncü bir cenaze getirilirse,
dördüncü tekbiri hepsi için alır. Sonra yedi tekbire tamamlar ki; dördüncüsü
için de dört tekbir getirmiş olsun. Eğer bir cenaze daha getirilecek olursa,
getirilecek tekbir sayısının yediden daha fazla, beşincisi için de dörtten
daha az tekbir getirilmemesi için bir daha tekbir getirmez, çünkü her ikisi
de caiz değildir. Şâyet birinci cenazenin sahibleri imam selam vermeden önce
cenazelerini kaldırmak isteyecek olurlarsa, caiz değildir. Çünkü selam
namazın bir rüknü olup, henüz verilmemiştir. Dördüncü tekbirde Fatiha'yı
okur, beşinci tekbirde Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e salât
ve selam getirir. Altıncı tekbirde hepsine dua eder. Böylelikle bütün
cenazelerin hükümleri tamamlanmış olur.
Cenaze namazının
başına yetişmemiş olan bir kimse, imam ile birlikte cenaze namazına katılır.
İmam selam verdiği takdirde o yetişemediği tekbirleri yetişemediği şekilde
yerine getirir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem, Ebu
Hureyre'nin rivâyet ettiği hadiste şöyle buyurmuştur: "Yetiştiğini kıl,
yetişemediğinin de kazasını yap!"
Şâyet namazını
bitirmeden önce cenazenin kaldırılacağından korkacak olursa, arada bir
fasıla koymaksızın tekbiri peşinden getirir, sonra da selâm verir.
el-Muğnî'de
şöyle denilmektedir: Şâyet hemen selam verip, yetişemediği tekbirlerin
kazasını yapmayacak olursa yine de bir mahzur yoktur. Çünkü İbn Ömer
Radıyallahu anh: Yetişemediklerinin kazasını yapmaz, demiştir. Ayrıca bu
tekbirler kıyam halinde ardı arkasına getirilen tekbirlerdir.
Cenaze namazını
kaçıran bir kimsenin, defnedilmediği sürece cenaze namazını kılma imkânı
vardır. Şâyet defnedilecek olursa, bir aylık bir süreye kadar kabir üzerinde
namaz kılabilir. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ashabından ve
diğerlerinden ilim ehlinin çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur.
İbnu'l-Kayyim'in naklettiğine göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
bir seferinde bir kabir üzerinde bir gece sonra namaz kılmış, bir seferinde
üç gün sonra, bir seferinde bir ay sonra namaz kılmıştır. Bu hususta da
kendisi herhangi bir vakit tesbit etmemiştir.
Sahih olan kabir
üzerinde namazın sünnet olduğu ve bunun için vakit bakımından bir sınırın
bulunmadığıdır. Elverirki ölen, namaz kılan hayatta iken vefat etmiş olsun.
İbnu'l-Kayyim’ın
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- zikrettiğine göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem in gaib (hazır olmayan) her ölü üzerinde namaz kılmak
gibi bir sünneti yoktu. Çünkü müslümanlardan pek çok kimse Peygamberin
yanında hazır bulunmuyorlarken ölmüşler, fakat kendisi onların cenaze
namazlarını kılmamıştır. Necâşî'nin üzerine cenaze namazı kıldığı ondan
sahih bir rivâyetle sabit olmuştur. Fakat bu hususta insanların üç farklı
görüşleri vardır:
1. Bu, ümmetin
her hazır bulunmayan kimse için namaz kılabileceği hususunda bir teşri' ve
bir sünnettir. Şafiî ve Ahmed'in görüşü budur.
2. Ebu Hanife ve
Malik, bu ona has bir durumdur. Bu özellik ondan başkasına yoktur,
demişlerdir.
3.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye şöyle demektedir: Doğrusu şu ki; gıyabi cenaze
kimse şâyet üzerinde namaz kılınmayan bir beldede ölmüşse, üzerine gıyabi
cenaze namazı kılınır. Nitekim Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in
Necaşi üzerine kıldığı namaz böyledir. Çünkü o kâfirler arasında ölmüş ve
onun namazı kılınmamıştır. Şâyet öldüğü yerde cenaze namazı kılınmış ise,
üzerine gıyabi cenaze namazı kılınmaz. Çünkü farz, müslümanların üzerine
namaz kılması suretiyle sakıt olmuştur. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem in gaib üzerinde namaz kıldığı da olmuştur, terkettiği de
olmuştur. Onun yaptığı bir iş te, terkettiği bir iş te sünnettir. Bunun
belli bir yeri, ötekinin belli bir yeri vardır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. İmam Ahmed mezhebinde üç görüş vardır. En sahih olanları bu
şekilde duruma göre yapılacak uygulama şeklindedir.
Küçük çocuğun
cenaze namazını kılmak caizdir. Çünkü el-Muğire b. Şube'den şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Ben Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle
buyururken dinledim: "Küçük çocuğun cenaze namazı kılınır."
İbnu'l-Kayyim
dedi ki: Ahmed b. Ebi Abde dedi ki: Ben Ahmed'e sordum: Düşük üzerine ne
zaman namaz kılmak icab eder? Şöyle dedi: Eğer üzerinden dört ay geçmiş ise
(kılınır). Çünkü ona ruh üflenmiş olur.
el-Muğire b.
Şube'den Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in şöyle buyurduğu
rivâyet edilmiştir: "...ve düşük üzerine namaz kılınır, anne ve babasına
mağfiret ve rahmet ile dua olunur."
Küçük çocuk için mağfiret dilenmez. Çünkü henüz onun kalemi yazmaya
başlamamıştır ve ayrıca o şefaatçidir, kendisine şefaat olunacak durumda
değildir.
Mürted, münafık ve aslen kâfir olan kimsenin namazı haramdır. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla
kılma. Kabrinin başında da durma. Çünkü onlar Allah'a ve Rasûlüne kâfir
oldular ve fâsık olarak öldüler."
(et-Tevbe, 9/84)
Savaşta çarpışma
esnasında şehit düşmüş olanın da namazı kılınmaz. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den Uhud şehidleri hakkında kanları ile
defnedilmelerini emrettiği, cenaze namazlarını kılmadığı ve onları
yıkamadığı rivâyet edilmiştir.
Bir had
uygulanarak ölmüş olan kimsenin cenaze namazı caizdir. Şevkâni şöyle
demektedir: Yine tercih edici sebeplerden birisi de recm edilmiş olan kimse
üzerinde cenaze namazı kılınacağına dair icmaın bulunmasıdır.
Bununla birlikte Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem ganimetten
hırsızlık yapan kimsenin namazını kılmayı terketmiş ve ashabına onun
namazını kılmalarını emrederek: "Arkadaşınızın namazını siz kılınız!" diye
buyurmuştur.
Ganimetten çalmaktan vazgeçirmek için böyle davranmış olması ihtimali
vardır.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem intihar eden bir kimsenin
namazını kılmamıştır. Çünkü Cabir b. Semura'dan şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: "Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e kendisini bir
okun sivri tarafıyla öldürmüş bir adam getirilmiş, onun cenaze namazını
kılmamıştır."
Ölünün yıkanması ve kefenlenmesi bittikten sonra onu taşımak ve arkasından
gitmek icab eder. Bunun fazileti çok büyüktür. Çünkü Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan gelen rivâyete göre o şöyle demiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Her kim cenazenin başında namazı
kılınıncaya kadar hazır bulunursa onun için bir kîrat vardır. Kim
defnedilinceye kadar yanıbaşında bulunursa onun için iki kîrat vardır." Ona:
İki kîrat ne demektir diye sorulunca, "İki büyük dağ gibi" diye buyurdu.
Cenazenin
taşınması ve arkasından gitmek, ölenin müslümanlar üzerindeki
haklarındandır. Cenazenin, tabutun bütün taraflarından taşınması sünnettir.
Çünkü Abdullah b. Mesud'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Her kim bir
cenazenin peşinden giderse, teneşirin bütün yanlarından taşısın. Bu bir
sünnettir. Sonra isterse nafile olarak taşısın, isterse bıraksın."
Cenazenin çabucak götürülmesi sünnettir. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu
anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Ben Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Cenazeyi (kabre
götürmekte) elinizi çabuk tutunuz. Eğer salih birisi ise siz onu hayra
yakınlaştırmış olursunuz. Eğer böyle değil ise, bu durumda boyunlarınızdan
çıkaracağınız bir şer demektir."
