Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
Hz. Peygamberin İnsana, İnsan Sevgi Ve Onuruna Verdiği Önem

İnsanın her türlü hayatı kutsaldır, dokunulmazdır. Okuyucularımızın daha rahat anlayabilmeleri için bunu şöyle ifade edebiliriz: “Bir insanın değeri, Kabe’nin değerinden daha üstündür.[1] İnsan var olmazsa, boş bir dünya neye yarar? Bütün evren ve içindeki yaratılan her şey, insan içindir.”

Kur’ân’ın Mâide sûresi 32. ayeti insan hayatının ne kadar kutsal ve önemli olduğunu şöyle açıklamaktadır: “Bunun için İsrailoğullarına şöyle yazdık; kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir kimseyi öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir kimseyi kurtarırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur.[2]

Bu ayete göre, bir insanın kanını akıtmak, bütün insanların kanını akıtmak; bir insana yalan söylemek bütün insanlara yalan söylemek; bir insanı horlamak, küçümsemek, kandırmak… Allah’ı ve bütün insanlığı horlamak, küçümsemek ve kandırmak demektir…

Yunus Emre bu gerçeği, ne güzel dile getirmiştir:

Yaradılanı hoş gör, yaradandan ötürü.

Sevgili peygamberimiz (s.a.v.), çevresindeki insanları cahiliye devri öncesi kabile taassubu merkezli düşünce, anlayış, adet ve kalıntılardan kurtarmak, halîfetullah olan insanı layık olduğu şerefli ve onurlu bir yere getirmek için çok büyük gayret sarfetmiştir. İnsana yapılacak her türlü saldırıları şiddetle kınamış, onun maddî varlığıyla manevî onurunu her değerin üstünde tutmuş ve:

İnsanoğlu, Allah’ın yapısıdır, bu yapıyı yıkan, ona karşı şiddet gösteren mel’ûndur.

Dünyanın yok olup gitmesi, Allah katında bir mü’minin haksız yere öldürülmesinden daha hafiftir,[3] buyurmuştur.

Yine Hz. Peygamber (s.a.v.), bir kimse öldürülen bir insanın öldürülme fiiline katılmasa, ancak katile –öldürene- en ufak bir şekilde; mesela bir kelimenin yarısı ile bile yardımcı olsa, bu kişinin kıyamet günü alnına; “Allah’ın rahmetinden ümidi kesilmiştir,” cümlesi yazılı olarak ilahi huzura geleceğini söylemiştir.[4]

Hz. Peygamber (s.a.v.), değil bir insanı öldürmek veya öldürülmesine sebep olmak, şakadan bile olsa ona silah doğrultanın meleklerin lanetine uğrayacağını buyurmuştur.[5]

Peygamber Efendimizin nazarında insanın manevî, onuru ve şerefi de çok önemlidir. O, bunun gözetilip kollanmasını da gözden ırak tutmamıştır. Çünkü insanın haysiyeti, şerefi, onuru ve manevî kişiliğinin önemi, her değerin önünde gelmektedir. İnsan melek değildir, hatalar yapabilir. Özür diler, tevbe eder, Allah bu tevbeleri kabul eder. Kimsenin kusurunu dünyada yüzüne vurmaz. İnsanlar da birbirlerinin hatalarını, kusurlarını yüzüne vurmamalı. Nice meraklı kimseler, doğru veya yanlış bazı kusurlar yamayarak birilerini toplumda zor durumda bırakırlar. Adeta onları diri diri toprağa gömerler. Halbuki Peygamber Efendimiz, bir insanın manevî kimliği, kişiliği ve onuru ile diri olacağını şöyle ifade eder:

Kim, bir insanda gördüğü kusuru gizleyerek örterse, sanki o, diri diri gömülen bir kimseyi diriltmiş gibi olur.[6]

İnsanın özel hayatını araştırmak, bazı gizli hallerini tespit edip teşhir etmek, ona karşı hem büyük bir saygısızlık, hem de büyük günahlardan biri sayılmıştır.

İsrâ sûresinin 36. ayetinde şöyle buyurulur:

Hakkında bilgin bulunmayan şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.

Diğer bir ayette de;

… Birbirinizin kusur ve ayıplarını araştırmayın. Biriniz diğer bir insanı arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölmüş din kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir.” (Hucurât, 49/12)

Hz. Peygamber (s.a.v.), insana sevgi ve saygıyı engelleyici, onun şeref ve onurunu zedeleyici tecessüsün yasaklık sınırını şöyle dile getirmektedir:

Cabir b. Abdillah, naklediyor:

Bir kimse konuşurken, başkasının işitmemesini istemek için etrafına bakmışsa, o şey gizli sayılır.[7]

İnsanların açıkça gizlediği hususlar, mesela bazı kimselerin başkalarından ayrı durarak veya ayrı yerlere çekilerek konuşmaları gizli sayılır. Kapalı yerlerdeki veya açık olmakla beraber, insanların gelip geçmediği yerlerdeki konuşma ve davranışlar da gizlidir. Bu durumlar ve aralarındaki konuşmalar, merak ve tecessüs konusu yapılamaz. Bir hadis-i şerifte:

Bir örtüyü aralayıp kendisine izin verilmeden bakan kimse, aşılması helal olmayan sınırı aşmış olur,” buyurulmuştur.[8]

Bu konuda genel hükümler ihtiva eden şu hadisi de kaydetmek gerekir:

Ey dili ile inanıp kalbine iman girmeyenler! Müslümanlara eziyet etmeyin ve onların gizli hallerini araştırmayın. Allah insanın gizli hallerini araştıranın, gizli tarafını araştırır. Ve Allah, kimin gizli yanını araştırırsa evinin içinde bile olsa onu herkese karşı rezil eder.[9]

