Vaaz Kategorileri
İman Konuları
İbadet Konuları
Sosyal Konular
Ramazan Vaazları
Dini Günler ve Geceler
DİB Örnek Vaazları
Kur'an'dan Öğütler
Genel Konular
islam ve Aile
Görev,Sorumluluk,Ahlak
Mevlid-i Nebi Vaazları
Ana Menü
Çocuklar İçin
Kur'an Öğreniyorm
Dinimi Öğreniyorum
Dini Bilgiler
Oyunlar
Ansiklopedi ve sözlük
Osmanlıca Sözlük
İslam Ansiklopedisi
Dini Sözlük
Dini Terimler
Küçük Lügat
Dini Kitaplar
P.Hayatı Salih Suruç
Kur'an ve Bilim
Günümüzde İslam
Kıssadan Hisse
Ehli Sünnet Yolu
İslam Tasavvufu
En Güzel Örnek
Gıybet Hastalığı
Adım Adım Kurtuluş
Mesneviden Öyküler
İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı ve Temellendirilmesi

İnsan Onuru: Kaynağı, Sınırı ve Temellendirilmesi

İnsan Onurunun Kaynağı: İnsanın Kimliği ve Neliği

Kim ve ne sorusu, insanın doğuştan getirdikleri ve sonradan kazandıkları dikkate alınarak cevaplandırılmaktadır.

Kim sorusu, özneyle ilgilidir. Buna verilecek yanıt, insanın zihinsel ve bedensel emeğiyle yarattıklarıyla ilgilidir. İnsanın bireysel, toplumsal ve politik olaylar karşısında verdiği tepki de bunların içindedir. Dolayısıyla insan kimliği, geliştirilebilen dinamik bir yapıdır; doğumla değil, toplumsal deneyim ve eylemsel iletişim sürecinde kazanılır. Bireyin diğer bireylerle, toplumla, doğayla ve Tanrıyla iletişimi; onun kendini gerçekleştirmesini ve kendi değerini tanımasını sağlamaktadır. Bireyin kimliğinin oluşması da bu sürecin ürünüdür. İnsan bu ilişkilerinin ve kendini farklı kılabilme potansiyelinin farkında olarak birey olur. Birey olabilme yeteneği, aynı zamanda, insanın onur kaynağıdır. Dolayısıyla insan, olmakta olan, toplumsal etkileşim içinde özneleşen ve özgürleşen; özgürleştikçe de kendine tahakküm potansiyeli taşıyan tüm hiyerarşileri reddeden bir varlıktır.

İnsan, bireyselliğini ve kimliğini, yaratacağı yeni toplumsal ana yapıdan alır. Kimlik; toplumsal, siyasal, tarihsel, etnik, dinsel veya kültürel hiçbir kimliğin esiri olmamak, aksine onu değerlendirecek, gözden geçirecek ve aşacak yeni bir kültür yaratabilme yeterliliğidir. Bu sebeple, insanın kimliğine ilişkin sorular, onun ürettikleri ve anlam kazandırdıkları ile cevaplandırılmalıdır. Bireyin belirlemediği ve üretmediği nitelikler, insanı sadece yaratılan değerlerin taşıyıcısı kılar. Bu durumda artık değer kaynağı bir insandan değil, araçsallaştırılmış insandan söz ediyor oluruz. Dolayısıyla insan değil, taşıdığı miras daha anlamlı hâle gelmekte ve insan, kültür yahut gelenek kargoculuğu yapmaktan öteye geçememektedir.

İnsanın neliği ise, insanın dışında gelişen ve oluşan nesnel kriterlerle tanımlanan yapısıdır. İnsanı tanımlarken neliğini öne çıkarmak; onu birey dışı kategorilere göre sınıflandırmak, kurulu ve verili paradigmaların esiri hâline getirmek ve yabancılaştırmak demektir. İrademizin dışında bizi belirleyen, yönlendiren veya biçimlendiren her sistem, kaçınılmaz olarak yabancılaştırmanın yeni bir yöntemidir. Bütün insanları, kendi dışında oluşturulan objektif verilerin ışığında değerlendirmek, total kimlikler oluşturmanın bir yoludur; bunu en iyi yapan da ideolojilerdir.