Cenazenin
taşınması erkeklere hastır. Bu hadisten anlaşılan da budur. Kadınların
cenazelerin peşinden gitmeleri caiz değildir. Çünkü Um Atiyye'nin rivâyet
ettiği hadiste şöyle denilmektedir: "Bize cenazelerin peşinden gitmek
yasaklandı. Fakat bununla birlikte bu bizden kesinlikle istenmedi."
Cenazenin
arkasında da, önünde de yürümek caizdir. Çünkü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'in bu şekilde hareket ettiği sabittir. Ancak daha
faziletli olan arkasından yürümektir. Avf b. Mâlik'in Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'den rivâyet ettiği şu hadisin mefhumundan
anlaşılan da budur: "Hastayı ziyaret ediniz ve cenazelerin peşinden
gidiniz."
Binekli kimse cenazenin arkasından yürür. Çünkü Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Binekler cenazenin arkasından
yürür."
Efdal olan ise yürümektir. Çünkü Sevbân'dan rivâyet edildiğine göre
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e bir cenaze ile birlikte
bulunduğu bir sırada ona bir binek getirilmiş, ona binmeyi kabul etmemişti.
Cenazeden döndüğü vakit ona yine binek getirildi, bu sefer ona bindi.
Kendisine sebebi sorulunca şu cevabı verdi: "Melekler yürüyordu, ben onlar
yürürken binmek istemedim. Onlar gidince ben de bineğe bindim."
Nebi
Sallallahu aleyhi vesellem bir ölü üzerine cenaze namazı kıldığı vakit,
önünde kabristana kadar yürüyerek giderdi. Ondan sonraki raşid halifelerin
sünneti de budur. Ancak cenaze ile gidecek diğerlerinin, arkasında olmaları
sünnettir. Şâyet yürüyor ise cenazeye yakın olmaya gayret eder. Arkasında,
önünde, sağında ya da solunda farketmez. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem cenazenin çabuk götürülmesini emrederdi. Öyle ki adeta koşa
koşa götürüyorlardı. Günümüzde insanların adım adım ve ağır bir şekilde
yürümeleri ise, sünnete muhalif ve mekrûh bir bid'attir. Ehl-i kitab
yahudilere benzemeyi ihtiva eder.
Yüksek sesle
ağlamak, zikir getirmek, tekbir ve rahmet okumak gibi sünnete muhalif bir
üslubla cenazenin peşinden gitmek caiz değildir. Cenazenin arkasından buhur
(tütsü) de caiz değildir. Çünkü Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan
rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Cenazenin arkasından yüksek sesle de, ateşle de gidilmez."
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye diyor ki: Cenaze ile beraber ister Kur'ân
okuyarak, ister zikir, ister başka bir suretle sesi yükseltmek müstehab
değildir. Dört mezheb imamının görüşü budur. Selefi teşkil eden ashab ve
tabiînden nakledilen de budur. Bu hususta muhalif bir kimse olduğunu
bilmiyorum.
Davul çalarak,
çalgılarla, hazin marşlarla, feryad etmek, el çırpmak gibi münker bir takım
fiillerle cenazenin arkasından gitmek haramdır.
Kabristan uzak
ise cenazeyi araba ve benzeri bir şey üzerinde taşımakta bir sakınca yoktur.
Cenazenin peşinden giden kimsenin,
huşû’ içerisinde, âkıbetini düşünürek ölümden ibret alarak, ölenin varacağı
netice üzerinde düşünerek gitmesi, müstehabtır. Dünyevî sözler konuşmaz.
Cenazenin
götürüldüğü sırada bir kimsenin kalkıp mesela onu tevhid ediniz deyip, bunu
işitenlerin ona karşılık olarak; lâ ilâhe illâllah demeleri, bir diğerinin;
Allah'ı zikredin gibi sözler söylemeleri bid'attendir. Çünkü böyle bir
amelin sünnette de, selef-i salihinin (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun)
uygulamasında da aslı yoktur.
Ölüyü taşımak ve onu defnetmek ona bir ikramdır ve farz-ı kifayelerdendir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz arzı bir toplanma yeri kılmadık mı?
Hem dirilere, hem ölülere." (el-Murselât, 77/25-26) Yüce
Allah'ın: "Toplanma yeri" buyruğu ile ilgili olarak el-Ferrâ şunları
söylemektedir: "Yani yer, insanlar hayatta iken evlerinde ve binalarında
sırtı üzerinde onları toplamakta, ölümleri halinde ise onları içinde
saklayıp, barındırmaktadır."
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra onu öldürüp kabre
koy(dur)du." (Abese, 80/21) Yani ona içinde gömüleceği,
saklanacağı bir kabir yaptı. Yine el-Ferrâ şöyle demektedir: Onu kabre
konulan bir varlık olarak yarattı. Yırtıcı hayvanlar ve kuşlar gibi meydanda
atılıp, bırakılan bir varlık yapmadı.”
Ölüyü kabre
koyma işini şu sebeplerden ötürü -ölü dişi dahi olsa- kadınlar değil, sadece
erkekler üstlenirler.
1. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem döneminde görülen ve müslümanların günümüze
kadar uygulayageldikleri budur.
2. Erkeklerin bu
işi yapabilme güçleri daha çoktur.
3. Kadınlar bu
işi üstlenecek olurlarsa, yabancıların önünde bedenlerinin bazı yerlerinin
açılması sonucunu verebilir. Bu ise caiz değildir. Ayrıca ölenin yakın
akrabaları onu kabre indirmekte daha bir hak sahibidirler. Çünkü yüce
Allah'ın: "Akrabalar Allah'ın kitabınca birbirlerine daha yakındırlar."
(el-Enfal, 8/75) buyruğunun genel anlamı bunu gerektirmektedir.
Ölünün
kabristanda defnedilmesi sünnettir. Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem ashab-ı kiramını Bâkî'de defnederdi. Şehid ise şehid düştüğü
yerde defnedilir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
düştükleri yerde defnedilmeleri için geri Uhud şehidlerinin götürülmelerini
emretmişti. Çünkü bazı şehitler Medine'ye taşınmıştı.
Kabrin derin ve
geniş olması sünnettir. Çünkü Hişam b. Âmir'den şöyle dediği rivâyet
edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'e Uhud günü çok
yara almış şehitlerin durumu söylenince: "(Derin) kazınız, geniş tutunuz ve
güzel yapınız..." diye buyurmuştur.
Çünkü böylesi ölünün örtülmesi açısından daha uygun, kabrinin eşilmemesi ya
da yırtıcı hayvanların ölüye ulaşmaması açısından daha bir ihtiyatlıdır.
Ayrıca hayatta olanları rahatsız edecek kokuyu da önler.
Hazır olanlara
ölümü ve sonrasını hatırlatmak maksadıyla defin sırasında kabrin yanında
oturmak caizdir. Bütün vakitlerde de defin caizdir. Ancak zaruret olmadan
(namaz kılmanın) yasak olduğu üç vakitte defnetmek mekrûhtur.
Kadın kabre
indirildiğinde üzeri kapatılıncaya kadar setredilmesi gerekir. Çünkü kadın
avrettir. Erkek için ise bu uygulamayı yapmak -yağmur gibi bir mazeret
olması hali dışında- mekrûhtur.
Ölüyü kabre
yerleştirecek olan kimsenin "bismillahi ve alâ milleti Rasûlullahi" demesi
sünnettir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Ölülerinizi kabirlerine koyduğunuz vakit "bismillahi ve alâ
milleti Rasûlullahi" deyiniz."
Ölünün, lahdinde -uyku halinde sünnet olduğu gibi- kıbleye sağ tarafı
üzerine yönelik olarak yerleştirilmesi sünnettir. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'e Büyük günahlar nelerdir, diye sorulduğunda
aralarında şunu da zikretmişti: "...Hayatta iken de, ölüden sonra da
kıbleniz olan Beyt-i Haram'ı (saygınlığını çiğneyecek türden işler yaparak)
helâl kabul etmek."
Kefenin baş ve
ayak tarafından yapılmış olan düğümlerini çözer, yüzünü açmaz. Çünkü böyle
bir şey rivâyetlerde gelmemiştir. Başının altına bir kerpiç konur. Eğer
kerpiç bulunamasa taş parçası konulabilir. Şâyet o da bulunmazsa ve gerek
görülürse toprak konulur, değilse bir şey konulmaz.