İnsanların gizli hallerini araştırmak, fertler ve toplumlar arası güveni sarsar, herkes birbirinden şüphelenir. Toplum, adeta casuslar toplumu haline gelir. Bu gerçeği Hz. Peygamber (s.a.v.), şöyle belirtir:

İnsanların kusurlarını araştırmaya kalkarsan, onları bozarsın veya bozulmalarını çabuklaştırırsın.[10]

Eğer idareci, insanların kusur ve eksiklerini araştırırsa, onları bozar.[11]

Telefonları dinlemek, mektupları açmak, gizli kameralarla özel hayatları deşifre etmek insan ve toplum yapısını bozar, itimadı sarsar.[12]

İnsanın maddî ve manevî varlığına saygı duyulması gerektiği gibi ölüsüne de aynı şekilde saygı gösterilir.

Ölü-cenaze, güzelce boy abdesti ile yıkanır, tertemiz kefenlenir, cemaatle namazı kılınır ve kabre konur. Cenazeyi yıkayan ya da onu görenler, ölüm sebebiyle üzerinde meydana gelen, hoş görünmeyen fizikî değişiklikleri gizlerler. Bu konuda, bir hadiste şöyle buyurulur:

Kim bir ölüyü yıkar ve ondaki değişiklikleri gizlerse, Allah o kişiyi kırk kerre bağışlar.[13]

Ölüdeki maddî şekil değişikliklerinin dinle bir ilgisi yoktur. Sağ da olsa, ölü de olsa insanın arkasından konuşulmaz, ona sövülmez. Çünkü bu kabil davranışlar, kırgınlıklar, düşmanlıklar üretir. Niyetleri bozuk insanlara dedikodu malzemesi hazırlar. Sû-i zanlara sebep olur. Bu, insanların yakınlarını üzer. Bunun içindir ki, sevgili Peygamberimiz;

Ölülere sövmeyin. Zira onlar, önceden ahirete göndermiş olduklarının sonuçlarıyla başbaşadırlar.”[14]

Herkes kendi işine bakmalıdır.

İyi bir Müslüman olmanın alameti, kendini ilgilendirmeyen şeylerle meşgul olmamaktır.[15]

İnsana daima sevgi, saygı ve hoşgörüyle yaklaşılmalıdır. Resûlullah’ın sünnetinin mantığı budur.

Sevgi, Allah tarafından insana verilmiş en önemli duygudur. Bu ulvi duyguyu en ideal anlamda yaşayabilen tek varlık, insandır. Sevgi ve aşk, tanımlanamayan ancak yaşanabilen bir şeydir. Bir hal işidir. Bunun içindir ki, Mevlana’ya, ‘Aşk nedir?’ diye sorulduğunda, “Ben, ol da bil,” demiştir. Ruh sağlığı ve gönül zenginliğinin en güvenilir göstergesi, sevgidir. Sevginin ilk oluştuğu ve en sağlıklı biçimde gelişeceği yer, ana kucağı, aile ortamıdır. Bu sebeple aile, sağlıklı biçimde kurulması, yaşaması ve gelişmesi gerekli olan bir kurumdur.

Ruh ve gönül sağlığımızın sevgiyle yakın bir ilişkisi vardır. Bu gerçeği, konunun uzmanı rahmetli Prof. Ayhan Songar’dan dinleyelim:

“Kendi içimiz nispetinde dışarısı güzeldir. Başkalarını sevdiğimiz oranda sevilmeye layık oluruz. Bu da bizi huzurlu yapar, mutlu kılar. Herhalde saadetin baş şartı, kendinden başkasını sevebilmek kabiliyetidir. İçimizdeki sevginin dışarıya projeksiyonu, bizi de sevilecek kimselerden yapar. Başkasını sevmeyen, aslında kendisini de sevmiyor demektir. Çevremizdekileri, bütün insanları, hatta tabiatın bütün varlıklarını, canlı cansız her şeyi sevelim. Aslında dünya, hayatın her çağında yaşamaya değer, sevilmeye değer güzelliklerle doludur, mutlu olmamız için de, lüzumundan fazla sebep vardır. Yunus Emre’nin dediği gibi;

Aşk gelince bütün kötülükler gider.[16]

Sevgi eksikliği… dünyaya küskün kendini değersiz bulan, kendini ve insanlığı sevmeyen kişiler ortaya çıkarır.[17]

Aslında Peygamber Efendimiz, sevginin reçetesini şu sözleriyle ne kadar güzel açıklamaktadır:

İman etmedikçe, cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe kamil imana eremezsiniz. Size, birbirinizi sevmenizi sağlayacak şeyi söyleyeyim mi? Aranızda selamı ve barışı yayınız. Yani birbirinize selam veriniz.[18]

Tokalaşınız, hediyeleşiniz ve birbirinizi seviniz ki, içinizdeki gizli kin ve düşmanlıklar yok olsun.[19]

Olgun ve gerçek iman sahibi olabilmenin bir diğer şartı da, kendimiz için sevdiğimiz şeyleri diğer insanlar için de sevebilmektir.[20]

Bir kimsenin kardeşinin yüzüne güler yüzle ve sevgiyle bakması, benim mescidimde bir sene îtikâfa girmesinden daha sevaptır.[21]

Sizden biriniz kardeşini severse, sevdiğini ona bildirsin.[22]

“…Senin kardeşinin yüzüne güler yüzle bakman sadakadır…[23]

Sevgi sözcüğü aynı zamanda samimiyet ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.v.), ashabından her birine öyle sevgi gösteriyordu ki, her sahâbî Resûlullah’ın en sevdiği kişi benim derdi. Bunun içindir ki çevremizdeki insanlara sevgi, ilgi ve nezaket göstermek, onun sünnetidir.