Değerin, kimliğin ve onurun kaynağını insandan alıp ırk, milliyet, din, kültür gibi nesnel (tamam nesnel alanlar ama buraya nesnel değil de nesne olan mı desek? bir sonraki cümleyle de bağlantı kurulmuş olur hem de nesnel daha farklı çağrışımlar yaptı bana) alanlara kaydırmak ve insanın bireyselliğini bu total kimlikler altında soluklaştırmak, en yaygın kimlik tahrifidir. İnsanı kim sorusu yerine ne sorusuna verilecek yanıtlarla tanımlama çabası, insanı nesneleştirmektedir. Bu total verilere dayalı kimlik tanımı, hegemonyalar üretmekte, insan bu hegemonyacı yapı içindeki yerine göre değerini almakta, sürgit işleyen bu süreçte insan, Kur’an’ın ifadesiyle ‘yakıtı insan olan bir cehennem’ yaratmaktadır. [1] Sonra Tebbet sûresinde ifadesini bulduğu gibi (tebbet yedâ), iki eliyle, yani maddi ve entelektüel birikimiyle, yarattığı bu dünyanın ateşinde (çatışmalarda, dünya savaşlarında) yanmaya mahkûm olmaktadır.

 

Niceliksel ve Niteliksel Tanım Alanı

İnsan, maddi yapısıyla, içinde yaşadığı âleme uyum gösterebilmekte, ruhsallığı/benliği ile de kendisini bütünüyle bu âlemin sonluluğuna mahkûm etmeyerek onun yok olmasından sonra bile varlığa devam edecek bir öze sahip olduğunu sezinlemektedir. İnsanda süreklilik sezgisine kaynaklık eden bu anlam dünyası, onu kendini salt maddi yapısıyla ve maddi ilişkiler ağıyla tanımlamanın yaratacağı kısırlıktan kurtarmaktadır. Bu bağlamda, varoluşsal psikolojinin kurucularından olan Ludwig Binswanger, insanın ayak uydurmak durumunda olduğu nesneler, biyolojik güdüler ve doğal kanunlar dünyasının (umwelt), insanın bilincinin, zihninin ve ruhunun oluşturduğu kendi dünyasını (Eigenwelt) ele geçirmesine izin verilmemesi gerektiğini söylerken önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. İnsanın bilinç ve zihin üstünlüğü hâkim kılınmalıdır. Bu yaklaşım, Freud’un insanı, biyolojik içgüdüleriyle doğa gibi kabul eden ve insanın paralelliğini doğa ile kuran (Homo natura) görüşünü reddederek, bu paralelliği Tanrı ile kurmaya çalışmaktadır. İnsanın doğa ile ortak olan tarafları olduğu gibi, doğaüstü ile ortak olanları da vardır. Bu yönlerin birbiriyle ilişkisinde, hangi yönün ağırlık taşıması gerektiği hususu, düşünce sistemlerini birbirinden ayırmaktadır.

Din, insanın içgüdülerini değil, akıl ve sezgi yetilerini dikkate alarak tanımlar. Bu, insanın içgüdülerinin yok sayıldığı anlamına gelmez. Zira içgüdüler dâhil insanın yapısına (fıtratına) yerleştirilen her şeyin bir anlamı vardır. Bu içgüdüler bizatihi kötü değildir. Kötülük, insanın içgüdülerinin hâkim olduğu tutkular alanını kontrol edemediğinde ortaya çıkar. İnsan, aklı ve sezgileriyle bu içgüdüleri kontrol eder ve dengeli bir yaşam sürer. Kur’an, akletme yetisinin kaybedilip, içgüdülerin hâkim olmaya başladığı andan itibaren, insanın akıl hastalığına tutulduğunu göstermek üzere ‘maraz’ terimini kullanmaktadır.[2]

İnsanı antropolojik yönden tanımlamak için onun bilinç, akıl, konuşma yeteneği gibi nitelikleri öne çıkarılır. İnsanın bu niteliklerine eklenmesi gereken bir de dinî boyut vardır. Bu boyut, insanın kendisiyle, diğer insanlarla, çevresiyle ve Tanrı ile ilişkisinde keşfedilir. Dinî ilişkide insan, şüphesiz, sadece ruhsal yönü öne çıkarılarak tanımlanan bir varlık değildir. Bu ruhsallığın dinamizm kazandırdığı maddi bir beden ve ilişkiler ağı (ahlak alanı) vardır. İnsanın kendini ve sosyal çevresindeki kuşatıcı şartları aşma ve fiziksel varlık yapısı içine hapsolup kalmama arzusu, onun Tanrısal değerlerle ilişkisinden kaynaklanmaktadır.