Ölünün, kabrin
ön duvarına doğru yakınlaştırılması ve sırtının arka tarafının toprak ile
beslenmesi gerekir; ta ki yüzü üstüne yıkılmasın yahut sırtı üzerine
dönmesin. Yanağı yere değecek şekilde kefen yanağının üzerinden çekilir.
Daha sonra lahdin açık tarafı kerpiç ve çamur ile kapatılır. Böylelikle
toprağın ölünün üzerine gelmesi önlenmiş olur.
Üzerine üç defa
el ile toprak atmak sünnettir. Daha sonra kabrin üzerine toprak doldurulur.
Başka bir şey konulmaz. Kabrin ayırdedilmesi, korunması, tahkir edilmemesi
ve kabir sahibine rahmet okunması için bir karış kadar yerden yükseltilmesi
sünnettir. Çünkü Câbir Radıyallahu anh'ın rivâyet ettiği hadise göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'e lahit şeklinde mezar yapıldı
ve onun üzerine kerpiçler dikine yerleştirildi. Kabri yerden yaklaşık bir
karış kadar yükseltildi.
Kabrin üst tarafının hörgüç gibi kambur bir şekilde yapılması, dümdüz
yapılmasından daha faziletlidir. Çünkü Süfyan et-Temmâr şöyle demiştir: Ben
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in kabrinin deve hörgücü gibi
tümsek yapılmış olduğunu gördüm.
Kimi ilim ehli
bunun hikmetini sözkonusu ederek şöyle demiştir: Deve hörgücü gibi tümsek
yapılması halinde gelen yağmurlar ve seller etrafa dağılır. Ayrıca dümdüz
yapılması dünya ehlinin yapılarına benzer. Dar-ı harbte defnedilip, dar-ı
İslâm'a nakline imkân bulunmayanların kabri de dümdüz yapılmaz; ta ki kabri
deşilip, azaları kesilmeğe kalkışılmasın.
Kabrin üzerine
çakıl taşlarının konulması, sonra toprağın birbirini tutması için su
dökülmesi sünnettir. Çünkü Câfer b. Muhammed'in babasından rivâyetine göre
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem oğlu İbrahim'in kabri üzerine su
serpmiş ve üzerine çakıl taşları koymuştur.
Kabrin iki tarafına dikine taşlar koymak suretiyle alâmetlendirilmesinde bir
sakınca yoktur. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den
rivâyet edildiğine göre Osman b. Maz'un vefat ettiğinde başı tarafına bir
taşın konulmasını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: "Ben bununla kardeşimin
kabrini tanıyacağım bir işaret koymuş oluyorum. Aile halkından ölenleri de
onun yakınına defnedeceğim."
Fakat bu
taşların üzerine yazı yazmak caiz değildir. Çünkü Câbir'den şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: "Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem kabirlerin
alçı ile sıvanmasını, üzerlerine yazı yazılmasını, üzerlerine bina
yapılmasını ve üzerlerinden geçilmesini yasakladı."
Ölünün defin işi
bittikten sonra kabir yanında ona dua etmek müstehabtır. Çünkü Osman b.
Affan Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem ölüyü defnetme işini bitirdikten sonra
kabrinin üzerinde durur ve şöyle derdi: “Kardeşiniz için mağfiret dileyiniz,
onun için sebat dileyiniz. Şu anda ona soru sorulmaktadır."
Herkes kendi başına ona dua eder, topluca dua yapılmaz.
1.
Kâfirlerin müslüman kabristanında, müslümanların da kâfirlerin kabristanında
defnedilmeleri caiz değildir.
2.
Defin işini adaletli, defin hükümlerini bilen birisinin üstlenmesi gerekir.
3.
Kabrin toprağını artırmak (başka yerden toprak taşıyarak üstüne koymak)
yahut üzerine bina yapmak caiz değildir. Çünkü Câbir Radıyallahu anh
şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kabrin üzerine
bina yapılmasını ya da ona (başka yerden toprak alınarak) eklenmesini
yasakladı..."
4.
Kabrin bir karıştan daha fazla yükseltilmesi mekrûhtur. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem, Ali Radıyallahu anh'a şöyle demiştir:
"İmha etmedik hiçbir heykel bırakma, yükseltilmiş ne kadar kabir görürsen
mutlaka dümdüz et!"
5.
Kabrin boyanması mekrûhtur. Çünkü bu kabirlere yakışmayan bir bid'attir.
Aynı şekilde kabrin alçı ile sıvanması, ona yaslanılması mekrûh olduğu gibi,
kabrin yanında geceyi geçirmek, dünya işlerinden sözetmek, tebessüm etmek de
mekrûhtur. Gülmek ise daha ileri derecede bir mekrûhtur. Kabrin üzerinde
yazı yazmak, kabrin üzerinde oturmak, üzerinden geçmek, üzerine kubbe yapmak
da mekrûhtur. Çünkü Câbir'in rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem kabrin alçı ile sıvanmasını,
üzerine oturulmasını ve üzerine bina yapılmasını yasakladı."
Tirmizî'de şu fazlalık da vardır: "...Ve kabirler üzerine yazı yazılmasını
(yasakladı)"
Yine Umare b. Hazm'den geleni "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
beni bir kabir üzerinde otururken gördü. Kabrin sahibine eziyet etme... diye
buyurdu." rivayeti de bunu gerektirmektedir.
6.
Âhiretin hatırlanması gereken bir yerde dünya işleri hakkında konuşmak,
tebessüm ve gülümsemek yakışan bir iş değildir. İbn Mesud Radıyallahu anh'dan
rivâyet edildiğine göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Ben sizlere kabir ziyaretini yasaklamış idim. Artık kabirleri
ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabirler dünyaya rağbeti azaltır, âhireti
hatırlatır."
7.
Herhangi bir mazeret olmadan ayakkabılarla kabirler arasında yürümek
mekrûhtur. Şâyet yer oldukça sıcak, yahut dikenli ve benzeri durumda ise o
vakit ayakkabılarla yürümekte bir sakınca yoktur. Çünkü Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in azadlısı Beşîr b. Nehîk’in rivâyet ettiği
hadiste şöyle demektedir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ile
birlikte yürüyordum... İki nalin giyinmiş birisinin kabirler arasında
yürümekte olduğunu gördü, şöyle buyurdu: "Ey nalin (veya terlik) giyen
kimse, yazık sana! Sen onları ayağından çıkart!" Adam bize doğru baktı,
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i tanıyınca onları çıkartıp,
atıverdi."
8.
Kabirlerde (kandil ve benzeri şeyler) yakarak oraları ışıklandırmak
haramdır. Çünkü İbn Abbas'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem kabirleri ziyaret eden kadınlara ve kabirler
üzerinde mescid edinip, kandil yakanlara lanet okumuştur.
9.
Kabirler üzerinde ya da kabirler arasında def-i hacet haramdır.
10.
Kabirler üzerinde ya da kabirler arasında mescid bina etmek -az önce geçen
hadis dolayısıyla- haramdır. Aynı şekilde mescidlerde defin de haramdır.
Çünkü mescidlerin bina ediliş maksadı bu değildir.
11.
Önceki ölünün toprak olduğuna dair kuvvetli bir kanaat sahibi olmadıkça, bir
ölünün diğeri üzerinde defnedilmesi haramdır.
12.
Birbirleriyle akraba ölülerin bir tek kabristanda bir arada bulundurulmaları
müstehabtır. Fakat zaruret olmadıkça tek bir lahitte toplanmaları haramdır.
13.
Üzerinde âyete'l-kürsi'nin yazılı olduğu bir yeşil kumaş parçasının naşın
üzerine konulması caiz değildir. Çünkü bu yolla Allah'ın kelâmı tahkir
edilmiş olur. Ayrıca bu hususta sünnette bir rivâyet vârid olmuş değildir.
Ashabdan ya da tabiînden kimse de bunu yapmamıştır. Şâyet bunu yapmakta bir
hayır bulunsaydı, hiç şüphesiz onlar bu işi bizden önce yaparlardı. Üstelik
böyle davranmak, bunun ölüye fayda vereceği şeklinde bozuk bir itikada da
sebeb olabilir. Doğrusu ise bunun ona bir fayda sağlayamayacağıdır.