Bir ayette, Resûlullah’ın bu özelliği şöyle belirtiliyor: “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi.” (Âlu İmrân, 3/159)

Ancak her konuda olduğu gibi sevgi konusunda da aşırılıklardan kaçınmalıyız.

Aşırı sevginin gözü kör, kulağı sağırdır.

Aşırı sevgi, sevileni öldürür ve nefrete dönüşebilir.

Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

Senin bir kimseye veya bir şeye karşı aşırı sevgi duyman, seni o kimsenin veya o şeyin kusurlarına karşı kör ve sağır eder.[24]

Yanlış bir anlamaya yer vermemek için bu nazik konuyu biraz açalım:

İnsanların yakınlarını ve birbirlerini sevmeleri saymaları aslında dinimizin emridir. Onların aralarında bu konuda önemli haklar vardır. Hatta denilebilir ki, dünya hayatı, sevgi ve saygı üzerine kurulmuştur. Bu önemli özelliği yakalayamamış ya da hazmedememiş, kaybetmiş kimseler cidden çok şanssızdırlar, bedbahttırlar. Ve toplumumuz bunun örnekleri ile doludur.

Sevgi, bizim mutluluk ve manevî hayatımızı besleyen en önemli kaynaktır.

Ancak iman ve ibadet dahil her konuda olduğu gibi bu konuda da ölçüyü kaçırmamak, mutedil olmak gerekir.

Çünkü insanlar, gerek yaşantıları; gerekse eğitim, görgü ve çevreleri itibarıyla çok farklıdırlar. Bazıları temiz yaradılışlı, güzel huylu, iyi niyetli, güzel gönüllü, kötülük düşünmeyen, fedakâr kimselerdir. Bazıları ise, zevkinin, menfaatlerinin, çıkar ve hislerinin kuludur, kölesidir. Ya da şöhret ve gösterişe düşkündür. Başta saydığımız güzel hasletlere sahip olanlar, ikinci sınıfı oluşturan kimselerin, hangi tînette olduğunu bilemediği veya anlayamadığı için çoğu zaman iyi niyetlerinin kurbanı olurlar, yanılırlar, bunlara karşı farkına varmadan gösterdikleri aşırı sevgi ve saygının zararını görürler.

Bunun içindir ki, Resûlullah sevgi ve düşmanlık konularında, ölçüyü elden bırakmamak gerektiğini her vesile ile ifade buyurmuş; ne gözü kapalı aşırı bir sevgi, ne de aşırı bir düşmanlık duygusuna taraftar olmuştur.

Her iki konuda da daima dikkatli bulunmayı emir ve tavsiye buyurmuştur.

Onun bu konuda;

Sevdiğin kimseyi ihtiyatla, orta yollu sev, belki bir gün düşmanın olur,[25] sözü ne kadar önemli ve ne kadar manidardır.

Özellikle menfaate, gösterişe düşkün haris kimseleri sevmiş olanlar çok dikkatli olmalıdırlar. Onların dostluklarının her an düşmanlığa dönüşebileceğini hesaba katmalıdırlar. Nitekim toplumumuzda menfaatleri yüzünden kırk senelik dostuna bir anda amansız düşman kesilen daima buluna gelmiştir. Bunların iyi, dost edinilecek kimseler olduğunu söylemek mümkün değildir.

Sonunda hayal kırıklığına uğramamak, zarar görmemek için Hz. Peygamber’in yukarıdaki hadisleri ne güzel birer ölçüdür!

Hz. Peygamber (s.a.v.), sevgide olduğu gibi düşmanlık konusunda da itidali elden bırakmamak gerektiğini her vesile ile ifade buyurmuş ve baş tarafını az önce zikrettiğimiz hadisin ikinci cümlesinde;

Düşmanına da aşırı buğzetme, belki bir gün dostun olur,[26] demiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), çevresindeki çocuk, genç, yaşlı, erkek, kadın, anne, baba, akraba, komşu, …her konumdaki insanları bizzat sevmiş, saymış ve bu konuda en ideal örnek davranışları sergilemiştir.

Şimdi her biri, önce birer insan olan bu kişilerle ilgili bazı örnekler sunalım:

Ailenin en önemli varlıkları çocuklardır. Onlar, bugünün küçükleri yarının büyükleridir. Onların gelecek için ümit kaynağı olabilmesi için baştan itibaren gerekli eğitim-öğretim, sevgi-saygı çerçevesinde yetişmeleri gerekir. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz; “Hepiniz çobansınız, hepiniz aile fertlerinden sorumlusunuz,[27] buyurmuş, “çocuklarını sevgi ve şefkatle büyüten, eğiten ve yetiştiren kimseleri övmüştür.”[28]

Hz. Peygamber (s.a.v.), çocukları çok sever, onları gördüğünde neşelenir, onlara selam verir, hal ve hatırlarını sorar, onlarla konuşur, şakalaşır, oynar, onlarla adeta çocuklaşır…dı.

Kimin çocuğu varsa onunla çocuklaşsın,” derdi.[29]

Resûlullah’ın huzuruna bir takım insanlar geldi ve;

- “Siz, çocukları öpüyor musunuz?” dediler. O (s.a.v.) de, “Evet” buyurdu. Bunun üzerine onlar; “Fakat, vallahi biz öpmeyiz,” dediler. Bunun üzerine Resûlullah;

- “Allah, sizin kalbinizden sevgi ve merhameti çekip almışsa ben ne yapabilirim![30]

Benim on çocuğum var, hiçbirini öpmedim” diyen Akra’ b. Hâbis’e de,

Merhamet etmeyene merhamet olunmaz![31] dedi.