Kur’an, bu Tanrısal değerlerle ilişkisini devam ettirdiği sürece, insanın hayatına kaynaklık eden değer ve normlarda bir gelişmenin yaşanacağına vurgu yapmakta ve yaratılan her bir değerin, daha öncekilerden çok daha gelişmiş olacağını müjdelemektedir:

“Biz bir değerin işlerliğini kaldırırsak veya yeni bir değer koyacak olursak, ya öncekinin benzerini yahut daha iyisini getiririz.”[3]

“Onlara gönderdiğimiz her ayet, önceki kardeşlerinden daha büyüktür”[4]

Daha sonra gelen peygamberin, kendinden öncekilerden daha mütekâmil bir din getirdiği bu ayetten anlaşılmaktadır. Bu tekâmül, dinin gittikçe yerel karakterden kurtulup daha evrensel ilkeler getirme eğiliminden kaynaklanmıştır.

 

İnsanın Anlam Arayışı: Anlamlı Evrenin Anlamlı Sakini

İnsan onurunun dinî ve ahlaki zeminde temellendirilmesine imkân veren bir başka soru, insanın bir anlam dünyasına sahip olup olmadığı yahut anlamlı bir dünyanın sakini olup olmadığıdır. İnsanın, anlamlı bir evren içinde yaşamadığı, dolayısıyla onurlu bir varlık olarak burada hayat sürme çabasının beyhude olduğu seslerinin varoluşçu cepheden geldiğini ve insanın nasıl bir anlama sahip olduğunun varoluşçuluk zemininde 20. yüzyılda sorgulandığını biliyoruz. Bu çerçevede, varlığın anlamsızlığı üzerinde düşünerek kendi varlığının anlamsızlığına nasıl ulaştığını anlattığı eseri Nausea (Bulantı) ile J.P. Sartre’ı; Rebel (Asi) romanında, saçma bir hayata karşı sürekli isyan hâlinde olduğumuzu seslendiren Albert Camus’yü; yine, evrenin bir bütün olarak saçmalığını, düşüncesinin nirengi noktası yapan ve saçma bir evrende anlamlı bir hayat sürmenin ne kadar mümkün olduğunu sorgulayan F. Kafka’yı hatırlamak gerekir.                                   

Varoluşçuluk, varlıkların yaşam ilkelerinin kendi yapılarında birer öz olarak bulunmadığını, aksine bunların sonradan insanlar tarafından yaratıldığını iddia etmektedir. Buna göre varoluş (existence), özü (essence) öncelemektedir. Bu sebeple de, uyum göstermemiz gereken hiçbir doğal kanun, hiçbir ilahi amaç, hiçbir objektif önem yahut değerler hiyerarşisi yoktur. Aksine varoluş sürecinde bütün bu değerleri biz yaratırız. Bütün bunları değerli kılan da sadece onları seçmiş olmamızdır, yoksa kendilerinde bir değerleri yoktur.

B. Russell bu anlamsızlığı şöyle betimlemektedir:

“İnsan, önceden ulaşacakları amaçları bulunmayan sebep-sonuç zincirinin bir ürünüdür; kökeni, büyümesi, ümitleri, korkuları, aşkları ve inançları, atomların tesadüfi birlikteliğinin yarattıklarından ba şka şeyler değildir; hiçbir ateş, hiçbir kahramanlık, hiçbir düşünce ve his yoğunluğu, insan hayatını mezarın ötesine geçiremez; bütün çağların işleri, bütün adamalar, bütün ilhamlar, insan dehasının gün-ortası parlaklığı, güneş sisteminin engin ölümlülüğü içinde yok olmaya mahkûmdur. İnsan başarılarının bu büyük mabedi, kaçınılmaz olarak, kalıntılar içindeki evrenin enkazı altında yok olacaktır...”[5]

Russell, insanın bu kapasitesiyle değerler yarattığını, onları idealleştirdiğini ve peşine takıldığını söylemektedir. Ona göre, mutlak madde olan evrenin nihai yaratıcısı maddeye tapmaktansa, kendi yarattığımız ideallerimize tapmamız daha iyidir:

“Kısa ve güçsüzdür insanın yaşamı; insanın ve bütün insan ırkının üzerine yavaş ve emin bir şekilde çöker acımasız ve karanlık felaketler. İyi ve kötüye kör olan, durmadan yıkan, her şeye gücü yeten madde, durmadan dinlenmeden hükmünü sürer; bugün en sevdiklerini kaybetmeye, yarın ise karanlığın kapısından kendisi geçmeye kaçınılmaz bir şekilde yazgılanan insana düşen, bütün esip gürlemelerine rağmen, bu kısa zamanını şereflendiren gururlu düşüncelerle değer bulmaya çalışmak, kader’in kölesinin korkak terörüne burun kıvırmak ve kendi elleriyle inşa ettiği mabette ibadete dalmaktır…”[6]

Aynı şekilde, objektif değerlerin olmadığını söyleyen nihilist postmodernism, bir ahlaki görecelik yaratmış ve dünyanın anlamsızlığını ileri sürmüştür. Evrenin anlamsız bir alan olduğu konusunda varoluşçularla nihilist postmodernistler aynı görüşü paylaşmakla birlikte, bu anlamsızlığa karşı geliştirdikleri tepki birbirinden oldukça farklıdır. Bu anlamsız alan içinde insanın otantik bir ‘ben’inin olduğunu ve bu ‘ben’iyle anlamsızlığa isyan etmesi gerektiğini söyleyen varoluşçulara karşı nihilistler, insanın otantik bir ‘ben’inin de olmadığını, dolayısıyla herhangi bir hakikat yahut doğruluk değerini dikkate alarak bir isyan yahut mücadelenin başlatılmasının da imkânsız olduğunu iddia etmişlerdir. Bu nihilist yaklaşım, ‘bütün dünya görüşlerine karşı olma’ durumunu yaratmıştır.

B. Russell başta olmak üzere varoluşçuların betimlediklerinin aksine, varlıklarda bir anlam vardır ve anlamlı bir şekilde var olabilmek, varlıklardaki bu anlamlılığı dikkate alarak var olmaktan geçer. İnsan, kendini içinde bulduğu bu varlık yapısına ya uyum gösterecek ya da isyan edecektir. Kör tesadüflerin sonucu var olduğuna inanılan bir varlık alanına uyum göstermek, insanı daha anlamlı kılmaz. Eğer evrende olup biten, kör tesadüflerle oynanan bir oyun ise ve bu oyuna biz de kendimizi katacaksak, yaratacağımız bütün değerler ve katkılar bu anlamsızlığın bir parçası olmaktan öteye gidemez. Orwell’in 1984’ü ve Huxley’in Brave New World’unda olduğu gibi yapacağımız yegâne şey, sosyolojik mühendisliklerle iyi vatandaşlar yetiştirmeye çalışmaktan ibaret olur. Modern dünyanın gidişatı, varoluşçuların anlamsız saydıkları bir dünya ile mücadele etme ve ona anlam katmaktan daha ziyade, bu anlamsızlığa katkıda bulunmaktan ibaret gibi görünmektedir.[7]

Paul Tillich, The Courage to be’ (Varolma Cesareti) adlı eserinde, bütün objektif anlamsızlığına rağmen insanın anlamlı bir hayat yaratmaya çalışarak var olması gerektiğini savunmaktadır; ama modern yaşam biçimi içinde, kendine bir anlam alanı yaratmak için isyan etmesi istenen insanı mumla arıyoruz. İşin daha ilginci, Tanrı ve objektif değerleri inkâr eden nihilist dünya görüşü içinde, anlamsızlığa isyan ederek değerini kazanacak bir ‘ben’e de yer kalmamıştır. Nihilist düşünce içinde, belli öz değerleri dikkate alarak, kendi kaderini kendisi tayin eden insan görüşü, yıkılması gereken bir illüzyon olarak görülmüştür. Buna göre, sözde ‘ben’ sadece dilsel alışkanlıklar ve gelenekler gibi kişisel olmayan güçlerin bir ürünüdür. Anlamsız bir evren içinde bir anlam ve hakikat yaratmak için mücadeleyi öngören varoluşçuların aksine nihilistler, bir anlam ve hakikat kavramının varlığını da reddetmekte ve bütün dünya görüşlerine karşı durmaktadırlar.