14.
Kabirlerin yanında hayvan kesmek ve orada kesilen hayvandan yemek haramdır.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye şöyle demektedir: Kabrin yanında hayvan kesmek ve
kurban kesmek haramdır. İsterse bunu yapmayı adamış yahut vakfeden kişi
vakfiyesinde şart koşmuş olsun. Bu şart batıldır. Çünkü Enes Radıyallahu
anh şöyle demiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu
ki: "İslamda (meşru olmayan amaçlarla) hayvan kesmek yoktur."
15.
Definden sonra telkin caiz değildir. İbnu'l-Kayyim -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun-'in belirttiğine göre; Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem‘in
bugün insanların yaptığı şekilde ölüye telkin verdiği herhangi bir rivâyette
sabit olmamıştır. Taberânî'nin Mu'cem’inde kaydettiği Ebu Umame'nin
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in: "Kardeşlerinizden birisi
öldüğü takdirde kabri üzerine toprağı düzelttikten sonra biriniz kabrinin
başında dursun, sonra: Ey filan desin..."
hadisi ile ilgili olarak da: "Bu (Peygamber efendimize kadar ulaşan) merfu
bir rivâyet olarak sahih değildir." demektedir.
Şeyhu'l-İslam İbn Teymiye'nin naklettiğine göre ise ölümden sonra telkinde
bulunmak icmâ’ ile vacib değildir. İsterse bu Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in ve halifelerinin döneminde müslümanların yapmış oldukları
bir iş olsun. Fakat Ebu Umame ve Vâsile b. el-Eska’ gibi bir grub ashabdan
böyle bir nakil gelmiştir. İmam Ahmed buna ruhsat vermiştir. Onun mezhebine
mensub bazı kimseler ile Şafiî mezhebine mensub alimler bunu müstehab
görmüşlerdir. İlim adamları arasından bid'at olduğundan ötürü onu mekrûh
görenler de vardır. O halde bu hususta: Müstehab, kerahet ve mübahlık olmak
üzere üç görüş bulunmaktadır.
Sahih olan ise
bunun Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit olmadığıdır.
Meşru olan, ölüye dua etmektir. Çünkü bu sünnettir.
16.
Kabrin yanında Kur'ân okumak caiz değildir. Çünkü ne Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem'den, ne de ashabından böyle bir şey vârid olmuştur. O
halde bu işi yapan dinde bid'at çıkartan bir kimse demektir. Çünkü böyle bir
kişi dinde olmayan bir şeyi dinde sonradan ortaya çıkarmış olur. Bu da caiz
değildir. İbn Mesud'un rivâyetine göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "...Sonradan çıkartılan herbir iş bid'attir
ve her bir bid'at bir sapıklıktır."
17.
Kadınların kabirleri ziyaret etmeleri caiz değildir. Çünkü İbn Abbas'tan
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
kabirleri ziyaret eden kadınları ve kabirler üzerinde mescid bina edip,
kandil yakanları lanetlemiştir."
Lanet okumak ise mübah ya da mekrûh bir fiil hakkında sözkonusu olmaz.
Aksine haram bir fiil için sözkonusu olur. Kadınların kabirleri ziyaret
etmeleri büyük günahlardandır. İşte bundan dolayı onun hakkında lanet
sözkonusu olmuştur.
18.
Kabrin üzerine hurma dalı ya da benzeri bir şey koymak caiz değildir. Çünkü
bu bir bid'attir, ölü hakkında da kötü zan beslemeye sebebtir. Çünkü
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem’in (hadiste sözkonusu edilen)
iki kabir üzerine hurma dalını koyması, ancak onların azab görmekte
olduklarını bilmesinden sonra olmuştur. Bizim ise bu konuda bir bilgimiz
yoktur. Dolayısıyla böyle bir şey koymak, kötü bir zan olur. Ayrıca bizler
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı gibi bu işi yapacak
olursak, şefaatimizin Allah tarafından kabul edilip edilmeyeceğini
bilmiyoruz.
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ın izni olmadıkça hiçbir musibet gelip çatmaz. Kim
Allah'a iman ederse, onun kalbine hidayet verir. Allah herşeyi en iyi
bilendir." (et-Teğâbun, 64/11) Kul eşini, çocuğunu, ebeveynini
yahutta yakın bir akrabasını kaybetmek gibi bir musibetin, ancak Allah'ın
izni ile gerçekleştiğine kesinlikle inanırsa, Allah onun kalbine teslimiyet
ve ilâhî hükme rıza gösterme başarısını ihsan eder.
Bundan dolayı
kulun pek büyük bir ecir elde edebilmesi için sabretmesi, Allah'a
hamdetmesi, O'na yönelerek istircâda bulunması gerekir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Andolsunki sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan,
canlardan ve ürünlerden yana eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri
müjdele! Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: 'Muhakkak biz
Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz' derler. İşte Rablerinden bir
mağfiret ve bir rahmet hep onların üzerindedir ve onlar doğru yola
erdirilenlerin ta kendileridir."
(el-Bakara,
2/155-157)
Müslümanın şunu
bilmesi gerekir ki, dünya bir sınama diyarıdır. Bundan dolayı zorluk ve
sıkıntılı zamanlarda sabır ile bezenmesi, kendisini tahammülsüzlükten ve
kaza ve kadere karşı kızıp köpürmekten alıkoymalı, kötü söz söylemekten
dilini engellemeli, organlarını masiyetlere yönelmekten zabt-u rabt altına
almalıdır. Böyle bir musibet zamanında elbisesini yırtmaya, yanaklarına
vurmaya kalkışmamalıdır. Rabbinin razı olacağından başka bir söz
söylememelidir. Bunu yapmakla onun bu mihneti bir armağana dönüşür.
Um Seleme
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'i şöyle buyururken dinledim: "Herhangi bir
kula bir musibet isabet edip de o kimse:
Biz şüphesiz
Allah'a aidiz ve muhakkak O'na döneceğiz. Allah'ım, bu musibetimin
mükâfatını bana ver ve bana onun yerine daha hayırlısını ver!" diyecek
olursa, mutlaka Allah ona o musibetinden ötürü ona ecir verir ve ona bu
kaybettiğinden daha hayırlısını onun yerine ihsan eder."
Merhum İbn
Nâsıru'd-Din ed-Dımeşkî şöyle demektedir:
"Kader yerini
bulur, ondaki hayır ise fazladan
Allah'a güvenip,
iman eden fakat oyalanmayan
bir kimseye. Bir
kurtuluş gelse ya da bir musibet
Her
iki halde nefsine der: Allah'a hamdet."
Dininde musibete
uğramayan bir kimse nasıl gazablanıp, öfkelensin ki? Çünkü Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem duasında şöyle derdi: "...Ve musibetimizi
dinimizde kılma..."
Musibetleri unutmayıp da, nimetleri unutan kimse de nasıl kızıp,
öfkelenmesin?
Ölünün
yıkanması, kefenlenmesi, cenaze namazının kılınması, defnedilmesi, borcunun
ödenmesi, şer'î vasiyetinin yerine getirilmesi, ona dua edilip mağfiret
dilenmesi ölenin haklarından olduğu gibi, ölenin yakınlarının musibetlerini
söz ve fiil ile hafifletmeye çalışmak da onların hakkıdır.
Ölenin yakınlarına taziyede bulunmak, Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem'in sünnetlerindendir. Çünkü o şöyle buyurmaktadır: "Bir musibet
sebebiyle kardeşine taziyede bulunan herbir mü'mine, Yüce Allah mutlaka
kıyamet gününde şeref ve ihsan elbiselerinden giydirecektir."
Abdullah (b. Mesud), Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den şöyle
buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Musibete uğramış bir kimseye, taziyede
bulunan kişiye onun ecrinin bir benzeri verilir."
Taziye ölenin
yakınlarına bir teselli, sabra ve ilâhi kaza ve kadere rızayı ihtiva ettiği
gibi; bu musibete katlanmak ve bunun ecrini Allah'tan beklemek için de
onlara bir güçtür. Taziye zamanı musibetin gelip çatmasından itibaren
definden önce ve definden sonra etkisi ruhun üzerinden geçip unutuluncaya
kadar devam eder.