O, çocuklarını ve torunlarını sevdiğini belli eder, bir yolculuğa çıkacağı zaman en son; dönüşünde de ilk önce kızı Fatıma’ya uğrardı. Hz. Fatıma da, babasını ziyarete geldiğinde Resûlullah ayağa kalkar, onu elinden tutup getirir, hal hatırını sorar, onu sever, okşar, alnından öper, yanına oturturdu. Vefatlarına sebep olan hastalığı sırasında da yanına gelen Fatıma’yı güler yüzle karşıladı ve öptü.[32]

Şu olay da bize, kızı Fatıma’yı ne kadar sevdiğini açıkça göstermektedir:

Damadı Hz. Ali, eşi Hz. Fatıma’nın üzerine evlenmek istedi. Bu duruma üzülen Fatıma babasına gelerek üzüntüsünü dile getirdi. Bunun üzerine aynı şekilde çok üzülen Resûlullah (s.a.v.), minbere çıkarak, okuduğu hutbede bu olaya şiddetle karşı çıktı ve; “Ali evlenmek istiyorsa Fatıma’yı boşamalıdır…. Onu üzen beni üzmüş olur, onu sevindiren beni sevindirmiş olur. Çünkü o, benden bir parçadır,” dedi.[33]

Bir yatsı namazında torunu Hasan veya Hüseyin kucağında olduğu halde mescide geldi. Öne geçti, torununu yere koyarak namaza durdu. Secde esnasında torun dedesinin sırtına çıktı. Dolayısıyla secde uzadı. Resûlullah namazı bitirince cemaate katılanlar sordu:

- “Ey Allah’ın elçisi! Sen secdeyi uzun tutunca ya bir şey oldu ya da sana vahiy geldi, zannettik.

Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):

- “Hayır, böyle bir şey olmadı. Oğlum sırtıma çıktı, gönlü hoş olsun diye acele etmek istemedim,” buyurdu.[34]

Mahmûd b. Rebî’, Hz. Peygamber’in kendileri ile şakalaştığına dair bir hatırasını şöyle anlatır:

Beş yaşımda iken Nebî (s.a.v)’in bir kere bir kovadaki sudan ağzına alıp yüzüme püskürttüğünü hatırlarım.[35]

Sadece kendi çocuk ve torunları ile değil, komşu çocukları ile de yakından ilgilenir, ellerini tutar, başlarını ve onurlarını okşar, bineğinin arkasına bindirir, onlara sevgi ve şefkatle davranır, problemlerini çözmek isterdi.

Kuşu öldüğü için üzülen ve hastalanıp yatağa düşen Ebû Umeyr adındaki çocuğu ziyaret etti ve;

- “Ebû Umeyr! Serçene ne oldu?” diyerek onu teselli etti.[36]

Peygamber Efendimizin şu itirafına lütfen bir bakar mısınız!

- “Ben cemaatin önünde namaza dururum. Ve namazı uzatmak isterim. Fakat bir çocuğun ağlama sesini duyarım, annesine sıkıntı vermemek için namazı kısa keserim.[37]

Amcası Abbas’ın çocukları Abdullah, Ubeydullah ve Kesîr arasında ödüllü koşu yarışı düzenledi, çocuklar yarıştılar ve geldiler, kimi sırtına, kimi göğsüne çıktı, o da onları kucakladı ve öptü.

Peygamber Efendimiz, çocukları sadece sevmekle kalmaz, akşam karanlığı bastıktan sonra onların sokağa çıkmalarını sakıncalı görür ve bu konuda ana-babaları uyarırdı.[38]

Hz. Peygamber (s.a.v.), çocuklar arasında cinsiyet farkı gözetmezdi. Sahâbîlerine de çocukların arasında maddî ve manevî her konuda adaletli olmalarını emrederdi.

Numan b. Beşîr anlatıyor:

“Babam, annemin zoru ile bir kısım malını bana verdi. Hakkı ve onuru zedelenmiş olan kız kardeşim Amre, Resûlullah şahit tutulmadıkça bunu kabul edemeyeceğini söyledi. Babam beni alarak Peygamberin yanına götürdü ve durumu anlattı. Allah elçisi babama;

- “Numan’a yaptığın bu bağış gibi bütün çocuklarına da yaptın mı?” diye sordu. Babam,

- “Hayır,” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.):

- “Allah’tan korkunuz ve çocuklarınız arasında adaletle davranınız,” buyurdu.

Bunun üzerine babam, bu bağışından döndü ve malı benden geri aldı.”[39]

Sahâbeden Enes’in anlattığına göre, adamın biri Resûlullah’ın yanında iken oğlu geldi. Adam oğlunu öptü ve kucağına oturttu. Biraz sonra kızı geldi. Bu sefer baba olan bu adam kızını önüne oturttu, ama öpmedi. Bunun üzerine Rahmet Peygamber’i, şöyle buyurdu:

- “İkisine de eşit davransaydın ya![40]

İslam öncesi cahiliye döneminde kız çocukları horlanır, kendilerinden utanç duyulur, hatta diri diri toprağa gömüldüğü olurdu. Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber (s.a.v.), bu uygulamaya şiddetle karşı çıktı ve kız çocuklarının da eğitim-öğretimleri, aile ve toplumdaki konumları ile ilgili düzenlemeler yaptı.