 

 

İnsan Onurunun ve Benlik Şuurunun Aktüelleşmesi

Doğru Bilgi ve Doğru Eylem

Benliğin gelişmesinde düşünce kadar eylem de önemlidir. Benlik, hem düşünmek (Descartes, cogito) hem de ‘eylemek’ (Kant, categoric imperative) şeklinde tezahür eder. Düşünce eyleme dönüştüğü zaman ancak gerçek kudretini göstermiş olur. Dünya sadece kavramlar aracılığıyla görülen, tanınan bir idealar alanı değil, aksine sürekli faaliyetle tekrar tekrar inşa edilmesi gereken bir eylemler alanıdır. Bunun için de doğru düşünce kadar doğru eyleme ihtiyaç vardır.

Tanrı tek taraflı yaratmaz, aksine içlerine bir önem duygusu yerleştirerek yarattıklarının da yaratma sürecine katılmalarını sağlar. Yaratılmış varlık alanının kendi amacına uygun davranış sürekliliği, doğal sürecin zorunlu bir parçasıdır; dışarıdan anlık müdahalelerle gerçekleşmez. Bunu şu Kur’an ayetlerinden takip edelim:

“Allah her şeyi yaratmış ve yarattığı her şeyi de kendi amacına uygun olarak belirlemiştir.”[8]

“Allah, her şeye gerçek doğasını veren ve kendi amaçlarına yönlendirendir.”[9]

İnsan, tarih içinde öğrenebilir. Bu da önceden belirlenmişliği (determinizmi) değil, bilimde, ahlakta, sanatta ve dinde ifadesini bulduğu şekliyle, insanın yaratıcılığını gösterir. Burada insan tabiatının gelişmekte ve genişlemekte olduğuna işaret eden bir antropoloji söz konusu edilmektedir.[10]

İnsan olmuş bitmiş bir varlık değildir, aksine hür olduğu için, nasıl olması gerektiğine kendisi karar verebilen sonsuz, esnek bir varlıktır. İnsanın sahip olduğu bu esneklik ve potansiyel durum, bir süreç dâhilinde kendini açığa vuran bir oluş durumudur.

Bu oluş durumu Hegelci-Marx’çı diyalektiği andıran ve insanı tarihin bir kuklası hâline getiren ‘oluş’tan farklıdır. İnsan, ne olması gerektiğine kendisi karar verir ve bu karar aynı zamanda tarihi oluşturur. Diyalektik, tersten işler; insan, tarihi evirip çevirir ve tarih salt tarih olmanın ötesinde insan(ın) tarihi de oluverir. Böylece insan, kaçınılmaz (iyi ya da kötü) bir sona giden sürece eşlik eden edilgen bir varlık değil, aksine, bu sürecin gidişini sağlama sorumluluğunu omuzlayan özgür bir varlıktır.

Sonuç

İnsanlık, evreni keşfederek, dünyada daha iyi yaşamanın imkânlarını araştırarak daha güvenli ve müreffeh bir yaşam sürmek için elinden geleni yaptı. Maddi dünyayla olan bağlantımızdaki bu hassasiyetimiz ve orayı kendimiz için güvenli bir alana çevirme gayretimiz, maddi dünyada yaşayan diğer dinler, ırklar, mezhepler hülâsa başka ‘ben’ler söz konusu olunca tam bir başarısızlık hikayesidir. Savaşların, etnik temizliklerin, haçlı seferlerinin, sömürge dönemlerinin inkâr ve imha politikalarının tamamı, insanın başka insanlarla dünyada bir arada yaşamadaki beceriksizliğinin teknik ifadesiyle ‘insanlığa karşı işlenen suçlar’ın sicil kayıtları durumundadır. Geldiğimiz noktada ‘nefret suçları’ adı altında insanları birbirine karşı korumak için yasa çıkarmak zorunda oluşumuz bile insanlığımızın sınıfta kaldığının resmidir. Bir Arap atasözü ‘sevginin olmadığı yerde adalet onun vekilidir’ der. İnsanlığın sınıfta kaldığı yerde artık işimiz yasalara ve kanunlara kalmış görünüyor. Sırf belli bir dine yahut ırka ait olduğu için bir insandan nefret etmeyi veya ayrım yapmayı artık ‘nefret suçu’ kapsamında yasalaştırmaya başladık. İnsanı insandan korumaya çalışan bütün bu çabaların ortak paydası, ‘insan onuru’ kavramsallaştırmasıyla önümüze gelmektedir. Unutulmaması gereken şudur; mesele insan olunca konuyu sadece hukukî düzenlemelerle çözmek mümkün değildir. Özellikle mücadele verilerek elde edilen hakların sadece yasa ile korunması mümkün değildir. Bu tür meseleler çok katmanlıdır ve bunlarda insanın derununa hitap eden din ve ahlak mekanizmasının etkin bir şekilde işletilmesi zorunludur.