Taziye
çarşı-pazarda, mescidde yahut iş yerinde... her yerde caizdir. Çünkü ölenin
yakınlarını taziye etmek için onlara gitmek yahutta bu maksat için yola
koyulmak caiz değildir. Bu sünnette yoktur. Ancak akrabalık bağının
koparılmasından korkulursa bir sakıncası yoktur.
Taziyede
kullanılacak en güzel ifade Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
kızı Zeyneb'e yaptığı taziyede söylediği ifadelerdir. Ona oğlunun ölmek
üzere olduğunu haber veren bir elçi gönderdiğinde, Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz aldığı
da, verdiği de Allah'ındır. O'nun nezdindeki herbir şey belli bir vâde
iledir. O bakımdan sabretsin, ecrini de Allah'tan beklesin."
Bazı ilim
adamları şu kabilden ifadeleri tercih etmişlerdir: Allah ecrini arttırsın,
senin matemini güzelleştirsin, ölüne mağfiret buyursun. Bu ve benzeri
ifadeler de caizdir. Evlâ olan, sünnette varid olmuş lafızlarla taziyede
bulunmaktır.
Kendisine taziye
bildirilen kişinin de: Allah duanı kabul etsin, bize ve size rahmet ihsan
etsin demesi müstehabtır. İmam Ahmed bu şekilde taziyeye karşılık vermiştir.
Ancak geri kalan senin hayatına eklensin ve benzeri bid'at bir takım
lafızlarla taziyede bulunmak caiz değildir.
Ölenin
akrabaları kendi musibetleriyle meşgul olacaklarından, kendileriyle
ilgilenemeyecekleri için onlara yemek yapmak sünnettir. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem Cafer b. Ebi Talib şehit düşünce böyle
yapılmasını emrederek şöyle buyurmuştur: "Cafer'in ailesine bir yemek
yapınız. Çünkü onlara kendilerini yeteri kadar meşgul edecek bir iş
gelmiştir."
Evde ya da
herhangi bir mekânda taziye için toplanmak, bunu ilan etmek caiz değildir.
Çünkü bunun aslı (şer'î bir dayanağı) yoktur. Hatta seleften bazıları bu işi
(yasaklanan) feryad ve figan etmek, ağıt yakmak kabilinden saymışlardır.
Kur'ân okumak
caiz değildir. Bazı İslâm topraklarında, yas ve matemlerde Kur'ân
okuyucuların ücretle tutulduğu görülmektedir. Bunun caiz olmayışı hem bid'at
oluşundan, hem de malı meşru olmayan bir yere harcamaktan dolayıdır.
Taziye için özel
bir elbise caiz değildir. Bazı İslâm ülkelerinde görülen siyah elbise
giyinmek gibi. Çünkü böyle bir davranışta Allah'ın kaderine razı olmamak
gibi bir ifade vardır. Selef de böyle bir şeyi yapmamıştır.
Müslüman
olmayanlara taziyede bulunmak caiz değildir. Çünkü taziye musibete uğrayanın
acısını hafifletmek, ona sebat vermeye çalışmak, sabır, iman ve kadere
rızaya teşvik etmektir. Kâfirler ise müslümanların düşmanlarıdır. Onların bu
şekilde görülüp gözetilmesine gerek yoktur. Ayrıca cenazeleri de uğurlanmaz,
cenazelerine mağfiret dilenmez. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ve âhiret gününe inanan hiçbir kavmin Allah ve Rasûlü ile sınır
mücadelesi yapanlara sevgi beslediklerini göremezsin." (el-Mücadele,
58/22) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O çılgın
ateşlikler oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra akrabaları dahi olsalar
müşriklere peygamberin de, mü'minlerin de mağfiret dilemeleri olur şey
değildir." (et-Tevbe, 9/113) Bununla birlikte onlar bize taziyede
bulunacak olurlarsa, taziyelerini kabul etmemizde ve onların hidayet
bulmaları için dua etmemizde bir sakınca yoktur.
Taziyette
bulunulan kimse ile tokalaşmanın ya da öpüşmenin sünnet edinilmesi caiz
değildir. Eğer bunun sünnet olduğu zannedilecek olursa, terkedilmesi daha
uygundur. Fakat taziyede bulunulan kimse ile karşılaşıldığı için ya da bir
başka sebeple bunlar yapılırsa sakıncası yoktur.
Yanaklara
vurmak, elbiseleri yırtmak, cahiliye sözlerini söylemek caiz değildir. Çünkü
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Yanaklarına
vuran, yakalarını yırtan ya da cahiliye davası güden bizden değildir."
Ebu Musa
Radıyallahu anh'dan da şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in uzak olduğunu bildirdiği kimselerden
ben de uzağım. Şüphesiz Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem yüksek
sesle ağlayan kadından, musibet esnasında saçını traş eden kadından ve
elbisesini yırtan kadından berî olduğunu (uzak olduğunu) ifade etmiştir."
Beraberinde ağıt
ve feryat olmadığı takdirde ölen için ağlamak caizdir. Çünkü Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Bu Allah'ın kullarının
kalbine yerleştirdiği bir rahmettir."
el-İhkâm adlı
eserde şöyle denilmektedir: İlim ehli feryad ve figanın haram olduğunu icmâ’
ile kabul etmişlerdir. Ancak Um Atiyye'nin rivâyet ettiği hadis dolayısıyla
bazı Malikî âlimlerinden gelen (aksi doğrultudaki) rivâyet bundan
müstesnadır. Fakat hadis onların aleyhine bir delildir.
Feryad, figan ve
ağıt yakmak, yüksek sesle ağlamakla birlikte ölenin iyiliklerini sayıp
dökmekle olur. (Bunun haram oluşunun) sebebi, gelen musibete karşı
tahammülsüzlük ve cahilî bir uygulama ile yüce Allah'ın kaza ve kaderine bir
itiraz mahiyetinde oluşundan dolayıdır. Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Ağıtçı kadın eğer ölümden önce tevbe
etmeyecek olursa, kıyamet gününde üzerinde katrandan bir şalvar ve uyuzdan
bir gömlek olduğu halde ayakta durdurulacaktır."
Ömer
Radıyallahu anh Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in şöyle
buyurduğunu zikretmektedir: "Ölü kendisi için yakılan ağıt sebebiyle
kabrinde azaba uğratılır."
Abdullah'tan
rivâyete göre Hafsa, Ömer Radıyallahu anh için ağladı. O: Yavaş ol
kızcağızım, dedi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in: "Şüphesiz
ölü aile halkının kendisi için ağlamalarından ötürü azaba uğrar." dediğini
bilmiyor musun?
Şeyhu'l-İslam
İbn Teymiye şöyle demiştir: Doğrusu ölenin -bu konuda sahih hadislerin
belirttiği üzere- kendisi için ağlanılmasından dolayı eziyet çektiğidir.
Hanbelî
mezhebine mensub Şeyh Muhammed el-Menbicî şöyle demektedir: Ölenin
yakınlarının insanlara yemek yapmaları ise mekrûhtur. Çünkü böyle bir iş
onların musibetlerini daha da arttırır, mevcut işlerine yeni bir iş katar ve
bu cahiliye ehlinin yaptıklarına bir benzeyiştir. Onlar günümüzde iyilik
sahibi kimselerin yaptıkları gibi bir yemek yapmak için kendilerini külfete
sokarlar. Bu Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in yasakladığı
ağıt yakmak kabilindendir. Cerir b. Abdullah el-Becelî'den şöyle dediği
rivâyet edilmiştir: Bizler ölenin yakınlarının yanında toplanmayı ve yemek
yapmayı, ağıt yapmak kabilinden kabul ediyorduk.
Ölülere sövmek caiz değildir. Çünkü Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle
dediği rivâyet edilmiştir: Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
buyurdu ki: "Ölülere sövmeyiniz. Çünkü onlar artık (dünyada iken) önden
gönderdiklerine kavuşmuş bulunuyorlar."
Şanı yüce
Allah'ın hikmetinin, kullarına rahmetinin bir tecellisi olarak tatavvu’
(nâfile) namaz kılmayı meşrû kılmıştır. Farz olan herbir ibadet türünden -bu
yolla farzlarda meydana gelebilecek eksiklikler telafi edilebilsin diye- bir
de tatavvu çeşidi kılmıştır.