Onun kız çocukları ile ilgili olarak söylediği şu hadisi, o günün şartlarında söylenmiş, adı bile olmayan kız çocukları ve hanımları onurlandırıcı ne kadar önemli ve evrensel bir mesajdır:

Her kim, büluğ çağına ulaşıncaya kadar iki kız çocuğu büyütür, yetiştirir, bunların bakımlarını, eğitim-öğretimlerini sağlarsa, o kimse ile ben kıyamet günü şöyle –iki parmağını birleştirdi- yan yana bulunacağız.[41]

Onun (s.a.v) şu sözü de, ne kadar içten, ne kadar sevgi ve şefkat dolu bir uyarıdır:

Kimin bir kız çocuğu olur da, onu toprağa gömmez, hor görmez ve erkek çocuğunu ona tercih etmezse, Allah bu kişiyi cennete koyar.[42]

Hz. Peygamber’in sevgi, şefkat ve merhameti toplumdaki yetim ve kimsesiz çocukları da kuşatmıştır.

Yetim ve kimsesizlere hep acınır. Oysa unutulmaması gerekir ki onlar, bizler için bu toplumda Allah’ın rızasını kazanmamıza vesile olacak birer can simididirler.

Sevgi ve şefkat, insan kalbinin merhemidir. Sevgi, saygı ve merhamet duygusundan uzak olan kimseler, katı yürekli olmanın yolunu tutmuşlar demektir. Bu duruma düşenler derhal bundan kurtulmanın çarelerini aramaya koyulmalıdırlar.

Hz. Peygamber’e bir sahâbî gelerek kalbinin katılaştığını hissettiğinden şikayet etti. Allah elçisi, ona:

- “Kalbinin yumuşamasını istersen yoksulları doyur ve yetim başını okşa,” buyurdu.[43]

Ahmed b. Hanbel’in Müsned’indeki bir başka rivayete göre ise;

Kim, Allah için bir yetimin başını şefkatle okşarsa, elinin değdiği her saç teline karşılık o kişiye sevap verilir,[44] diyerek bu ilgi ve sevgiye ihtiyacı olan çocuklara fiziki temasın önemine dikkat çekmiştir.

Kadın sahâbiyeler arasında kocası öldükten sonra sadece yetim kalan çocuklarını büyütmek ve yetiştirmek için evlenmeyen güzel ve iffetli bir hanıma işaretle;

Ben ve bu fedakâr hanım kıyamet günü cennette şu iki parmağım gibi yan yana beraber olacağız.[45]

Evlerden Allah’ın en çok sevdiği ev, içinde sevgi, saygı ve ikram gören yetimin bulunduğu evdir.[46]

Müslümanlar arasından bir yetimi alıp yediren, içiren kimse affedilmeyecek bir günah işlememişse elbette Allah onu cennetine koyacaktır,[47] gibi sözler, Hz. peygamber (s.a.v.)’in bu konudaki hadislerinden sadece bir kaçıdır.

Bilindiği gibi affedilmeyen günah, Allah’a ortak koşmak ve kul hakkıdır.

Her doğum, yaşlanmanın; sonunda da ölümün habercisidir. Doğum ne kadar normal ise, yaşlılık da o kadar normal ve insanoğlunun bir kaderidir.

Yaşlılığın fiziki ve psikolojik problemleri giderek artar; beden, eski gücünü yavaş yavaş kaybeder, bütün organlar zayıflar, yeni durumlara uyumu zorlaşır, sonunda o, ihtiyaçlarını göremeyecek durumlara düşebilir. En kötüsü de ruh ve akıl bozuklukları ile karşı karşıya kalır.

Bunun içindir ki Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

İnsanın ömür boyu karşı karşıya kalacağı doksan dokuz sıkıntı ve problemi vardır. Bunların tamamını atlatsa bile ihtiyarlık sıkıntısına düşer.

Yine bir hadislerinde;

Allah’ın her hastalığı şifası ile beraber verdiğini, ancak bundan yaşlılığın hariç tutulduğunu,[48] buyurmuş, ve “Allahım! … Erzel-i ömürden –aşırı yaşlanmak ve bunamaktan- sana sığınırım,[49] diye dua etmiştir.

Dinimize göre maddî ve manevî görevlerini yerine getirerek yaşlanabilmek güzel bir şeydir ve bu manevî bir rütbedir. Bunun içindir ki, Peygamber Efendimiz,

Küçüklerimize sevgi, büyüklerimize saygı göstermeyen bizden değildir.[50]

Allah yaşından ötürü bir ihtiyara saygı gösteren gence, yaşlandığında hizmet edecek kimseler lütfeder.[51]

Saçı, sakalı ağarmış Müslüman bir yaşlıya saygı, sevgi, şefkat göstermek Allah Teâlâ’ya gösterilen ta’zim sebebiyledir.[52]

Yaşlı ve düşkünlerinize hizmet, ilgi ve saygıya dikkat ediniz. Çünkü siz, ancak bu kimseler sayesinde yardım görür ve rızıklanırsınız.[53]

Bir milletin medeniyet ve kültür seviyesi, mutluluk göstergesi çocuklara ve yaşlılara gösterilen sevgi, hizmet ve anlayışla ölçüdür.

Yaşlılarımız çocuklarımızdan daha fazla ilgi isterler. Onlar, çocuklarını yetiştirip büyütmüşler, şimdi kendileri küçülmüş ve çocuklaşmışlardır. Aynı ilgi ve şefkate onlar muhtaçtır.

Ana-babaya saygıyı ve ilgiyi konu alan Kur’ân ayetinde şöyle buyurulur:

Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmememizi, anaya-babaya iyi davranmamızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “Öf!” bile deme; onları azarlama; tatlı, gönül alıcı güzel söz söyle. Onlara sevgi ve şefkat göstererek üzerlerine tevazu kanadını ger ve de ki; “Rabbim! Onlar bana küçükken nasıl şefkat ve merhamet gösterdilerse, sen de şimdi onlara merhamet et.” (İsrâ, 17/23-24)

Görüldüğü gibi Allah’a ibadet ile ana-babaya iyilik yan yana zikredilmiştir. Allah’a ibadet de, ana-babaya iyilik de farzdır. İyilikte bir şart ve kayıt yoktur. Ana-baba kim olursa olsun, müslim-gayr-ı müslim, iyi-kötü, günahsız-günahkar fark etmez.