[1] Detay için bkz. Osman Can, Kimsiniz? Nesne, Yalnızca Bir Nesne! Radikal 2, 3 Aralık 2006.

[2] Bakara 2/10.

[3] Bakara 2/106.

[4] Zuhruf 43/48.

[5] Bertrand Russell, “A Free Man’s Worship”, The Basic Writings of Bertrand Russell 1903-1959, Robert Enger ve Lester Dennon, ed. (New York: Simon and Schuster, 1961), 67.

[6] Russell, age, 72.

[7] Detay için bkz. David Ray Griffin, God and Religion in the Postmodern World, (State Univ. of New York Press, 1989), 19.

[8] Furkân 25/2.

[9] Tâ-Hâ 20/50.

[10] Bkz. Ludwig Binswanger, “Freud’s Conception of Man in the Light of Anthropology”, Meaning-in-the-World. Selected Papers of Ludwig Binswanger, Jacob Heedleman (terc.) Basic boks, New York, 1963.

Online Bağış
Hediyen Dünyanın En Güzel Hediyesi Olsun
Haftanın Hutbesi
16.02.2024 Dünyayı Barış Ve İtidale Çağırıyoruz
09.02.2024 Hayatı Değerli Kılan Ölçü: İman
02.02.2024 Rabbimiz, Müminleri Yalnız Ve Yardımsız Bırakmaz
26.01.2024 Mülk Sûresinden Mesajlar
19.01.2024 Bizi Güçlü Kılan, Birlik Ve Beraberliğimizdir
12.01.2024 Allah’ın Rahmet Ve İnayetine Sığınmanın Adı: Eûzü-Besmele
Kur'an-ı Kerim Dinle
DİB Kur'an Portalı
Ramazan Pakdil Sureler
Bünyamin Topçuoğlu
Bünyamin T.oğlu Aşirler
İlhan Tok Hatim
Abdussamed Hatim
Abdul Rahman Al Sudais
Ahmed Al Ajmi Hatim
F.Çollak Görüntülü Hatim
İshak Daniş Hatim
5 Hafız OK takipli Hatim
Mehmet Emin Ay Hatim
İsmail Biçer Ok Takipli
İsmail Biçer Aşr-ı Şerifler
114 Sure 114 Hafız
S.Hafızlar Görüntülü
Kur'an International
Tefsir
Cüz Cüz Kur’an Özeti
Her Cüzden Üç Mesaj
Elmalı Tefsiri
Elmalı Meali
Fizilali Kur'an
DİB Kuran Meali
Kur'an-ı Nasıl Anlayalım
Fıkıh
K.İslam Fıkhı
R. Muhtar-İbn-i Abidin
Gurer Ve Dürer
Mülteka El Ebhur
Kuduri Tercümesi
Nûru'l-îzâh Tercümesi
Büyük Şafi Fıkhı
Detaylarıyla Namaz
Hadis
Kütübüs-Sitte
Sahihi Buhari
Riyazüs Salihin
Ellü'lüü vel-Mercan
Hadis El Kitabı
40 Hadis ve izahı
Uydurma Hadisler
Üye Adı
Parola

Şifremi unuttum -
Sayfa oluşturulma süresi: 0.56 saniye 14,873,669 Tekil Ziyaretçi
Copyright © 2012 islamda Hayat
Sitemizdeki Vaaz, Hutbe ve Yazılar kaynak göstermek şartı önceden izin Almadan Ticari Amaçlar Dışında Kullanmak Serbestir.

Tüm Bilgiler Ümmete Vakıftır copyright © 2002 - 2024