Kimi namazlar
vâcib (farz), kimileri tatavvu (farz olmayan nafile) türündendir. Orucun da
kimisi vacib, kimisi tatavvu, haccın da kimisi vacib, kimisi tatavvudur...
Tatavvu namazı, vacib (farz) olmayan namaz demektir. Mükellef olan kimseden
böyle bir namazı kılması kesin olmayan bir ifadeyle ve farz olarak
yazılandan ayrı olarak yerine getirilmesi istenir. Ebu Hureyre
Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde insanların amellerinden
dolayı hesaba ilk çekilecekleri amel namazlarıdır. Aziz ve celil olan
Rabbimiz meleklere -o en iyi bilen olduğu halde- şöyle der: "Kulumun
namazına bir bakınız, onu tam mı yoksa eksik mi yerine getirmiştir?" Eğer
namazı tam ise ona tam olarak yazılır. Şâyet ondan bir şeyleri eksik
bırakmışsa "Kulumun herhangi bir tatavvu namazının olup olmadığına bakınız."
diye buyurur. Şâyet tatavvu namazları var ise: "Kulumun farz namazını
tatavvuundan tamamlayınız" buyurur. Daha sonra diğer ameller de bu şekilde
ele alınır.
Tatavvu
namazının bazıları farz olan namaza tabi değildir. Kusûf (güneş tutulması),
husûf (ay tutulması), teravih, istiskâ (yağmur duası namazı) gibi. Kimi
tatavvu namazları da farz namaza tabidir. Farzdan önce ve sonra kılınan
nafileler (sünnetler) gibi. Kimi namazlar belli bir sebebe bağlı olarak
kılınır. Kimileri belli bir sebebe bağlı olmaksızın kılınır. Kimilerinin
vakitleri bellidir, kiminin belli vakitleri yoktur.
Farz namazlara
tabi olarak kılınan nafileler, revâtib olan ve olmayan olmak üzere iki kısma
ayrılır.
Revâtib
sünnetler her zaman ve sürekli olarak farz namazlara tabidir. İlim ehli
bunların sayıları hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisinin kanaatine
göre bunlar on rekâttir. İki rekât öğle namazından önce, iki rekât öğleden
sonra, iki rekât akşam farzından sonra, iki rekât yatsı namazından sonra ve
iki rekât sabah namazından önce. Buna delil İbn Ömer Radıyallahu anh'ın
hadisidir: "Ben Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den on rekât
belledim. İki rekât öğleden önce, iki rekât öğleden sonra, iki rekât
akşamdan sonra evinde, iki rekât yatsıdan sonra evinde, iki rekât sabah
namazından önce evinde..."
Bazıları bu
sünnetlerin oniki rekât olduğu görüşündedir. Buna delil de Âişe
Radıyallahu anha'nın rivâyet ettiği şu hadistir: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem öğle namazından önce dört rekâti, sabah namazından önce
iki rekâti terketmezdi.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in hanımı Um Habibe'den de şöyle
dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i
şöyle buyururken dinledim: "Günde tatavvu olarak Allah için on iki rekât
kılan herbir müslüman kula mutlaka yüce Allah cennette bir ev yapar.
-Yahutta ona cennette bir ev bina edilir...-"
Hafız (İbn Hacer) Fethu'l-Bârî'de şunları söylemektedir: Daha uygunu bunun
iki ayrı hal için kabul edilmesidir. Kimi zaman iki rekât, kimi zaman dört
rekât kılardı. Şöyle de açıklanmıştır: Bu onun mescidde olması halinde
sadece iki rekât kılması, evde ise dört rekât kılması şeklinde
anlaşılmalıdır. Evinde bulunduğu vakit iki rekât kılmış olması, sonra
mescide çıkıp iki rekât daha kılmış olması ihtimali de vardır. İşte İbn Ömer
mescidde olanı görmüş, evde olanı görmemiştir. Âişe Radıyallahu anha
ise her iki duruma da muttali olmuştur. Birinci görüşü Ahmed ve Ebu
Davud'un, Âişe Radıyallahu anha'ın rivâyet ettiği hadisteki şu ifade
pekiştirmektedir: "Öğleden önce evinde, önce dört rekât kılar sonra
çıkardı."
Ebu Cafer et-Taberî der ki: Dört rekât kılması çoğu hallerinde görülen bir
durumdur. İki rekât kılması ise daha az görülmüştür.
Sahih olan,
revâtib sünnetlerin oniki rekât olduğudur. Öğleden önce dört, öğleden sonra
iki, akşamdan sonra iki, yatsıdan sonra iki, sabahdan önce iki.
Bu revâtib
sünnetler farz namazlarda görülebilen hata ve eksikleri ortadan kaldırır.
Revâtib
sünnetler iki kısma ayrılır: Müekked olan ve müekked olmayan. Müekked
olanları oniki rekâttir. Bunlar Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
çoğunlukla kıldığı, nâdiren terkettikleridir. Diğerleri ise müstehab
sünnetlerdir. Bunlar da Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
çoğunlukla terkedip, nâdiren kıldıklarıdır.
Sabah namazının
iki rekât sünneti revâtib sünnetler arasında en müekked olandır. Çünkü Âişe
Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem sabahın iki rekâtine gösterdiği dikkat kadar
nafile hiçbir namaza dikkat ve özen göstermiş değildir."
Yine ondan gelen rivâyete göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem
şöyle buyurmuştur: "Sabah namazının iki rekâti dünyadan ve dünyadaki
herşeyden hayırlıdır."
Bu iki rekâtin
müekkedliklerinin delillerinden birisi de şudur: Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem ister mukimken, ister yolcu iken bu iki rekâti kılmayı
terketmezdi. Ebu Hureyre'den rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem şöyle buyurmuştur: "Sizleri suvariler kovalayacak olsa dahi
sabah namazının iki rekâtini terketmeyiniz."
Sıkıntılara, düşmanın kovalamasına rağmen Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem sabahın sünnetini terketmeyi yasaklamaktadır.
Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i sabahdan önce kıldığı iki
rekâti kılmakta elini çabuk tuttuğu kadar herhangi bir nafileyi yerine
getirmekte acele ettiğini hiç görmedim."
Sabah namazının
sünnetinin bazı özellikleri vardır:
1.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bu iki rekâti hafif tutardı.
Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem sabah namazından önceki iki rekâti o kadar
çabuk kılardı ki bazen ben acaba Fatiha'yı okudu mu, diye (kendi kendime)
sorardım."
2.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bu namazda Fatiha'dan sonra özel
bir kıraat tahsis ederdi. Ebu Hureyre'den rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem sabah namazının iki rekâtinde: "Deki: Ey
kâfirler" (el-Kâfirun, 109/1) ile "Deki: O Allah'tır, bir
tektir." (el-İhlas, 112/1) surelerini okurdu.
İbn Abbas'tan da
şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
sabah namazının (sünnet) iki rekâtinde: "Deyin ki: Biz Allah'a ve bize
indirilene... iman ettik." (el-Bakara, 2/136) ile Al-i İmran
suresindeki: "Deki: Ey kitab ehli, bizimle sizin aranızda adaletli olan
bir kelimeye geliniz..." (Al-i İmran, 3/64) âyetini okurdu.
Muslim'in, İbn
Abbas'tan naklettiği rivâyete göre de Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem sabah namazının iki rekâtinin birincisinde el-Bakara
suresindeki: "Deyin ki: Biz Allah'a ve bize indirilene... iman ettik."
(el-Bakara, 2/136) âyetini, diğer rekâtte ise: "...Sen de bizim
şüphesiz müslümanlar olduğumuza şahid ol, dediler." (Al-i İmran,
3/52) âyetini okurdu.
Sadece Fatiha'yı okuyarak ondan sonra herhangi bir şey okumaması da caizdir.
Çünkü Âişe Radıyallahu anha şöyle demiştir: "Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem sabah namazından önceki iki rekâtte okuduğu,
Fatihatu'l-kitab kadardı."
3.
Bu iki rekâti kıldıktan sonra gece namazı kılan kimseler için sağ yanı
üzerine uzanmak sünnettir. Çünkü böyle bir kimsenin istirahete ihtiyacı
vardır. Tercih edilen görüşe göre bu böyledir. Elverirki uykuya dalıp, sabah
namazının farzını kaçırmaktan korkmasın. O takdirde bu, sünnet olmaz.