Esmâ bint Ebî Bekr, Hz. Peygamber’e,

Ya Resûlallah! Anam putperest, onu ziyaret edeyim mi?” diye sordu. Allah elçisi; “Evet onu ziyaret et ve ihtiyaçlarını gider,” dedi.[54]

Hz. Peygamber (s.a.v.), hadislerinde ana-babaya sevgi, saygı, iyilik, itâat ve isyan konusu üzerinde önemle durmuştur.

Bunlardan birkaçını kaydedelim:

İbn Mes’ûd (r.a.); “Yâ Resûlallah! Allah katında en makbul amel hangisidir?” diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.v.), bu soruya;

Vaktinde kılınan namaz ve ana-babaya iyilik,” diye cevap verdi.[55]

En büyük günahın ne olduğu sorusuna da;

Allah’a ortak koşmak, ana-babaya âsî olmak, yalan yere şahitlik yapmak,” karşılığını verdi.[56]

Bir defasında da;

Burnu yerde sürünsün, burnu yerde sürünsün,” diyordu. “Kimin? Yâ Resûlallah!” dediler. “Ana-babasından birinin ya da ikisinin ihtiyarlığına erişip de, onların rızasını kazanarak cennete giremeyenin” buyurdu.[57]

Birçok günahın ve sevabın karşılıklarının ahirette görülmesine karşılık, ana-babaya karşı işlenecek olanların dünyada meydana geleceğini belirttiği gibi, onların beddualarının karşılığının da dünyada gerçekleşeceğine vurgu yapılmıştır.[58]

İslamî literatürde çocukların ana-babalarına karşı yerine getirmeleri gereken görevleri şöyle sıralanmıştır:

“Ebeveynin maddî ve manevî ihtiyaçlarını karşılamak, huzurlu bir hayat yaşamalarını sağlamaya çalışmak, istemeden vermek, kendilerinden aşırı fedakarlıklar beklememek, hakkında şikayetçi olmamak, kusurlarını saklamak ve iyiliklerinden söz ederek itibarlarını korumak, dînî bakımdan ciddi olmayan kusurlarını görmezlikten gelmek, uyarılmaları dînî bir zaruret olanları incitmeden yapmak, haklarında dua etmek, haram olmayan konularda isteklerini yerine getirmek, hayır ve ibadetlerinde yardımcı olmak, hatıralarını yaşatmak, hayır dualarını almak, ölümlerinden sonra onların dostları ile ilişkiyi devam ettirmek.”[59]

Batı dünyasında her konuda olduğu gibi yaşlılar konusunda da tam bir materyalist zihniyet ve hayat tarzı hüküm sürmektir. Onlara karşı büyük bir ilgisizlik vardır. Yaşlılar büyük bir terkedilmişlik duygusu içindedirler. Huzurevlerine doldurulmuş olan bu zavallı ihtiyarlar yakınlarını ve sevdiklerini görememe korkusu içindedirler. Batı, sevgiyi ve sevgiliyi kaybetti, senede bir gün “sevgililer günü” anneyi kaybetti, “anneler günü”, babayı kaybetti, “babalar günü”, yaşlıyı kaybetti, “yaşlılar günü”nü ihdas etti. Çünkü insan kaybolan malını ararmış.

Ne yazıktır ki, ülkemizdeki bir kısım aileler de aynı problemlerle karşı karşıya kalmışlardır. Bu durum, bizim dinimizin, peygamberimizin, geleneklerimizin bize emrettiği, önerdiği sevgi, saygı, birlikte yaşama ve problemleri, dertleri, sıkıntıları birlikte çözme ve giderme prensiplerine aykırıdır.

Bizde yaşlılık, korku, çürüme, çevreden kopma değil, hem Allah katında, hem de inanmış faziletli insanlar yanında manevî bir rütbe kabul edilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.), toplumun önemli bir kısmını teşkil eden özürlülere de gereken önemi vermiş ve onlarla da yakından ilgilenmiştir. Ne yazıktır ki, bu gün de toplumumuzun en çok ihmal edilen kesimi bu bedensel ve zihinsel özürlülerdir. Bu sebeple, Resûlullah’ın konu ile ilgili davranışına kısaca bir göz atalım:

Ne Kur’ân, ne de Peygamberimiz sağlam ve özürlü ayırımı yapmaz. Herkese önce insan gözüyle bakılır ve değer ölçüsü takvadır, yani sorumluluk duygusudur.

Bir hadiste şöyle buyurulur:

Allah sizin fiziki yapınıza, bedensel şeklinize değil, kalplerinize, amellerinize ve ahlaklarınıza bakacaktır.[60]

Kur’ân-ı Kerîm, görme özürlü Abdullah b. Ümmü Mektûm’un şahsında bütün özürlülerin önemine ve haklarına ve onurlarına dikkat çekmiştir.

Tâhâ sûresi 124-126. ayetlerinde geçen âmâ kelimesinin fizikî körlükle yakından ve uzaktan hiçbir ilgisi yoktur. Bu ayetteki körlük, kalp gözü körlüğüdür. Allah katında kalp gözleri imana, hidayete kapalı olanlar hakîkî-gerçek körlerdir. İsrâ sûresi 72. ayetteki âmâdan maksat da manevîdir. Diğer ayetlerdeki dilsiz, sağır… gibi kelimelerin de anlamları manevîdir.