Farz ile farzdan
önceki yahutta sonraki râtib sünnetin arasını bir başka yere geçmek yahut
konuşmakla ayırmak sünnettir. Çünkü Muaviye Radıyallahu anh'dan şöyle
dediği rivâyet edilmiştir: "...Cuma namazını kıldığı takdirde konuşmadıkça
yahutta dışarı çıkmadıkça hemen arkasından bir başka namazla onu bitiştirme!
Çünkü Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem bize bunu konuşmadıkça
yahutta dışarı çıkmadıkça bir namazın bir diğer namaza eklenmemesini
emretti."
Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem'in ashabından bir adamdan rivâyet edildiğine
göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem ikindi namazını kıldı. Bir
adam kalkıp, namaza durdu. Ömer Radıyallahu anh onu görünce ona: Otur
dedi. Şüphesiz kitab ehli namazlarının arasını birbirinden ayırmadığı için
helâk oldular, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem:
"Hattab'ın oğlu güzel söyle" buyurdu.
Nafile namazı
mescidde de, evde de kılınabilir. Fakat evde kılınması daha faziletlidir.
Bundan teravih gibi cemaatle kılınması meşru namazlar müstesnâdır. Bu gibi
namazların mescidde kılınması daha faziletlidir. Çünkü Zeyd b. Sabit
Radıyallahu anh'dan rivâyet edildiğine göre Peygamber Sallallahu
aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "...Evinizde namaz kılmaya bakınız.
Şüphesiz farz olan namaz dışında kişinin kıldığı en hayırlı namaz evinde
kıldığıdır."
İbn
Ömer Radıyallahu anh'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Namazınızın bir bölümünü
evlerinizde kılınız, evlerinizi kabristana çevirmeyiniz."
Namazdan önce
kılınan herbir sünnetin vakti namaz vaktinin girişinden namazın kılınışına
kadardır. Namazın farzından sonra kılınan her bir sünnetin vakti ise, farzın
kılındığı vakitten başlar, vaktin çıkışına kadar devam eder.
İnsan râtibe bir
sünneti kaçıracak olursa, şâyet bir özürden dolayı kaçırmış ise onu kaza
etmesinde bir vebal yoktur ve râtibenin yerine geçer. Şâyet özürsüz geçirmiş
ise râtibenin yerini tutmaz, fakat bundan dolayı günah da kazanmaz.
Sabah namazının sünnetinin kazası yapılır. Eğer vaktinde bir özür
dolayısıyla kılınmamış ise nafile namaz kılmanın helâl olduğu vakitten
itibaren zeval vaktine kadar kaza edilmesi müekked bir sünnettir. Um Seleme
Radıyallahu anha’dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki: "Ey Ebu Umeyye'nin kızı, sen
ikindiden sonraki iki rekât hakkında soru sordun. Bana Abdu'l-Kays
oğullarından bir grub kavimleri adına müslüman olduklarını bildirmek üzere
geldi de onlarla meşgul olduğumdan ötürü öğleden sonraki iki rekâti
kılamadım. İşte (ikindiden sonra kıldığım) o iki rekât bunlardır."
Sahih-i
Muslim'de sabit olan Ebu Hureyre ve Ebu Katade'nin rivâyet ettikleri
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in ve ashabının yolda iken sabah
namazını uykuda kaldıkları için kılamayışları ile ilgili kıssa da bunu
göstermektedir.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem önce sabah namazının sünnetini
kıldı, ondan sonra sabahın farzını kıldı.
Ayakta durabilme
gücü olmakla birlikte tatavvu namazında oturmak -farzdan farklı olarak-
caizdir. Çünkü farzda ayakta durmak bir Rükundür. Gücü yettiği halde ayakta
durmayı terkeden bir kimsenin namazı batıldır.
el-Muğnî'de
şöyle demektedir: Oturarak tatavvu namazı kılmanın mübah olduğunda, bununla
birlikte ayakta durmanın daha faziletli olduğunda bir görüş ayrılığı
olduğunu bilmiyoruz. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem de şöyle
buyurmuştur: "Kim ayakta kılarsa bu daha faziletlidir, kim de oturarak
kılarsa ona ayakta duranın ecrinin yarısı vardır..."
Bununla birlikte oturarak tatavvu namazı kılan kimsenin kıyamda durulması
gereken yerde bağdaş kurarak oturması mustehabtır.
Tatavvu namazının bir bölümünün ayakta, bir bölümünün oturarak eda edilmesi
de -kerahat sözkonusu olmaksızın- caizdir. Hatta bunu aynı rekâtte bile
yapabilir. Çünkü İmam Muslim Sahih'inde Alkame b. Vakkas'dan şöyle dediğini
rivâyet etmektedir: Ben Âişe'ye: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
kıldığı iki rekâti oturuyor iken nasıl kılardı, diye sordum. Şöyle buyurdu:
"Bu iki rekâtte Kur'ân okurdu. Rukûya varmak istediği vakit ayağa kalkar ve
öylece rukûya varırdı."
Yine Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'i gece namazını oturarak
kılarken şu şekilde hareket ettiğini gördüm: Tekbir getirdikten sonra
oturarak Kur'ân okurdu. Okuduğu sureden geriye otuz ya da kırk kadar âyet
kaldı mı ayağa kalkar, onları (ayakta) okur, sonra rukûya varırdı."
Meşru olan,
yolculuk halinde revâtib sünnetleri -vitr ile sabahın sünneti dışında-
terketmektir. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit
olup, İbn Ömer ve başkalarının rivâyet ettiği hadis bunu ifade etmektedir.
Buna göre Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem vitir ile sabah
namazının sünneti dışındaki râtib sünnetleri yolcu iken kılmazdı. Mutlak
nafile namazlara gelince; bunlar yolculukta da, ikamet halinde de
meşrudurlar. Sebepli olan namazlar da böyledir. Abdest sünneti, tavaf
sünneti, kuşluk namazı, gece teheccüdü gibi. Çünkü bu hususta vârid olmuş
hadisler bunu ortaya koymaktadır.
Terâvih namazı
ramazan ayında cemaatle kılınması sünnet olan nafilelerdendir. Müekked bir
sünnettir. Ona "terâvih" adının veriliş sebebi bu namazı kılan müslümanların
her dört rekât arasında istirahat etmek için oturmalarıdır. Çünkü bu dört
rekâtte uzunca Kur'ân okunurdu. Âişe Radıyallahu anha'ya: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem'in ramazan ayındaki namazı nasıldı, diye
sorulunca şöyle demişti: Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem
ramazanda olsun, başka aylarda olsun onbir rekâtten fazla kılmazdı. Önce
dört rekât kılardı. Onların güzelliğini ve uzunluklarını hiç sorma! Sonra
bir dört rekât daha kılardı. Onların da güzelliklerini, uzunluklarını hiç
sorma. Sonra üç rekât kılardı..."
"Sümme: sonra"
edatı bir atıf harfi (bağlaç) olup tertib (sıralamayı) ve terâhîyi (arada
zaman fasılası bulunduğunu) ifade eder.
Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem dört rekâtte iki defa selam verirdi. Sonra
dinlenirdi. Çünkü İbn Ömer Radıyallahu anh'dan gelen rivâyete göre
bir adam: Ey Allah'ın Rasûlü, gece namazı nasıl olmalı? diye sormuş,
Peygamber şu cevabı vermişti: "İkişer ikişer kılınır. Eğer sabahın
gireceğinden korkarsan, tek bir rekât vitr kıl!"
Âişe Radıyallahu anha da şöyle demiştir: "Rasûlullah Sallallahu
aleyhi vesellem yatsı namazını bitirdikten sonra (ki insanlar buna
el-Ateme (karanlık) derler) sabaha kadar onbir rekât namaz kılardı. Her iki
rekât arasında selam verir ve sonra vitr olarak tek bir rekât kılardı..."
Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem ramazan ayında namaz kılmayı teşvik
buyurmuştur. Ebu Hureyre Radıyallahu anh'dan rivâyete göre Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Her kim inanarak ve
umarak ramazan ayını kıyam ile geçirecek olursa, onun geçmiş günahları
affolunur."
Teravih namazı
erkeklere de, kadınlara da sünnet olup yatsı namazından ve onun sünnetinden
sonra, fakat vitr namazı kılınmadan önce ikişer ikişer kılınan bir
sünnettir. Vitirden sonra kılınması da -daha faziletli olan terkedilmiş
olmakla beraber- caizdir.