Sahâbeden Ebû Zerr, zenci-siyah renkli olan Bilal’i annesinin de güya renk özürlü olmasından dolayı kınadı, küçümsedi ve onurunu kırdı. Bilal el-Habeşî, durumu Peygamber’e arzetti. Bunun üzerine Resûlullah, Ebû Zerr’i sert bir dille eleştirdi:

Sen, Bilal’i annesinin rengi sebebiyle ayıpladın, hor gördün öyle mi! Şüphesiz sen içinde hala cahiliye döneminin taassub ve kabalığını taşıyan birisin.[61]

Yine Mescid-i Nebevî’nin temizlik işleri ile ilgilenen bir başka siyâhînin ölümü pek önemsenmediği için kendisine haber verilmeden defnine üzülen ve etrafındakilere sitem eden Peygamber (s.a.v.), onun kabrine gitti, namaz kıldı ve dua etti.[62]

Enes’in naklettiğine göre, aklî dengesi pek yerinde olmayan bir kadın bir gün Resûl-i Ekrem’e gelerek:

- “Yâ Resûlallah! Seninle bitecek bir işim var,” dedi. O da; “Pekala, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim,” dedi.

Kadınla yolun kenarına çekilip meseleyi halledinceye kadar görüştüler.[63]

Hz. Peygamber (s.a.v.), bir savaş veya herhangi bir sebeple Medine dışına seyahate çıkacağı zaman dînî ve idari işleri görmekle görevli birini bırakırdı. Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Hz. Ali gibi ileri gelen sahâbîler, bunlar arasındadır.

Resûlullah, Medine’de yerine dînî ve idari işleri görmek üzere özürlü İbn Ümmü Mektûm’u tam on üç defa vekil olarak bırakmıştır.[64]

Daha da önemlisi, bu görevlendirme sahâbeden hiçbir kimse tarafından yadırganmamıştır.

Bir hadiste de, görme özürlüye yol gösterme, sağır ve dilsize laf anlatma, sadaka olarak değerlendirilmiştir.[65]

Bu kısaca sunduğumuz dînî mesajların ışığı altında hareket ederek, bugün de toplumumuzda sayıları azımsanamayacak derecede çok olan bu insanları ihmal etmeyerek, onlarla ilgilenmek, mevcut yeteneklerini geliştirmek, devletin, milletin ve hepimizin en başta gelen görevlerinden biri olmalıdır.[66]

Sonuç olarak Peygamber efendimizin mesajını ve misyonunu doğru ve sağlıklı anlamak ve anlatmak adına şu cümleleri de eklemek istiyoruz:

Hz Peygamberi iyi tanıyanlar onun büyüklüğünü, sineğin kanadında tesbit ettiği antimikropta değil,kızgın çölün bereketsiz topraklarında meydana getirdiği toplumun dinamiklerinde ve toplumu her türlü manevi mikroptan nasıl arındırdığında ararlar. Onu bilenler, büyüklüğünü acve hurmasının hangi hastalıklara şifa olduğunu tespit edişinde değil, hastalıklı kalpleri nasıl tedavi ettiğinde görecek, onun bedenleri tedavi eden biri olmayıp kalpleri tedavi eden bir doktor olduğunu anlayacaktır. Hatta onun büyüklüğünü, sadece Burak ile semaya nasıl yükselip, yedi kat gökte nasıl dolaştığında değil, aşağıların aşağısına yuvarlanmış insanlığı yüksek değerlere nasıl kavuşturduğunda veya getirdiği değerlerin, insanlığın süfli bir hayattan ulvi bir hayata yükselişi için, nasıl miraç vazifesi gördüğünde arayacaktır.”[67]

 



[1]    Bkz. İbn Mace, Fiten, 2

[2]       Mâide, 5/32; Allah, İsrâiloğulları’na Hz. Musa’nın şahsında gönderdiği Tevrat’ta böyle buyurduğu halde, bugün elimizdeki Tevrat’ta şöyle denmektedir:

        “Bir Yahudi, devamlı köle kalamaz, fakat insanlığın diğer zümreleri müebbeden (=ebediyyen) köleliğe mahkum edilebilir. Fakat bu, Yahudiliği alâkadar etmez.” (Levililer kitabı, bâb; 25; 39-46, s. 126)

        “Fakat Allahımız olan Rab tarafından bir miras olarak size verilen bu insanların şehirlerinde (arz-ı mev’ûd=Kenan) teneffüs eden hiçbir şeyi canlı olarak bırakmayacaksınız.” (Tevrat’ın 5. kitabı; Tensiye; bâb; 20, ayet; 16-17, s. 197.)

[3]       İbn Mâce, Mısır, 1372/1952, II, 874, nr: 2619; Nesâî, Beyrut, 1409/1988, VII, 82; nr. 3987..

[4]       A.g.e., II, 874, nr. 2620; Beyhakî, Haydarabat, 1344, VII, 22; Mişkât, Dimeşk, 1380/1961, II, 266, nr. 3484.

[5]       Müslim, Mısır, 1374-1375/1955-1956, IV, 2020, nr. 2616/125.

[6]       Ebû Davud, Hımız, 1388/1969, V, 201; nr. 4891; İbn Hanbel, Beyrut, 1389/1969, IV, 147; Beyhakî, VIII, 331.

[7]       İbn Hanbel, III, 352; Ebû Davud, Edeb 37, (V, 189) nr. 4868.

[8]       İbn Hanbel, a.g.e., V, 181.

[9]       Ebû Davud, V, 194-195, nr. 4880. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Servet Armağan, İslam Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara 1987, s. 90-113.

[10]     Ebû Davud, V, 199, nr. 4888.