Teravih
namazının vakti, ikinci fecrin doğuşuna ya da gecenin bitişine kadar devam
eder. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gece kalkışı (var ya) o hem
daha etkilidir, hem de söyleyişi itibariyle daha sağlamdır."
(el-Müzzemmil,
73/6)
Âişe
Radıyallahu anha'dan rivâyete göre Rasûlullah Sallallahu aleyhi
vesellem bir gece mescidde namaz kıldı. O namaz kıldı diye bir grub
insan da onun gibi kıldı. Bir sonraki gece de kıldı, insanlar çoğaldı. Sonra
üçüncü gece ya da dördüncü gece oldukça toplandılar. Bu sefer Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem yanlarına çıkmadı. Sabah olunca şöyle
buyurdu: "Sizin yaptığınızı gördüm. Yanınıza çıkmamı engelleyen tek husus,
bunun (kıldığımız bu gece namazının) size farz kılınacağından korkmamdır."
Bu husus Ramazanda olmuştur.
Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem bu namaza çıkmaya devamı
terketmekteki sebebi açıklamış bulunmaktadır.
Âişe Radıyallahu anha'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem Ramazanda olsun, başka ayda olsun onbir
rekâtten fazla kılmazdı..."
Câbir
Radıyallahu anh'dan da şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Rasûlullah
Sallallahu aleyhi vesellem Ramazan ayında bize sekiz rekât ile vitiri
kıldırdı. Ertesi gün mescidde toplandık ve yanımıza çıkacağını ümit ettik.
Sabaha kadar mescidde bekledik. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'in
yanına gittik, ona: Ey Allah'ın Rasûlü yanımıza çıkıp bize namaz kıldırmanı
bekledik, dedik. Şöyle buyurdu: "Ben vitrin üzerinize farz olarak
yazılacağından çekindim."
Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem'den sabit ve mütevatiren gelen
budur. Ondan sonra Ömer b. el-Hattab müslümanları Ubeyy b. Ka’b'ın arkasında
(namaz kılmaları için) topladı. Böylelikle cemaatle namaz kılmaya başladılar
ve bu, günümüze kadar devam etti. Yirmi rekât namaz kılıyorlar ve üç rekât
te vitr kılıyorlardı. Ashab-ı kiram da bu hususta onlara muvafakat etti.
Onlardan sonra gelen raşid halifelerden kimse de onlara muhalefet etmedi.
el-Muğni'de şunları söylemektedir: Ebu Abdullah'ın -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- bu hususta tercih ettiği görüş yirmi rekât olduğudur. es-Sevri, Ebu
Hanife ve Şafiî de böyle demişlerdir: Malik ise otuzaltı rekâttir demiştir.
Eskiden beri devam edenin bu olduğunu ileri sürmüş ve bu hususta
Medinelilerin uygulamasını esas almıştır. Çünkü et-Tev’eme'nin azadlısı
Salih şöyle demiştir: Ben insanların kırkbir rekât namaz kıldıklarını ve
bunların beşini vitir olarak kıldıklarını gördüm.
Sahih olana
gelince; teravih namazında sünnet olan onun onbir ya da onüç rekât
olduğudur. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem'in yaptığı budur.
Daha faziletli olan da budur. Şâyet namaz kılanlar bundan daha fazlasını
kılacak olurlarsa, bunda bir mahzur yoktur. Çünkü selef-i salihten fazlalık
ve eksiklik hususunda değişik türler rivâyet edilmiştir. Kimse diğerininkine
karşı tepki göstermemiştir. Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem de
münhasıran kabul edilecek şekilde muayyen bir sayı tesbit etmemiştir. Fakat
bu kılınacak rekâtlerin meşru bir şekilde olması gerekmektedir. Peygamber
Sallallahu aleyhi vesellem, İbn Ömer Radıyallahu anh'ın rivâyet
ettiği hadiste, bu hususu beyan etmiş bulunmaktadır. Buna göre bir adam: Ey
Allah'ın Râsulü gece namazı nasıldır? diye sormuş, Peygamber: "İkişer
(ikişer) kılınır, demiştir. Eğer sabahın gireceğinden korkarsan tekbir rekât
olarak vitir kıl.
Efdal olan imama uyan kimsenin imam bitirinceye kadar imamla birlikte namaz
kılmasıdır. İmam (vitr ile) ister onbir, ister onüç, ister yirmiüç rekât
kılsın. Böylelikle ona gece namazı kılma ecir ve mükâfatı yazılmış olur.
Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: "Kişi
imam ile birlikte -namazını bitirinceye kadar- namaz kılacak olursa, ona o
geceyi kıyam ile geçirmiş sayılır."
Teravih
namazının mescidde cemaat ile kılınması sünnettir. Kişinin tek başına evinde
kılması da caizdir, fakat sünneti kaçırmış olur. Ancak mescidde cemaatle
kılınması daha faziletlidir. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
mescidde müslümanlarla cemaat halinde kıldığını ifade eden rivâyetler daha
önce geçmiş bulunmaktadır. Bu cemaate devam etmeyiş sebebi ise namazın
onlara farz kılınacağı korkusudur. Çünkü Peygamberin hayatta olduğu dönem
vahiy ve teşri dönemi idi. Rasûlullah Sallallahu aleyhi vesellem’in
vefatıyla teşri illeti ortadan kalktığına göre durum aslî haline döner. Bu
namazın Ramazan ayında cemaat ile mescidde kılınmasının sünnet olduğu sabit
olmuş bulunmaktadır.
Ebu Bekr
Radıyallahu anh’ın halifeliği ile Ömer Radıyallahu anh
halifeliğinin ilk dönemlerinde müslümanlar eski halleri üzerinde dağınık bir
şekilde namazlarını kılıp durdular. Ancak daha sonra Ömer b. el-Hattab
Radıyallahu anh insanları bir imam etrafında topladı.
Abdu'r-Rahman b.
Abdu'l-Kari dedi ki: Bir ramazan gecesinde Ömer b. el-Hattab Radıyallahu
anh ile birlikte mescide çıktık. İnsanlar dağınık dağınık idi. Kimisi
kendi kendisine namaz kılıyor, kimisi namaz kılarken ona bir gurub da uymuş
oluyordu. Ömer şöyle dedi: Benim görüşüme göre eğer bunları tek bir imamın
etrafında toplayacak olursam daha güzel olur. Sonra bu kararını verdi ve
onları Ubeyy b. Ka’b’ın etrafında topladı. Daha sonra onunla bir başka gece
çıktım. İnsanlar önlerindeki imama uymuşlardı. Ömer şöyle dedi: Bu ne güzel
bir bid'at! Bununla birlikte uyuyanların namazı daha faziletlidir. -Bununla
gecenin nihayetinde kılanları kastediyordu. İnsanlar ise gecenin ilk
vakitlerinde (bu namazı) kılıyorlardı."
Ömer b.
el-Hattab Radıyallahu anh dinde yeni bir bid'at ortaya koymuş
olmuyordu. Çünkü onun bu yaptığının şeriatte aslî bir dayanağı vardır.
Teravih namazı
esnasında nafile kılmak -namaz kılan cemaatin dışına çıkmış olacağından-
mekrûhtur. Şâyet farzı yetişememiş ise imama uyup yatsı namazını niyet eder,
imamın (iki rekâtte) selam vermesinden sonra kendisi iki rekât daha
tamamlar. Yatsı namazının râtıba sünnetini niyet etme imkânı olup, bu niyet
ile imamla cemaate katılabilir. İmamın niyeti ile cemaate uyanın niyetinin
farklı olmasının -ilim ehlinin bu husustaki görüşlerinden sahih olanına
göre- zararı yoktur. Ancak dinlenme zamanında teravih arasında nafile kılmak
mekrûhtur.
Teravih ve vitr
kılındıktan sonra tek başına ya da cemaat halinde ayrıca namaz kılmak
mekrûhtur. Çünkü Peygamber Sallallahu aleyhi vesellem şöyle
buyurmuştur: "Geceleyin kılacağınız son namaz vitir olsun."
Eğer teravihten
sonra fakat vitirden önce namaz kılınacak olursa mekrûh olmaz. İşte bugün
Ramazanın son on gününde kılınan (nafile) namaz bu kabildendir.