[11]     A.g.e., V, 200, nr. 4889.

[12]     A. Rıza Temel, İslam’da ve Batı’da İnsan Hak ve Hürriyetleri, İstanbul 1995, s. 121.

[13]     Beyhakî, III; Riyâzü’s-Salihîn Trc., İstanbul1997-1999, IV, 556, nr. 930.

[14]     Buhârî, 23 Cenâiz 97, II, 108; Riyâz, VI, 548, nr. 1568.

[15]     Riyâz, VI, 548.

[16]     Çeşitleme, İstanbul 1981, s. 238.

[17]     Doğan Cüceloğlu, Yeniden İnsan İnsana, İstanbul 1997, s. 111.

[18]     Müslim, I, 74, nr. 93/54; Ebû Davud, Edeb 131 (Concordance, I, 408) Burada bir hususu belirtmek istiyorum. Batı ülkelerine görevli olarak her gittiğimde ve fırsat buldukça sabah yürüyüşlerine her çıktığımda herkesin birbirlerine selâm verdiğini görmüşümdür. Halbuki ben ilk görev yaptığım yer olan Erzurum’da bile selâm verdiğim bazı kimselerin, ‘Nereden tanışıyoruz!’ sorularına muhatap olmuşumdur.

[19]     Muvatta’, II, 908, nr. 16.

[20]     Buhârî, I, 9; Müslim, I, 67, nr. 71.

[21]     el-Câmiu’s-Sagîr, Mısır, 1373/1954, II, 330; Kenz, 24726.

[22]     Ebû Davud, V, 343-344, nr. 5124; Tirmizî, VII, 120, nr. 2393.

[23]     Tirmizî, Hımıs, 1385/1965, 25 Birr 36, nr. 1957; el-Edebü’l-Müfred, Trc. F.Yavuz, İstanbul. 1975. II, 245, nr. 891.

[24]     İbn Hanbel, V, 194; Ebû Davud, V, 347, nr. 5130.

[25]     Tirmizî, Birr, 28/60, VI, 209-210, nr. 1998.

[26]     Aynı yer.

[27]     Buhârî, 55 Vasâyâ 9, (III, 189).

[28]     A.g.e., 67 Nikah 12, (VII, 120).

[29]     Feyzü’l-Kadîr, Beyrut 1994, VI, 271, nr. 8975.

[30]     Müslim, IV, 1808, nr. 2317/64.

[31]     A.g.e., IV, 1808,1809, nr. 2318/65.

[32]     Geniş bilgi için bkz. Miftâhu Künûzi’s-Sünne, s. 379.

[33]     Müslim, Fadâilü’s-Sahâbe 93-94 (IV, 1902-1904); Terc, VII, 356-358.

[34]     İbn Hanbel, III, 494; Nesâî, II, 229-230, nr. 1141.

[35]     Buhârî, I, 27; Tecrîd, I, 80, nr. 69.

[36]     Buhârî, VII, 102; Tecrîd, XII, 152, nr. 2003.

[37]     Buhârî, 10 Ezan 162 (I, 209-210).

[38]     A.g.e., VI, 249.

[39]     Müslim, III, 1242-1243, nr. 1623/13; M. Sofuoğlu, Müslim terc., V, 162-163.

[40]     Heysemî, VIII, 156; Üsve-i Hasene, s. 461.

[41]     Müslim Terc., VIII, 99 nr. 2631/149.

[42]     Üsve-i Hasene, s. 461.

[43]     İbn Hanbel, II, 263, 387.

[44]     İbn Hanbel, V, 250, 265 krş. IV, 3.

[45]     Ebû Davud, 35 Edeb 130 (V, 355) nr. 5149.

[46]     Kenzü’l-Ummâl, III, 6003.

[47]     Tirmizî, 28 Birr ve’s-Sıle 14 (VI, 169, nr. 1918).

[48]     Ebû Davud, IV, 192-193, nr. 3855.

[49]     Müslim, IV, 2079-2080, nr. 2706/50,52.

[50]     Ebu Davud, V, 233, nr. 4943; İbn Hanbel, II, 222.

[51]     Tirmizî, VI, 226, nr. 2023.

[52]     Ebû Davud, 35 Edeb 23, V, 174, nr. 4843.

[53]     Ebû Davud, III, 73, nr. 2594.

[54]     Buhârî, VII, 71 (Edeb 8).

[55]     Müslim, I, 89, nr. 137.

[56]     A.g.e., I, 91, nr. 143, 144.

[57]     A.g.e., IV, 1978, nr. 2551/9-10.

[58]     Buhârî, VI, 69.

[59]     Mustafa Çağrıcı, TDVİA, İstanbul, 1991, III, 104.

[60]     Müslim, 45 Birr 34 (IV, 1987); İbn Hanbel, II, 285, 539.

[61]     Buhârî, 2 İman 22, (I, 14); Müslim, 27 Eymân 10, (III, 1282-1283) nr. 1661.

[62]     Buhârî, 23 Cenâiz 67, (II, 92); İbn Hanbel, II, 353, 388.

[63]     Müslim Terc., VII, 204, nr. 2326/76; Üsve-i hasene, s. 502. Bu kadının adı, Ümmü Züfer idi. Kendisinin Hz. Hatice’nin başını taradığı nakledilir. Müslim Terc., a.y.

[64]     İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Kahire 1970, IV, 263-264, nr. 4005.

[65]     İbn Hanbel, V, 169.

[66]     Bu konuda geniş bilgi için bkz. Nevzat Aşık, Diyanet Aylık Dergisi, Haziran 1994, sayı: 42, s. 36-38.

[67]    Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, T.D.V. Ankara 2000, s. 210.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.01 saniye 14,874,366 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024